31 Mart 2022 Perşembe

DüşünYaz 8 (2022) 1 Adım yüksek puanlı yazılardan örnekler



 

(Yazılar puan sırasına göre sıralı değildir)


Can Tutkun İldes


"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir." 
Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.

 

Etiğin Bir Açmazı Olarak Öznellik ve Teorik Zihin

 

    İnsanın hayatını idame ettirdiği yolu açıklamak bugüne kadar başta etik olmak üzere felsefenin bütün dallarınca defalarca ve defalarca irdelendi. Varılan noktalar insanları ayırdı ve parçaladı, kimisi hayatın mutlak anlamsızlığına tutundu ve anlamsızlıktaki anlamı aramaya çalıştı; kimisi ise hayat boyunca kendi anlamını bulmak, inşa etmek için üzerinde bir sorumluluk hissetti. Herkes önceden yazılmış olanların ebedî kaidelerine tutundu ve kendilerine en çok uyanı bulmaya çalıştı. Kusursuz olanı bulamayınca ise en yakına yöneldiler. Hayatlarının tatmin edici olması için didinip durdular ama bilmiyorlardı ki kendi hayatlarından taviz veriyorlardı hepsi. Önceden yazılanlar netti, kesindi, hasbelkader evrenseldi hatta. İnsan öznelliğini hiçe sayarcasına. Bir müddet daha geçti ve insanlar birey olduklarını unutmaya başladılar ve geldikleri noktada, kâğıt üzerine inşa edilmiş bir mahalledeki birbirinin aynısı olan binlerce karton evden birine kendilerini hapsettiler. Daha komik olanı ise bunu tatmin edici bulmalarıydı belki de, çünkü bütün hayatlarını öznel ve teorik düşünmeden ırak inşa edilmiş o evde geçirmeyi tatmin edici bulmuşlardı.

    Etiğin geniş kapsama alanı şüphe yoktur ki "hayat" başlığı altında vuku bulur. İncelenen her konsept hayat düzleminin bir elemanı olarak incelenir. Etiğin bu yönden birbirinden bu denli ayrı kavramları tek bir ortak başlık altında inceleme kaygısının gütmesi ise yine şüphe yoktur bir gerçeğe dayanır. Bu gerçek ise teolojinin dışında kalan felsefenin en değerli konseptinin insan hayatı olmasıdır. Evrensel olarak ahlak yasaları koymaya çalışan filozoflar da, bireyselci düşünmenin timsali haline gelmiş filozoflar da bu konuda ortaktırlar. Her biri farkında olsunlar ya da olmasınlar bireyin mutluluğunu maksimize etme uğruna yazmışlardır. Geniş bir sınıfa fayda sağlamayı amaçlayan Marksist düşünürler dahi bu sınıfa fayda sağlarken en nihayetinde o sınıfta bulunan her bir bireyin azaptan kurtulup, kendi mutluluğunu maksimize etmesini amaç edinmişlerdir. En pesimist filozoflarda Schopenhauer dahi insanın mutlak azabını minimalize etmek için hayasızca fikrini üretmiştir. Bu konsepti Aristoteles, Nikhomakos'a Etik kitabının girişinde açıklıyor ve diyor ki, mutluluk bizim için kendisi amaç olan tek şeydir. Bu nedenle denilebilir ki mutluluk, insan ve etik için kaçınılabilecek bir konu, konsept değildir. İnsan yaptığı ve takip ettiği her eylemde ve fikirde mutluluğunu arar. Tercih ettiği hiçbir "şey"i mutsuzluk için tercih etmez. Çünkü mutluluk her eylemin ulaşmak istediği nihai noktadır. Erdemli olmak, sosyoekonomik olarak iyi durumda olmak, saygı görmek ve benzeri edinimlerin hepsi mutluluk içindir ama mutluluk bir başka üst başlığa ulaşmak için kullanılamaz. İnsanın nihai tatmin noktasıdır. Mutluluk bu yönünden insanın refleksif bilincini işaret eden mükemmel bir örnektir aslında. Nedeni ise her bir bireyin bir eylem sergilemek üzere iken; kendileri için doğru olan eylemi seçerken öncelikler eylemin pratik uygulanabilirliğini düşünmesi, akabinde ise pratik uygulanabilirlik düşüncesinin üzerine -farkında olarak ya da olmayarak- ikincil bir mutluluk maksadlı refleksif düşünce oluşturmasıdır. Bu durum gösterir ki mutluluk, insanın hayvandan ayrıldığı sınır çizgisi olan refleksif bilincin - Jean-Paul Sartre'ın da dediği gibi- kaçınılmazlığını kadar kaçınılmaz bir hale gelerek insan eylemlerinin tabiatını hayvan tabiatından ayırır. Kierkegaard'ın dediği gibi felsefenin bütün amacı insan hayatının nasıl yaşanacağını cevaplamak olmasa da, en azından denilebilir ki; etiğin nihai amacı insan için mutluluk bazında tatmin edici bir hayatın metodolojisini aramak ve anlamaktır.

    Bugün elimizde olan ve insan öznelliğine şüphesiz bir şekilde en iyi vurgu yapan felsefi konsept varoluşçuluktur. Varoluculuğu diğer felsefi düşünce akımlarından ayıran husus onun insanlar için evrensel kaideler çizmeden, evrensel kaideler çizmesidir. Bu çelişkili durum; insan doğasından evvel, varoluşçuluğun dayandığı temel bir cümlenin anlaşılması ile çözülmeye başlanabilir. L'existence précède l'essence, varlık özden önce gelir. Bu söz açıkça belirtir ki varlık, üzerinde taşıdığı nitelikler olmadan, hiçbir sıfat sahibi olmadan dahi nicel olarak vardır. Lakin yalnızca vardır. Var olan, öz sahibi olmadan anlamsızdır. Dünya olduğu haliyle vardır ama anlamsızdır. Dünya ve üzerindeki her olgu; biz, kendi için şeylerin ona atfettiği nitel özellikler ve değerler doğrultusunda anlam kazanır. Yani hayata istenilen anlamı inşa etmek insanın kendi elindedir. İnsan kendi anlamını kendisi inşa eder. Bu eylemi sergilerken elinde olan iki kaynak ise kendi zihni (teorik düşünme metodu) ve halihazırda var olan ama anlam sahibi olmayan dünya, yani kendi hayatıdır. Bir diğer deyiş ile insan kendi zihni içine hapsolmuştur. Lakin bu hapsolmuşluk hali insanın zihnini kullanma yolundaki kararlarına göre ufak bir hücre haline gelebildiği gibi, insan için sonu bir ömür boyunca keşfedilemeyecek bir arazi haline de getirebilir. İnsanın özgürlüğü, kendi zihnince yaratılır da denilebilir. Peki ya bu durum nasıl oluyor da evrensel bir kaide çizmiyor o halde? Varoluşçuluk bize bireyin hayatını yaşaması için takip etmesi gereken yolun zihninden geçtiğini anlatarak bize net bir metot sunmuyor mu? Bir felsefi düşünceyi, onu deneyimleyen kişiden ırak bir şekilde inceleyen biri bu şekilde bir düşünce içine girebilir. Fakat fark edilmesi gereken husus şudur ki, varoluşçuluk bir metodoloji sunarken, sunulan yöntemin çok büyük bir kısmını yazmayı bitirmez. İnsanın zihnini nasıl kullanacağı tamamen insanın öznelliğine kalmıştır. İşte bu yönden varoluşçuluk felsefenin kaçınılmazının darasını alır: öznellik. Evrensel ve her insan için mükemmel olan - mükemmel, burada insanı mutlak biçimde mutluluğa götürecek olanı tanımlamak için kullanılmıştır - bir metodoloji, fikir, düşünce var olamaz. Olması da gerekmez. Çünkü insanların her biri, her bir birey aynı ortak koşullarda yetişmiş ve aynı değerleri benimsemiş olsa da bugün "birey" denen yapıyı oluşturan husus her birinin içinde kendi sistemini muhafaza ettiği gerçeğidir. Bu sistem insanın kendi düşünce ve duygularına dayanır. Toplum bugün düşüncelerin pek çoğunu manipüle edip tek bir ortak yola sokmaya gayret etse de insanın hayvandan ayrıldığı refleksif ve teorik bilinç duygular ile harmanlanıp her bir insanı ince bir sınırla da olsa bir diğerinde ayırır. Bu nedenle felsefe, bilhassa etik, yazdığı kural ve kaidelerde insana öznelliğini kullanabileceği bir alan bırakma kaygısı gütmelidir. Bu noktada etiğin yapabileceği; insana, öznelliğini kullanabileceği yolların sınırlarını çizmektir. Evrensel ve mutlak kaideler çizebilecek tek konsept ise ilahi ve reddilemeyecek bir kaynaktan gelmesi bakımından dindir. Dini reddeden birey mutlak kaidelere bağlı kalma mecburiyeti taşımaz. Varoluşculuk, öznelliğin farkında olarak öznel zihnin kullandığı yolu, hayatın birey perspektifince anlamı hale getirilmesi olarak tanımlar.

   Yazının ilk paragrafında anlatılan tekdüze insan analojisinin temelleri ise diğer iki paragrafta açıklanan konseptlerce anlaşılabilir. İnsan, her daim mutluluğunu arar. Bunun bütününü ise önceden yazılmış fikirlerde - Bunun bir yanılgı olduğu ilerleyen cümlelerde açıklanacaktır. - arar. Kendi öznelliğinin kendi hayatına yapacağı yadsınamaz etkiyi göz ardı edercesine kendisi için mükemmel olanı arar ve kendisine belirli ve kesin kalıplar içinde sunulmasını bekler. Kendisi için mükemmel olanı ararken ise kendi öznelliliğini görmezden geldiğinden, mükemmel olanın değil ama nazaran yakın olanı tercih eder. Mükemmel ile nazaran mükemmel olan arasındaki farkın arasında kalan o boşluk ise insanın taviz verdiği mutluluğun düştüğü yerdir. Bu nedenle insan gittikçe tektipleşir ve fazlasını aramayan bir hale gelir. O boşluğu kapatmanın riskine girmek istemez fakat bu risk adını verdiği eylemi yapmaktan geri durmanın bedelini tamen tatmin olunmuş bir hayat yaşayamamak ile öder. Bu etiğin bir açmazı olarak da ele alınabilir. Çünkü bugün "tamamen" tatmin edilememiş hayat; dini reddeden bir insan için elindeki tek ve en kıymetli olan edinim olan hayatın bir kısmının doldurulamaması, boşa gitmesi anlamına gelir. O halde etiğin işlevi nedir gibi bir soru akla gelir. Bu sorunun cevabı bir önceki paragrafta da açıklandığı gibi, tekrardan üzerinde geçilecektir. Fakat burada bir başka konseptin daha bu işlemin içine dahil edilmesi gerekir: teorik düşünce. Teorik düşünce; bugün insanın, kendisini mutluluğa götürebilecek yolları keşfetmesinin ve kendi öznelliğini (öznel zihnini) kullanabilmesi için var olan bir araçtan başka bir şey değildir. İnsanın teorik düşünme yetisi ona hayatındaki konseptleri açıklamak için gerekli dinamikleri sağlar. İnsan ise bu açıklanmış dinamiklere göre hayat tercihlerini yapar ve bu yolun sonunda mutluluk adını verdiğimiz nihai amaca ulaşmayı umar. Lakin burada fark edilmesi gereken husus teorik zihnin de insan öznelliğinden doğduğudur. İnsan öznelliği ile bu denli uyum içinde olmasının nedeni ise teorik düşüncenin metodu ve amacında yatar. Bu amaç mutluluk olarak tanımlanabilirmetotmetod ise mutluluğun öznelliğine bağlıdır. Mutluluk özneldir çünkü insan kendini mutlu edecek olanı kendisi bulur. Bu öyle bir konudur ki, mutluluğu her bir birey için turnusol olarak ele almayı sağlar. Ne de olsa bir bireyi mutlu edecek belirli bir unsur, bir başka birey için anlam ifade etmeyebilir. Bu nedenle metodu insan için özeldir ve tektir. Aynı metot bir diğer insan için anlaşılmayabilir. Bu nedendendir ki zaten insanların birtakım fikir ve düşüncelerin peşinden kendi teorik zihinlerini reddederek takip etmesi insan için iyi olarak adlandırılamaz. Bir bakıma ise ilk paragrafta da belirtildiği gibi onu tekdüze hale getirir ve taviz vermesi ise sonuç bulur. Varoluşçu felsefenin yaptığı ise burada etiğin düştüğü bu amansız açmazı kırmaktır. İnsana istemese dahi bir sorumluluk atfederek yapar bunu. Bu sorumluluk insana zihnin temel işlevinin ne olduğunu göstermek ile başlar - işlev, daha önce de anlatıldığı gibi hayatın anlamlı hale getirilmesidir - ve insani kendi özgürlüğüne zincirleyerek son bulur. Ona göre insan her şeyi yapmaya, istediği hayatı yaşamaya gebedir fakat istenilen ve tamamen tatmin edici hayatı yaşamak için en uygun yolu bulmak, o anlamları halihazırda varolan dünyaya yüklemek insanın sorumluluğudur. İnsanın çözmesi gereken sorun ise kendi öznelliğinin farkında olup, uygun anlamı (anlamları) bulmaktır. Akabinde kalan ise, kendine inşa ettiği bu hayatı yaşamaktır.

    Bu yazıda temel olarak anlatılmak istenen husus şu şekilde açıklanabilir. Her insan, bir şekilde mutluluğu nihai amaç olarak ele alır ve onu arzular. Mutluluğa giden yol nihai olmaktan çok uzaktır, çünkü mutluluğun tanımı ve ulaşım yolu evrensel değildir. İnsanın özünde evrensel kaidelere mutabık olmadığı gibi. Her bir birey; kendine uygun fikri bulmaktansa, etik içinde yazılmış, ya da kendi yazacağı yolları kendi teorik zihni için bir yol, araç olarak kullanmalıdır. Bu yolda kullanacağı metotlar ise insanın kendine kalmıştır. Bu metotların farklılığını kabullenmek; bir diğer deyiş ile insanın farklılığının kabulü, i etik için kaçınılmaz bir gerçekten başka bir şey değildir. Bu nedenle denilebilir ki mutluluğu amaç edinen teorik bir düşünce, uygun yollar ile insan hayatını; o birey için "mükemmel" olan hale getirebilir. Burada yapılması gereken ana unsur ise öznel bir kökten doğan teorik zihnin ve düşüncenin kullanımının ihmal edilmemesidir.

 

Sude Ekici


"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir." 
Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.


Tarihin her döneminde insanın temel aldığı değerlerin ve buna bağlı olarak hayata bakışının değiştiğini söylemek mümkündür. Peki "değerler" olarak adlandırdıklarımızın bir bireyin, çoğunlukla toplulukların, mevcut eylemlerine nüfuz ederek insanlık tarihinin henüz yazılmamış sayfalarını cesaret gerektiren yeni fikirler ve bu fikirleri hayata geçirecek iradelerin ışığında oluşturduğunu söylemek mümkün müdür? Bunu bir örnekle ele alalım. "Eşitlik Savaşçısı" ismiyle akıllara kazınan Ruth Bader Ginsburg Amerikan Yüksek Mahkemesi Yüksek Yargıcı koltuğuna oturmuş sayılı kadınlardan birisi. Çocukluğundan itibaren annesinin otoriter ebeveynliği ile büyüyen Ginsburg sürekli bir mücadele içinde yetişmişti. Annesi onun sorgulamadan hiçbir şeyi kabul etmemesini ve kendi fikirlerini korkmadan ifade etmesini otoriter bir figüre bürünerek ona öğretmiş ve Ginsburg'ü bir nevi mahkeme salonuna hazırlamıştı. Otorite mutlaktı ve Ruth onu takip etmekle, saygı duymakla yükümlüydü. Ancak bu anlayışına ve mantığına ket vurmak pahasına gerçekleşmemeliydi. Adaletsiz ve mantıksız olan akıl ile ifade edilmeli, otorite düzeltilmeli ve toplumun huzuru korunmalıydı. Bütün bunları kendi ev hayatında bilinçsiz bir şekilde de olsa öğrenen Ginsburg, daha çocuk yaşlarında "adalet" kavramını sorgulamaya başlamıştı bile. Adeta onun Sokrates'i olan annesi onu da sürekli soruların içine çekmişti. Bu şartlar altında büyüyen biri Harvard Üniversitesi'nin kapısından giren ilk kadınlar arasında yer aldığında ucu görünmeyen bir karanlığa doğru pedallarını çeviriyordu. 1960'lı yıllarda kadın haklarının gelişme sürecinin çok başında olunması ve çevrenin kadın bir avukata karşı olan önyargısı bu karanlığı giderek derinleştiren unsurlar arasındaydı. Ruth önce yaşam tercihlerini belirleyerek kendini hukuğa yöneltmiş, daha sonra bu yolda ilerlemek için dönemin kadınlardan beklediği anlayışın dışına çıkmış, başka bir deyişle cesaret gerektiren yeni bir fikrin peşinde koşmuştur. Sokratik eğitimin onun üzerindeki etkisi ve çalışma disiplini sayesinde kuvvetlendirdiği "teorik düşünmesi" ona yol göstermiş ve ilk kez bir erkeğin bakıcılık yardımı almasını sağlayarak cinsiyet eşitliği tanımını tamamen değiştirecek davalarının ilkini kazanmıştır. Yalnızca akademik alanda değil, sanat alanında da bu döngüyü görmek mümkündür. Hatta daha detaylı bir karşılaştırma yapıldığında sanatçıların toplumun geri kalanından farklı bir şekilde biçimlenen risk alma anlayışları onları daha uygun bir örnek yapmaktadır. Her ne kadar bu risklerin sonucu belirsiz ve çoğunlukla olumsuz olsa da bu bireylerin toplumda iz bıraktıkları tartışılmazdır. Vincent Van Gogh verebileceğimiz en klasik örneklerden biridir. Yaşam kararlarını önceden veren ve resmin geniş dünyasına yönelen Van Gogh, uzun bir süre bir ressam olarak imza tarzını belirlememiştir. Tutkusuyla ve yeteneğinden destek alarak çevirdiği ilk pedal ile birlikte sanatsal belirsizliğin dünyasına adım atan Van Gogh zihnini tamamen harekete geçirdiğinde, adını kanvasına boyalarıyla kazımayı başardığında, çevresini aydınlatan ışığını yakalı çok olmuştu. Ancak aklındaki ideallerini takip etmekten belirsizlik faktörü yüzünden kaçmayan Van Gogh ve Ruth Ginsburg arasında temel bir fark olduğunu söylemek mümkündür. Aristoteles'in Altın Ortası temelinde açıklanabilecek olan bu fark, aynı anlayıştan türeyen iki hayatın tamamen farklı koşullarda bitmesidir. Aristo "Nikomakhos'a Etik" kitabında mutlu ve yaşamaya değer bir hayatı denge koşuluna bağlar. Ginsburg'un idealleri üzerinde temellenen yaşamında başka destekleyici kolonları da vardı. Ailesi ve sürekli başka insanlarla ilişki içinde olmasını gerektiren toplum düzenini sağlamaya dayalı işi onu fikirleri içinde kaybolmaktan kurtarıyor, Stoacılar'ın "yanlış yargılar" olarak nitelediği duygularının kontrolü ele almasına izin vermiyordu. Van Gogh içinse bu durumun tam tersi söz konusuydu. Ona doğduğu andan itibaren bahşedildiği söylenen yeteneği zihnini farklılaştırıyor, topluma yabancılaştırıyordu. Teorik düşünmesinin önüne geçen duyguları ilk başlarda bisikletinin ışığını tamamen söndürmedi, bugün en değerli eserleri arasında gösterilen tabloların çoğu mental sağlığının kötü durumda olduğu bu dönemde yapıldı. Ancak kulağını kesmesi ve en sonunda da kendi hayatını sonlandırması Altın Orta'dan sapmasının bisikletinin kontrolünü kaybettirdiğini gösterdi. Sonu ne olursa olsun bilinmezliğe adım atarak yeteneğini, sorgulama ile oluşturdukları ideallerini takip eden bu insanların şekillendirdiği bir toplumun içinde yaşadığımız aşikardır. Bu sürecin önemini örneklendirdiğimize göre önemli bir başka noktaya da değinmek gerekmektedir. Neden her insan bu süreci hayata geçiremez? Eğer hepimizde, farklı biçimlerde de olsa, var olan ortak bir sorgulama, akıl yürütme ve teorik düşünme yöntemi bulunuyorsa neden bazı kişiler inandıklarını takip edemez? Niçin her insan bilinmezliğe gidecek ve etrafı aydınlanıncaya kadar devam edecek iradeye sahip değildir? İnsan sosyal ve çevresindekilerden etkilenmeye meyilli bir varlık olduğu halde hangi sebepten dolayı tarihteki bu örnekleri göz ardı ederek sonunda kendi hayatlarının amacına ulaşma ihtimalini bulabileceklerini reddederler? Sanatçıların çoğunun yaşadığı kötü sonların korkutucu bir etkisi var mıdır? İrade yetersizliği teorik düşünmeyi başlatacak olan cesaret kıvılcımını söndürür mü? Birçok travmanın ve davranış bozukluğunun temelinde bulunan kavramlar olmalarından dolayı korku ve irade insan psikolojisi bağlamında incelenmiştir. Alınan kararları en çok etkileme potansiyeline sahip olduğu bilinen bu iki etken uzun bir zaman boyunca çeşitli amaçlara hizmet için de kullanılmıştır. Zıt görüşler içerdiği olduğu söylenebilecek olan Machiavelli'nin Prens'i ve Jean Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi eserlerinde filozofların ideal toplum kavramının önünde engel olan insanları dizginleme biçimleri, aynı olmayan oranlarda da olsa, korkuya ve insan iradesinin zayıf taraflarında gezinmeye dayanmaktadır. Machiavelli hükümdarın altındaki insanlara istediğini yapma yetkisi olduğunu söyleyen bir korku imparatorluğu kurar ve insanın "aykırılığını" bu şekilde dizginler. Rousseau ise toplumu en iyi haline getireceğine inandığı sistemini desteklemeyen insanların ikna olana kadar ona "maruz bırakılacaklarını" söylemesi düşünce özgürlüğü kavramını sorgulatmakta ve insanın kapasitesini belli bir ölçüde kısıtlamaktadır. Bu örneklerde de görüleceği üzere bireyi eylemlerden alıkoymanın iki temel örneği bu iki duygu üzerine dayalıdır. Ancak bunu yapanın dışarıdan bir el olması zorunlu değildir. Pierre Hadot'un kastettiği ışığın yakılmasının önünde engel olan bu duyguları insan kendi zihninde oluşturup aydınlanmayı yaşamaktan, a priorisini bulmaktan kendini alıkoyabilir. Özgüven eksikliği modern dünyada en yaygın olan sorunlardan biridir ve bir nevi bireyi kendi arzularına ve zihnine karşı olan bir "Prens" haline getirir. Gözünde gittikçe büyüyen ve takip edilmesi imkansızlaşan idealleri kişiyi güçsüz ve yetersiz hissettirir. Bunun yanında kırılgan olan toplum yapısını bozmaktan ve negatif ilginin odağı haline gelmekten çekinen bir insan "radikal" etiketinden korktuğu için ideallerini ifade özgürlüğünden de mahrum olur. İfade edilemeyen fikirlerin yarattığı baskı kişinin değerlerini net olarak oluşturmasını engeller ve bireye bir yol haritası çıkaracak olan karakterin meydana gelişini kritik düşünmeyi körelterek bozar. "Farklı olan korkutucudur, yeni olanı takip etmek yorucudur, bir fikrin sonunun ne olduğunu bilmemektense hiçbir fikre sahip olmamak daha iyidir" benzeri anlayışların bu yok edici döngünün çarkları haline gelmesi elbette tesadüf değildir. Geçmiş boyunca yaşanan birçok acı tecrübe insanları bir güven ve stabil yaşam arayışına itmiştir. Savaşlar, ideoloji kavgaları, ırkçılık gibi çoğu durum farklı olanı takip etmenin sorun getirdiğine işaret olarak kabul edilmiş ve bu yolu takip etmenin bedeli topluluğa yabancılaşma olmuştur. Sadece toplumdan değil, var olan durgun halden vazgeçip , risk alıp bilinmezliğe girmeyi tercih ederek kendi düşünme yeteneği sonucu keşfettiği üretken arzularının peşinden gitmekten de korkar insan. Başarısızlık ihtimalinden, süreç boyunca karşılaşacağı zorluklardan çekinir. Eninde sonunda bir sona varacağını bildiği halde konfor alanından çıkacak iradeyi, korkuları ile yüzleşecek cesareti bulamaz çoğu zaman. Bulabilenler ise iradelerini keskinleştirmiş ve yaşam tercihlerini değerlerine endekslemiş olanlardır. Onlar süreç boyunca teorik düşünmeyi, akılcı yöntemleri terk etmeden varoluşlarının temel problemlerine cevap ararlar ve sürdükleri hayat kendi beğenileri doğrultusunda şekillenerek "yaşamaya değer" olarak ifade edilen subjektif bir tatminle bireyi "mutluluğa" ulaştırır. Yaşamının kontrolünü ele almak ve içinde bulunduğu dünyayı en net biçimde kavramak amacıyla yola çıkan bireyin en büyük yardımcısı teorik düşünmedir. Yolunu aydınlatır ve temel sorularına cevap bulmasını, hayatı bir ölçüde anlamlandırmasını sağlar. Ancak bu aydınlanma hemen gerçekleşmemekte, gerçekleşmesi için bir bedel ödenmesi gerekmektedir. Hadot'un bisikletiyle yapılan bu seyahatin tamamı ne yazık ki ışıklar açık olarak sürmez. Birey önce zorlanmayı göze almalı, farklı olana karşı korkusunu yenmeli, iradesini ve kuvvetlendirmeli ve karanlığa doğru pedal çevirmelidir. Karanlıkta verilen her mücadele kişinin yaşam görüşünü şekillendirecek ve sorgulama yeteneğini daha da kuvvetlendirerek olduğundan daha "iyi" bir insan olması, hayatının kontrolünü ele alması hususunda ona yardım edecektir. Daha da büyük düşünüldüğünde kimi insanların zor aşamalardan geçerek kuvvetlenen değerlerinde şekillenen fikirler alışık olduğumuz toplumsal anlayışları  tamamen değiştirme potansiyeline bile sahiptir. Karanlığa doğru çevrilen pedallar iradeyle yapılan tercihler ile yoğrulacak ve bizi sorgulamanın aydınlattığı bir dünyaya ulaştıracaktır.

 

 

 

Deniz Erçetin


"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir." 
Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.


İNSANIN ÇELİŞKİSİ

 

Spengler'in artık mantığın hayatı dikte ettiğine değil hayatın mantığın sınırlarını belirlediğine inanıldığını söylediği 1932 yılında insanlığın psikolojik mekanizmalar hakkında yeterliliği ve bu mekanizmaların evrimi hakkındaki bilgisi günümüze kıyasla oldukça kısıtlıydı. İnsan karar alma sürecinin her geçen gün daha sofistike bir çözümlemesinin yapıldığı bugünlerde ise sosyal bilimlerde büyük tartışmaları yönlendiren "örtük önyargılar" insanın aklı üzerindeki iktidarsızlığın toplumsal sonuçlarına işaret ederken eyleme geçmeyi odağa almış "öz yardım" konseptinin gün geçtikçe yayılması ve kognitif psikolojide inançların fizyolojik temellerinin ve davranışlara etkisinin incelenmesi ise bireysel sorunlara çözüm getirme isteğinin bir yansımasıdır. 

 

Hadot'un teorik düşüncenin anlamlı bir şekil alabilmesi için gereken hareket zorunluluğundan bahsederken herhangi bir ölçekte tercih edilebilir bir hayatın kapılarını açacak yolun saf akıldan geçmediğinin ifadesi evrimsel davranışlarla ilişkilendirilmelidir: düşünsel fakülteler geliştirmeye başlamış insansıların (daha önceden primatların) hayatlarında on milyonlarca yıldır sürdürülen, öyle pek de gelişkin aklî süreçler gerektirmeyen acıkma, yırtıcıdan kaçma, uyuma gibi ihtiyaçsal dürtüler ve bunlara karşılık avlanma, tırmanma gibi çözümsel dürtülerin yanına bir de yeni çözüm yolları geliştirmeye vesile olan düşüncenin eklenmesi ve düşüncenin, insan tarihinin de işaret edeceği üzere, fevkalade etkili olması tabiricaizse evrimsel bir "düşünce-mani"sine sebep olmuş ve gerçekten zeki yaşam formu olarak adlandırabileceğimiz tek canlı olan insanın evrimiyle sonuçlanmıştır. Akıl yürütme ilk insanların hayatlarında önemli bir rol oynasa da ancak yerleşik hayat ve içgüdülerin gündelik hayattaki rolünün azalmasıyla (hayatın kolaylaşması ve dolayısıyla ihtiyaçların evrimsel süreçte karşılığı olmayan yöntemlerle karşılanmasıyla) bozulan kognitif dengede akıl birkaç adım öne geçmiştir. 

 

Aydınlanma sırasında her şeyi mantıksal düzleme dökme kaygısının davranışları kişilikten soyutlayan bir düşünce sistemine sebep olması uzun süreler salt tartışmalar ve değerlendirmelerle insanların özden değiştirilebileceğine inanılmasıyla sonuçlanmış ve düşünürler insan deneyiminden uzak bir evreni anlamlandırma akımına kapılmıştır- ki bu durum da daha en başta Hadot'nun bu sözü söylemesini anlamlı kılmıştır. 

 

Fakat düşünce insan deneyimlerinin yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır. Dış dünyayı anlamlandırılabilir bir hâle dönüştüren  ve bu vasıtayla organizmanın yaşama şansını artıran lenslerin dışında bir gerçeklikten, en azından bireyin deneyimi göz önünde bulundurulduğunda, bahsedilemeyecekken fiziksel etmenlerin (dış faktörler neticesinde salgılanan hormonlar vs.) dünyayı anlamlandırmaya yarayan lensleri eğip bükerekten özünde gerçeklikte anlamlı (anlamlandırılabilecek) olan ne varsa onu transforme ettiğini söylemek mümkündür. 

 

Düşünce de deneyim ile ikili bir ilişki içindedir. Mantığın mutlak gerçekliği tarif etmede işlevli bir aygıt olduğunun gerekçelendirmeleri mantığa ihtiyaç duyacak olduğundan, yani geçerliliği için kendisine ihtiyaç olduğundan, düşüncenin de herhangi bir biçimde, insanî sınırlamalardan ötürü zaten uzun zamandır pratik olarak objektif olamayacağı üzerine anlaşılmasına rağmen, gerçeklikle doğrudan ilişkili olduğu söylenemez ki bu durumda, pratik çıkarlar dışında, özel bir ilgi gösterilmesine lüzum yoktur. Deneyimler, (misal sinir veyahut heyecan) iddia edilebileceği üzere mantığın doğruluğunu veya geçerliliğini bozmaz, aksine deneyimleyen için kendi içinde aynı derecede tutarlı (tutarlılığın gerekçelendirmesi, mantık sistemiyle yapılacaktır) yeni bir mantık sistemi yaratır. Kuledeki filozof zaten bundan ötürü dogmatik bir çukura yuvarlanır.

 

İmitasyon insan deneyimi ve evrimsel süreçle çok yakından alakalıdır. Sosyal bir canlı olan insanın çevresindekilerin davranışlarını kendi üzerine alarak ve "mış gibi yaparak" bir süre sonra çevresindekilerin davranışları olarak başlayan "evrene etki gösterme, varolma" yöntemleri kendi davranışları hâlini alır. İnsan, hareketsel izdüşümlerini imite ettiği -düşünce demek doğru olmaz- iç durumları bir noktadan sonra imite -ve limite- etmeyi bırakacak ve bu iç durumlara sahip olmaya başlayacaktır.

 

Düşünce karar al(ın)ma sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Bir şeyin kesinlikle bir şekilde olduğunu düşünmek ve öyle olduğuna inanmak arasında düşünce kompartmanında esas bir fark olmasa da inancın tüm zihni ilgilendiren bir fenomen olması itibarıyla harekete geçmede ve sonunda insan deneyimine etki etmede inanç ile düşüncenin belirgin bir farkı vardır. (ruhsal duruma etkisi, tabii, dolaylı olarak inancın düşünceden daha "alevli" bir şekilde deneyimlenmesidir)

 

Belirli önkabuller ve "öntercihlerin" birbirleriyle ilişkilendirilmesiyle"tercih edilen" sonuçlara varmayı sağlayan mantık, tanım gereği belirli deneyimsel durumların ötekilere tercihini gerektirir. (Bu ihtiyaçların karşılanmasının hissiyatsal olumlu yansımaları neticesinde insanın içinde bulunmaması zaten mümkün olan bir durum değildir. Fakat Hadot, "teorik düşünce" ile yalnızca av bulma için gerekecek kadar ham bir çıkarım yapma sürecinden öte, modern insan için daha önemli olan ve soyutlamaların yoğunlaştığı daha gelişmiş bir düşünce sürecinden bahsetmektedir.) Hadot'nun "yaşam tercihi" ile kastının insanın en temel ihtiyaçlarını giderme olduğu kabulu her ne kadar tutarlı bir sonuca ulaştırabilecekse de bizi anlamsız bir noktaya yönlendirecektir- çünkü ilk eylem zaten gerçekleştirilmiş olacaktır. 

 

Dolayısıyla Hadot, bir bakıma Kierkegaard-vari bir yaklaşımla, mantıksal değerlendirmelerden bağımsız verilmesi gereken ve ileriki tüm değerlendirmelerinin temeli olacak kararı alma zorunluluğundan bahsetmektedir. Kierkegaard'dan ayrıldığı noktadaysa mantığı inşaa etmek için mantıksız bir temelin çelişkisine bakmaksızın, inşaa edilecek mantığın kendi çelişkilerini "gerektiği kadar" (bireyin kültivasyonuna ve düzgün bir yaşama, yaşam tercihi belirli hâle getirmeye yetecek kadar) kaldıracağını umaraktan, onun yol göstericiliğinde kalma gerekliliğinden bahsetmektedir. 

 

Eylem, zihnin bireye bir katılık ilüzyonu oynadığı pek akışkan düşüncelerin vücuda kazınması (tekrar edilen eylemler basal ganglia'da fiziksel değişimlere sebep olmaktadır.) , anlamlı (ve evrimsel lensler tanımlamasını devam ettirerekten gerçekliği deneyimlere olan yansımalarının magnitütleriyle değerlendirecek olsaydık) "daha gerçek bir hâl"e getirilmesidir. 

 

Soyutlamalar düşünce fakültesinden bağımsız işlemektedir. Köpeklerle büyümüş kedinin köpek gibi davranması, herhangi bir tek köpeği birebir taklit etmemesi ve köpeklerden gözlemlediği "köpekliği" eyleme dökmesi soyutlamanın işaretidir. Kedilerin düşünce fakülteleri limitlidir. Bu durumda soyutlama, düşünceden beslenebilecekse de, düşünceden bağımsız parçalara sahiptir. 

 

Bir düşünce sistemini düşünce fakültesinde değerlendirmiş olmak o düşünceyi sizin için "yeterince gerçek" yapmayacaktır. Anlamlandırılmaya ihtiyaç duyan düşünce sistemleri, mantık dışı kopartmanlarda özümsenecek, soyutlanacak ve eyleme dökülecektir ki hatrı sayılır bir anlama sahip olabilsin.

 

İnsan, evren hakkında tartışılmaz tanımlamalar yapma hırsıyla boyundan büyük işlere kalkışır da (kendi uydurduğu) "tutarlılık ilkeleri"ne ters düşmeme korkusuyla yaşantısının her bir cephesini sonuna kadar parçalara ayırıp incelemeye, bir düzene oturtmaya kalkışırsa yorulacaktır, yıkılacaktır. Mantığının geçerliliğinin tutarsızlığıyla (mantığın evren hakkında geçerli olduğunun gerekçelendirilmesi için gerekçelendirme sürecine, yani mantığa, kendisine olan ihtiyacı), bir başka değişle "mantığının geçerliliğinin mantıksızlığıyla" barışmak zorundadır, hayatında herhangi bir ölçekte ilerleyebilmek için. (İnsanın çelişkisi, voici!)

 

Gökalp Kurtcebe

"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir." 
Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.

 

Hiçliğin ortasında birden bire açık bir bilinç var olsaydı, o an ne düşünürdü gerçekten merak ediyorum. Milyonlarca yıllık evrimsel süreç sebebiyle insan; bazı özelliklere doğuştan sahip olsa da bu özelliklerden biri, zihnimizde bir şeylerin canlanmasına sebep olabilir mi? Daha öncesinde somut bir ortamda duyu organları vasıtasıyla herhangi bir bilgi edinmeden veya deneyimlemeden bazı sezgisel formlara, Platon'un deyimiyle "idea"lara sahip olabilir miyiz? Subjektif olarak değerlendirince aklıma gelen ilk şey yeni bir renk hayal edememek oluyor. Pratikte tecrübe etmediğim bir renk hayal etmeye çalışmak, zihnimin karanlık noktalarında farları olmayan bir bisikletle gezindiğimin hissini uyandırıyor. Elbette önünüzü görmeden düşe kalka da olsa bisikletle bir yöne doğru hareket edebilirsiniz. Ama böyle bir durumda ne gitmeyi hedeflediğiniz yer ne gittiğiniz yol ne de katettiğiniz mesafe hakkında üzerine düşünebileceğiniz bir veriye sahip olamazsınız. Yürümenin felsefesini yapmadan önce yola çıkmak gerekir. Hayatının ilk adımlarını atan bir bebek, beş dakika önce etrafında dolaşan ebeveynleri hakkındaki izlenimlerinden çok daha farklı bir deneyime sahip olacak ki yürümeye başlar başlamaz yüzünü coşkulu bir tebessüm kaplasın.  Kısacası pratik, teorik düşünceye yön verir diyebiliriz. Günümüzde teorik düşüncenin kökenleriyle ilgili radikal sayılabilecek iddialar bulunmaktadır. Noah Harari'nin de söz ettiği kimi bilim insanları; bilincin var olduğunu, büyük ahlaki değerler barındırdığını ama herhangi bir biyolojik işlevi olmadığını iddia eder. Bilinç belirli beyin süreçlerinin gereksiz bir yan ürünüdür. Jet motorları gürleyerek çalışır ama gürültü uçağın ilerlemesini sağlamaz. İnsanların karbondioksite ihtiyacı yoktur ama her nefeste havaya karbondioksit salarız. Benzer bir şekilde bilinç de karmaşık sinir ağlarının ateşlenmesi sonucu ortaya çıkan bir tür zihinsel kirlilik olabilir; hiçbir işe yaramaz, sadece vardır. Eğer bu yaklaşım doğruysa milyonlarca yıldır milyarlarca insanın çektiği acı ve yaşadığı haz, sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir. Doğru olmasa bile üzerinde durulması gereken bu görüşün 2022'de güncel bilimin bize sunabildiği en iyi teori olması da ayrıca şaşırtıcıdır. 

 

Düşünürlerin genel sıkıntısı olarak gözlemlediğim husus, düşüncelerinde boğulmalarıdır. Hedefi vurmak ve ateş etmek zordur ama sıkılmamış her kurşun ıskalar diyip harekete geçmek gerekir. Aldous Huxley bu sıkıntıya karşı "Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla." der. Harekete geçtiğin andan itibaren teorik düşünce alemi için veri toplamaya başlanır. Toplanan verilerin işlenmesi neticesinde istikametimiz hakkında çıkarım yapıp gerekirse yönümüzü yeniden tayin edebiliriz. Bu uğurda harcanan enerji de göz önünde bulundurulduktan sonra bizi önceden hesapladığımız hata payına götüren her varyant, tekrar harekete geçmeden önce daha düşük bir hata payıyla eylemlerimizi gerçekleştirmemizi sağlar. İşlenen verilerin kümülatif doğasının ışığıyla yavaş yavaş aydınlanma gerçekleşir. Bu açıdan zengin bir düşünce dünyasına ve tecrübeye sahip olan birey, bundan sonra atacağı adımları daha doğru atar.

 

Pratik-teorik karmaşasını bizzat yaşayıp çareyi pratikte bulmuş biri olarak konuya farklı bir perspektiften yaklaşmak istiyorum. Yaşamaya devam etme arzumu sabote edecek majör depresyon vb. bir psikiyatrik sorunum yok. Daha önce psikolojimi tahrip edebilecek bir travma da geçirmedim. Ama felsefi olarak çok derin bir boşluğa düşmüştüm. Varoluşsal krizlerle ve teorik düşünmeyle geçen birkaç yılımda, hayatın anlamı vb. soyut kavramlar üzerine fazlaca kafa yormuştum. Rasyonel ve pragmatik olarak yaklaştığım bu sürecin sonunda hayatın anlamsız olduğu ve sonlandırılması gerektiği çıkarımlarına vardım. Bu süreçten uzun uzun bahsetmek istemiyorum zira bağlamımız bu değil. Çıkarımlarımın mantıksal olarak doğru olduğunu varsayalım. Nietzsche'nin çok önceden uyardığı nihilizm tehlikesi gelip çatmıştı ve onun uyarısını kulak ardı eden insanların dünyaya getirdiği bir birey olarak sorgulamaya başladıktan sonra birden tüm bu kaosun ortasında kendimi savunmasız bulmuştum. Bütün bu boşluk hissinin ise özgürleşmekten kaynaklandığı fikrine kapıldım. Galiba özgür olmuştum ve bunu test etmek istedim. Konfor alanımdan bir daha dönmemek üzere çıktım. Ve o ilk adımı attım, ilk pedalı çevirdim, ilk defa bisikletimin farları ışıldadı ve önümü görmeye başladım. İlk adım benim için elimi kaldırmaktı. Öğretmenim yurtdışına gezi düzenliyordu ve nispeten asosyal biri olarak gitmek isteyenler arasında el kaldırınca öğretmenim dahil herkesi şaşırtmıştım. Kendimi bile... Bu deneyimin ardından onlarca kitap okudum, ülkeler gezdim, bol bol dans ettim ve karşıma çıkan fırsatları yakalamaya başladım. Çokça çılgınca şey yaptım. Hayatın vazgeçilmez olmadığının farkına varmadan önce bomboş bir hayat geçiriyordum. Farkına vardığımda hayatımı sonlandırıyordum. Hayatımı sonlandırmayıp ölümüne yaşamaya karar verdiğimde ise pedal çeviriyordum. Pratik ve teorik arasındaki ilişkiyi sorgulama sürecim böyle tecelli etti.

 


Zeynep Duru Hüseyni


"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."

Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20

 

Bir cümlenin nesnesi, öznenin yaptığı işin dışında kalan ve öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen ögedir. Herkesin kendi bedeninde yaşadığı bu dünyada herkes için kendisi bir özne ve herkes bir nesnedir dolayısıyla. “Bugün gezerken onu gördüm.” cümlesinde “onu” dediğimiz “o”, bir insan olsun, hayvan olsun, cansız olsun, dilbilgisi kuralları altında nesnedir, özneye bağlıdır olarak vardır ama öznenin dışındadır. Bu dünyada her insan başkasının da kendi için özne olduğunun farkında olarak mı yaşıyor sorusunun cevabında ise işler biraz karışıyor. İnsanlık tarihini baktığımızda anlayabiliriz ki uygarlık geliştikçe kimi insanlar hem kendileri hem de başkaları için daha özne olmuş, kimileri de bunun altında yalnızca etrafta değil kendilerine göre de nesneleşmiş, varoluşları dış öznelerin bakışından konumlandırılmıştır. Carol J. Adams’ın alıntısında bahsettiği eşitsizlik problemi de aslında nesneleşme haline vurum yapıyor, fakat eşitsizlik ne kadar gözle görülür ise bu kavramın olumlanması olan eşitliğin de bir o kadar pratik ve elle tutulur olması, çözümün can alıcı noktası. 

 

Adams’ın “nesne muamelesi” olarak adlandırdığı ve herhangi bir insanı veya hayvanı kendi özelliğinden, ırkından, cinsiyetinden, sınıfından ve daha nicesinden dolayı oluştuğu tahmin edilen olgunun insan psikolojisindeki kaynağını yine Adams’ın kavramlarından “kayıp gönderge” ile açıklamaya başlayabiliriz. Kayıp gönderge, Adams’a göre en basit anlamında bir restoranda yediğimiz et ile onun nereden geldiği, kim olduğu, ne olduğu arasındaki bağlantıyı refleks olarak koparma halidir (Kotiloğlu). Ona göre bu süreç, “Hayvanlar ben cesetlerini yiyeyim diye ölüyor… Ben yiyeyim diye biri hayvanları öldürüyor… Hayvanlar yenmek için öldürülüyor… Hayvanlar ettir… et” diye de örneklenebilir. Burada ilk başta ölen özne olan hayvanlardan, öznenin edilgenleşmesine ve son olarak da  cansız bir nesneye dönüşmesi gözlenir. Öte yandan,  kayıp göndergeyi yalnızca bir vejetaryen savunması olarak değerlendirmek de yanlıştır. Öyle ki, Adams, birçok tecavüz ve taciz mağdurlarının da deneyimlerini anlatırken kendilerini bir ete benzettiklerini hissetmelerinden yola çıkarak cinsel istismar ve şiddetin de bu kavram altına girdiğinden bahseder. Ben günümüz kesişimsel feminizminde kayıp göndergenin yalnızca kadın sorunuyla da sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Nesneleştirme-parçalama-tüketme yolundan ortaya çıkan eşitsizliğin izlerini farklı kapsayıcı sorunlarda da bulmak için farklı filozofların düşüncelerine de bakmak gerekebilir. Burada da ilk çıkarım bizi Marx’ın meta fetişizmine yönlendirir.

 

Karl Marx’a göre meta fetişizmi bir olgunun değişim değerinin kullanım değerinin üstüne geçmesine denir. Böylece üretimin ana amacının kar olduğu bir ekonomik sistemde de zaten kastik olarak, başka özneler tarafından alt sınıfa mensup görülen işçi de kendi üretimine ve emeğine yabancılaşır, şeyleşir. Burada üretim emeğinin arkasındaki şeyleşmiş işçi ile Adams’a göre nesneleşmiş kayıp gönderge olan et veya kadının arasındaki paralellikler görülebilir. Meta değeri kullanım değerinden daha yüksek olmuş bir nesneyi elinde tutarken de insan “Bir işçi ben elimde bu hayvan derisi marka çantayı tutabileyim diye 15 saat asgari ücretle ter döktü” demez. Emek ve işçi, çantayı kullanan öznenin elinde nesneleşmiş ve eşitsizliği pekiştirmiştir. O halde yine Adams’ın alıntısının problemi belirttiği kısma dönmek gerekirse nasıl insan emeği kayıp gönderge altında nesneleştirebiliyorsa ve bunu bir pratik haline getirdiyse tam tersini de yapabiliyor olmalıdır. Bir metanın altında saklı olan emek insan bilincinin bilmek istediğinden çok daha somuttur. 

 

Marxist ve varoluşçu düşünceyi feminist bir lens üzerinden inceleyen Simone de Beauvoir da İkinci Cinsiyet kitabında kadının nasıl bir özneden nesneye dönüştüğüne, ikinci cinsiyet haline geldiğine değinir. Dolayısıyla kadın da tıpkı bir işçinin ürünü gibi erkekler arası mübadele edilen bir nesne haline gelmiştir. Bu o kadar içselleştirilmiş bir eşitsizlik örneğidir ki eril göz ile bakılan kadının ötekileşmesi bir süre sonra yalnızca erkekler tarafından değil kendileri tarafından bir nesne gibi hareket etmeye mecbur bırakılırlar. Nitekim Jacques Lacan’a göre de kadın yoktur, erkeğin biçimlendirdiği bir kadın vardır. Adams’ın “diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmamak”  olarak bulduğu pratik çözümün başlangıç hali de kadının kendini "diğer" olarak gördüğü bir sistemde kendine olan muamelesini değiştirmek, bu pratiğin cinsiyet eşitsizliği yönünden incelendiğinde önemli aşamalarındandır. 

 

Adams’ın eşitlik pratiğine dilbilimsel bir gözle bakmak gerekirse”'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” sözlerinin söylendiği şartta insanın kendisini özne konumundan indirip karşısındakine özne olmak için bir fırsat vermiş olur. Bu sayede içselleştirilmiş nesnelik kişide ortadan kalkar ve kişi başkasının yardımıyla kendini yine özne olarak görebilir. Fakat burada ortaya çıkan soru herkesin kendini özne olarak gördüğü dünyada yine ilk başta da tartıştığım gibi başkalarının da dolayısıyla nesne olarak kalacağıdır. Belki de kimileri tarafından herkesin kendi öznesi olmasına izin verildiği bir dünya Hobezyen bir şekilde “doğa durumu” halini alabilir. Sonuçta belli bir toplumsal sözleşmeyle insanların kendi kişisel çıkarlarından vazgeçemeyeceği bir düzendir kimileri için korkutucu olan. Yine burada, hem Addams’ın sözünden hem de bu ana kadar bahsedilen filozoflardan yola çıkarak bu “eşitleme” işleminin iki adımlı olduğu sonucuna ulaşılabilir. İnsanın kendini özne değerine çıkarması ve başka bir öznenin aynı insanı özne konumunda görmesi. Bu iki adımdan herhangi birinin vazgeçilmesinin ötekisini de aksatacağından şüphe yoktur, insanın hem kendisini hem de çevresine yabancılaştığı bir dünyada bu iki adım içkinleşmiştir.

 

Adams’ın düşüncesine getirilebilecek başka bir eleştiri de yine aynı “Bir derdin mi var?” sorusunun oldukça klişeleşmiş ve anlam ifade etmeyen bir hale gelmesi olabilir. Bir insanın derdinin öne çıkarılmasının nasıl toplumsal bir sorunu ortadan kaldırabilir özelliğe bürünmesi inanılmaz gelebilir. Fakat Adams’ın da bahsettiği gibi eşitliği bir fikirden pratiğe dönüştüren şey de bu değil midir? Günümüzde genellikle haklı gerekçelerle toplumsal sorunlara toplumcu bakış açılarıyla bakılması gerektiği düşüncelerinde oluşan görüşler, topluma ulaşmadaki ilk adım olan bireyleri atlıyor. Bir bakıma toplumcu bakış açısı, sanal bir duvarın aşılarak çözüm üretmeye dayanıyor çünkü bu düşünceyi benimseyen her birey kendisinin yetmediği ve toplumsal bir hareketin gerektiği şikayetiyle de harekete geçemiyor. Bu, belki de bütün toplumcu bakış açısının içerisinde günümüz insanının içine yerleşmiş bireyselliğin sonucu olabilir. İşte bu bahsedilen toplum ve birey arasındaki sanal duvar, eşitliği çoğu insan gözünde bir fikirden yukarı taşıyamayan şeydir. “Bir derdin mi var” cümlesinin kişiselliği de Carol Henisch’in 2. dalga feminizmine yön vermiş “Kişisel olan politiktir” sloganını hatırlatır. Bu söz hem tüm sorunların toplumsal bir erkten geldiğini insana anımsatırken bir yandan da her kişisel çözümün bir politik çözüme de adım olduğu konusunda güzel bir hatırlatıcıdır. Dahası var, soruyu sormanın bir soran bir de sorulan insanı kapsamış olması bu kişisel alanı iki kişi yapar, yani toplumsal soruna yaklaşmayı yarısı kadar kolaylaştırmış olur.  

 

Yine Adams’ın başladığı noktaya, ilk bakışta alakasız gözüken et ve kadının birleşimine gelelim. Koreli yazar Han Kang, Vejetaryen adlı romanında tüm çevresi tarafından ötekileştirilmiş ve nesneleştirilmiş bir kadının, kendini bir cani olarak gördüğü korkulu rüyasından sonra vejetaryene dönmesini anlatır. Burada bahsi geçen ve bütün roman boyunca ana karakter olmasına rağmen her zaman çevresindekilerin gözlemci bakış açısından durumu anlatılan Yeong Hye’ı hiç kimse bir kere bile anlamaya çalışmaz. Han Kang’ın bu kitabında vejetaryenliği ve et yemeyi insanoğlunun birbirine yaptığı ve yok saydığı bütün cani hareketlerin bir kaçışı olarak sembolize eder. 

 

Filozof Jennifer Foster, insanı belli bir anlamda sorumlu yapacağını hissettiği bilgileri bilmekten kaçınmasını yani seçilmiş cahilliğe ve bunun altında yatan bilme endişesine doxastik endişe (doxastic anxiety) adını veriyor. Bu endişe bir insanın et yerken yediği hayvanı, bir çanta takarken çantadaki emeği, kendisini bir erkeğe uygun olarak süslerken kendi öznesini hatırlamama seçimini yapmasının, eşitliği fikir olarak görmesinin arkasındaki özgür iradedir. Nasıl başkasına sorduğumuz soru, nesne muamelesinden özneye dönüş, fikirden pratiğe geçiş de eşitliğe doğru bir özgür irade ise. 

 

 

Eylül Öyküsü Değirmenci

 

"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20


TAHAKKÜMÜ YIKMAK ELLE MÜMKÜN

 

Pratiğin eşitlikçi olması için bir düşünceye (bunun akılcı ve etik bir düşünce olduğunu varsayalım) dayanması gerekir. Ancak bu düşünce fikir olarak kalırsa bunun eşitlikçi olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Çünkü pratiğe dökülmediği sürece soyut ve kavranamayan, akıl dışı bir varlık olacaktır.

 

"Korkunç olan yükseklik değil, yokuştur!" diyor Nietzsche. Yani bir şeyleri canlandıran, onu gerçek kılan soyut, matematik veya düşünceler değil görebildiğimiz ve yalnızca ruhumuza değil bedenimize ve aklımıza da dokunandır. Buna benzer bir noktaya hayat deneni iyileştirmekten bahsederken de değiniyor Nietzsche: İyi bir hayat istiyorsak iyi bir hayat oyunu oynamalıyız. Yani hayatın iyi olduğu bir fikirde kalmamalı, hayatı bizzat kendimiz iyileştirmeliyiz.

 

Eşitliğin ta kendisi gibi somut bir örnek vermemiz gerekirse insan tahakkümü ve hayvan sömürüsünden yola çıkabiliriz. Hissedebilen her canlının beden bütünlüğü hakkına [right of bodily integrity] ve onun getirdiği özgürlüğe sahip olduğun "fikrine" katılmak bunu gerçek kılar mı? İnsan dışı hayvanların bir sektöre dönüşmesi 21. yüzyılda dahi devam ederken hayvan sever olduğunu iddia eden insanların kendileri dışında hayvanların bedenleri üzerinde tahakküm kurma arzuları iki yüzlülüğün ve bir noktada tanrı kompleksinin somut kanıtıdır. Navegan herhangi bir insanın "İyi de ben öldürmüyorum sonuçta, kasaptan alıyorum. Yani sömürmüyorum." dediğine sıkça şahit olabilirsiniz, bu safsatadan başka bir şey değildir. Eşitlik bir fikir olamayacak kadar akılcı ve eylem gerektiren bir şeydir. Bu yaşamın her alanında böyle: cinsiyet, kuir, hayvan hakları, sınıfsallık, kapitalizm...

 

Hegel'in etik yaşam anlayışı soyut olandan somut olana, yani öznel alandan nesnel alana gitmekle şekilleniyor. İnsanın sahip olduğu yaşamı etik kılabilmesi için kafasının içinde değil hayatının içinde etik ve eşitlikçi hamlelerde bulunması gerekir. Nasıl ki bir insanın kendi kendine düşündüğü şey o düşünceyi gerçek kılmıyorsa fikir de tek başına eşitlikçi olamaz. Çünkü bir şeyin eşitlikçi olması için bireye değil herkese [yalnızca insanlar değil] yönelik eşitlikçi olması gerekir. Bu da politik hareketliliği ve yaşam içinde etik pratiği gerektirir.

 

Eşitliğin temeli 21. yüzyıl dünyasında etiğe ve beden bütünlüğüne dayanıyor. Eşitliğin fikirde değil pratikte olmasının en büyük sebeplerinden birisi norm kabul edilen algılardan kopabilmektir, bunu yapmanın yolu da eylemdir. Bireyselden toplumsala, yani politik bir harekete dönüşen bir eylem. Yıllarca "bana dokunmasın yeter" denilen LGBTİ+ların özgürleşmesi ve eşit koşullarda yaşamasına imkan sağlayacak şey "yeter" fikrinin özne değiştirip pratikleşmesidir. Kapsayıcı bir düşünce yapısına sahip olduğunuza inanmanız sizi gerçekten kapsayıcı yapmayacağı gibi, pratikleşmediği sürece hiçbir fikriniz eşitlikçi olmayacaktır.

 

Tam da bu noktada eşitlikçi olabilmek için yapmamız gereken ilk şey kişinin kendinin ve hareketlerinin farkında olmasıdır [self-awareness]. Farkına vardıktan sonra atılacak ilk adım eşitlik yaratmak değil eşit olmayanı ortadan kaldırmak ve/veya önüne geçmek olmalıdır. Judith Butler'a göre bunun yolu bu eyleme karşı (Butler spesifik olarak nefret söylemlerinden bahsediyor fakat daha geniş ele alınabilir) performatif bir siyaset yürütmektir. Yani fikir değil pratik. Cinsiyet temelli bir cinayete, ırkçı bir tutuma, nefret suçlarına ve hatta tam içinde olduğumuz kapitalizme karşı net bir tutuş sergilemiyorsanız eşitlikçi olduğunuzu iddia etmeniz içi boş bir sözden ibaret olacaktır.

 

İnsanın yapabileceği şeyler oldukça basit ve erişilebilir olmasına rağmen etik olmayan normların rahatlığından ötürü onları sürekli olarak "fedakarlık" veya "vazgeçme" olarak görüyoruz. Oysa bir nefret suçunda öznenin yanında durmak, akşam yemeğinizde bir dananın kaslarını yememek veya sizinle aynı tuvaleti kullanan trans+ kişiye şiddet uygulamamak fedakarlık değil etik yaşamın temelleridir. Özneyi kurban psikolojisinden çıkarmaya yardımcı olacak en büyük şey parçası olduğu toplum tarafından kucaklanıyor olmasıdır, bu da onun savaşmak ve direnmek için güç kazanmasını sağlayacaktır. Aynı şekilde insan dışı hayvanlar üzerinde kurulan tahakküme karşımı sömürülen hayvanların yanından olmak onları özgürleştirmeye doğru atılan büyük bir adım olacaktır.

 

Beden bütünlüğü hakkına hissedebilen, acı çekebilen bütün canlıların sahip olması için etik bir yaşam gerekli. Tek bir kişinin (insan veya insan dışı bir hayvan) beden bütünlüğü üzerinde tahakküm kurulduğu sürece eşit bir dünya söz konusu değildir. Söz konusu eşit dünyaya ulaşmak için nefret (ki çoğunlukla korku temellidir ve bu alışılmış normlardan kopma endişesinin getirdiği bir korku olarak ele alınabilir) ve şiddet unsurları ortadan kaldırılmalıdır. Bu da toplumsallık ve bu sebepten ötürü performatiflik gerektirir. Performatif tutumun ilk adımı tanınma olabilir. Öznenin tanınma arzusu ve dışarıda olanın tanıma arzusunun birleştiği noktada toplumsallığın pratikleşmesi çok daha kolay olacaktır.

 

Kapitalizmi, insan tahakkümü, burjuva sınıfını, kuirfobiyi, kadına yönelik şiddeti ve her türlü sömürünün önüne geçmenin tek yolu eyleme geçmektir. Böylece fobik yan komşumuzdan tacizci biyoiktidara kadar sömüren herkes ve her şeyi yıkma şansımız olacaktır. Fikir, akılla birleşmediği sürece işlevsiz. Akılla birleştiğinde ise zaten eyleme dökülecektir. Aşk, en az iki kişiliktir ve pratik bir şeyler gerektirir. Devrim de aşksız, hele insansız hiç olmaz. Bundandır ki devrim yapabilmenin, eşit ve etik yaşayabilmenin yolu pratik ve performatif olmaktır.

 

"sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur"

(Ah Muhsin Ünlü, Sen Beni Öpersen Belki Ben Fransız Olurum şiiri)

 

 

Elif Yardım

"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20

 

“EŞİTLİK” KAVRAMI VE MÜMKÜN(SÜZ)LÜĞÜ 

 

"Eşitlik" kavramı tarih boyunca farklı uygarlıklar, jenerasyonlar, sınıflar, dinler, ideolojiler, akımlar tarafından çeşitli şekillerde ve ayrı bağlamlarda ele alınmıştır. Örneğin 18. yüzyılda Fransız İhtilali ile halk aristokratlarla aralarındaki uçurumları kırmaya çalışırken 19. yüzyıldaki feminizm dalgası ile eşitlik cinsiyetler arasında kurulmaya çalışılmıştır. İnsanlığa öğretilmiş veya doğarken içinde bulunan etik değerleri; bireyleri ve toplulukları, belki de ulaşılması mümkün olmayan, bir eşitlik arayışına yönlendirmiştir. Buna rağmen hâlâ dünyada kimsenin mutlak bir eşitliğin sağlandığını düşünmemesi, bu eşitlik anlayışlarının Adams'ın da dediği gibi fikir aşamasında kalmasından kaynaklanmaktadır. Adams; bireyin önce kendisini düşünmeye meyilli oluşunun, onun topluma karşı bir sorumluluğu olmadığı anlamına gelmediği fikrini sunmaktadır. Her ne kadar insan, konfor alanından çıkmaya da zorlansa, kimse inandıklarını yaşamadığı sürece onların varlığını da kanıtlayamaz. Bu düşünce yazısında Carol J. Adams'ın eşitlik üzerine olan alıntısı etik ve varoluşçuluk üzerinden incelenecektir. 

 

İnsan beyni, evrimi/yaratılışı gereği, hataları ve yanlışları fark edebiliyor da olsa  yine evrimi/yaratılışı gereği tembelliğe ve sorumluluktan kaçmaya yatkındır. En eski çağlarda mağaralara resim yapan homo sapiens ile 21. yüzyılda 21 katlı binalarda yaşayıp çalışan beyaz yakalıların en belirgin kesişim noktalarından biri de budur: Zorlu olandan kaçmak. Buna rağmen toplumların, insan  varoluşuna göre tasarlanmamış olması sebebiyle -kaldı ki  insan varoluşunun nasıllığı felsefenin ve evrenin en büyük soru işaretlerindendir-  her bireyin öz benliğini tanıması, ideallerini ve idealsizliklerini belirlemesi ve en zoru da bunlara göre yaşamını sürdürmesi sancılı bir süreçtir.  Bu süreçte, bazen ona hizmet eden bazense önüne engel koyan eşitlik kavramı, birey ve toplumlar için kimi zaman fikir kimi zaman ise pratik olabilir. Örneğin modern hayatta herkes kendisini eşitlikçi olarak tanımlar fakat A öğrencisinin bir sınav sorusunun iptal edilmesini isteyişi veya istemeyişi o soruyu doğru yapıp yapmadığına bağlıdır.  Tam da bu durumda, ahlak ve siyaset felsefesinde oldukça kullanılan Sokrates'in bilgi ile bağdaştırdığı erdem kavramı karşımıza çıkmaktadır. Adams'ın bahsettiği "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı" gerçeği; bireyin, büyük bir eforla, sahip olduğu ve onu "kötü"ye yönlendiren egosundan, veya bazı spritüel bakışlarda geçtiği gibi nefsinden, sıyrılmasını gerektirmektedir. Bunun ne sınıra kadar gerçekleşebileceği veya içinde bulunduğumuz sistemde gerçekleştirilmesine izin verilmesi ise tartışmalıdır.

 

Sanayi Devrimi ile tohumları ekilen ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yayılan Varoluşçuluk akımı ile insanlar kendilerini bireyselliklerine kaptırmışlardır. İnsanların feodalizmden daha büyük bir çark olan kapitalizmin bir parçası haline gelirken öznelleşmesi ironiklik oluşturuyor olsa da bu alıntıda yoğunlaşılmak istenen "bizden ayrı olana nesne muamelesi yapma" durumuna Marksist bir bakış açısıyla bakıldığında insanların, sistem tarafından izin verildiği kadar bilinç seviyesine sahip olduğu görülmektedir. "Alt yapı (ekonomi), üst yapıyı (siyaset) belirler" argümanını ortaya koyan Marx'tan yola çıkarak bakıldığında şu anki birçok "eşitlikçi" mücadelenin ekonomiyle doğrudan ilişkili olduğu görülmektedir. Örneğin kadınlara günlük hayatta toplumsal roller bağlamında tanınan özgürlükler ile erkek eksikliğinin sebep olduğu işgücü açığının oluşması aynı zamanlara -20. yüzyıla- denk gelmektedir. Bir diğer örnek ise LGBT+ haklarının savunulmasında, günümüzdeki en büyük şirketlerden ve hikaye anlatıcılarından biri olan Netflix'in içeriklerinin, ve dolayısıyla kârının artması da, şaşırtıcı olmayan şekilde rastlaşmaktadır. Buna zıt bir şekilde, hala mücadelesinin mücadelesi verilen ve Adams'ın da bir parçası olduğu veganizm, kapitale bir fayda sağlamaması, tam tersine zarar vermesi, sebebiyle yok sayılmaktadır. Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi sansürünü büyük ölçüde kırmış olsa da türcülük, kapalı bir kutu halindedir. Bir kedi ile bir inek arasındaki farkın tüketmek bağlamında ne olduğunu tartışmak rahatsız edici olacaktır. Çünkü yaşadığımız düzen; birini sevimli, ev dostlarımız olarak tanımlarken diğerinin paketlenip önümüze koyulmasını uygun görmüştür. Birisi pet shop'lar, veterinerler ile; diğeri mezbahalar ve marketler ile kimselere kâr sağlar. Böylece yaşanılan ekonomik koşullar, toplumsal ve bireysel zihniyeti oluşturmaktadır diyebiliriz. Dolayısıyla hayatın farklı alanlarındaki eşitlikler de diğer eşitliklerden daha eşit olurlar.  

 

2022'de "Toplumsal olarak kadını erkekten ayıran nedir?" diye sormak görece daha kolaylaşmışken "Bilimsel olarak insanı kediden, kediyi inekten ayıran nedir?" noktasına daha varılmamış olmasının altında tam benimsen(e)memiş ve adapte olun(a)mamış değerler yatmaktadır. Aileden, yaşanılan çevreden, kutsallardan kabul ettiğimiz veya bize kabul ettirilmiş kurallar, normlar -aksi söyleniyor da olsa-  insanın doğasına ters düşmesi sebebiyle komünal yaşamda birtakım kolaylıklar sağlamasına rağmen psikoloji ile yüzde yüz örtüşüyor diyemeyiz. Nitekim gelişim psikolojisinde 2 yaş sendromu -terrible two- olarak adlandırılan dönem, bebeğin yavaş yavaş yürümeyi ve konuşmayı öğrenmeye başlamasıyla dış dünyaya verdiği agresif tepkileri kapsar. Bence bir canlının ilk kez "terbiye edilmeye" başlandığı zaman ile ilk abartılı öfke gösterilerinde bulunması tesadüf değildir. Jean-Paul Sartre'ın "Varoluş, özden önce gelir" argümanının birçok kesimce onaylanmasının sebebi de budur. Birey; başkaları tarafından yontulup, yönlendirilip, şekillenmeden önce hayatının ve seçimlerinin kontrolünün kendisinde olduğunu bilmek istemektedir. O yüzden bir bakıma her varoluşçunun içindeki "terrible two"yu bir noktaya kadar koruduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

 

Toparlamak gerekirse, Adams'ın "eşitlik" kavramını bir fikirden öte bir pratiğe dönüştürülmesi gerektiği fikrini ortaya atması, tarihteki ve günümüzdeki eksikliklere baktığımızda oldukça yerindedir. Çünkü insanlığın ve içinde yaşanılan sistemin çıkarlarının, etik değerlerle uyuşmasını beklemek anlamsız olacaktır. 2022'deki küresel ısınma gibi problemler üzerinden de bu duruma yaklaşılabilir. Adams'ın bir kişinin yaşadıklarının herkesi etkilediği düşüncesinin gerçekleşmesi ise insan beyninin önceliklendirme işleyişine baktığımızda fazla kolay değildir. Bu aksiyonun büyük bir özveri ve erdem gerektirmesiyle beraber, daha kendisiyle çatışmalarından çıkamayan modern zamanda yaşayan bireylerin; önce çevresiyle sonra dış dünyayla sorunlarını çözüp olumlu katkı sağlamasını 80 yıllık ömrüne sığdırmasını beklemek ne kadar anlamlıdır? Şems'in "Hepimiz birbirimize görünmez iplerle bağlıyız" sözündeki görünmez ipleri en azından hissedilir kılacak koşullar sağlanmadığı sürece, insanlığın eşitlik ve daha birçok soruna çözüm arayışı devam edecek gibi.

 

 

 

İren Şerbetçioğlu

"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20


Eşitlik: Çözülmez Kedi Beşiği

Eşitlik felsefe, siyaset, sosyoloji -kısacası insanın ele alındığı her alanda- tarih boyunca tartışılan, hatta elde edilmesi imkansız ütopik bir konsept olduğu bile öne sürülmüş olan, bir kavramdır. Adams, fikirler dünyasında yer alan eşitlik kavramını gerçek hayata dökmenin yönteminin çevremizdeki canlıları nesne olarak değil, derinlikli varlıklar olarak olarak görüp destek olmayı teklif etmek olduğunu öne sürmektedir. Bu yazıda öncelikle eşitlik fikrinin tanımlanmasında karşılaşılan problemleri ve Adams'ın önermesinin neden yetersiz olduğunu temellendireceğim. Devamında ise bu önerinin içerdiği tipik eşitlik motivasyonundan ayrılan yönlerini detaylandırıp bireycilik, sosyal sorumluluk ve bencillik gibi konseptler yardımıyla eşitlik üzerine kendi fikirlerimi açıklayacağım.

 

Adams, herhangi bir soyut kavram üzerine net bir kural koyulmaya çalışıldığında ortaya çıkan sorunlara yenik düşmüştür. Fiziksel bir karşılığı olmayan veya bu fiziksel karşılığı konusunda bir konsensüse varılamayan herhangi bir kavramı iletmek için kelimeleri, yani dili kullanırız. Dil ise edilgen bir şekilde değişir; onu kullanan kişinin, toplumun şeklini alır. Dilin kendi başına bir iradesi yoktur, Richard Dawkins'in "mem" olarak tanımladığı konsepte benzetilebilir. "Mem"ler biyolojik içeriği sonraki nesillere aktaran genler gibidirler ancak, sosyal ve kültürel bilgileri aktarırlar. Bilgi ve kültür aktarımı için bir yöntem olan dilin herhangi bir ögesinin sabit bir anlamı yoktur, bir kelime hayatı boyunca orijinal kullanımının zıttına bile evrilebilir. Wittgenstein'ın dil-oyunu konseptine göre bir kelimenin taşıdığı anlam o an oynanmakta olan "dil oyununun" kurallarına göre şekillenir. Dolayısı ile eşitlik kavramını dil-oyunu konseptine göre ele alırsak kendi başına hiçbir anlam ifade etmeyen, tamamı ile bağlamına ve kaynağına bağlı bir algıdır. Eşitlik bir bakıma çözülemez bir kedi beşiğidir, sadece evrilip çevirilebilir. Bu nedenle Adams'ın bu kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen konseptin dışavurumunun nasıl olması gerektiğini belirttiğinde çok cesur bir önermede bulunmaktadır. Bu önermenin yetersizliğini temellendirmek için ise eşitliği ilkel bir biçimde olsa bile tanımlamam gerekir. Eşitlik, Adams'ın önerdiği gibi bir varoluş durumu değil, bir sıfat olarak kullanılabilir. İki insan her yönüyle eşit olamaz (eğer birinin bile geçmişinde diğerinden farklı bir deneyimi varsa örneğin deneyim konusunda diğerinden üstün olduğu söylenebilir), ama belli bağlamlarda eşit olabilir. Bu nedenle eşitlik, spesifik bağlamda aynı olma durumu olarak tanımlanabilir. Bu objektif veya derin bir tanım değildir ancak kendi içerisinde tutarlı ve kapsamlıdır. 

 

Adams'ın önerdiği üzere başka bir insanın problemlerini dinleyerek onlarla duygusal bağlamda daha eşit olmaya çalışılınabilir. Eşitlik yukarıdaki tanım çerçevesinde değerlendirilirse burada iki taraftan herhangi birinin mutluluk seviyesinin diğerine yaklaşması bir eşitleşmedir. Bu durumda Adams dert dinlemenin ve anlatmanın iki tarafın durumlarında bir değişim yaratacağı ön kabulünde bulunmuştur. Eğer derdi dinlenen taraf daha mutlu olursa veya derdi dinleyen taraf durumla ilgili herhangi bir nedenden (örneğin o insanın üzüntüsüne hissettiği empati duygusu) daha mutsuz olursa mutluluk ölçütü çerçevesinde eşitliğe doğru bir adım atılmış olunur. Ancak bu eşitlik kelimesi üzerinden oynanan dil-oyunundaki çok net ve sınırlı kurallara bağlı olarak yaşanan bir eşitlik olur. Oyunun kurallarında küçük oynamalar bile bu dert dinleme dışavurumunu eşitlik yönünde yapılan bir hareket olmaktan çıkarabilir. Ki eşitlik gibi soyut bir kavramda neredeyse her bir insan dil-oyununu farklı kurallara göre oynamaktadır. Dolayısı ile Adams'ın tanımı yetersizdir ancak bu önerdiği hareketin değersiz olduğu anlamına gelmez. Başkalarına destek olmak ve birbirini derinlikli insanlar olarak tanımak her zaman (kendi kurduğum ahlak çerçevesince) önemlidir.

 

Adams'ın önerisinde başka ilginç bir nokta, bir insanın eşitliği -genellikle ele alındığı gibi- diğerkâmlık veya iyilik gibi nedenlerden değil, bireysel bir sebepten istemesini söylemesidir. "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için" ifadesi başka bir insanın iyiliğini gözetmek veya empati duymaktan değil, derdini sormamızı istediği kişinin bizim üzerimizde bir etkisi olduğu için eşitliği hedeflememiz gerektiği çıkarımına götürebilir. Yani başka bir insana yardımın bireysel yarar motivasyonuyla yapılacağı yorumuna varılabilir. Başka bir yorumlaması ise insanların birbirine bağlılığı nedeni ile Adams'ın bahsettiği desteğin sosyal bir sorumluluk olduğudur. Başka birinin derdini dinlemenin bir sosyal sorumluluk olarak görülmesi bireye zarar verebilecek bir durumdur. Başkalarının derdini dinlemek -başka insanların derdini yüklenmek- her insanın, kendisi ne kadar mutlu olursa olsun, psikolojik olarak kaldırabileceği bir durum değildir. Bu nedenle bunu sosyal sorumluluk statüsüne koymak kişileri kötü etkileyebilir ancak bunun uç vaka olduğu da savunulabilir.

 

Ayrıca insanların eşitlik ideallerini pratiğe dökmesi gerektiği belli etik çerçevelerince mantıklı bir istek olsa da bu seviyede basit bir pratiğe indirgenmesi de yeterli görülmemelidir. Başka insanların derdini dinlemek benim kişisel olarak inşa ettiğim ahlak çerçevesince de iyi bir şey olsa bile eşitlik üzerine yapılacak teorik tartışmaların da bu hareket kadar değerli olduğuna inanıyorum. Dolayısı ile Adams'a eşitliğin bir fikir olmaması gerektiği konusunda da katılmıyorum. Mesela dünyada var olan eşitsizliğin kökenini sorgulamak daha kökten bir çözüm sunabilir. Fikrimce, eşitsizliğin sebebi tanrısız bir dünyada her insanın kendi Babil Kulesini inşa etmeye uğraşıyor olmasıdır. Var olmayan bir ideal yaşam; kendimizi tatmin etmeyecek para, ün gibi bir sürü tanrılaştırdığımız olgu peşinden koşmak için kendi kulemizi uzattıkça uzatıyoruz. En uzun kuleye sahip olursak tanrıya ilk ulaşanın biz olacağımızı hayal ediyoruz ve o uğruna bunları yaptığımız tanrı aslında var olmadığı için bizi kimse çarpmıyor. Bazıları daha fazla imkanla başladığından daha üste kadar gidebiliyor ama eninde sonunda elindeki imkan bitince etrafındakinden çalmaya başlıyor. İlk ulaşan o olmalı, ilk ulaşan hepimiz olmalıyız. Bu bencillik ve determinizm çerçevesinde kişinin kendi kontrolü dışında olan bir sürü faktör nedeni ile var eşitsizlik. Kimse doğarken fakir olmayı, azınlık olmayı, depresyonda olmayı veya kadın olmayı seçmiyor ve bu şekilde bazılarının kuleleri diğerlerinden az malzemeyle başlıyor. Kapitalizm de bol malzemeyle başlayanın bu insanlardan çalmasına izin veriyor ve hatta destekliyor. Bu şekilde eşitlik kavramı üzerine yapılacak tartışmalar, konuşmalar sayesinde daha etkili şekilde pratiğe dökebileceğimize inanıyorum. Ancak, Adams'ın önerisinde hala değerli yönler olduğunu, insanların bir diğerini şefkatle ve anlayışla derinlikli insanlar olarak ele almasının önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Deniz Güner

 

"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."
Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20

 

ELLE TUTULUR EŞİTLİK

 

Eşitliği sadece bir kavram, sadece bir fikir olarak gören zihniyet ya eşitliği anlamamıştır ya da eşitlik kendisine o kadar uzaktır ki bunu düşünmesi bile güç bir hale girmiştir. Eşitliği anlamayan kısım için buna bir açıklık getirmek şarttır. Eşitlik demek bir toplumdaki her bireyin aynı değerlere, aynı fiziksel yapıya, aynı dünya görüşüne veya aynı milliyete ait olması değildir. Bu şekilde düşünen biri eşitliği doğal olarak pratik bir olgu olarak göremez, imkansız bulur. Eşitlik aslında, daha önceki açıklamanın tam tersi bir durumda ortaya çıkabilir. Eğer her bireyin kendine özgü değerleri ve dünya görüşleri varsa ancak herkes birbirinin insan olduğunun ve bir kişinin probleminin aslında tüm toplumun problemi olduğunun bilincinde ise eşitlik sağlanmış veya devrimsel bir hareketle sağlanacak demektir. Bu yazıda eşitliğin aslında bir fikir değil, insan doğasının pratik bir şartı olduğu ve eşitliğin benlikle olan bağlantısı; çeşitli argümanlar ile kanıtlanacaktır. 

 

Modern dünyanın önde gelenlerinden Fransız filozof Jean-Paul Sartre, insanın özünden önce varoluşunun geldiğini söyler. Bu sözün gerçek anlamı, insanın ona toplum, aile gibi yapılar tarafından diretilenlerden çok olmak istediği olduğudur. Yani insan kendine karar vermekte tamamen özgürdür. Bunun yanında Sartre insanın kendinden sorumlu olduğu için aynı zamanlıkta tüm insanlıktan sorumlu olduğunu söyler. Bu düşünce ilk paragrafta anlatılan eşitlik fikriyle paralellik gösterirken aynı zamanda da bu eşitliğin nasıl pratik olduğunu da şu şekilde açıklar: Her insan karar verme özgürlüğü konusunda eşittir ve bu verdikleri karar bireysel bir edim olsa da(ahlak ve değerler gibi) bu bütün toplumu etkiler çünkü kendi doğrusuna karar veren insan diğer insanların da doğrusuna karar verir bu sebepten de karar verdiklerinin tüm insanlıkta uygulanması için sorumludur. Bu fikir her insanın toplumu etkileyeceğini ve bu bağlamda her insanın eşit olduğunu söylemekle birlikte insanın topluma kendi doğrusunu göstermeye çalışması gerektiğini söyler ve eşitliğin hem sadece bir kavram değil pratikte de sürekli olarak işleyen bir olgu olduğu hem de her insanın birbirine bağlı olduğu fikrini destekler. Sartre'ın sevgilisi olan başka bir Fransız filozof Simone De Beauvoir de eşitlik fikrini desteklemiş ancak farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.

 

De Beauvoir, birinci dalga feminizmin en önemli düşünürlerinden biri olup kadına toplum tarafından yüklenen "öze" odaklanmıştır. De Beauvoir'in yazıları toplumda varoluşun özden önce geldiği düşüncesi olmadığında ve bu farkındalık oluşmadığında eşitliğe yaklaşımın değişimi üzerinedir. De Beauvoir'e göre kadınlara diretilen öz sadece erkeğin mutlu olması üzerinedir ve kadınlar toplumun onlara direttiği "erkeğe kölelik etme" düşüncesinin farkına varamadıklarından varoluşlarına yani gerçek özlerine ulaşamazlar, istedikleri olamazlar. Bu örnek insanların eşitliklerinin ve topluma etki etme güçlerinin farkında olmayışlarının sonucunu oldukça net bir şekilde gözler önüne serer. Günümüzün de bir problemi olan cinsiyet eşitsizliği üzerine yıllardır tartışılmasına rağmen henüz bir çözüme ulaşamamıştır. Bunun sebebi kadınların hala en başta ataerkil(erkek egemen) toplumun onlara onlar için atadığı değerler ile yaşamaları ve tabii ki hali hazırda ataerkil olan sistemin bu değerleri kadınlar üzerine baskılamasıdır. İnsan özünü fark etmeden ne gerçek benliğini anlayabilir ne de toplumdaki gücünü. Kadınların da yaşadığı tam olarak budur. Bu mutlu çiftimizin fikirlerini etkileyen ve 20. yüzyılın en büyük olaylarına fikirleriyle öncülük eden bir başka filozof da Karl Marx'tır. 

 

Marx, en çok kapitalizm eleştirileriyle ve komünist ideolojinin öncüsü olmakla tanınır. Aynı zamanda karşıtların birliğini savunan diyalektik maddeciliğin de savunucusudur. Marx, kendi özgürlüğünden ve benliğinden uzaklaşmayı kapitalist sistemin işçi sömürüsüne bağlamıştır ve ancak kapitalist sistemin çöküşüyle(ki bunun kaçınılmaz bir durum olduğunu da belirtmiştir) benliğe dönüşün, buna bağlı olarak da eşitliğin sağlanabileceğini yazmıştır. Marx, her insanın tutkuyla yaptığı bir iş olacağını ve o işi yaparak ancak mutlu olabileceğini, ancak kapitalist sistemin kar odaklı ve bireyi yok sayan politikasının bireyleri istemediği ve zevk almadığı işler yapmaya zorladığını söylemiştir. Birey bu sistem içinde kendi benliğini unutur ve sadece makinenin bir çarkı olduğunu hisseder. Marx, buna "yabancılaşma" der. Bu yabancılaşma benliğe bir yabancılaşmadır ve kişinin toplumun ona baskıladığı öze uyması ile sonuçlanır. Durum bu şekilde olunca insan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramları unutur. Marx ise bu problemin bilinçli işçi ile giderilebileceğini, yabancılaşmasının farkına varmak ve benliğine dönmek ile ortadan kaldırılabileceğini söylemiştir. Eşitsizliğe yine gerçek özden uzaklaşma, toplumun dayattığı öze uyma ve bunlarla beraber bireyin elindeki gücü unutması sebep olmuştur. İkinci paragrafta üzerinde durulan Sartre, Marksist felsefenin üstüne bir felsefe onun döneminde çıkamadığını ve kendi felsefesinin de Marksizmin ancak bir alt başlığı, bir geliştirmesi olabileceğini söylemiştir. 

 

Örnek gösterilen üç filozof da eşitsizliğin, bireyin "aslından" uzaklaşması olduğu ve eşitliğe giden yolun gerçek özüne dönmesinde olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda benliğini fark eden insanın nasıl sadece kendinden değil tüm toplumdan sorumlu olduğu da söylemiştir. Bu fikirler, söylemler ve doktrinler doğrultusunda eşitliğin benlikten geçtiğine, benliğin de sadece bireyin içinde olan bir olgu olmadığına ve gerçek benliğin pratik olmak zorunda olduğuna ulaşılabilir. Gerçek özünü kurmuş ve belirlemiş kimse insanın eşitliğinin de farkına varır ve karşısındakinin benliğine de kendininki kadar saygı duyar ancak kendi benliğini etrafındakilere de her zaman aktarmaya çalışır.  Bu sebeplerden eşitlik bir pratik olmak zorundadır, yani bir fikir, bir kavram olarak kalması mümkün değildir, çünkü eşitliğin farkında olan bireyler asla bunu sadece kendilerine saklayamazlar. Eşitliğe ulaşmanın kolay olmayacağı aşikardır ancak bu, benliğine dönmeye çalışan insanı karamsarlığa düşürmemelidir. Ne de olsa büyük filozof Hegel değil midir değişimin sancılı ancak kaçınılmaz olduğunu söyleyen?

Çınar Taşkın Karataş


"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."
Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113

 

Kum havuzu misali gözümüzün önünden geçen bir bilinç uyanıklığı ile her gün güneşin doğacağına taparcasına sevinir(!) hatta yataklarımızdan çıkmak için nedenler ararız, ararız ve yine ararız. Uyandığımız andan itibaren ket vurulmuş, formüle edilmiş kavramlarla başlarız bilincimizi oluşturan minik bir parçayı yaşamaya. “Yaşamaya değer mi?” sorusunu sorma fırsatını bile yakalayamayız çünkü o kum havuzuna düşen ve irademizin en içler acısı kısmına yani aklın sosuna bulanmamış ve terbiye edilmemiş bölümüne hitap eden oyuncaklarla oynamadan bir saniyemiz bile geçmez. Bize methedilen uykuyu erdemli bir şekilde alamamışızdır bile. Çünkü, aklımızın gün içerisinde yorulmasına o oyuncaklar engel olmuştur. Önüne çektiği o setlerin, engellerin uzaydan bile göründüğüne inanan vardır ki bu, durumun absürtlüğüne dair tezat bir söylemde bulunamayacağımızın noktasını inşa eder. Aynı bizim günümüzde kendi kendimize inşa ettiğimizi ve bunu bizimle aynı içsel sancıya sahip olan, bizimle aynı tözü paylaşan “varlıkların varlaması” yani bizleri tezahür etmesi üzerine gerçekleştiğini unutacak kadar karanlık prangalar gözlerimize girebilecek en ufak ışık huzmesini bile doğanın bile dilinin varmayacağı yöntemler ile cezalandırmaktadır.

 Michel Foucault ise işte tam bu cezalar noktasında elini hem suya hem sabuna değdirmekle kalmamış ve şunu öne sürmüştür: “Hapishanelerin fabrikalarımıza, okullara, askeri üslere ve hastanelere benzemesi ve aynı şekilde, bunların hepsinin de cezaevlerine benzemesinin şaşırtıcı yanı ne?” diyerek bize özgürlüğün toplum sözleşmesinden nasıl da sıyrılıp gittiğini ve özgürlük simidinin susamlarını parmağımız ile topladığımız bir dönemde olduğumuzu üstüne özgürlüğün acınası irademize belirli kurallar ile oynatılan oyunlardan farksız olduğunu katarak onca yanılgının arasındaki doğru gözüken şeyi tutmaya, tutunmaya çalışmıştır. Absürt bir şekilde ivmelenen telaşımız arasında nasıl da silikleştiğini ve iktidarın “Nullifying Orb” (Hiçleyici/Hiçleştirici Küre) gibi bizi bizlikten alıkoyan bir yapıya dönüştüğünü içimizdeki akla hitap eden bir biçimde bize aktarmayı denemiştir. Bu bağlamda yaptığı bu aktarım zaten bireylerin kendi varoluşlarını ve aynı tözü paylaşmamızdan dolayı her varlığın eşsiz farklılıkta yaşadığı o varoluş sancısını dindirme ümidiyle başlamıştı.

 Kum havuzuna kumlar işte tam olarak da bu dönemlerde taşınıyordu. Gerçi o dönemde işçiliği kölelikten ayıran bir rıza durumu yoktu ama bu rıza meselesi zaten o kum havuzunu oluşturmak daha değerli görülseydi ben dahil hiçbirimiz burada bu bağlamdaki eleştirel tartışmayı birbirimize aktarıyor olmazdık. Bağlantısallığın zarar gördüğü aşamayı -ki bu aşama özgürlüğün de zarar görmesinin birincil nedenidir.- Foucault ile ele alan isim Ferdinand de Saussure olmuştur. Dilbilimi ve göstergebilim tabanında bireydeki, sanattaki ve iktidardaki bozulmaları veya nedensizlikleri ele alan Saussure özgürlüğün ve varlıkların aralarındaki anlaşmanın temelini yani bağlantısallığı da gizlice şu söylemiyle bize yaptığı şu saymaca cümlesinde göstermiştir: “Dil göstergesi nedensizdir. Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı, şöyle ya da böyle, saymacadır; kullanıcıları arasında yapılan bir sözleşmeden doğar.” Bu bağlamda ele aldığımız konu olan özgürlüğün aslında kullanıcıların bulunduğu durumda ne kadar saymaca yapma kotasına sahip olduklarıyla bir paralellik olduğunu görebiliriz. 

Burada Saussure ve Foucault’nun ortak paydada buluştuğu bir noktaya yani Foucaultcada (Foucault dilinde) “Sınırlandırma” ve Saussurecede (Saussure dilinde) “Gösterilen” kavramına değinmek istiyorum. “Sınırlandırma” da “gösterilen” de kullanıcıların her biri tarafından üstün kabul edilen veya üstün olarak inşa edilmiş bir yapının o gidişatta diğer alt varlıklara veya yapılara yönetebilme, aktarabilme gibi bilgi felsefesinde akıl tarafından defalarca kez sorgulanması gereken olguları saniyesinde uygulatabilme gücü vermiştir. Her iki kavram da kum havuzunda bizim önümüze atılan oyuncakların -oyuncakların ne olduğuna değineceğim.- işlevlerini kısaca betimlemektedir. Aklını iradesine öğretmen yapamamış insanlar da bu oyuncaklar suretiyle özneleşmiş ve hayatlarındaki bağlantıları göremeyecekleri bir biçimde kafalarına kendi ayaklarının bittiği yerdeki kuma gömmüş, haliyle de sevmekten ve sevilebilmekten fazlasıyla uzaklaşmıştır. Hatta yıllar bu uzaklaşmayı toplumsal bir normalimiz haline getirmiş, kafasını gömmemiş olan insanlara yüzlerini karanlık günlere çevirmenin aydınlığa baktığında oluşan o kekremsi ve biraz da narin olan umuttan daha iyi gelebileceğine dair manipüle edilmiş bir motivasyon kaynağı oluşturmuştur. Üstelik “üstün kabul gören yapı” varoluşsal sancımıza iyi gelen bilgi merheminden ve sorgulama ilacından da uzak tutmuş ve bu tinlerin özlerine geri dönüşünün önü kesilmiştir. “Neredeyse hiç ciddi değilim ve her zaman çok ciddiyim. Çok derin, çok sığ. Çok hassas, çok soğuk kalpli. Ben bir paradokslar koleksiyonu gibiyim.” Şu söylem zaten tinin özgürlüğünün ve o özgürlük bilincinin temelinde yatan bağlantısallığın ne denli hasar aldığını ve paradokslar koleksiyonunu bir avuç kumda kaybettiğini Saussure’ün paleti üzerinden göstermektedir. 

Şimdi ise yukarıda bahsettiğim oyuncakların felsefe yapmayı bırakın bizleri nefes almaya bile şükrettirecek duruma nasıl getirdiğini Frankfurt okulu üzerinden ele almak istiyorum. Kafasının üzerinde tuttuğu bilgi eleğiyle Yuval Noah Harari bile “para” gibi bir kavramın yukarıda yapmış olduğum benzetmedeki kumların rengini veren soyut bir materyal olduğunu biliyordu. Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde yapmış olduğu bir TEDxTalk’ta bahsettiği gibi “Hiçbir maymun verdiğiniz para karşılığında size tanrı-doğanın bahşettiği muzlardan vermeyecektir.” Kurgusallık ile özümüzde bulunan bağlantılara çekilen bu perdenin sadece bir kıvrımını oluşturuyor şu bahsettiğimiz küçük, yeşil kâğıt parçası. Hatta güneş bile bu kumların rengine göre ayarlanıyor, güneşe göre varlığın duruşu, uykusu yeniden şekillendiriliyor. Sanki yeni ve zalim bir güneş doğuyor üstümüze(!) İşte bu noktada hakiki bir güneşin üstümüze doğmadığını ve kafamızı kaldırıp baktığımızda her an gökyüzünden inip yerle yeksan olabilecek güneşimsi figürün tıpkı “Truman Show” filminde olduğu gibi bize yalanları yaşattığını hatta yalanları yaşatmasından daha da vahim olan tinin kendi doğrularını bulmasının önünü kestiğini görmekteyiz. Bu figürler işte benim kum havuzu alegorimdeki oyuncaklardır. Bu oyuncaklar Theodor Adorno’nun bahsettiği kültür endüstrisi ve bu yapılaşmadan doğan devletin ideolojik aygıtlarıdır. Hegel’ in sözünden Adorno’nun bu DİA kavramına kadar ince eleyip sık dokuduğumuzda son birkaç yüzyıldır sırtımızı yasladığımız siyasal özgürlük ve toplumsal anlaşmaların bağlantısallığını yitirerek köklerinin çürümeye başladığını görmemek hiç içten değildir. “Egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.” diyerek Horkheimer da bu uğurda özgür düşüncenin bile feda edildiğine değinmeden Frankfurt Okulu koridorlarından geçmemiştir. Ardından kaçınılamaz bir şekilde bu siyasal erklerin içerisine yerleştirdiğimiz bireysel ve toplumsal olmak üzere felsefeyi mümkün kılan genel özgürlük anlayışı da zihinlerimizde yosun tutacaktır. Sistemin bize ihtiyacımız olan özgürlük anlayışını değil kendi işine gelen özgürlük anlayışını sanki gerçek ihtiyacımız olan bilincin o değil de şu ya da bu değil de öteki olduğuna götüren bir yanılsama içerisine baskı araçları ve medya teknoloji yardımıyla zihinlerimizin güncel köşelerine yerleştirmemesi absürt olmayan olurdu. 

Mutluluğu bize olmadığı hatta olamayacağı bir biçimde pazarlaması tinin kendinde olan şeye yani içindeki öze dair duyduğu anlama istencini zorlaştırır. Bu da zaten kendinde olan şeyi gitgide uzaklaştırır. Bu durum da içinde bulunduğumuz fiziki prangaları kırmamızı güçleştirecek büyük bir buhran hali yaratır çünkü var olduğu için var olmak zorunda olması içimizde var olan varoluş sancısının “varlamasına” yani kendi içinde giderek sancı krizleri doğurmasına yol açar. Özümüzdeki ihtiyacımızı düşünemeyecek kadar dumanlı bir eleğimiz ve absürt bir zamansallığımız vardır. Zamanın ötesinden kırıntılar barındıran o öz, artık ulaşılması çok güç bir yere yine kendi ellerimizle yarattığımız üst yapıların bize saymaca/yapay/uydurmaca özgürlük özendirip satmasıyla yerleştirilmiştir. Ayrıca şunu da bilmek lazımdır: dil, göstergeler, iktidar gibi üst yapılar belirli bir noktadan sonra her ne kadar insan eli değmiş bile olsa insanın zaaflarını öğrenen bir yapıya sahiptir. İnsanın bu kurmaca düzenine ne kadar kolay ayak uydurabileceğini sağlayan en baştaki kodlayıcı da insandı. Kısaca insan istisnasız bir şekilde kendi topuğuna sıkmış ve sıkmaya günümüz itibariyle de devam etmektedir. Bağlantısallığın özünü kavrayıp bunu iyi yönetebilecekken bağların(bağlantıların) kendi kendine tasarladığı yapay özneye, paraya, mutluluğa, özgürlüğe aldanmıştır. Halbuki önüne atılan oyuncakları tersiyle itebilen bazı tinlerin görebileceği üzere bağlar kendi başlarına birer varlıktırlar. Onlar en baştan beri vardırlar ve bu varoluş onların kendi içlerinde yeni bağlamlar kurabileceği yani yazıda sözünü çok geçirdiğim varlığın ancak ve ancak var olabilecek bir şeyi doğurması olgusunu “Varlık ve Zaman” kitabında zaten Martin Heidegger birçok kez sözünü ederek zamanı bağlantısallığın yaratıcısı olarak yorumlamıştır.

Heidegger, Saussure, Horkheimer, Adorno ve Foucault üzerinden geldiğimiz şu anlatıdan da açığa çıkarılabileceği üzere gerçek özgürlüğe dair söylemlerin artık şu şekilde eleklerimizden geçmesi gerektiğini düşünüyorum: X’in denklemde yalnız başına bırakılmasının sanki eşitliğin diğer tarafındaki sayıların bilinmeyene yaptığı saymaca bir faşizmdir. Bu matematiksel formların mükemmelliğine bir bütün olarak yaklaşıp onu akış içerisinde korkutmamayı öğretemediğimiz sürece bize ne özgürlük ne ilke ne bilinç kalır. Felsefe ise yapıldığında toplumun yeni normları ve düşünce polisleri tarafından susturulacak bir olgu olarak kayıplara karışacaktır.

 

 

Derin Engür



"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."
Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113

 

 

Gerçek Özgürlük: Çözülemeyen Problem

"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..." Hegel. Şahsen, özgürlük kavramı benim, hep insanlarla çelişmeme sebep olan bir kavram olmuştur. Elbette ki özgürlük ve bağımsızlık olmayan bir ortamda felsefeden, mantıktan veya doğrudan bahsedilmesi mümkün görünmemektedir. Yine de bu gerçek özgürlük, özellikle de siyasal özgürlüğün, çetrefilli ve tartışmalı bir konu olduğu gerçeğini de göz ardı etmemize neden olmamalıdır. Geçmişte ve günümüzde, muhtemelen gelecekte de, siyasal özgürlük ve bu özgürlüğü sağlayan şartlar/gereklilikler hep tartışılmıştır ve tartışılacaktır. Çoğu insanın için,  siyasal özgürlük, gerçek özgürlük basit bir kavramdır: Bir halktaki her bireyin kayıtsız şartsız özgür, bağımsız, eşit ve siyasal ortamda aynı değere sahip olması. Ancak, özgürlük sadece eşitlik ve bağımsızlıkla sağlanamayabilir. Çünkü bir insanın öz bilinci ve karar verme yeteneği olmazsa, diğer bireyler tarafından kontrol edilir, köleleştirilir ve bu nedenle asla özgür olamaz.

 

George Hegel, bu sözünde aslında siyasal özgürlüğün gerçek özgürlük olduğunu vurgularken aynı zamanda bu “gerçek özgürlüğün” yaratılmasında, öz bilinç ve bireyin kendisinin farkında olmasının önemli olduğunu belirtmiştir. Ona göre; tam anlamıyla siyasal özgürlük ancak modern devletlerde, gücün adaletle birleştiği, etik ve politiğin bir arada bulunduğu ortamlarda var olabilir.1 Sözü daha detaylı bir biçimde ele alacak olursak, Hegel’in gerçek özgürlüğü, siyasal özgürlük ile aynı işlevde görmesinin nedenini de anlamamız mümkündür. Siyaset ve politika gündelik yaşamın neredeyse bütün önemli alanlarının (sosyal, ekonomik, toplumsal…) şekillendiği yerdir. Siyasi ortam sayesinde insanların yaşamı şekillenir. Felsefe de ancak ve ancak siyasi özgürlüğün var olduğu bir ortamda yeşerebilir. Bunun nedeni; öz bilince, yeterli bir bilgi seviyesine ve farkındalığa sahip olmayan, yani Hegel’e göre özgür olmayan insanların felsefe yapmasının mümkün olmamasıdır. Çünkü bu insanlar ya kendi fikirlerini bağnazca tekrarlayacak, hışımla savunacaktır ve/ya da başka insanlar tarafından manipüle edilerek önce kendi özgürlüklerini, sonra da siyasi ortamda hak sahibi olduklarından; demokratik yapılarda, toplumun özgürlüğünü ve o toplumdaki özgürlük ilkesini kısıtlayacaklardır. Bu noktada akla Platon ve onun ideal devlet anlayışı da gelmektedir.

 

Platon’un ideal devlet anlayışı genel olarak bir totaliter rejim tasviri olarak kabul görmüş olsa da, bu anlayış Hegel’in de değindiği öz bilinç ve siyasal özgürlük problemine çözüm getirmeyi de hedeflemiştir.  Devletin doğal bir mekanizma olduğunu varsayan Platon, devlet yönetiminin aristokratların ama en nihayetinde öz bilince ve özgür şekilde karar verebilecek bilgi birikimine sahip olan insanların elinde olmasını ideal olarak görmüştür. Hala bugün demokrasiye karşı en büyük argümanlardan olan özgürlük ve yetkinlik kavramlarını çözmek için tasarladığı bu sistemde, öz bilince sahip olmayan ama başka alanlarda belirli yeteneklere sahip olan insanların devlet yönetiminde ve politik ortamda söz sahibi olmamasının, hem siyasal özgürlüğün hem de Hegel’in tasvir ettiği “modern devletler” in gelişimine katkı sağlayacağını belirtir. Aynı zamanda Platon, tiranlık ve oligarşi gibi herhangi kişisel menfaat odaklı bir sisteme karşı olduğunu da belirtmiştir. Çünkü devletteki bilgin insanların amacı, günlük hayatta herkes için özgürlüğü ve eşitliği sağlamaktır, kişisel menfaat elde etmek değil.

 

 Platon, öz bilinç yoksunluğunun ve bu olguyu kimi zaman besleyen demokrasinin, felsefeye ve özgür düşünce ortamına nasıl engel olduğu ile ilgili en iyi örneğin hocası Sokrates’in idamı olduğunu da belirtmiştir. Sokrates’in felsefe tarihindeki en önemli figürlerden biri olduğu açıktır. Sokrates, demokratik şekilde seçilmiş olan Antik Yunan senatosu tarafından haksız bir biçimde, şehrin tanrılarına inanmamak ve gençleri yoldan çıkarmak ithamlarıyla, idama mahkûm edilmiştir. Bu idamdan sonra yapılan hata anlaşılmıştır ve yas ilan edilmiştir ancak felsefe tarihinin en önemli isimlerinden biri ve gerçek özgürlüğü güçlendirecek olan Sokrates’in, senatonun ve halkın öz bilinç yoksunluğu ve yetersiz bilgi birikiminden dolayı idam edildiği gerçeği değişmemiştir.2 Kısacası, toplumun gerçekten özgür olmayan bireyleri, siyasal ortamda hak sahibi olduğundan gerçek özgürlük kısıtlanır ve başka birçok şeyin yanında felsefe de zarar görür.3 Bu noktada, 20. Yüzyılın en önemli siyaset felsefecilerinden Hannah Arrendt’in de devreye girdiği söylenebilir.

 

Hannah Arrendt, totaliter rejimleri yakından görmüş ve onların neden olduğu vahşete maruz kalmış birisi olarak, net bir totaliter rejim karşıtıdır. Ancak iki zıt şekilde anlaşılmış kişiler olmalarına rağmen Platon ve Arrendt’in bu konudaki fikirleri benzerlik gösterir. Arrendt’e göre siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün tecrübe alanı da eylemdir. Bu bağlamda Arrendt, özgürlüğü, düşünce alanında yer alan bir olgu olarak görmemiş; özgürlüğün yer alması gereken özgün alan olarak, insani ilişkiler alanı olarak kabul ettiği ve siyasi alanla eşitlediği ünlü kamusal alanını göstermiştir4. Yani, Arrendt de Hegel ve Platon gibi felsefenin ve özgürlüğün var olabilmesi için toplumsal (kamusal) alandaki ilkesel özgürlüğün gereksinimine değinmiştir. Bu ilkesel özgürlüğün de siyasal özgürlük ile olan sıkı bağından bahsetmiştir. Çünkü ona göre; siyaset, özgürlük sayesinde var olabilir. Tabii ki, bu görüşe karşı çıkan önemli figürler de olmuştur. Bunlardan birisi de, ünlü 17. yüz yıl filozofu Baruch Spinoza’dır. 

 

Spinoza, irade ve irade özgürlüğü kavramlarının, genel olarak da özgürlük kavramının bir yanılsama/ illüzyon olduğu düşüncesini öne sürer.  Buna gerekçe olarak da insanların eylemlerinin ve davranışlarının nedenini bilmemesi olduğunu söyler. Spinoza, karar verme durumumuzun da özgürlük olarak kabul edilemeyeceğini düşünmüştür, çünkü kararlarımız çoğunlukla hafızamız tarafından şekillendirilir ve hafızamız üzerinde kontrolümüz yoktur. Bu düşüncelerine rağmen Spinoza’nın özgürlük kavramını reddetmediğini de söylemek gerekir. Spinoza için özgürlük, insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur. Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Bu durumu da “aşağı akan su” örneğiyle açıklamıştır. Spinoza: “eğer aşağı doğru akan bir su düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü.” demiştir. Yani insanlar, iradeleriyle özgür bir seçim yaptıklarını düşünürken, aslında zaten doğalarına göre yapacakları kesin olan şeyi yapıyorlardır. Kısacası, Spinoza’nın bakış açısından, Hegel’in sözünün geçerli bir argümanı olamaz çünkü insanlara ilkece özgürlük aşılanamaz ve siyasal özgürlük gelişemez. Bunun nedeni ise irade ve öz bilinç kavramlarını aslında birer yanılsama olmasıdır.5,6

 

Eğer günümüze gelecek olursak da, Hegel’in sözünün günlük hayatta ne kadar önemli bir yer tuttuğuna şahit olmak mümkündür. Günümüz dünyasında, kâğıt üstünde totaliter ve tiranlığın hâkim olduğu rejim sayısı çok az gibi görünse de aslında bu rejimlerin uygulamaları, manipülasyonları ve özgürlük kısıtlamaları tüm dünyada oldukça yaygındır. Eğitimsiz bırakılmış, bilgi birikimi ve özgür irade sahibi olmayan milyonlar hatta milyarlar belirli kişiler tarafından köleleştirilmiş durumdadır ve özgür siyasal ortam, gerçek özgürlük kavramı, gün geçtikçe gücünü yitirmekte, yok edilmektedir. Bu nedenle de topluma özgürlük bilincinin kazandırılmasının önemi her geçen gün artmakta ve önemini kanıtlamaktadır. Ancak ve ancak bu irade kazanılabilirse, özgürlük konusunda yeni adımlar atılabilir. Yine de, bin yıllardır çözülemeyen problem çözülür mü bilinmez…

 

KAYNAKÇA:

1: https://dergipark.org.tr/tr/pub/deuiibfd/issue/22749/242839

2:http://www.phil.bilkent.edu.tr/index.php/fotografin-arkasindaki-hikaye-sokratesin-olumu/

3:https://tr.wikipedia.org/wiki/Platon'un_İdeal_Devlet_Anlayışı

4:https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunisosbil/issue/2819/37995#:~:text=Arendt, insanın kendini özel alandan,siyasi bir tema olarak değerlendirmiştir.&text=Ona göre, siyasetin varoluş nedeni,deney (tecrübe) alanı eylemdir

5: https://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Baruch_Spinoza&action=edit§ion=7

6:https://www.researchgate.net/publication/332551350_SPINOZA'NIN_DUSUNCE_ve_IFADE_OZGURLUGU_KAVRAYISI

https://tr.wikipedia.org/wiki/Siyasi_özgürlük

https://cdn-acikogretim.istanbul.edu.tr/auzefcontent/20_21_bahar/bilgi_felsefesi/13/index.html

https://www.hukukkurami.net/media/file/28_02_fertellioglu.pdf

 

 

Kumsal Güneş Tetik


"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."
Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113

 

ÖZGÜRLÜK ve DÜŞÜNCE

Felsefe,insan hayatını anlamlandırmaya çalışan ve varlık sorusuna cevap arayan en kapsamlı düşünce yöntemidir.

Bu zamana dek insan hayatının anlamı sorusuna birçok fikir üreten filozofların mutlaka değindiği ve ayrı bir tartışma noktası haline gelen konu, erkinlik meselesi olmuştur.

Felsefe,yapısı gereği isyankar bir düşünce biçimi olduğundan dolayı,özgürlük zaten felsefenin kendi içerisinde var olan bir kavramdır. Özgürlüğü elde etmek için gerekli olan ilk madde düşünce,akıl;yani noustur.İnsan bedensel olarak hür olsa dahi,düşüncelerini başkalarının yargılarına kelepçeleyip,kendi aklına koyduğu sınırları yıkamadığı müddetçe hürriyet sahibi olamaz.Örneğin Nietzsche bu bahsettiğim konuyla alakalı olarak:

"Özgür mü diyorsun kendine?Sana hükmeden düşünceni duymak isterim." diyerek,aslında özgürlüğün düşüncede başladığını ve tamamen orada devam ettiğini dile getirmiştir.

İnsanın düşüncesindeki esaretin,bedensel anlamda mahkumluğundan daha tehlikeli olduğunu savunmamın sebebi ise,felsefenin düşünceyi bir silah olarak elinde tutması;felsefede tetiğe basmanın tek yolunun da düşünce geliştirme metodu olmasından kaynaklıdır.

Felsefe,düşünceyi kendine yapı taşı olarak seçen inşaat gibidir;nasıl ki doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles için arkhe su-ateş-hava,Demokritos için atom,Thales için suysa,felsefenin arkhesi de düşüncedir ve insan ilk önce zihin dünyasında hür olmak mecburiyetindedir.

Aslında herkes özgür doğar,çünkü insan esaret altına alınamayacak kadar özgürlük fıtratıyla yaratılmış bir varlıktır.

İnsandaki bilinçaltı ve zihin bile özgürlüğü tehdit eden etkenlere karşı başkaldırı niteliğini taşır.Fakat birey,özgürlüğünün bilincinde olmadığı için sonradan boyundurluk altına girmeyi kabul etmiştir.

Sartre'nin özgürlük hakkındaki görüşü gibi;insan var olduğu andan itibaren özgürdür,var olmak ve özgür olmak birdir.

Felsefeye göre nefes almanın tek yolu düşünebilmekten geçer.Felsefede yalnızca düşünceler savaşır,lakin bu savaş yeryüzündeki açılmış diğer savaşlardan farklıdır.Yapılmış tüm savaşlar öldürme ve galip gelme üzerineyken,felsefenin açtığı savaş yaşama ve yaşatma odaklıdır.Düşünemeyen insan felsefeye göre nefes alamaz,felsefe insan hayatının anlamlanması için ona düşünmeyi öğretir,refleksif ve eleştirel olabilmeyi aşılar;ölmüş zihinleri yeniden yaşatarak kendi amacını gerçekleştirmiş olur.

Sadece düşüncelerin savaştığı bir meydanda özgür düşünce ortamı gereklidir.Çünkü düşünce,Ursula K. LeGun'in söylediği gibi:

"Düşüncenin doğasında iletilmek vardır;yazılmak,konuşulmak,gerçekleştirilmek.Düşünce çimen gibidir.Işığı arar,kalabalıkları sever,melezlenmek için can atar;üzerine basıldıkça daha iyi büyür."

Her düşünce iletilmeye,geliştirilmeye,aktarılmaya muhtaçtır. "Düşünce" olarak adlandırdığımız zihinsel eylem,ilerlemeye ve ilerletmeye yöneliktir.Asıl değişim düşünceyle başlar ve başka fikirlerle çatışmadığı

müddetçe bireyi,farklı fikirlerle karşılaştırıldığı zaman da dünyayı geliştirebilecek güce sahiptir.Albert Camus'un "Bir düşüncenin dünyayı değiştirmesi için bu düşüncenin önce düşünce sahibinin hayatını değiştirmesi gerekir." sözü,bir düşüncenin hayat değiştirebirebileceğini savunur biçimindedir ve felsefenin önemi bu noktada ortaya çıkar.Silah olarak düşüncelerin kullanıldığı savaştaki asıl katliam,düşünmek

istemeyenlerin olmasıdır.Felsefeyle yaşamak isteyen bir toplum her açıdan özgürlüğü benimsemeli,galip gelme amacı gütmemeli;halkın özgürlük kavramını tam anlamıyla yaşayabilmesi için de her şeyden önce

yaşadığı toplumu şekillendirmek amacıyla birtakım siyasal seçimler yapmalıdır.Bir milletin ne kadar düşündüğünü anlamak,yaptıkları seçimler sayesinde belli olur.Felsefenin değeri ve gerekliliği bu noktada yine

ortaya çıkmaktadır.Düşünmekten ve sorgulamaktan uzak duran toplum seçim yapsa dahi felaket peşlerini bırakamaz,hatta o topluma siyasal özgürlük verilmesi kaos yaratır.

Baudelaire'nin "Ben düşünmeyi bu adamdan öğrendim." deyip,hayranlık duyduğu Joseph de Maistre'nin "Her toplum hak ettiği şekilde yönetilir." vecizesi,şu an bahsetmiş olduğum konuyu kısaca açıklar.

Toplumun siyasi anlamdaki hürriyetini kullanış biçimi,o milletin analiz etme ve düşünme kabiliyetinin göstergesi olduğundan dolayı şunu söyleyebiliriz:Kendi seçimleriyle nasıl yönetileceğina karar veren halk

yoksulluk ve sefalet içindeyse,felsefenin açtığı savaşta silahsızdırlar.Çünkü felsefenin silahı düşünmektir.

Bu kadar özgürlük konusundan bahsetmişken tabii ki"Gerçek özgürlük nedir?İnsan gerçekten özgür müdür?Felsefe için özgürlük gerekli midir?Tam manasıyla özgür olmak mümkün müdür?" soruları aklımıza elbette geliyor.Bunlara da açıklık getirmek gerekirse,gerçek özgürlüğe verilecek örnek tıpkı az önce de değinmiş olduğum siyasal özgürlüktür.Tabii ki özgürlük kavramı bakış açısına bağlı olduğundan dolayı objektif bir yorum yapmak mümkün olmadığı gibi,felsefenin tartışma ruhuna da aykırıdır.Fakat demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kullanan halkın ortak hürriyeti ve özgürlük konusunda en nesnel yorum yapılabilecek unsur budur.

"İnsan gerçekten özgür müdür? sorusuna verilebilecek yanıt da evrensel değil lakin düşünebilen,yaşadığı dünya dışında zihninde ayrı bir dünyası olan insanın elleri kelepçeli olsa dahi ruhu her zaman gökyüzüyle kucaklaşır.

David Hume'nin "Hiçbir şey insanın hayal gücü kadar özgür değildir." sözü,tüm söylemek istediklerimi kısaca tercüme etmiştir.

Felsefe her şeyin yolundan gitmesinden ziyade,her şeyin yolunda gitmesi için mücadele etmeyi sever.Bu nedenle, "Felsefe için şu gereklidir." demek mümkün değildir.Felsefe isyan etmeye ve başkaldırmaya yöneliktir.

Düşünce denen uzun yolculuk sınırsız olduğundan dolayı,felsefe yetinmeyi bilmez.

Bir düşünceye karşıt olarak farklı bir görüş doğduğunda tartışma alanı genişler ve düşüncenin kapsamı çoğalır.Hatta birbirine zıt olan iki düşünceyi birleştirip ortaya daha gelişmiş ve donanımlı bir fikir çıkmasını sağlarlar.(Kant'ın tez-antitez-sentez kuramı)

Asıl özgürlük felsefede düşünce yoluyla gerçekleştiği için,her insan tam anlamıyla özgürlüğe erişebilir.Çünkü insanın hakikatli dünyası kendisiyle baş başa kaldığı anda başlar.Yani insanların gerçek dünyası,zihinlerindeki

hayattır.Orada kişi,kendisine yalan söyleyemez ve istediği her şeyi yapabilir.Özgürlük denen kavram,sadece yapabildiklerimiz değil;aynı zamanda yapmak istediklerimizdir. Çoğu filozof bunu hayalperestlik olarak adlandırsa bile,insanın gerçek dünyasında yapabilecekleri sınırlıyken,zihnine kurmuş olduğu hayatta istediği şeyi yapabiliyor olmasının adı hayalperestlik değil;anarşist bir bakış açısının da ötesine giden hudutsuzluktur.

Özgürlük bilinciyle hareket etmek isteyen kişi,özgürlüğün yalnızca bedensel anlamda değil;aynı zamanda düşünsel olarak da mümkün olduğunu bilmelidir.

Çünkü beden insanın varlığını,düşünce ise özünü gösterir.

Düşüncenin hürriyete sahip olması varlığın,özünü tamamlamasını sağlamaktadır.

 

Alperen Özali

 


"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."
Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113


HAKİKATE EL ELE YÜRÜYEN İKİ KARDEŞ: FELSEFE VE ÖZGÜRLÜK

 

Felsefe, bir düşünce sanatıdır, hakikat arayışına çıkılan bir yoldur. Özgürlük ise bir başkası tarafından engellenmeden kişinin istediğini seçebilmesi, düşünebilmesi ve yapabilmesidir.

Hakikat arayışına çoğu zaman filozoflar yalnız çıkmaktadırlar, zaten hakikate ulaşmaya çalışmak bu yüzden onurlu, değerli değil midir? Hakikat fikir prangalarını kabul etmez, hakikat çoğunluk ya da azınlık dinlemez. Hakikat oradadır ve ona ulaşmak isteyen gerekirse yalnız şekilde, gerekirse taşlanarak ona yürümelidir. Bu yüzden filozoflar dışlanır ve otoriter olan her zihniyet bu çok sesliliğe, ve hakikat arayışında vazgeçilmez bir yere sahip olan tartışma ortamına düşmandır, işte tam da bu yüzden, 'özgürlük' felsefe ile el ele hakikate yürür. İkisi birbirinden ayrılamaz, birbirlerine kenetlenmişlerdir. Filozofların hakikat arayışına destek olmak için ne para, ne de başka bir destek gerekir, gölge etmemekten başka, yani ifade ve siyasal özgürlükten.

 

"Sokrates hem yerin altındakileri hem de göktekileri araştırır. İşgüzarın biridir. Bu nedenle de suçludur. Başkalarına da aynı şeyleri öğreterek, kötüyü iyiymiş gibi gösterir."(1)

 

Bu Sokrates'e yöneltilen suçlamadır. Sokrates hakikat arayışında kimseden korkmamış ve cesur bir şekilde doğru bildiğini tartışan biridir ancak bireyin cesur olması eğer toplumun ve yönetimin yapısı otoriter ise tek başına bir şey getiremez, ne var ki idama mahkum edilmiştir. Bu idamın sebebi nedir? Sebebi ifade özgürlüğünün ve birey haklarının olmamasıdır. Bu iki kavramın olmadığı yerde 'hakikat' de, 'tartışma ortamı' da barınamaz.

 

Aklımıza birkaç filozof getirelim, İmmanuel Kant, John Stuart Mill, Max Stirner. Bu 3 insanın düşünce sistemleri, etik anlayışları ve yaşadıkları toplumlar farklı olabiilir, ortak olan tek yanları özgür bir toplumda yaşamış olmalarıdır.

 

Hakikat arayışına genelde yalnız çıkılır demiştim, bu yalnızlık tehlikelidir. Felsefi fikirler her zaman dönemi tarafından radikal 

 ve aykırı görülmüştür. Aykırı olan 'çirkin ördek yavruları' her zaman toplumdan dışlanmıştır, bu farklılıklara olan tahammülsüzlük halkların kalbinde her zaman barınacak olan evrimden miras olan nahoş bir dürtü, davranıştır. Bu kalplerde olan dürtüyü tamamen silmek gibi bir amacım ya da çabam yok, bu dürtünün milyonlarca yıldır içimizde yer edinmiş ve kolay kolay dışarı atılamayacak bir şey olduğunun farkındayım, bir romantik veya ütopyacı gibi insanın mutlak iyiye yönelişinden medet ummuyorum, bu fikrin gerçekçi olduğunu düşünmediğim için bu dürtüden kimseyi arındırmaya çalışarak vaaz de vermeyeceğim. Benim istediğim, filozofun bu taşlanmaya dayanabileceği ancak bu taşlanmaya dayanabilmenin ancak ve ancak mutlak düşünce ve tartışma özgürlüğünde olacağı fikrinden dolayı, umduğum mutlak fikirsel ve özgürlüğün olduğu bir dünyadır.

 

Hakikat ancak ve ancak bir azınlığın anlayabileceği veya anlayamasa bile peşinden koşacak, bu hakikat arayışında ellerinde doğuştan veyahut sonradan edindiği kelepçeleri söküp atacak kadar cesur insanların ilgilenebileceği bir şeydir. Dünya üzerindeki radikal değişim adımlarını gözümüzün önüne getirelim, bu değişimleri toplum mu yoksa birey mi başlatmıştır? Çoğunluk genellikle hakikate susamış değildir. ''Kitle hakikate aç değildir; hep illüzyonlara kucak açar. Ayrıca uysal bir sürü gibi efendisiz duramaz. İtaate susamıştır.''(2) der Freud. Çoğunluk için hem felsefe hem de diğer sanatlar uğraşlar birer zaman kaybından başka bir şey değildir. Felsefe yapabilmek için açık ve özgür bir zihin, bolca boş zaman gereklidir. Toplumun genelinde ise bu iki özellik de yoktur. Felsefeci kişinin yeri geldiğinde bu zamana kadar edindiği fikirlerin artık yanlış olduğunu bazen merak bazen ise keder ile anlaması gerekmektedir, bu ise ancak bir avuç zihnin yapabileceği iştir. Bu yüzden hakikat arayışı hor görülür, bu yüzden felsefe onlar için zaman kaybıdır ve hakikate giden kilometre taşları çoğunluk veya toplumun bütünü tarafından değil, bir avuç özgür zihin tarafından döşenmiştir. Siz bir Auschwitz'teki SS subayına ya da Holodomor sırasında halkın mallarını ellerinden alan bir Sovyet komiserine düşünce özgürlüğünden, tartışma ortamından veyahut şu anlık fikirlerinin bir zaman tamamen yanlış olduğunu düşünebilme ihtimalinden bahsettiğinizi düşünebiliyor musunuz? Eminim ki ağzınızdan bu sözcükler döküldüğü anda artık bu katılaşmış kalpler, donmuş zihinler için ''şeytandan' ve ''düşman''dan başkası olmayacaksınızdır. Unutmayalım ki kritisizmin geliştiricisi olan Kant'ın memleketinin insanları, Hitler'i başa getirmiştir.  Bu yüzden fikirlerin ifade edilme özgürlüğü topluma karşı korunmalıdır. Zaten topluma güvenilmeyeceğinden değil midir ki birey hakları çoğu ülkede anayasa tarafından oy çokluğuna karşı güvenceye alınmıştır? İşte benim bahsettiğim yegane hakikate destek, yegane koruyucu budur.

 

Hakikat arayışı için otoriteden bağımsızlık da gerekmektedir, otoriteryen zihniyetler her zaman durgun bir toplum istemiştir. Sadece işinde çalışacak ve hiçbir eleştiride bulunmayacak uslu bir çocuk gibi olan bir toplum onların hayallerini süslemiştir. Bu yüzden bu durumu eleştirecek, insanları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edecek insanları baş düşmanları edinmişlerdir. F.Hayek kolektivizme karşı savaştığı ve ''birey''i savunduğu için vatanından İngiltere'ye gitmek zorunda kalmıştır. Nazilerin başa geldiklerinde yaptıkları ilk işlerden biri Marx'ı, Freud'un kitaplarını şölenler eşliğinde yakmak olmuştur. Goebbels günlüğünde bundan zevk aldığını yazamadan edememiştir ki şahsi olarak, bu zevk zannederim ki otoriteryenizmini ve baskıcı zihniyetlerinin halk tarafından 'felsefe' ile sorgulanıp hakimiyetlerinin biteceği korkusunun son bulmasıdır.  Felsefe, ''hakikat arayışı'' bir kez daha tekrar edeceğim gibi ''pranga'' ya da ''dogma'' kabul etmez, işte bu özgür düşünce tiranları her zaman ''korkutmuştur'' ve ellerine geçen ilk fırsatta özgür düşünceyi ortadan kaldırmışlardır.

 

 Bu yüzden felsefe daha doğrusu metinde genel olarak yazdığım şekli ile hakikat arayışının sınırları, toplum ya da bir otorite tarafından çizilmemelidir. Çünkü toplum hakikati arayamaz iken, otoritelerin otoritesi ise hakikat arayışı ile tehlikeye girer, öyleyse bu tartışma özgürlüğünün sınırları ne olmalıdır? Bence sınırı olmamalıdır. Özgürlük ve felsefe hakikate yürüyen iki kardeş olarak ayrılmamalıdır. Çizilen sınırlar tamamen subjektif ve çizen zümrenin yararına olan sınırlar olacaktır. Bir kimsenin hakikate  yakın olduğunu iddia etmesi doğal gözükebilir. Subjektif olan felsefede her okuyucu ya da felsefeci bunu iddia edebilir ancak düşüncelerin sınırı işte bu bir subjektif fikir sahibi tarafından çizilince elimize geçen tek şey fikirlerimizi ifade etmemizin ve düşünce özgürlüğümüzün kısıtlanması olacaktır, bu ise saf olarak zarardan başka bir şey değildir. Tabi burada bazı fikirlerin gerçekten de absürt ya da aptalca olduğu itirazı gelebilir - bu da bir subjektif düşünceden başka bir şey değildir- ya da bazı düşüncelerin insanlara gerçekten zarar verebileceği itirazı gelebilir. Bu fikrin savunucuları Hegel'e katılmakla beraber bazı fikirlerin tehlikeli olduğundan dolayı yasaklanması gerektiğini ortaya sürer. Yazdığım gibi her fikir ortaya atıldığı ilk zamanlarda radikal kabul edillir ve dışlanır, dolayısı ile bu fikir ile biz Galileo'nun düşüncelerini mahkum edebiliriz. Çünkü onun fikirleri birçok Hrıstiyanı üzmüştür. Bunun yerine sınırsız ifade özgürlüğünün savunucusu olan John Stuart Mill'in ortaya attığı şu fikre bakabiliriz:

 

1.Eğer bir düşünce tamamen yanlış ise onun ifade edilmesine izin vererek onun ne kadar 'yanlış' olduğunu açıkça görebiliriz.

2.Eğer bir düşünce kısmen yanlış ise onun yanlış bölümlerini eleştirerek ve doğru bölümlerini kabul ederek düşüncelerimizi gözden geçirir ve iyileştiririz. Başka bir deyişle ''Hakikat''e bir adım daha yaklaşırız

3.Eğer bir düşünce doğru ise bu fikrin gerekirse çoğunluğun hoşnutsuzluğuna rağmen ifade edilmesine izin verisek ''Hakikat''e yaklaşırız (3)

 

Toparlamak gerekir ise Hakikat arayışı yoluna ancak bir avuç açık zihin yalnız şekilde çıkabilir. Bu fikirler hakikat arayışında olmamış ve olmayacak olan toplum tarafından hor görülecektir ve sorgulamayan, durgun bir toplum isteyen otoriteryenler tarafından ise baskılanmaya çalışılacaktır. Bundan dolayı hakikat arayışı ancak siyasal ve ifade özgürlüğü ile olabilir. Bu ifade özgürlüğünün ise bazı savunucularının ifade ettiği gibi sınırı olmamalıdır çünkü bu sınırlar subjektiftir ve bu subjektif sınırlar sadece düşünce özgürlüğünü kısıtlar. Bundan dolayı biz ''Hakikat''e yürüyen iki kardeş olan ''felsefe'' ve ''özgürlük''ü kesinlikle ayırmamalıyız. Ne az, ne çok.

 

KAYNAKÇA

(1)Freud, Sigmund, Kitle Psikolojisi,(Çev. K. Şipal), Say Yayınları,2017

(2)Platon (2006). Sokrates'in Savunması, (Çev. E. Gören), Kabalcı Yayınevi

(3)Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019