2 Haziran 2016 Perşembe

Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji Vakfı Özel Lisesi / Ankara

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma."

Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

İnsan, varoluşundan beri toplumsal gereksinimleri olan bir varlık olarak evrilmiş ve sosyal bir varlık olagelmiştir. Aydınlanma ve modernleşme dönemine girilmesiyle insan, özgürleşmeyi ve liberal düşünceyi önü alınamayan pragmatist tutkularla harmanlayarak “ben” ve “ego” kavramlarını ön plana iten, insanoğlu için yeni olmayan fakat son derece şaşırtıcı boyutlara ulaşmış olarak insanoğlunun karşısına çıkarak onu şaşırtan ve yine aynı zamanda insanoğlunu kendisine bağımlı kılarak düşünme ve sorgulama yetilerine saldıran bir düzeni ortaya çıkarmıştır. Düzen, bugünün dünyasında dengeleri elinde tutan ve artık bir düzen olarak somutlanmış, insandan bağımsızlaşarak insanı himaye etmeye başlamış ve bu himayesini de bireylere yüklediği statüler üzerinden yürüten KAPİTALİZMdir.
Kapitalizm, her türlü olaya ve olguya maddesel yaklaşan bir düzendir. Çünkü pragmalar evreninini bize armağanı(!) olan bu düzen, baktığı objede potansiyel bir kazanç aramakta, günümüz boyutuyla daha da ileri giderek toplumsal ilişkileri de birer yatırım alanı olarak görmektedir. Düzen, bize var oluş amacımızın tüketim olduğunu, tükettiğimiz oranda var olabileceğimizi ve kendimizi gerçekleştirebileceğimizi bilinçaltı mesajlarıyla telkin ederken bizlere statü satmakta, kendisini en çok doyuranı adeta ödüllendirmekte ve insanları öne geçme yarışına sevk etmektedir. Kapitalizm, insanları tek tip haline getirerek sistem üzerine düşünülüp sistemin sorgulanmasını engellemeye çalışmakta; aynı zamanda birbirine benzetmeye çalıştığı bireylerde ağır özne-kimlik çatışmalarına sebebiyet vermektedir. Bu çatışmalar toplumsal ayrışmaları körükleyen çok önemli unsurlardır. Sistem adeta ekonomik ve kültürel metalar aracılığıyla insan ilişkilerinin ticaretini yapmaktadır.
Peki, öznenin nesneleştirilmeye çalışıldığı bu durumda bizden insan ilişkilerimizi dahi pragmatist yaklaşımlara göre düzenlememizin beklendiği de düşünülürse, samimiyetsiz bu ilişkilerin bizi toplum yaptığını ve kaynaştırdığını kim iddia edebilir? Acı gerçek şudur ki toplumsal yapı çökmekte, bireyler yavaş yavaş Saramago’nun “kör”lerine dönüşmekte ve burjuva yönetiminde sosyal yapı kurumsallaştırılarak yeniden inşaa edilmektedir.
Bu evrimleşen ve giderek vahşileşen kapitalist düzenin karşısında insanın mutluluğunu hedefleyen iddialarla ortaya konmuş Marxist teori, aslında toplumsal anlamda kapitalizmden farklı bir sonuç doğuramayacağı gibi Kapitalizmin gelişimi karşısında kendini yenileyememiş, Kapitalizmi yalnızca ekonomik bir düzen olarak algılamış ancak toplumsal ve kültürel metaların bireyi etkisi altına aldığını idrak edememiştir. Sınıf çatışmasından yeni bir düzen yaratılacağını, ya da kapitalizmin kendini içten yok edeceğini öne süren Marxist teorinin yanıldığı nokta, örgütlü kapitalizmin sınıf uzlaşmasına doğru yol aldığı ve burjuvanın, toplumsal dengeyi korumak ve düzenin devamlılığını sağlamak amacıyla bireyi vaatleri aracılığıyla etkisi altına alarak sindirdiği ve basmakalıba soktuğu gerçeğidir. “Burjuva hoşgörülüdür oysa: İnsanları oldukları gibi sever çünkü onların olabileceğinden nefret eder.”(1)
Öteyandan Marxizm, pozitivist damardan beslenen bir öteki ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan düşüncesini, inançlarını, iyi ve kötüyü ayırma çabasını, metafiziksel uğraşlarını rafa kaldırarak evreni ve dış dünyayı maddesel bağlamda ele almaktadır. Marxizm, işçi-burjuva arasındaki çatışmaları göz önünde bulundururken insanın kendisiyle ve toplumsal çevresiyle olan çatışmasını göz ardı ederek kapitalizmin yol alacağı noktayı tahmin etmekte başarısız olmuş, bu nedenle yetersiz kalmıştır. Keza aslında maddesel anlayışla hareket ederek insani ilişkiler konusunda kısır kalmış, bireyi yalnız ekonomik rolüyle ele alarak toplumsal ilişkiyi ekonomik temeller üzerine kurmuştur. Oysa içtimai meselelere yenilikçi bir bakış açısı getirememiştir. Pratik materyalizm ne kadar toplumsal biçimlerin yeniden üretimi ve dönüşümünde insanın etkisini kabul ediyor olsa da insana yaklaşımında uyguladığı maddeci metodolojiyle bu kabulü geliştirememiştir.
Özetle, hem Marxizm, hem de Kapitalizm kendini pozitivist felsefe üzerinden şekillendirerek insanı ekonomik bir varlık, bir üretim aracı veya bir tüketim aracı olmaktan öteye götürememiş, insanın sahip olduğu toplumsal ve insani değeri ekonomik dayanaklara yaslamış ve insanı bulunduğu toplumdan uzaklaştırarak yalnızlaştıran öneriler sunmuştur. Bu iki teori de bir noktada insanın amaçsallaştırmasından saparak insanı araçsallaştırma yoluna düşmüştür. İnsanın uzlaşmacı değil çatışmacı karakteri üzerinden insanı var eden bu iki düzen, insanın toplumsal izolasyonu meselesinde birbirinin kopyası iki sonuç doğurmaktadır: Git gide atomlaşarak her olguya maddesel yaklaşma sorunsalı, insani ilişki ve duyguların tahribatı. “Algı dünyası ile mekanik dünya arasındaki bağlantının karmaşıklığı, bu bağlantının var olduğunu yadırgayabileceğimiz anlamına gelmez.”(2)
Bu esnada kapitalizm, kendini alt ve üst yapıda reforme ederek meşrulaştırırken, ürettiği metaları normalleştirerek insanları aynılaştırıp birbirinin aynısı olan insanlar topluluğunu bir “toplum” olarak nitelerken Marxist teori normatif yapısının dışına taşarak bu sorunları çözmek şöyle dursun insani olguların arkasındaki gerçekliği anlayamayacak kadar maddeleşen bir bakış açısına bürünmüş ve kendi kimliğini Kapitalizm karşısında yetersizleştirmiştir.
Gelişmiş birey, gelişmiş toplumların ürünüdür. Keza gördük ki basmakalıp insanlar bütünü, ortaya bir değer bile koymaktan aciz olup tükettiği kadar var olduğu sapkınlığıyla hareket etmekte ve kaliteli birey çıkarmaktan aciz kalmaktadır yani toplumsallaşamamış bir “toplum” asla gelişmişten sayılamaz. Öte yandan insanı anlamlandırmaya çalışmayan, onu ekonomik değer olarak görerek adeta matematiksel işlemlere tabi tutup bir düzen ortaya koyan düşünce yapıları, insanı anlamakta yetersiz kaldığından ötürü insana var olduğu değeri aşılamakta yetersiz kalmıştır.
“Öyleyse insanın kurtuluşu nerede aranmalıdır?” sorusu benim aklımı kurcaladığı gibi sizin de aklınızı kurcalayan önemli bir soru. Cevabına gelecek olursak, öncelikle insanı toplumdan ayıran, rekabeti destekleyen ve insanı sıralayan; insanın değerini ürettiği ile, var oluşunu ise tükettiği ile değerlendiren ve toplumsal hayattan soyutladığı insana bencilleşmesini telkin eden pragmatist yapı, buna ilaveten insanı insan yapan düşünme yetisini sınırlandırarak yalnızca maddesel alana yoğunlaştırılmasını bekleyen; insanın doğal olarak merak ettiği metafiziksel sorulara yanıt aramayan, aramasını da istemeyen ve bu sayede insanın düşünme ve sorgulama yetisini kısırlaştıran pozitivist temel üzerine inşaa edilen bütün düzenler; insanı anlamlandırmakta yetersiz kalarak insana et ve kemik olarak yaklaşıp toplumsal ve duygusal yaşantısını hiçe saydıkları için asla vaad ettikleri mutluluğu gerçekleştiremeyeceklerdir. Mutluluğun gerçekleştirilebilmesi, ancak ve ancak insanın toplum içerisindeki rolünün iyi anlaşılıp toplumla kaynaştırılmasıyla mümkün olacaktır. Çünkü insani özellikler, temelini toplumdan alan, toplumsal ilişkiler üzerine var edilen özellikler olup insanın toplum içerisinde reddedilerek bireysel olarak var etme çabasının yok saydığı değerlerdir. Bu değerleri yok saymak, insanı nicelik bakımından kabul etmek, nitelik bakımından umursamamak anlamındadır. Bu nedenle insanın sosyal bir varlık olduğu kabul edilmeli ve topluma karşı var olan maddesel bakış değiştirilerek hem maddesel hem de ideal bir noktadan doğan diyalektik anlayışı ortaya konmalıdır. Ancak ve ancak bu anlayış insanın dinamizmini yakalayabilir. Keza insan ne saf madde ne de saf akıldır, insan bir madde ve idea bütünleşmesidir. Öyleyse insanı anlamak ve insandan yola çıkan, madde ve ideayı ötekileştirmeden insanı toplumsal sınırlarda var eden ve toplumsal yapının temeli olan düşünsel alanı atomlaştırmaya kalkmadan bir düzen tesis edilmelidir.
“İnsan ilişkilerinin matematiğinden söz edilemez. Bu nedenle insana karşı maddeci yaklaşım tehlikelidir. İnsanı toplumdan soyutlar. Eğer insanı topluma yabancılaştırırsak kendine da yabancılaştırmış oluruz.” şeklinde yapılan bir özetleme yanlış olmayacaktır. Ancak bu noktada unutulmaması gereken bir nokta varsa şudur ki aşırı bireycilik, bireyin ölümü demek olduğundan toplumdan insanı tamamiyle ayrıştırmak asla mümkün olamaz. Nasıl insan, vücudunun mekanik görevini yerine getirmesi için suya ve yemeğe muhtaçsa duygusal tatmin ve ihtiyaçlarını da karşılamak zorundadır. Biz nasıl maddesel bir destek olmadan yaşayamıyor ve ölüyorsak insani ihtiyaçlarımız giderilmediğinde de yalnızca var olmaya devam ederiz, yaşıyor sayılmayız. Tıpkı tükettiğimiz kadar var olacağımız algısının bizi yalnızca var etmeye devam ettiği ancak birey kavramının içini boşaltarak adeta nefes alan ölülere çevirdiği gibi. “Evrensel pragmatiklerin görevi; olası karşılıklı anlamanın evrensel koşullarını saptamak ve yapılandırmaktır.”(3)
Bireyin kurtuluşu ve mutluluğu noktasında toplumsallaşmanın öneminden bahsettik. Materyalist bakış açısını ve bireye yaklaşımları açısından Marxist ve Kapitalist düşünceyi tenkit ettik. Bireyin var oluşunu maddesel bir temele indirgeyemeyeceğimizi bunun öznenin kimliğe yabancılaşmasını tetikleyeceğini anlatarak toplumsal birlikteliğin ve kollektifleşmenin önemini vurguladık. Bunlara ilaveten eklemeliyim ki, felsefe bir yere varmak değildir, "felsefe yolda olmaktır" ve yolda olma sürecidir. Bu nedenle bir ideoloji yalnızca vaatleriyle değil pratik aşamaları ve süreçleriyle de ele alınmalıdır, her ne kadar mutluluk vaat etse de insanı değersizleştiren ve yıpratan süreçler, kendi özlerine yabancılaşmaktan kurtulamazlar çünkü böylesi diyalektik yapılar, bireyin dinamizmini yakalamakta tek yönlü bakış açıları nedeniyle yetersizdirler. Geldiğimiz nokta, tam olarak Horkheimer’ı doğrular niteliktedir: "Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma."
(1) : Theodor Adorno
(2) : Max Horkheimer
(3) : Jürgen Habermas
(4) : Karl Jaspers

Hiç yorum yok: