2 Haziran 2016 Perşembe

Sözeri Şahin / Kadıköy Rıhtım Final Temel Lisesi / Istanbul (DüşünYaz 3 Türkiye 5.si)

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150


Frankfurt Okulu'nun kalburüstü yazarlarından Max Horkheimer, batı felsefesinden pek de nasibini almadığını iyi bildiği Amerika halkını aydınlatmak amacıyla kendisinin ve arkadaşlarının diğer eserleriyle kıyaslandığında çok daha basit bir dille yazılmış olan Akıl Tutulması'nda şöyle der: "Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma.". Sanat eserleri her zaman onları üretenleri yansıtmayabilirler, örneğin Noir Desir grubundan ruhunuzu rahatlatan Le Vent Nous Portera'yı dinlerken bu şarkıyı söyleyen adamın kız arkadaşını döverek öldürdüğünü düşünmezsiniz muhtemelen. Amadeus'u seyreden okuyucular Salieri'nin sanatına taptığı Mozart'ın kişiliğinin nasıl bu kadar bayağı olduğunu anlayamayışını ve tanrısına şöyle haykırışını:“Bundan böyle düşmanız. Sen ve ben... Çünkü enstrüman olarak kendine bu utanmaz, ahlaksız ve çocuksu ukalayı (Mozart) seçtin!''. hatırlayacaklar muhtemelen. Ancak yine de bu sözü irdelemeye başlarken sayfalardan burnumuza gelen o kan ve barut kokusunu es geçmemek gerek. Yazarımız Yahudi bir fabrikatörün oğlu olarak dünyaya geliyor, durumun enteresanlığını okur onun Nazi Almanyası'nda doğduğunu ve Marksist olduğunu öğrendiğinde daha iyi kavrayacak. Okuduğumuz bu sözü yazarken yaşadığı ortam onu iki şekilde etkilemiş olabilir:1) Bir fikrin, ne kadar canavarca olursa olsun, kolektif bir güç onun ahlaki olduğuna ve dünyanın ihtiyacı olan şey olduğuna inanırsa; onu imkansız veya insanlıkdışı görünen yollarla dahi olsa gerçekleştirebileceğini öğrenmişti. Sahiden, Hitler'in karısının intihar sebebi (muhtemelen yakalanırsa işkence görecek olmasının yanı sıra) nasyonal sosyalizm çöktüğüne göre artık dünyanın yaşamaya değer olmadığını düşünmesiydi! 2) Bir halkın kolektif bilince ulaşamazsa nasıl ezileceğini ve sindirileceğini en acı şekilde görmüştü. Nazi kamplarına gelen mahkumlara iki hafta sonra idam edilecekleri söyleniyordu, yani kelimenin tam anlamıyla kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu. Fakat belki umutları, belki de Naziler'inki gibi yaşamlarını uğruna adayıp, etrafında birleşebilecekleri kutsal bir amaçları olmadığı için gözlemlediğimiz tek kurtuluş çabası gaz odalarında yaşlıları ezerek tavana biraz daha yakın ölen genç adamlardan geldi. Eğer uykusuzluk galip gelmez de dikkatimi toplayabilirsem ara sıra yazarımızın içinden geldiği koşullara atıflarda bulunacağım, okuyucunun da yazı boyunca onun bu sözünün yazıldığı ortamı unutmamasını rica ediyorum.
Haydi irdelemeye "Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı." cümlesiyle başlayalım. Burada yazara açıkça katılıyorum, çünkü kendini toplumdan soyutlamak için mabetlere kapanan keşişlerin veya rahiplerin dahi, daha küçük de olsa insan gruplarıyla yaşadığını görüyoruz. Bunun açıklamasını ilkokul sosyolojisi dahi epeyce başarılı yapıyor:(Sıradaki cümle bazı okurları epeyce sarsabilir) Çünkü mükemmel değiliz! Hepimizin farklı ihtiyaçları ve arzuları var ancak bunları başkaları olmadan yapacak gücümüz yok. İnsan başkalarını doyurduğu zaman doyuyor, öğrenmek için başka insanlara öğretmesi gerekiyor ve başka insanları da zengin ettiği sürece zengin olabiliyor. O zaman elimizde bir soru var: kişi bu ihtiyaçların görülmesi hadisesinde topluma elinden geldiği kadar katkı yapmalı, birlikte yükselmeyi ve belki de uzak bir gelecekte tamamen eşitlenmeyi mi hedeflemeli yoksa şu piyasa dediğimiz ormanda kendine en büyük ve kanlı butu koparmaya mı çalışmalı. Yazar Marksistliğini iyice göze sokmak ister gibi:"Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." diye bitiriyordu ya alıntımızı, sıra bu kısmı incelemeye geliyor böylece. Adam Smith, ‘‘Herkes kendi kazancını en çoğa çıkarmaya çalışırsa, toplumsal refah da en yüksek seviyeye ulaşır’’ diyerek neden ikinci seçeneği seçmemiz gerektiğini düşündüğünü anlatıyordu. Hem de öyle zeki bir adamdı ki bireysel faydacılığını toplum üzerinden işliyor, kapitalizmin bir kazan-kazan durumu olduğunu anlatıyordu bize. Sonra bir gün bardaki en az içmiş ama kafası en dağınık genç onun haksız olduğunu iddia etme cüretinde bulundu, hem de teorisini sarışın ve güzel bir kızın tavlanması üzerine kuruyordu. Nasıl Hegel Marx’ı, Nozick Rawls’u var ettiyse, şimdi de Smith’in omuzlarından John Nash yükseliyordu. Smith’in çürütülmesi üzerinden kurguladığı teoriye “Oyun Teorisi” ismini verdi. Peki oyun teorisi nasıl işler ve neden herkes evinin önünü süpürürse ortalık çöpten geçilmez bir yer olur? Teoriyi en klişe ve basit şekliyle anlatmak için gelin düşünsel bir deney yapalım. Düşünün ki bir arkadaşınızla birlikte banka soymaya karar verdiniz ama bir şeyler yolunda gitmedi (ya da soyulacak olanların açısından her şey yolunda gitti) ve yakalandınız ancak daha ümidinizi tamamen kaybetmeyin çünkü ellerinde yeterince delil yok ve ikinizi çapraz sorguya alıyorlar. Şimdi önünüze serilen üç opsiyon var ve dikkatli düşünmeniz isteniyor: Suçu itiraf ederseniz ve arkadaşınız sizi satarsa 10 yıl hapis yatacaksınız ve o serbest kalacak, durumun tersi de elbette geçerli. Eğer ikiniz de partnerinizi suçlarsanız 5'er yıl, ikiniz de susmayı tercih ederseniz 2'şer yıl yatacaksınız. Eğer bankayı Smith'le birlikte soyduğunuzu düşünürsek, muhtemelen ikiniz de kendi refahınızı düşünecek ve kişisel refahınız için kullandığınız küçük zavallı için duyduğunuz bir parça vicdan azabını özgür olduğunuzda yapacağınız onca şeyin fazlasıyla kapacağı fikriyle kendinizi avutacak, sizin ne kadar masum ve ahlaklı olduğunuzu, onunsa sizi buna zorlamış alçağın teki olduğunu anlatacaksınız. Suratınızdaki kirli gülümseme ise karşı tarafın da aynı ifadeyi verdiğini ve 5’er yıl yatacağınızı öğrendiğiniz de silinecek. Çünkü ikinizin çıkarları çatıştığında iki taraf da kendisine sınırsız fayda istedi ve birbirinizin önünü tıkamış oldunuz. Bankayı Nash’le soysaydınız, dalgınlığı sizi muhtemelen ele verecek olsa da hapis konusunda bulunmaz bir dost olurdu, çünkü o grubun faydasını düşünecek ve susacak, ikiniz de 2’şer yıl yatacaktınız. Bu oyun bize gösteriyor ki kolektif bir çalışma, durumu herkes için daha iyi yapıyor, evet en muazzam seçeneğe ulaşamamış gibi görünüyoruz, peki en müthiş olasılık gerçek miydi ki? Bilinçaltımızın iki harika özelliği var: algılamak ve algılamamak. Bilinçaltımızın nelerin etkisinde olduğunu zaman zaman fark ettiğimizde insanın aklı bir garip oluyor. Beyinimiz artık o kadar veriyle muhattap oluyor ki algılanma barajını geçmeniz insanlara onları dehşete düşürecek şeyler yansıtmanız gerekiyor. Öyle ki insan gece yattığında uyumadan önce geçirdiği o saatler gibi geçen yaklaşık on beş dakikayı sadece sizin empoze ettiğiniz şeyi düşünerek geçirsin ve bu şey kafasında yap sönsün sürekli. Kendi standartlarında dahi muazzam bir oyunculuk ortaya koyan Kevin Spacey’nin Seven’daki karakterinin dediği gibi : “İnsanların dikkatini çekmek için onların omuzlarına dokunmanız artık yeterli değil. onlara bir balyozla vurmanız gerekiyor.”Geçen gün yolda giderken kafamdan bir şeyler kurguluyordum ve bir karakter gerekti, birden aklıma “Haluk Yıldız” ismi geldi, sonra kendime bunun niye olduğunu sordum, sonuçta bu kombinasyonun herhangi bir parçasını bana hatırlatacak birisi yoktu kafamda. Kafamı tekrar kaldırdım ve görüş alanımda daha önce ayrımsamadığım bir inşaat firması tabelası gördüm, üzerinde “Haldız” yazıyordu, gizem çözülmüştü. Her gün gördüğümüz dondurma ya da içecek reklamlarında, o reklamda oynamalarının sebebi muhtemelen bunları pek tüketmemeleri olan güzel kadınlar ve karizmatik erkekler görmemiz, ürünün hemen başına yerleştirilmiş, başarıyı simgeleyen son model arabalar, bitip tükenmez gülüşler ve çılgın eğlenceler görmemiz, mutlulkla bunları bağdaştırmamıza sebep oluyor. Aileler çocuklarının neden sigaraya başladığını ve içlerine zehir çektiklerini merak ediyorlar ve onlara sigara içmemeyi öğretmeye çalışıyorlar. Oysaki onlar çocuklarına biraz daha zayıf olmanın, sesinizin daha kalın çıkmasının, toplumun içine karışmanın yani toplumsal kabulün; sağlığından daha değersiz olduğunu anlatmadılar ve çocukları akciğer kanserinden ölürse bu onların suçu! Yani bireyselliğe tapmamız ve kendimizi kurtarmak için her şeyi yapabilecek raddeye gelmemiz bize bu süreçlerle benimsetilen özgürlük fikrinden. Atasözlerimizde garip bir şey fark ettiniz, “İt iti ısırmaz”, “Akrep akrebi sokmaz” gibi atasözlerimiz var ama durum insana geldiğinde “Önce can, sonra canan”, “Ar dünyası değil kâr dünyası”, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi güvensizliliğin sınılarını zorlayan sözler ortaya çıkıyor. Geçen günlerde bir yerde ders çalışırken masanın yanından bir adam geçti, elim refleksif bir şekilde telefonumu korumaya gittiğini fark ettim, oysa adamı tanımıyordum ve istatistiksel olarak dünyadaki hırsız olmayan insan sayısı olandan fazlaydı. Beni adama güvenmemeye iten şey muhtemelen güvenilebilir bir adam olsa da neden risk almalıydım ki, kaybedeceğim şey epeyce büyüktü. İşte birlikte mutlu olmamızı engelleyen şey de bu, birbirimize güvenmiyor oluşumuz ve bunun bizi çıkar çatışmalarında karşı tarafı ezmeye yönlendirmesi. Peki, bu kısmı kısaca toplamak ve genel bir bakış elde etmek için oyunun içine elimizde kalan son alıntı parçasını da ekleyelim öyleyse: “Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür.” Yazar bizi yine elimizde bir tomar soruyla bırakıyor, önce adamakkıllı bir gelişmiş insan tanımı yapmalı öyleyse, sonra da bu insan mı toplumu şekillendirir yoksa toplum mu bu insanı noktasına bakmalı. Kullanmayı sevdiğim bir söz var:” Ayrı Ayrı Birer Ahlaksız Yaratık Olan İnsanlar, Toplu Oldukları Zaman Namuslu Kişiler Olurlar.” Diyor Montesqu, toplumun ahlaksız olması mümkün değil çünkü ahlakın tanımı toplumun doğru bulduğu şeyler olarak kabul ediliyor. Bunu bir imlâ kılavuzunda yazım hatası aramaya benzetebiliriz sanırım, bulsanız dahi haminiz olan kaynak o olduğu için doğru kabul etmeniz gerekir. Ama bir saniye, öyleyse burada komik bir dönüşlü nedensellik var, ahlaki normları kabul etmemizin yegane sebebi, aynı ahlak normlarının onları ahlaklı bulması! Öyleyse artık kutsiyetini kaybetmiş fikirleri tavaf eden bir toplum nasıl reformist olabilir. Körler ülkesinde tek gözü gören adam olmak kulağa çok mantıklı gelse de bilinmeli ki hikaye karakterimizin gözünün oyulmasıyla bitiyor. Bana sorarsanız Newton’u olduğu adam olmasında o elma ağacının faydası, o devirdeki toplumdan daha fazla; ona sorarsanız devlerin sırtından yükseldiğini söyleyecek size. Shakespeare’i var eden soyluların yazmasını günah kabul eden İngiliz toplumu mu Allah aşkına, ya da Cemil Meriç’in ağzından konuşacak olursak: Rousseau'yu Rousseau yapan, yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı? Yazara burada katılamayacağım doğrusu toplumu şekillendiren bilhassa toplumun şekillendiremediği, parlaklığını öldüremediği madenler oluyor. Peki kim bunlar ve nasıl kendilerini var edip toplumu arkalarından sürüklüyorlar? Buddha’nın iki sözünden yola çıkarak bunları açıklamaya çalışacağım. 1) Aydınlanmayla arana Buddha girerse Buddha’yı öldür! İşte bu bir fikir adamı için ekstrem bir cümle, çünkü zaten her fikir doğalında en haklı olduğu iddiasındadır; ellerinin titrediğini gördüğünzüde asla güvenmeyeceğiniz üç meslek var: cerrahlar, politikacılar ve yazarlar. Yaklaşık iki saattir yazmaktan olacak ben dahi ellerimin titrediğini görüyor ve acaba yanlış bir şey mi anlatıyorum diye düşünüyorum. İşte Buddha’nın büyüklüğü burada, insanları fikirleriyle sınırlamıyor, onlara her daim gelişmeyi ve aşılamayacak hiçbir fikir olmadığını öğretiyor; toplumun ilerlemesini sağlayanlar böyle adamlar. Onların yanında Govinda olmak dahi onur ancak temel öğretisi “herkes bilgeliğe kendi yolundan ulaşır” olan zatın yolundan giden keşişleri anlamayı okura bırakıyorum. 2) Hikaye eğer otantik şekliyle günümüze geldiyse şöyle ilerliyor: bir adam Buddha’ya gelir ve der ki “Ben mutluluk istiyorum”. Buddha’nın cevabı nettir: Önce “ben”i at bu egodur, sonra “istiyorum”u bu arzudur; bak geriye sadece “mutluluk” kaldı. Haklıysa dahi samimyetsizdir burada; çünkü devrinin en egoist ve taminsiz insanıdır. Yolumu kendim bulacağım deyip tüm öğretileri hatta tanrıların öğütlerini elinin tersiyle itecek kadar kendini beğenmiş ve para, zevk gibi basit şeyler değil, bulunması en zor şey olan huzuru, Nirvana’yı arayacak kadar açgözlüdür. Yakın zamanda popüler kitaplar arasına kaybettiğimiz Siddhartha’yı okursanız göreceksiniz ki üstün kişiyi var eden toplum değil; gözlemleri, hataları ve dinmeyen bir gelişme isteğidir.
Hâla benimleyseniz ve derin bir nefes aldıysanız hadi toplayıp bitirelim bu yazıyı. Sonuç olarak kolektif bilinç hepimiz için dünyayı olabilecek en iyi seviyeye çekebilecekken, yozlaşmış ahlaki değerlerin ya da karizmatik bir liderin eline düştüğünde dünyayı cehenneme çevirebilecek çok güçlü bir olgu. Bize rağmen parlamaya cüret etmiş insanlar sayesinde ileri medeniyetler kurabiliyoruz ancak biraz toplumu düşünsek onların da işi kolaylaşacak galiba. Toplum mühendisli yaygın olarak yapılan bir şey ve topluluğun aklına neyi yerleştirirseniz onu arayacaklardır, siz bilincinizin bir çöplük olmaması için elinizden geleni yapın, yolda gördüğünüz görevlilere selam vermemek için hiçbir sebebiniz olmadığını hatırlayın ve bugün kendinize bir iyilik yapın, dünyaya bir iyilik yaparak! Fark ettiniz değil mi yazıda yazarın yaşadığı döneme hiçbir atıfta bulnmadım bir daha, sanırım bu uykusuzluk galip geliyor demek, yazıyı bitirmenin vakti gelmiş de geçiyor.

Hiç yorum yok: