2 Haziran 2016 Perşembe

Alev Gündoğdu / Kabataş erkek Lisesi / Istanbul

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

El sueno de la razon produce monstruos

Alman yapımı Die Welle filminde örgütlenmenin nasıl olduğu, neyden kaynaklandığı ve bireyleri grup olmaya iten motivlere, duygulara tanık oluyoruz. Bir toplumda yumaklanmış toplumsal yapı ve ne idüğü belirsiz bir gruplaşma söz konusu olduğunda bu duyguların kaynağı ve bu duyguların nasıl duygular olduğu konusunda pek bir fikrimiz olmaz, olmasına da gerek yoktur en azından incelenmesi gereken bir husus değildir. Ancak bu duygular doğrudan toplumla birlikte gelişen duygulardır. Yani sevdiğimiz özellikler gibi sevmediğimiz özellikler de toplumsal özelliklerdir. Filmin başlangıcı gerçek bir başlangıçtır. Son gerçek bir sondur. Bir küçük toplum; doğar, büyür ve ölür. Apaçık görürüz ki bu toplumu oluşturan en önemli etkenler bireylerin sandığımız toplumun yalnızlığıdır. Kemikleşmiş, kurumlaşmış, belli belirsiz bir yalnızlık. Ki Nazi Almanya'sını yaratanın bu yalnızlık olduğuna dair herkes bir şeyler söyler. Toplum bireylerini Nazi Almanya'sından kurtarmıştır ancak Marx'ın kendiyle çeliştiğini ve kendini yok edeceğini düşündüğü kapitalizmin aygıtlarından kurtaramamıştır. Devamında getirdikleri de cabası-çeşitli duygulanmalar duygular duygulanımlar.
Konudan biraz uzaklaşan Sophie'nin Dünyası'ndan bir örnekle bakış açısını genişletmek istiyorum. Tıp gelişip de ilaçlar ürettikçe hastalığımızı geçiren buluşlar var diye seviniriz. Ancak bu antibiyotiklere direnç kazanan bakteriler yüzünden uzun vadede insanlığı yok edici şeylere dönüştüğünü görmüş olup üzülmemiz gerekir. Bu durum tıpkı toplumun dolayısıyla bundan birincil etkilenen insanın bilim dünyasıyla, teknolojik aletlerle ilişkisini bir nebze göstermektedir. Düşünceyle olan ilişkisi ise Mona Lisa'yla olan ilişkimize benzemektedir. Uzun aralıklarla dizilmiş cam engeller vardır aramızda. Fotoğraf çekmeye çalışan kalabalığın arasında Mona Lİsa'nın gülüşüne dair bir şeyler bulmaya çalışırız neden böylesine ilgi gördüğünü bilmeden.
Konuya yoğunlaşacak olursak çağımız için var olmaması düşünülemeyen ve etkileşmek zorunda olduğumuz toplum bizi yaratır. Her düşünce devrimi sonrası yeniden farklı bir açılımla bunu yapmıştır. Bu aşamada Horkheimer'ın döneminin etkili düşünceleri olan Aydınlanma Çağı'nın getireleri; toplumu, Goya'nın da düşüncelerden savmak istediği canavarlardan kurtarmak istese de her şeyi duyumlara bağlayan bu düşünce tarzı düşünceyi akıldan uzaklaştırmıştır ve uzun bir uykuya terk etmiştir.
Sanırız ki bu yeni dünya iyidir, güzeldir. Daha çok haklar vardır, insanlar daha özgürdür -çünkü birbirinden haberi yoktur. Ancak deneyleri salt gerçek kabul eden, bilimi en kutsal sayan, yalnız gerçeklik için değil bilimsel deneyleri varlığının bir kanıtı sayan bu tek dünya anlayışı düşünmeyen bir kitle yaratmıştır. Monistler vardır düalistler vardır. Hepsi bambaşka dünyalar yaratır. Yorumlar bir nevi bu dünyayı. Ama kaçınılamaz bir gerçek vardır; Aydınlanma sonrası düşünce tarzı, pozitivizmin alet edevatları arasına sıkıştırılmış, oyuncak edilmiş bir tek dünya yaratmaya çalışırken bireyin varlığını duygularını ve düşüncelerini unutturmuş ve birey birey toplumu çökertmiştir. Yarattığı gibi yazmayan, ürettiği gibi konuşmayan veriler ve sembollerden oluşan pür semiyotik bir dünya oluşturmuştur. Hiç sormamıştır insan bu simulakra ve taklit dünyasını kaldırabilecek olgunluğa ulaşmış mıdır diye. Ahlaki çöküntüye ortam sağlanmış ve düşünsel hastalıkların ve toplumsal yabancılaşmanın, bireysel bozuklukların sebebi olmuştur. En son Baudrillard'ın anlatmaya çalıştığı noktaya gelinmiştir. Şehrimizde olan patlamaları televizyondan gördüğümüz kadar gerçek sandığımız noktaya, faşizm hakkında konuşmayanların da kapitalizm hakkında haykırdığı dünyaya... Bu yanılsamalar insanı derin bir hüzne ve yalnızlığa sürüklemiş varoluşsal kaygıların sebep verdiği bir yalnızlık yerine katı bir pişmanlık, tek başınalık yaratmıştır. Baudrillard'ın sanatın sonu, Nietszche'nin ahlakın soykütüğünün sonu saydığı bu pişmanlık; şimdi de toplumun kurtulma çabasının önünde durmaktadır.

Hiç yorum yok: