2 Haziran 2016 Perşembe

Can Okan / Emlakbank Süleyman Demirel Anadolu L. / İzmir (DüşünYaz 3 Türkiye 4.sü)


"Bir insan için güçsüz deyince ne demek isteriz? Güçsüzlük sözü bir ilişkiyi, herhangi varlığın bir ilişkisini anlatır. Gücü ihtiyaçlarını aşan, bir böcek, bir kurt da olsa güçlü bir varlıktır; ihtiyaçları gücünü aşarsa, bir fil, bir aslan, bir fatih, bir kahraman, bir tanrı da olsa güçsüz bir varlıktır."  Emile - J.J.Rousseau


18.yüzyıl felsefesine damgasına vuran J.J. Rousseau'nun bir demokrasi, özgürlük,insan hakları savunucu olarak tanımlamak yanlış olmaz. Rousseau'ya göre özgürlük var olmanın en büyük ereğidir. Rousseau'ya toplum ve birey merceği altından bakıldığında onun özgünlüğü Abdullah Köktürk'ün düşüncesiyle özetlenebilir. Der ki; Bireyin ''ben'ini inceleme ve yaşama alanı olarak görüp öne çıkartmasındandır.
Siyasal ve toplumsal bir özne olarak bireyin konumunu irdelerken, söz konusu bireyin “ben”ini de göz ardı etmemiştir.
Bireyin kendisine ve bireyin içindekine bu kadar özenle yaklaşmış bir düşünürün insan idealine göz atmak akıllıca olur. Bu durumdan dolayı da Fransız düşünürümüz; Bütün bilgilerin en önemlisi”, ama “en az ilerlemiş, olanı” insan hakkındaki bilgidir demektedir.
Rousseau'nun ünlü Toplumsal Sözleşmesi'ndeki amaç şudur ; Doğa hiç kimseye başkasını otoritesi altına alma hakkı tanımamışsa, yönetici hakkı, egemenlik ya da imperium, kaynağını sadece bir anlaşma ya da sözleşmeden alabilir. Rousseau’nun doğaya dönüşünde temel bir amaç vardır: Toplumda eşitsizliğe yol açan bir gelişime karşı direnmeyi güçlendirmek ve yeni toplumu bir sözleşmeye dayandırmaktır esas olan.
Bur da sorulması gereken soru doğanın işleyişinin özünün ne olduğudur. Toplumsal Sözleşmemizde doğanın doğanın verdiği daha doğrusu vermediği bir haktan bahsediyor. Yani doğa ki işleyiş benimsenerek bir fikir ortaya atılmıştır, insanlık tarihinde bu 'doğadan alma' nın büyük bir etkisi vardır.
Karşıt fikrim şudur ; Doğa da bireyin mihenk taşı olarak sayabileceğimiz kurumlar,örgütler,aile ve en önemlisi devletin kendisi de yoktur.(Ki anarşizmin dayanaklarından biri de budur.) Eğer var olan toplumun kaosa sürüklenmemesi için doğru dediğimiz şeyin izinden gitmek için bir takım önermeler koyacaksak ve bunları doğadaki gözlemlerimizden yararlanarak yapacaksak doğanın tek boyutlu olarak baktığımız tarafını almak ne kadar doğrudur ? Daha da ilginci doğa da kavram kavramı da yoktur oysaki kavramsal karışıklıklardan bahsetmekteyiz...

Doğa da aynı zamanda güçlü ve güçsüz de vardır. 'Büyük balık küçük balığı yer' hepimizin aşina olduğu bir sözdür. Demokrasi bunu kabul etmez. Doğanın kendisinde de bir hiyerarşi olduğunu kabul edersek insanın kendi kendine yarattığı sistemde de hiyerarşi görülmesi öngörülemeyen bir şey mi olur ?
Kapitalizm bunu hayatımıza zaten uyarlamıştır patron ve işçi, yetkili ve çalışan hepsi usta-köle diyalektiğinin bir nevi günümüze yansımalarıdır. Bu kısım da güçsüz deyince ne demek isteriz ? sorusu devreye girer. İşçi patronu yanında güçsüz müdür ? Bizi belirleyen şey sadece kademe farklılıkları mıdır ?
Güçlülük kendi zıt kavramı olan güçsüzlük kavramı ile beraberinde gelir. Eğer küçük balık yoksa büyük balığın yiyebileceği bir şey olmaz. Büyük balığın küçük balık üstünde bir üstünlük kurabilmesi için küçük balığın var olması gerekir . Güçlü gücünü güçsüzden alır. Güçsüz dediğimiz insana aslında güçsüz demiş olmamaktayız böylelikte.

Güç: Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet, efor.( TDK) Bu tanımdan yola çıkarak güçsüz güçlünün üzerindeki etkiye direnek kendini güçlü pozisyonuna yerleştirebilir. Tıpkı Marx'ın dediği gibi ' Proleteryanın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur.'
Böylelikle Rousseau'nun düşüncelerinin Marxizm'le bağlantılı olduğu yorumunu yapmak yanlış olmaz.

Güç sadece güçsüzün varlığından faydalanmak mı demektir ? Güç istenci insan doğasının bir parçasıdır. Bu da kaçınılmaz olarak rekabet ortamı yaratır kapitalizmin dayanaklarından biri de budur.Serbest sermaye.
Rousseau'nun ideallerinin önündeki engellerden biri de rekabet isteği denebilir. Sonuçta doğa da bunu gözlemleyebiliriz. Belki de rekabet olmasaydı hepimiz tek hücreli organizmalardan ibaret olurduk. Peki bunu sosyalizmin yarattığı gibi rekabet ortamını etkisiz hale mi getirmeliyiz yoksa bunu kabul mü etmeliyiz ?

Tam bir refah, gelişmiş eğitim, mutlu bir toplum idealinin önündeki engellerden sadece birisi. Rousseau aynı zamanda (romantizm akımından etkilenmiş biri olarak da ) toplumda aklın yüceltilmesinin kötü sonuçlar doğuracağını söylemiştir. Japonya veya İsveç'deki intihar oranlarının dikkat çekmesi bu düşüncenin günümüzdeki karşılıklarından biridir belki de.

Güç istenci gibi Toplumsal Sözleşmenin önündeki bir diğer engel ise topluluklardır. George Carlin'in dediği gibi 'Çok sayıdaki aptal insanların birleşmesi hiçbir zaman küçümsenilmemelidir' Kilit nokta demokrasinin kendisidir.
Demokrasi çoğunluğun kararına göre hareket eder. Çoğunluğun doğru tercihler de bulunması için ne gerekir öyleyse? Birden fazla insanın aynı konuda haklı çıkmasını doğruluk kriteri olarak ele alabilir miyiz ? Sonuçta haklılık sayısal bir olgu değil hakikat değerine bağlıdır. Çoğunluğun her zaman haklı olduğunu ileri sürmek çoğunluğu haklı çıkarmak , meşrulaştırmak anlamına gelir. Oscar Wilde'ın dediği gibi ne zaman insanlar benimle aynı fikirde olsa hatalı olduğumu düşünürüm.

İnsan doğası büyük,cam,deney kutularında gördüğümüz farenin üstünde koşturduğu tekerleğe benzer. Fare koşmasına rağmen yol kat etmez. Ama koşturmaya devam eder. Hareket halinde olmasına karşın kapana kısılmış gibidir. İnsanlık tarihinde neredeyse savaşsız geçen bir dönem olmamıştır. Suç oranları, empati yoksunluğu, zalimlikler, totaliterlik, güç sarhoşluğu kendine zarar verme istenci , özel mülküyetler arasındaki uçurum, sistemin toplumun kendi kendine yabancılaşmasını sağlamak, cehalet, duyarsızlık vb... Tam olarak şuan ki yaşadığımız dünyaya baktığımızda Hümanizmden ne denli bahsedebiliriz ? Bunun üstüne nasıl bir toplum sözleşmesinden bahsedebiliriz ? Fare tekerliği bunu temsil ediyor. Tarihin tekerrürden ibaret oluşunu.

Buna rağmen toplumsal sözleşmenin ilk bölümü İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine'dir. Güç istenci yine kendisini göstermektedir. Güç kavramına sadece olumsuz çağrışımlar yüklemek doğru olmaz evet güç istenci, açgözlülük önemli bir bölümüdür aynı zaman da ihtiyaçtan da gelir. Ekonomik durumu iyi olmayan bir ebeveynin çocuklarının daha iyi bir hayat yaşaması için daha çok para yani daha çok güç isteğine sahip olması onu anlaşılabilir kılar. Ama böylelikle arzulanan şey süreklilikle bütünleştiği için arzulanan elde edildiğinde muhakemenin yitirimi olasılığı ortaya çıkıyor. Marx : ''İnsanların maddi yaşam koşullarını belirleyen onların bilinçleri değildir, bu maddi koşullar onların bilinçlerini belirler demiştir.'' Demek ki bireyin bilincini sağlıklı tutabilmek için de maddiyatlarına odaklanmak gerekir daha doğrusu maddiyatın neyi temsil ettiğine.
Bizi biz yapan şeylerden biri de değer yargılarımızdır bunların yerini Mısır'daki mezarlardaki süslü,değerli eşyalar veya kabilelerin çeşitli totemleri tutmuştur. Günümüz de ise değer verilen şeyi almak için oluşturulan yolun kendisi bir değer olmuştur.Para.
Para ihtiyacı satın almak için kullanılır ihtiyaç da güç istencini artırır. Ve ihtiyaç kalıptan kalıba girebilir. Baudrillard'ın Tüketim Toplumu'nda gerçek ihtiyaçlar ve sahte ihtiyaçlar arasındaki hiyerarşi ortadan kalkmıştır.
Bu da demek oluyor ki paranın güç ile ilişkisini göz önüne alırsak güç yoldan sapmıştır.Tıpkı zengin sınıfının bütün mal varlıklarının yoksullukları bitirebilecek ölçüde olması gibi.
İnsandaki temel ihtiyaçları karşılamaya karar verirsek devamı gelecektir. Bu ihtiyaçları kontrol altında tuttuğumuz da uygarlıktan bahsedebilir miyiz ?

Gücün ihtiyaçtan doğduğunu belirtmiştik ama her şey de olduğu gibi belli ölçüde ihtiyaç ve belli ölçüde güce sahip olma ters tepkimelere yol açabilir. Bir böcek veya kurt fark olmaksızın eğer gücü ihtiyaçlarına yetmek ile kalmıyor aşıyor ise güçlü bir varlıktır. İhtiyaç ve güç ters orantı içine girmiş demektir.İhtiyaç ortadan kalktığın da elimiz de kalan güç olmuş oluyor. Eğer ihtiyaçlar güç sahibinin kaldıramayacağı bir nokta da ise güç anlamına gelen Tanrı bile güçsüz demek oluyor.

Peki bunun karşılığı nedir ? Modern insanın ihtiyaç olarak atıfta bulunduğu şey gün geçtikçe artmaktadır. Dünya bu hale gelmiştir. Wall Street'deki bir düşüşün çok büyük sonuçlara ulaşması gibi. Hiç bir ihtiyacı kalmamış biri sadece güçlü olarak mı kalmıştır ? Güç-ihtiyaç ilişkisi burada tehlikeli bir yol izlemektedir. Çünkü sokakta uyuyan birinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek gücü yoktur.Bu onu güçsüz yapmaktadır.Ama aynı zaman da evini kaybetme korkusu da yoktur.

Güçsüzün güçsüz olmasının sebebi ona güçsüz diyenin kendisidir. Fakir, yetersiz,elverişsiz olarak sınıflandırılan küme tanımları gereği kendinde hapsolmuşlardır.
Bir nevi sınıf farklılıklarının öğrenilmiş çaresizliğidir bu. Toplumsal Sözleşmenin ulaşmaya çalıştığı yol için daha da önemlisi açgözlülükten sıyrılan insan ideali için bu nitelemelerin kökten olmasa da ortadan kalkması gerekmektedir..

Hiç yorum yok: