29 Nisan 2016 Cuma

DüşünYaz 3 İkinci Adım İlk 10 Yazı


Sözeri Şahin / Kadıköy Rıhtım Final Fen Lisesi
''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

Sosyolojiye yeni bir soluk getiren Bauman bir yazısında "Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya kondukları anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkânsız olanı denememiz gerekir." demiş. Kitaplarını okurken bilgisine çok saygı duyduğum ve iyi niyetine güvendiğim bir insan olan Bauman’ın bu sözü genel hatlarıyla doğru gözükse de birkaç küçük hatası var bence. Bir kere oyunun içine bir zorunluluk katması işi biraz garipleştiriyor çünkü hepimiz biliyoruz ki insan hiç de insan gibi yaşamak zorunda değil. Bauman’ın sanat gibi yaşamak dediği şey tıpkı sanat gibi çok emek istiyor, çok yorucu ve çoğu zaman maddi olarak tamamen kârsız. Bauman’la hitap ettiği insan tipi arasındaki iletişimsizliğin sebebi çoğunluğumuzun aslında arkamızda değerli bir eser bırakmaya çabalamayışı ve bize öğretilen çaresizlik. Kişinin toplumu değiştirmeye neden meyilli olmadığını inceleyelim önce hadi. Korku, baskı, alışma, tembellik, yalnızlık duygusu ve risk alma korkusu elimizi kolumuzu bağlayan şeylerin başında geliyor. İçinde yaşadığımız dünyaya baktığımızda görüyoruz ki pekâlâ yaşanılabilir bir dünya, aç-açıkta değilsek, elimize az çok para geçiyorsa sistemi değiştirmek zorunda değiliz. İnsanoğluna her daim az dahi olsa elinde olan, geleceği vaat edilen şeyden daha değerli geliyor. Komünistler zekice bir taktik izleyerek sistemin işlemesine en büyük darbeyi vuracak ve sayıca en fazla olan kesimi yanlarına çekmeye çalışıyorlar: İşçileri. Fakat muhtemelen devrim gibi dünyanın en riskli işi için, risk alma şansı en az olan gruba ihtiyaçları olması onlar için büyük bir handikap. Bir işçinin devrim başarısız olursa, başına gelebilecek iki ihtimal var: Hapishanede çürümek ve acı çekerek ölmek. Öyleyse bana sorarsanız bir işçiyi devrime motive etmeniz için iki şey lazım: Ya akşam yiyeceği yemek hapishane yemeğinden daha kötü olmalı ya da yaşadığı hayat ölümden. Marx “Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var” derken aslında oldukça haklıydı, Engels’in İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu isimli eserinden öğrendiğimiz üzere o yıllarda pek çok evde tuvalet, banyo, yatak dahi yoktu. İnsanlar tüm gün çalışıyor, sonra da kulübelerine doğru yürüyorlardı. Hatta o yıllarda Jack London ülkesindeki çocuklardan bazıların Güneş’i görmediğinden bahsediyordu; çünkü bu zavallıcıklar Güneş doğmadan işe gidip Güneş battıktan sonra işi bırakabiliyorlardı. Motor seslerinin fazlalığından olsa gerek halk Marx çığlığını duyamadı ancak kapitalistlerin aklına harika bir fikir geldi: “Hey, neden onlara zincirleri dışında kaybedecek bir şey vermiyoruz?”. Sosyal demokrasinin doğuşu İngiltere’de çok ucuza mal oldu: İnsanlara tuvalet ve yatağımsı şeyler verdiler. Türkiye’de ayaklanma hareketlerinin söndürülmesi ise beyaz eşya dağıtımı kadar kolaydı. Şu an bir işçinin kira da olsa bir evi, son model olmasa da bir telefonu ve muhtemelen kendisine çok pahalıya patlıyor olsa da okutması gereken bir çocuğu var. Bir işçinin hayatının bitmesi için hakkında bir kompradorun “Bu anarşist” demesi yeterli. İşçi çoğu zaman yalnız hisseder çünkü kabul etmek gerekir ki sistem mantıksız olabilir ama devamı için gerekli mekanizmalar çok iyi kurgulanmıştır. Gerçi “Bu ülkeyi ben mi kurtaracağım” diyen insanlar bunu hep birlikte söyleseler sanırım tarihte duyulmuş en yüksek seslerden biri olurdu ama bunun önünde çok engel var. Montesquieu “Ayrı ayrı birer ahlaksız yaratık olan insanlar, toplu oldukları zaman Namuslu Kişiler Olurlar.” derken çok haklıydı çünkü toplum kişi onun faydasına çalışıyor olsa dahi kendisinden farklı bir şey yapan insanları sevmez. Dâhiyane fikirleri dahi toplumsal normlara, gelenek göreneklere aykırı olduğu için red edebilir, ya da sadece keyiflerini bozduğu için. Ki geleneklere, sadece gelenek olduğu için değer verilmesi ilginç bir norm, hele de bu ahlak konusundaysa. Tarih boyunca birçok bahtsız, bu mavi gezegen üzerinde yaşadı ve öldü; dünyanın her yerinde farklı ahlaki normlar oluştu, öyle ki birinin övgü saydığını öbürü hakaret saydı. Benim anlamlandıramadığım şey insan geleneklerimiz her zaman doğrudur dediğinde kabaca “Dedelerimin doğru dediği şey doğrudur çünkü annem falanca milletten bir adamla evlenmeyi seçti” demiş olmuyor mu? Dahası çoğu zaman verdiğimiz emeğin karşılığını da alamıyoruz çünkü insanlar iyiliğe karşı çoğu zaman nankör davranıyor. Gerçi iyilik dediğimiz şey kolay bir şey olsaydı zaten daha çok insan yapardı değil mi? İyiliğe sonuçtan bağımsız olarak devam etmeliyiz çünkü aksi takdir de bunun adı en iyi ihtimalle alışveriş olur. İnsanları kendimiz mutsuz olma pahasına mutlu etmeye çalışmalıyız (söylemesi ne kadar kolay değil mi?).
Marx kendisini Frenhofer’e benzetirmiş çünkü sonunun onun gibi olmasından ve anlaşılmamaktan korkarmış. Vallahi okur olarak benim beklentim böyle yazılarda epey yükselir çünkü yazar durumun vahametini ortaya koymuştur, artık çözüm önerisi sunması çok zorlaşmıştır ve şişirilmiş kavramlar üzerine uzun nutuklar nedense beni güldürür. Bu yazı biraz Camus'nün dönüşümüne benzeyecek sanırım, başta umutsuz olan ancak sonrasında tek şansının başkaldırmak olduğunu fark eden... Camus demişken onun durum ne kadar vahim olursa olsun toplumu değiştirmeye ve iyileştirmeye çalışan karakteri Doktor Rieux'u anmamak olmaz. "Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölünceye kadar reddedeceğim" diyordu ya başarı ihtimali çok düşük olsa da vebaya karşı savaşmış olmayı tek ahlaki seçenek olarak gören o güzel karakter; vallahi benim de tek geçerli de bu sanırım. Yalancının mumu ne zamana kadar yanar bilmiyorum, tek bildiğim mahşer terazisi her gece uykumun önüne kurulur. Uyumamı engelleyen ya da mutlu rüyalar görmemi engelleyen bir şeyler varsa şayet ben huzurlu olamıyorum. Açıkça söylüyorum size bu dünyayı değiştirebileceğinizi düşünüyorsanız ve insanlar için kendinizi fena etmek istiyorsanız kapitalist bakış açısıyla bunlar dünyanın en saçma şeyleridir. Ekmeğini bölersen azalır ve şayet senin elinde bir lira varsa benim elimde olabilecek bir lira başka bir yerdedir; kapital mantık işte bu kadar basit. Siz Tesla gibi tüm dünyaya bedava elektrik vermeye çalışacaksınız ama kitaplar iş adamı Edison'u yazacaklar, Jonas Salk gibi çocuk felcine aşı bularak milyonlarca çocuğun hayatını kurtaracaksınız, dahası bunu yedi trilyon (evet yeni parayla) dolardan vazgeçerek yapacaksınız ama adınızı bile duyamayacaklar, Willie Lynch'in zencileri parçalayarak köleleri eğittiği memlekette Malcom X gibi "Ben gerçeğin peşindeyim, kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim, kim için veya kime karşı olduğu önemli değil." diyeceksiniz ama sizi öldürecekler, Hypatia gibi bilim meşalesini taşıyacaksın ama sonun hiç hoş olmayacak, Peygamberlerin dahi taşlandığı şu dünyada Gandhi olacaksınız ve tüm kariyerinizi bırakıp job yiyeceksiniz defalarca ama umarım sonunda şunu diyebileceksiniz : Önce seni görmezden gelirler , sonra alay ederler , sonra seninle savaşırlar, sonra sen kazanırsın! Dostum kimse bu dünyada mucizeyi denemenin mantıklı olduğunu savunamaz bana ama bugün medeniyet dediğimiz şeyi bu birkaç yürekli insana borçluyuz işte. Başını yastığa koyduğunda uyuyabilmek hem, az bir şey mi?


Lal Karaarslan / V.K.V Özel koç Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

ÜRETİLMİŞ TANRI
Yunan mitolojisinin üzerimde her zaman cezbedici bir etkisi olmuştur. Hatta Olympos Dağı’nın sakinlerini, özellikle insana benzerlikleri ve mükemmel olmayışları sebepleriyle ayrı bir severim. Aslında aydın olarak nitelendirilen Nietzsche’nin Übermensch’i de düşününce tanıdık gelir, temelleri Zeus’a dayanmışsa demek ki.

Mitolojide bile yöneten ve yönetilenler vardır. Bu, insanların yönetilme ihtiyacına işaret eder, ya da eder mi? Yönetici (güç sahibi kimse/iktidar) olgusunun ortaya çıkışı insanların doğasıyla ilişkilendirilir, tam bir muamma olan insan doğasıyla. Yüzyıllardır süren siyaset felsefesindeki en büyük tartışmaların ana kaynağı. Mesela, anarşizme yöneltilen en büyük soru, “İnsan kendini yönetebilir mi?”, sosyalizme yönetilen, “İnsan yetinmeyi öğrenebilir mi?” ve insan doğasına en uygun görülen kapitalizme yöneltilen ise, “Kapitalizm insanda var olan çıkarcılık ve bireysellik duygularını pekiştirir mi?” olarak özetlenebilir. Sistem, insan doğasına uygun ancak aynı zamanda onu ileriye götürmelidir, bu sebeple insan doğasını bilmek ve anlamak gereklidir.

Özellikle toplumun ve medeniyetin insan doğası üzerindeki etkisi, en çok Rousseau ve Hobbes tarafından tartışılmış ve birbirine neredeyse taban tabana zıt iki görüş ortaya çıkmıştır. Rousseau, insanın özünde paylaşmayı bilen, iyi niyetli ve vahşi olduğunu ancak, medeniyetin ve toplumun bir getirisi olarak kendi çıkarlarını gözeten tek örnek canavarlar haline geldiğini söylemiştir. Ona göre, devlet toplumun mülkiyetini korumak için çalışır ve adaletsizliğe sebep olur. Rousseau daha kötümser bir bakış açısıyla, insanların ulaştığı bencillik seviyesinden, medeniyeti yok edemeyeceğimiz için ‘kurtulunamaz’ demiştir. Bu noktada Romantizm ile çatışmıştır. Hobbes da anlayabileceğiniz gibi tam tersi bir yön seçerek medeniyeti savunmuştur. İnsan, doğası sebebiyle bencildir, toplumun refahını sağlaması için devlete ihtiyaç duyulur. Kişilik özelliklerinin bu tezleri üzerindeki etkileri bilinmez. Ancak, burada bu iki düşünürün asıl ters düştükleri, insanların medeniyetin koşulları olmadan nasıl davranacakları, yani özleridir.

Ancak ikisinin de katıldığı nokta şudur ki, sistem, insanı etkiler, onu günümüzdeki haline şekillendirir. Buradan günümüz yasalarının ve yönetim biçimlerinin de bizi etkilediği sonucuna varabiliriz. Kişinin çevresi tarafından şekillendirildiği düşüncesi realizmin ve natüralizmin ilkelerindendir. Bu düşünceye göre eğer koşullar el verirse bizler, kendi perspektifimize göre aklımıza gelen en büyük kötülüğü yapabilir hale geleceğiz. Arendt’in oluşturduğu “kötülüğün sıradanlığı” öbeğini buradan anlayabiliriz. Kendi mantık çerçevemizde yaptığımız kötülükleri meşrulaştırmamız bu kötülüklerin her insan tarafından yapılabildiğine işaret eder.

Çevremizde olan bitenlerden bu denli etkilendiğimize göre, yaşam koşullarımızı ve davranışlarımızı dikte eden yasalar, enine boyuna düşünülerek oluşturulmalıdır. Yoksa şiddet yanlısı ve totaliter yasalar, şiddet yanlısı insanlar ortaya çıkartır. Mussolini’nin faşizmi ve totaliter rejiminin –ki zaten ilk totaliter kavramının doğuşu- bitişi askeri başarısızlıkları sonucu gerçekleşmiştir. Şiddettin ironisi buradadır işte; onu yaratanı yok eder. Her zaman daha güçlü vardır ve en güçlü her zaman daha acımasızdır. Başarısızlıkları olmasa bu rejimin devam edeceği düşüncesi sadece yapısı gereğiyle değil aynı zamanda anlaşılabilirliğiyle ürkütücüdür. Çünkü kişi totaliter yapının oluşturduğu dinamiği devam ettirirse teröriste dönüşür, nefretin sonucu daha büyük nefrettir. Terörü azaltmak için alınacak olan en büyük önlem daha baskın bir yönetim biçimi olacağından bir kısır döngüye girilmesi kaçınılmazdır. Günümüzde de görüyoruz ki, terör bulaşıcıdır, totaliter rejimin sadece bir yerde bulunması yeterlidir. Günümüzde bomba korkusu içinde büyümüş olan bizler buna örneğiz.

Baskıcı rejim acımasız bir çobanı ortaya çıkardığı gibi, “sürü insanını” da çıkartır. Nietzsche’nin ortaya attığı bu kavram, modern insanı tanımlar. Otoriteye olan bağımlılığı, durmak bilmeden çalışması ve kendi düşüncelerini sentezlemeden yoksun olması, sürü insanını “ideal vatandaş” yapar. Nietzsche’nin Übermensch fikri de sürü insanının tam tersidir; kendi ahlak kurallarını yaratabilecek kadar cesur ve bilgilidir. Ona göre, her insanın asıl isteği daha güçlü olmak, Übermensch olmaktır ve bunun tek yolu “iyi ve kötünün ötesini” anlamaktır, bu kavramları oluşturabilmektir. Ancak böyle bir insan yönetebilir veya en azından yönetmelidir. İrdelenmesi gerekilen bir başka hatta en önemli konu, “sürü insanını” oluşturan faktörlerdir.

John Stuart Mill’in “Özgürlük Üzerine” adlı eserinde anlattığı gibi, insan kendini korumak için otoriteye sığınır ve bir yöneticiye gereksinim duyar. Yüzyıllardır bu geleneğin var olması hem bu önermeyi kanıtlar hem de bize belki de insan doğası hakkında bilgi verir. Günümüzde politikacılar, insan doğasının görünen kısmını cezbetmeyi başardıklarında yönetici konumuna gelirler. Tembel, rahata konan ve kabul görmek isteyen egolarına da hitap ederler. Yöneticinin de insan olduğu unutulmamalıdır. Sonuçta, insan doğası hakkındaki bilgilerimiz, nasıl bir yöneticinin, hangi koşullarda, nasıl davranacağını göstererek bize yardımcı olabilir. Bu bilgiler kullanılarak insanlar daha rahat kontrol altına alınabilirler. Veya insanlık bir yönetici grubuna gereksinim duymadan güvenli bir hayat yaşamayı öğrenebilir.

Bu nedenle, yöneticinin/yönetim şeklinin insanların davranışlarını kontrol ettiği genel geçer bir önerme olmalıdır.
Sürü insanı ve totaliter rejimlerin iktidara gelişlerini anlamak için insan doğasını inceleyen bir bilim dalı olan psikolojinin, “Stockholm Sendromu” adını verdiği fenomene göz atmalıyız. Bu sendromda, kişi ona baskı ve şiddet uygulayan kişiye bir süre sonra bağlanır. Psikologlara göre bunun en büyük sebebi, hayatta kalma içgüdüsüdür. Kişi, kendi yaşantısının devamı için saldırganına bağımlı olduğuna kanaat getirir. Bu sırada saldırgan ise, küçük iyilikler yaparak “gönüllü bir kurban” yaratmak ister. Tüm bunların sonucunda, ezilen ve ezenin arasında bir bağ meydana gelir. Devlet, önce sizi onlara bağımlı olduğunuzu ve ihtiyacınız olduğunu söyleyerek kapana kıstırır, daha sonra küçük iyiliklerle gerçek bir tehlikede olduğunuzu reddetmenize sebep olur. Bu da elbette, devlete daha da bağlanmanıza sebep olur.

Genel olarak tüm devletler bu bağlamda irdelenebilir ancak, Hitler’in korku rejimi öncesi, insanlar onun, onları kurtarabileceğini düşünmüş, tanık oldukları şiddeti görmezden gelmiş, bir süre sonra, hala kurtuluşlarının onda gizli olduğunu düşünerek yaptıklarını onaylamışlardır. Belki de, otoriteye karşı gelmenin getireceği sonuçlarla karşı karşıya kalmaları ve kaosu birinci elden görmeleri onlara otorite sevgisi aşılamıştır.

George Orwell’in, “1984” isimli romanında, “Büyük Birader”, insanların düşüncelerini ulaşabilecekleri kaynakları değiştirerek kontrol eder. İnsanlara zor zamanlarında yetişen büyük bir kahraman olarak atar kendini. Bu sırada koyduğu yasalar harfiyen izlenir ve mutlak güce ulaşmayı başarır. Günümüz dünyası 1984 distopyası olmadığımızı kanıtlamak amacıyla –bu sayede daha kolay mutlak güce ulaşılır- yasaları denetleyen organlar icat eder. Ancak bu organlar bile kendi çıkarlarını gözeterek halk için olumsuz etkileri olacak kararlar verebilirler. Bu kararlar genellikle, yöneticinin çıkarlarına paraleldir. Ve yönetici de kendi çıkarlarını ön planda tutabilir.
Bu olasılıklara rağmen vicdanımız ve davranışlarımızı bu denli etkileyen yasaların bazen bize sorulmadan yürürlülüğe konması düşündürücüdür. Henry David Thoreau, “Kişi vicdanını yasa koyucunun eline bırakmalı mıdır?” sorusunu sormuştur. Sonuç olarak yasa koyucu kendi çıkarları ve dünya görüşüne paralel yasalar koyar. Gerekli olan şey ise, her bir yasanın her bir maddesinin oylanmasıdır. Bu sayede halk kendi güvenliğini sağlayan yasaları seçer. Arendt’e göre; eğer yasaya saygı duyarsak terör ve totaliter yapıdan kaçınabiliriz. Toparlamak gerekirse, yasa her zaman şiddeti en aza indiren ve halkı kollayan bir unsur olmayabilir. Bu yüzden körü körüne bağlanmak bizim güvenliğimizi tehlikeye attığı gibi, bizi sürü insanına çevirir. Birçoğunuzun aklında bu oylamanın geçerliliği var, olması da doğal. Sonuçta halk, kötülüğün sıradan olma özelliği ve yöneticinin söz oyunları ile kendi değil, yasa koyucunun çıkarlarına uygun seçimler yapabilir. Gücü verenin halk olmasına rağmen, bu güç altında ezilecek olan da halk olacaktır. Ve yönetici sürü insanı tarafından pohpohlandıkça daha otoriter bir çizgiyi takip edecektir.

Bozuk plak gibi tekrarlamaktan nefret etmeme rağmen her kapının çıktığı yere çıkacağım: Eğitim. “Bilgi güçtür,” Francis Bacon’ın da dediği gibi. Eğitimli bir halk, hem kendi vicdanını oluşturarak pasiflikten aktifliğe geçer hem de halkın güvenliğini sağlayacak seçimler yapar. Aynı zamanda sürü insanı olmaktan kurtulmuş olur. Ancak en önemlisi, terör, ancak insanın doğasına uygun bir sistemle durdurulabilir ve ancak o zaman yasaların barışçıllığından bahsedilebilir. Çevremiz bizi bu denli etkilerken yasalar, yönetiliş biçimimiz, “insanı” sorgulayarak oluşturulmalıdır. Yoksa geleceğimiz sahte Zeuslar tarafından dikte edilecektir. Bugün, bu insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu kadar hassas bir konuyu halletmesi için devletlere güveniyoruz, ancak başka sistemlere el uzatmadan önce kendi sistemimizi oturtmalıyız, zaten bunu da açıkça görebiliyoruz. Peki, terörden ne zaman kurtulabiliriz? Baskıdan kaçış, baskıya boyun eğmekle değil, baskıyı sorgulamakla olur. Her türlüsünü.


Ömer Yağcı / üsküdar Amerikan Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

Birey, Kimlik ve Otorite
Varoluşu itibariyle politik bir canlı olan insan için, toplumsallık bir ihtiyaç olmasının yanı sıra, birçok olası tehdidi ve tehlikeyi beraberinde getirir. Schopenhauer'in dediği gibi, insan zekası evrendeki en tehlikeli silahtır, ve bu silahın toplu halde 'şeytani', Arendt'e göre banalliği bile yeterliolan, bir otoriteye tesliminin büyük bir felaket doğuracağını kestirmek güç değildir. Bu tehlikeyi önlemek için çoğu kültür, bireyi toplumsalın altında ezmiş ve otoriteye boyun eğmenin dışlanmamanın tek koşulu olduğunu insanların aklına kazımayı amaç edinmişlerdir. Ancak ekonomik koşulların üstyapıya bir etkisinin sonucu olarak, Rönesans döneminde erekselliğin nedensellikle değiştirilmesi, algının öznelliğinin ortaya çıkışına ve Irving Janis'in 'groupthink' dediği anlayışın zayıflamasına neden olmuştur. Özellikle bilimsel yöntemin sentezi olarak ortaya çıkan gelişmelerin bir ürünü olan Protestan ahlak, günümüz bireyselci anlayışın temellerini atar; bu ahlakın nüfuzu, dinsellikten kapitalizmin gelişmesiyle evrenselliğe doğru genişlemiştir. Tüm bu olumsuzlamalara rağmen kimlik sorunu varlığını korumaktadır. Bu konuyu ele almak için birey- devlet (otorite) ilişkisi incelenmeli ve hangi yolun en adil ve 'erdemli' olacağına karar verilmelidir.
İki siyasi uç olarak görülen sosyalizm ve liberalizm de, esasında devlete ve ileri bir aşama olarak otoriteye karşıdırlar. Liberaller devleti zorunlu bir kötülük olarak nitelerken, sosyalistler onu egemen sınıfın baskı aracı olarak görürler. Liberaller, dünyanın ticaret ve mülkiyet ekseninde dönmesine yönelik olarak parayı mutlak otorite olarak gördükleri için, bireyleri örgütlemek bakımından güçlü bir görüş öne sürememişlerdir. Sosyalizm ise Hegel’ci diyalektiğin başaşağı ederek farklı bir devrim stratejisi sunar. Sosyalizmin ayırt edici özelliği, Marx'ın deyimiyle, 'ayaklanmanın da savaş gibi bir sanat' olarak görülmesidir. Bu önerme savaşan bireylerin bir ideolojiyle donatılmasını öngörür ve bu ideoloji ortodoks Marksizm’in 'büyük Öteki'yi kullanışı bakımından, cult of personality'nin yanında determinizm ve evrim gibi 'ayetler', dinlere benzetilmesine yol açmıştır. Bu bireyin kendi kararlarını vermesini engelleyen tözdür ve özgürlüğü kısıtlama bakımından dinlerden bir farkı yoktur. Ayrıca Marx, iktidarı ele geçirecek işçi sınıfının daima kendini feda ederek varlığını sürdüreceğini öngörmektedir. Böylece bireyler, bu 'ulu' kitsch uğruna, Kundera'ya göre bu evrensel bir özgürlük yürüyüşüdür, toplumsal uğruna kendilerini gönül rahatlığıyla feda ederler; en tehlikeli silahları otorite tarafından ele geçirilmiştir.
Bu ideolojilerin bireyin kimliğini iktidarın pisliğinden temizleyemeceği görülmektedir. Bu elbette ideolojiye karşı a priori olarak kullanılacak bir argüman değildir; sadece içeriklerinde barındırdıkları tehlikeye dikkat çeker. Bu noktada tamamen günahsız olarak sunulan ve erginlik durumuna ulaşmak için yegane yol olarak görülen ,sapere aude! , yani Aydınlanmanın barındırdığı ideolojik boyut da gözler önüne serilmelidir. Böylece 18. yüzyıl filozoflarının şu anki kimlik sorununu yönelik geçerli bir yol gösteremedikleri görünebilir. Slavoj Zizek, bu ideolojinin varlığını 'Aydınlanma Nedir?' de insanın özgür düşünmesinin ancak itaat etmesi koşuluyla olabileceğini öne sürerek gösterir. Böylece 'Yasa yasadır'ı kabul eden birey, içsel olarak özgür düşünebileceği bir alan yaratmış olur. Ancak, bu alanın kabul edilen adetlerden ve otoriteden bağımsız olabileceğini iddia etmek büyük bir hata olur. Bunun gözardı edilmesinin nedeni ,Zizek'e göre, artı-keyif yani jouissance'dır. Yani bu 'mutlak buyruğun' arkasında müstehcen bir süperego tatmini yatmaktadır. Bu sav Descartes'ın ormanda kaybolan bir insanın yapması gereken tek şeyin tek bir yönde sonuna kadar yürümesi gerektiğini söyleyen alegorisiyle güçlenir. Kişi 'ergin olmama durumundan kurtulmak' için de Mussolini'nin iktidarı neden ele geçirmek istedikleri sorusuna verdiği cevaba benzer şekilde, 'ideolojik biçimin tutarlılığını' her şeyden üstün tutmalıdır. Sonuç olarak, Kant'ın koşulsuz buyruğu hem ahlak hem bireysel kimlik alanında dinci anlayışın tam tersi olarak amaç olarak araçları haklı çıkarmayı görmüştür; ancak yine de ideolojinin verdiği şeytani artı-keyiften sıyrılamamış ve kitlelere empoze edilen afyonun panzehiri olacak kudrete sahip olamamıştır. Ayrıca Descartes’ta da görülen bir kural olan, yaşadığın kültüre uyum sağlama teması, toplumsal sistemin işlemesine herhangi bir tezat oluşturmamakta ve bireyi vaat edilen ergin konuma ulaştıramamaktadır.
21.yüzyılda ise bireyselci (individualist ) ahlakın bir sonucu olarak, her birey kendi refahı için mücadele vermekte ve bu amaç için devletin varlığını zorunlu olarak kabul etme ihtiyacı hissetmektedir. Bu, günümüzde ideolojinin ne denli gelişkin bir yapı olduğunu gösterir. Çünkü ideoloji artık fertleri tek çatı altında toplamakla sınırlı değildir, birbirinden ayrıksı görünen olgular bile onun altında huzur içinde yaşarlar. Burada tehlike arzeden olgu ise bireylerin bu gizli-ideolojiyi farketmemesi veya etmek istememesidir. They Live filminde John Nada, taktığı gözlük sonucu tüketim toplumunun ideolojik boyutunu görmüştür, ancak bu gözlüğü bir arkadaşının takmasını isteyince, bu arkadaşı sanki göreceğinin ne olduğunu sezgisel bir biçimde biliyor gibi, bunu a priori reddetmiştir. Günümüzde de kendilerini bir iktidara veya ideoloji teslim etmeyip kendi konforları için yaşayan insanlar iki noktayı gözden kaçırmaktadırlar. İlk olarak, iktidarın simgesi olarak devlet asla tarafsız değildir ve yanında olduğu tarafın çıkarlarını gözetmek için ‘oyunun kurallarını ‘ koyar. Bu ideolojidir ve günümüzde insanların özgür olduklarına inandırılışları bunun en ileri aşamasıdır. Nietzsche, devlet aygıtının öncül amacının devletin varlığının zorunlu olarak görünmesi, yani bireylerin devletsiz yapamayacaklarına inandırılması olduğunu söylemiştir. Bu ondan yüz yıl sonra, Althusser’ın otoritenin, tarihi, zorunluluğa dönüştürme gerekliliğiyle paralellik içindedir. Yani ideoloji, varlığını tek yol olarak sunar ve vazgeçilmez olduğunu kanıtlama gereği bile duymaz. İkinci nokta ise, varoluşçuların özgürlüğe en çok inanılan bu yüzyıllarda, ona yaptıkları ‘acıklı’ vurgudur. İnsan özgürdür, ancak bu onun inanılmaz bir sorumluluk taşımadığı demek değildir. Bunun nedeni, insan ne yaparsa yapsın, tümeli kapsayacak şekilde, herkese bir yol önermesidir. Sartre bunu evlenen bir çift örneği üzerinden açıklar. Bu çift kendi özgür kararları vermeleri yanı sıra, tüm insanlar için tekeşliliğin uygun yol olduğunu gösterirler. Tüketim toplumu ideolojisi ise somut (görünür) bir ‘büyük Öteki’ barındırmasa bile, bir anlamlandırmalar bütünü olan tüketimin kutsanmasına neden olmuştur. Baudrillard’ın deyimiyle ‘sadece tüketim tüm ideolojilerin yerine geçebilir’. Böylece insanlar kendi kararlarını verdiklerini sanırken, toplumsal çarkın dönmesi için bir araçtan öteye gidememişlerdir ve oluşturdukları kimlik toplumsal koşullarının ötesine geçemeyip , hızla tüketilen ‘fast-food’ gibi bir metadan öteye değer taşımamıştır.
Tüketimin bir ürünü olarak, günümüz siyaseti incelendiğinde, alt-yapı ve üst-yapının birbirlerine ne derece bağlı oldukları görülür. Medya tarafından belirlen ihtiyaçlar, siyasetin de magazinden ayrılması güçleşen bir alan olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Kitle iletişiminin bilgiyi ve kültürü iyice dışlamaları sonucunda ise, bireylerin kararları kör inançtan sıyrılamamıştır. Global bir tehdit olan terör bunun bir sonucudur. Varlığını, üretim biçimi, üretim ve toplum arasındaki uzlaşmaz çelişkiden doğan olumsuzlamalardan sağlayan kapitalizm ise bireye kimlik konusunda yeni alternatifler sunar gibi görünmekle beraber -insan hakları, hayvan hakları, çevrecilik- bunlar tüketim toplumunun ‘her şeyi deneme’ yasasının bir sonucudur. Bireye mutsuz olma hakkı tanımamakla beraber, ‘Bir de İsa’yı deneyin!’ gibi sloganlar bu kimliğin kör bir şekilde sarınılan ‘fun-morality’ ile birleşerek insanın kendisini tanımlamak için kullandığı her imgenin seçilme aşamasının, süpermarketten süt alırkenkinden farksız bir boyuta taşınmasına neden olur. Yani, tam anlamıyla sığ bir düzlemde varlıklarını sürdüren bu kimlikler, içerikleri bakımından -sanılanın aksine- toplumsal düzene, ideolojiye ve iktidara derinden bağlıdır.
Sonuç olarak, iktidar bireyi kendi birincil amacı için araç olarak kullanırken bu amacı tarihsel bağlamından koparıp, evrensel bir gereklilik olarak göstererek, kitleleri kendi hizmetkarı yapmaya çalışır. Toplumsala zincirle olan bireye ise, bu tuzağa düşmemek için kendi değerlerini yaratması gerektiği söylenir. Bu formül sayılı kişi için uygun olsa bile, otoriteye bağlılıktan alınan gizli keyifle sarhoş olan ve her türlü günahından bu yolla arınan bireye, yolunu değiştirmesi sonucu edineceği somut bir yarar gösterememesi üzerine, haz ilkesine dayanarak kurulmuş günümüz düzeninde, yüksek çapta bir ilgi çekmemektedir. Bunun nedeni, bireylerin kimliklerini iktidar sembolleriyle örtüştürmekten zevk almaları değil, kolaya ve konfora doğru giden en kısa yolun bu olduğu içindir. Dediğimiz gibi, bu yolu seçerek insanlar, en tehlikeli silahlarını, tanımadıkları bir güce teslim ederler ve toplumsalın altında ‘hiç kimsenin bilemeyeceği bir ölümle yitip giderler.’


Sinem Toy / Antalya Anadolu Lisesi
''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

İmkansızlığın Seçimi
Hayatlarımız birer sanat eseridir ve hayatlarımızın ustaları bizleriz. Fakat yaptığımız sanat eserinde yaşadığımız kapital dünyada ne kadar özgür olabiliriz ? insan davranışlarında , hayatında yaşamak istediklerine ve hatta düşünmede ne kadar özgürdür? Örgütlenmiş toplumlarımız bize yapabileceğimiz şeylerin listelerini veriyor ve bireyler buna itaat ediyor.. yaratıcılığımız bu yapılabilecekler listesinden çıktığında Nietzche'nin Ecco Homo'sunda yazdığı gibi zorunluluk olan toplum etiğini yaşayan bireyler tarafından çoğu zaman olumsuz karşılanıyor. Ve belki de yaşayabileceklerimize dair yaratıcılığımız bizi makyavelizm in sularına çekiyor ve yarattığımız benlik egoist veyahut en uç anlamıyla – zannımca – anarşist oluyor. Peki bütün bu durumlara bize sürükleyecek olan bauman ın bahsettiği ‘imkansız’ ne kadar imkanlıdır? Örneğin deneyler yapmak istediğimiz için bir insanı toplumdan alıkoymak istesek bu sizce de yaratıcı –iyi ve kötünün ötesinde- ve bir o kadar da imkansız değil midir? Yaşadığımız toplumların moraliteleri bizim bu denli yaratıcı olmamıza izin vermezler. Peki onların moralitelerinin iyi olarak tanımladığı yönde yaratıcılık göstermeyi denersek ?
Sanat eserimizi yaşarken ortaya çıkacak olan, nasıl bir toplumda yaşadığımızı sorgulayarak kendi farkındalığımızı yaratma ve bu toplumda ne yapmak istediğimizi belirleme sorunsalıdır. Bir insanın istediğini yapabildiği yer ve ideallerini veya düşüncelerini özgürce kurabildiği yer onun ütopyasıdır. Şuan yaşadığımız dünya ise bir bireyin isteyebileceklerini sınırlandırmaktadır. Eğitim görmek ‘iyi’ bir meslek edinmek bu dünyanın sınırlı olan isteyebilecekler listesine ulaşabilmemiz için neredeyse zorunlu bir yoldur günümüzde. Bunların yanı sıra yaşadığı örgütlenmiş bürokratik ve kapital dünyanın etik anlayışına uygun davranan ve bir aile kuran birey toplumun bize çizdiği ülküdür (idealdir). Fakat bu birey hayatını , değerlerini ve sanat eserinde kendi imkansızını sorgulamadığı sürece bir insan olamayacaktır yalnızca Nietzche'nin bahsettiği gibi bir insansı olarak kalacaktır. Sorgulamak istediğim kendi yaşamımızı –sanat yapıtımızı- ortaya çıkarırken karşılacağımız ilk sorunun toplumun bize doğduğumuz andan itibaren yedirmek istediği bakış açısını, bize sunulan her türlü dini, ahlaki, örfi ve yasal dayatmaları bir kenara koyarak kendi değerlerimizi yaratabilmemiz olacaktır. İnsan olabildiğince kendi benliğini, idea larını, moralitesini kendi yaratmalıdır hayatının başında.
Bir başka açıdan, karşılaşabileceğimiz bir sorun ise yapmak isteyeceklerimize – imkansızlarımıza- dair bir liste kurmayı reddettiğimizde ortaya çıkar. Karşımıza çıkacak olan gerçeklik Sartre'ın da hakkında yazdığı insanın özgürlüğe mahkum olduğu gerçeğidir. Varoluşun bize getirdiği özgürlük, toplumların moraliteleriyle bizim için ahlaki davranış zorunluluklarına dönüşür. Aslında bize getirilen bu özgürlük toplum ahlakının eseridir. Bizi sosyal rollerin oyuncuları haline getirir. Biz kendimize idealler kurmak istemesek bile toplum bizim için o idealleri çoktan kurmuştur . örneğin eğitimimiz zorunludur. Bunu iyi veya kötü olmasını kendi benliğimizde sorgulamamızın ötesinde toplumun yapısında eğitim görmüş birey iyi bir bireydir ve idealdir. Bunu biz belirlemedik ve bir birey olarak varolduğumuz için bu ideale uymak zorundayız. Bu somut bir özgürlük zorunluluğu örneğidir. Sartre'ın bize asıl bahsetmek istediği gibi benim de değinmek istediğim çoğu durumda kendi kararlarımızı vermek zorunluluğumuz ve buna rağmen yapmak istediğimize karar verdiğimiz bazı imkansızların toplum moralitesi tarafından banlanmasıdır. Ayrıca değinmek istediğim bir husus ise bütün bu durumlara rağmen, toplumda çoğu bireye sorduğumda -siz de sorabilirsiniz- ahlak kelimesinin onlara iyi şeyleri çağrıştırmasıdır. Etiği sorguladığımızda aslında onun topluma iyi olarak yedirilmiş zorunluluklar olduğunu görürüz. Toplumun ürettiği çoğu birey ise -tıpkı toplum ahlakının istediği gibi- ahlakı iyi olarak görür. Kapitalizm kendi imkansızlarını sorgulamayan ve sürekli tüketen bireyler yetiştirmiştir kendine ve istediği gibi kendi yarattığı ahlaka uyan bireyler.. bizim karşılaştığımız bir sorunsalda sınırlarımızı sorgulayarak genişletmektir ufkumuzu, onların aksine.
Toplumun ‘iyi’sinin (ideasının) farkında olup, toplumun yaşama sanatının kurallarıyla yapıtımızı kurmak istersek imkansızlarımızın hedonizme dayalı olanlarını gerçekleştirerek eudaimania yı (mutluluğu) elde edebilir miyiz? Bu durumda pragmatik bir birey, istediği hazları elde edebilir. İyiyi bu şekilde öznelleştirmek ve hazları amaç edinmek, onları elde ettiğinde kendi belirlediği imkansızları gerçekleştirmesi anlamına gelebilir. Lakin bu durumda ortaya çıkabilecek sorun toplumdaki bireylerin, hedonist bireyin kendi haz ve faydasını tek geçerli iyi kabul etmesinden (egoizminden) dolayı onu yalnız bırakabilirler. Halbuki bu durumda olacak olan, hazcı bireyin gerçek özgürlüğü bulmasıdır. Çünkü gerçek özgürlük insanın, toplumun ona yedirdiği sosyal rollere karşı çıktığında bulacağı yalnızlıktadır. Sorguladığı, kendi değerlerini ve benliğini yarattığı bu durumda yalnızlığı o insanın gerçekten var olduğunun ve özgür olduğunun ispatı değilse nedir?
Sonuç olarak birey, hayatını, benliğini, toplumun ona gösterdiği ahlakı sorgulayarak kendi istediklerini – hatta yapabileceği imkansızlarını- belirleyebilir veya aksi şekilde toplum moralitesinin ona sunduğu sosyal rollerin oyunculuğunu sorgulamadan üstlenebilir. Birey hayatı sorgulama özgürlüğüne sahip olduğu gibi, kendi tercihlerini yapma özgürlüğüne de sahiptir . Farkındalığını, istediklerini ve hayatını kendi oluşturacağı benliğiyle seçmesi ve eudamania yı bulması aslında yalnızca onun düşünme isteğindedir.


Hüma Kocaarslan / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi
" Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır. '' ( H. Arendt, Vies Politiques, 227- 228.)

İyi bir insan olmak ne demektir? Bugüne kadar iyilik birçok şekilde açıklanmıştır. Hegel kötülüğü ve iyiliği zıtlıklarından yararlanarak açıklamıştır. İyilik “kendinde (an sich)” ve “kendisi için (für sich)”dir, bütün belirlenimlerin özü, hakikat yasası ve dünyanın mutlak son amacıdır. İyi ve kötü karşılıklı birbirlerini gerektirir. Biri diğerini zorunlu kılar ve kendini diğeri aracılığıyla ilişkilendirir. İyi ve kötünün; diğerini, kendisinden bir başka olarak ayırmak ve diğerinin ortadan kaldırmasına bağlı olarak, kendisine dayanabilmesi için bizzat zorunluluk arz ettiğini söylemiştir. ‘’İnsanoğlu hiç de kötü yaratılmamıştır; ama hastalandığı gibi kötüleşir de.’’diyen Voltaire hiçbir insanın kötü yaratılmadığına inanmıştır. Ama insanın zamanla çirkinleşip kötüleştiğini savunmuştur. Çünkü kendini farkında olmaktan bir adım daha uzaklaşmıştır insan. Gün geçtikçe sorgulamamış, düşünmemiş, tartışmamış, çevresinden biraz daha uzaklaşmış…

Hannah Arendt ‘’İyinin düşmanı düşünce yokluğudur.’’ derken insanın sorgulamamasının gelişi güzel yaşayışının ona getirdiği kötülüğü anlatmaya çalışmıştır. O insan sadece kendisine de değil aynı zamanda çevresine de zararlı olmaya başlamaktadır. İyi olmak ister belki de insan, buna farkında olmakla başlaması gerektiğini bilir. Düşünmek ister, ama zordur. Çünkü öyle bir zaman gelir ki insan kendi sandığı bilgiyi bile inkar etmek zorunda kalır. Her ne kadar insan iyi olmaya çalışsa da onu bile yarım yapar. Nikos Kazancakis, ‘’Dünyayı bugünkü duruma getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım sevdalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!’’ demiş ve buradan insanın yarımlığını göstermiştir.

İnsan bugüne kadar iyilik yaparken bile kendini düşünmüştür. ‘’iyi olmak’’ kavramını kendisi için istemiştir. Her seferinde olduğu gibi yine bencilliğine yenik düşmüştür. Hatta bunu yaparken bir kere bile acaba dememiştir. Egoizim (bencillik) insanın yaratılışında vardır belki de ya da zamanla kazanılmış günahlarımızdan sadece biridir. Sürekli tartışma konusu olmuştur, sorgulanmıştır. Kötülüklerimiz bencilliğimize dayandırılmıştır zaman zaman. Egoizm kavramı nedir peki? Temsilcisi Thomas Hobbes’dir. Ona göre insanın hep ‘’ben sevgisiyle’’ hareket etmesidir. Freud sayesinde popüler kültüre girmiştir. Aristoteles toplumdaki insanları bencillikle suçlamıştır, bencil insanları yermiştir. Dante, İlahi Komedya adlı eserinde ben olgusunu ele almıştır ve bunu yedi büyük günahtan biri saymıştır. Küçük istisnalar dışında kötülüğün temellerinden biri olarak ele alınmıştır. Çünkü toplumda ‘’hepimiz sayesinde birimiz yaşar’’ düşüncesine inanılmıştır.
Başından beri hayatı bir yerden başlayıp bir yerde biten bir yol olarak görmüşüzdür. Her şeyin birbirini takip ettiğini, çoğu şeyin sabit olduğunu düşünmüşüzdür. Oysaki zamanın bile birbirini takip etmemektedir. Nasıl, niye denilebilir belki ama öyle bir şeyler yapılır ki geceden sonra sabah gelmez, ikindiden sonra da akşam olmaz. Yani zaman sizi değiştireceğine siz zamanı değiştirirsiniz. Tamamen ipler insanın elindedir ve her şeyin belirleyicisi de kendisidir. İnsan bunları yok sayarak kolaya kaçmış, her şeyi oluşuna bırakmıştır. Kendi hareketlerinden taviz vermemiş, bir kere de geri çekilip ‘’Ben ne yapıyorum?’’ dememiştir. Öyle bir hal almıştır ki insan kendi yarattığı çirkin düzen içerisinde kaybolup gitmiştir. ‘’Kirlenmiş bir nehirdir insan.’’ demiştir Nietzsche. Kirlendiğini bile bile devam edendir insan. Varoluşunu neden olduğunu hiç düşünmeden yaşayandır. Sartre varoluşçulukta insanın önceden tanımlanmamış bir varlık olduğunu savunmuştur. İnsanın yaşadıklarıyla kendi tanımını oluşturacağını söylemiştir. Tercihlerin hepsi kendisine aittir. ‘’Var olan her şey nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür. Kendimi geriye doğru verip gözlerimi kapıyorum. Ama o anda, imgeler kendilerini toparlayıp sıçrıyor ve gözlerimi varoluşla dolduruveriyorlar. Varoluş insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.’’ Demiş Jean Paul Sartre. Burada insanın nedensiz bir şekilde ortaya çıktığını ama zamanla bir amaç halini alması gerektiğini savunmuştur.

Bir amacı vardır insanın; bir varoluş sebebi... Farkında mıdır peki? Uğruna bir şey yapar mı? Sartre’e göre varoluş özden önce gelir ama Heidegger’e göre varoluşun özü kendinde saklıdır. Heidegger yaşadığımız dünyanın ortak ve zorunlu olduğunu savunmuştur. Bu ortak alan uğruna bir şeyler vermemiz gerekir. Bu kendi kişisel iyiliğimizden, başkalarına karşı olan iyiliğimizden daha önemlidir. Çünkü topluma karşı yapılan iyiliktir; bütünedir ve etkisi daha büyüktür. İnsan var olduğu günden itibaren yok olacağı günü beklerken aynı zamanda yok olacağı günden korkar. Ölüm korkusu işte, her şeyden kaçış sebebi insanın. Ölüm insan için bir hiç ve olumsuzluktur diğer basit korkuları gibi birer obje değildir. Bu korku ile yaşayamaz insan; yaşasa bile ona yaşam denilemez. Schiller’in de dediği gibi ‘’Ölümü göze almazsan yaşayamazsın.’’ Bu korku ile uzaklaşır insan yaptıklarından da yapabileceklerinden de. Erdemli bir insan olmaktan, yapabileceği düşünebileceği her şeyden kaçar. Oysa bilmez ki giderken arkasında güzel şeyler bıraksa, unutulmaz olarak da ya da olmayarak onun arkasından geleceklere birkaç şey kattığını bilse ne ölüm ne de başkaları korkutabilir onu. Herakleitos’un da dediği gibi ‘’Bir ölüm onurlu olursa en büyük ödülünü almış olur.’’ Bunu bilerek yaşamalı insan, bunu bilerek yaşatmalı kendisini.

Geçmişiyle, bugünüyle, geleceğe duyduğu endişeleriyle, önyargılarıyla, bencilliği ile yaşamamalı insan; yaşadıkça hem kendisine hem de çevresine kaybettirir. Bir günlük iyiliği ona yeterken, bırakabileceği güzel izleri kaybeder. ‘’Dünün üzüntüleri ve yarının endişeleriyle donatılmış bir kalpten, bugün için bir şey bekleme…’’ derken ne de doğru söylemiş Hannah Arent.


Hilâl Altun / Şavşat Ç.P.A.L
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)
- BURADA MISIN? -

Hadi, Arno Gruen' in söylemek istediğini kavramaya çalışalım. Aslında Aristoteles' in de demokrasi adına söyledikleriyle benzer nitelik taşır. Halk kendi gücüne varabilir veyahut bir canavar yaratabilir.''Neyin doğru olduğunu bilen, doğru olan şeyi yapacaktır.'' diyor Sokrates. Hadi burada halk kavramını azcık kenara koyalım ve bireye indirgeyelim. Peki şimdi ne olacak? İnsan, iktidar ve güçler... Ne kadar güçlüsün? İktidar ve o kişi kadar mı? Elbette ki o kadar güçlüsün ama ona dönüşmediğin sürece.

Uyan! Gregor... Böcek yerine kendini iktidarda bul. İnsanlığını kaybetmiş olmaz mısın? Yapma... Her 'insan' bilir güç ve yaptırım birbirine paralel olarak ilerlediğini. Bunu temellendirecek olursak en güçlü insanlar her zaman en baştadır ki hayat zaten bir bürokrasidir. Bunu bütün toplumlarda görebiliriz. En gelişmemiş olan toplumların dahi kabile reisi vardır. Bu en gelişmiş toplumda da farklı şekillerde görülür. Kan içmeyle toplumdaki gücünü gösteren gelişmemiş bazı kabileler modernleşir ve ünlü restoranlarda çok büyük paralara kan çorbalarını içerler. İçinde bulunduğumuz durum da işte buna benzerdir.

Tüketici toplumdan üretici topluma geçtiğimiz zaman bunun meyvelerini almaya başladık. Kast sistemini garipsemiş yada yadırgamış olsak dahi aslında en çok içinde olan bizleriz. İlla bir statü belirlememize de gerek kalmaz. Kendini onun gibi hissetmen yeter. Kastlar arası nikah, meslek - vb.- kurallar için illa onun ırkına yahut kastına mensup olman gerekmiyor. Öyle bir durum ki bu kendini onun yerine koyman yetiyor.

Benim yerime geç demiyor sana iktidar ama öyle güzel kokular ki bunlar gidiyorsun,gidiyorsun,gidiyorsun... Peki başka emriniz var mı efendimiz? '' Eyy, ademoğlu! Peki insaniyetin?'' diye vaaz verir gibi konuşuyor. Çarmıhını kendi sırtında taşıyan ademoğlu hemen cevap veriyor. '' Şehitler ölmez efendimiz. '' Güzel gözlüler de çok çabuk alışıyor alışamayacağı şeylere.

İktidar ve insan hep aynı yol ve ayrı arayışlarla bir arada yürürler. İktidara çiçek, peki ya sana? Sana da hizmet. Öyle güzel bilirler ki bağımlı olduğumuzu. İnsan etine olan düşkünlüklerini bir nebze dahi göremeyiz. Çünkü bizde efendimize bağımlıyızdır. Yavaş yavaş büyürüz, gelişiriz. Sadece büyür ve gelişiriz. Satır aralarına gizlenmiş şeyleri bir nebze olsun göremeyiz. Oysa basit bir Narcissus yatar içimizde. Sadece kendimize aşık olmayız birde bize benzeyen bir kişiye aşık oluruz. İşte o zaman bazı semboller belirir karşımızda bu sadece kırlarda insanların karşısına aniden çıkıp korkutan Pan değildir. Asıl korkutucu olan içimizde dolaşan diğer tanrılardır. Bütün söylediklerimiz ve yaptıklarımız ondan kaynaklıdır ama bu tanrıyı göremeyiz, dokunamayız ama aslında biz ve o biriz. Aynı hamurdan çıkmış küçük tanrılar. Hiçbir zaman yerini göremeden ve bilemeden içimizde olduğunu biliriz. İktidarı nesnel tanrı olarak ele alalım. Ksenofanes, '' İnsanlar, tanrıları kendilerine bakarak yarattı.'' diyordu. '' Ölümlüler, tanrılarının da kendi gibi doğduklarına, benzer giysileri, sesleri, biçimleri olduğuna inandılar. '' bunun düzenli bir şekilde ifadesidir. Demokrasinin iktidara getirdiği büyük çoğunluğu ifade eden güç de bunu güzel bir şekilde temsil eder. Birde buna dini karıştırdık mı işte o zaman Thor' un çekicini Jotunheinmen' in alıp kaçması gayet normaldir. Zeus' un yalan olduğuna bir şekilde inananlar ve yalanlayanlar modernize edilmiş dinlere kendilerini müthiş şekilde kaptırırlar. İnsanların zaaflarını, kusurlarını ve korkularını bilen iktidar da bunu çok güzel kullanır. İnsanların temelini kaydırmak bu kadar kolaydır. Bencillik duygusunun ağır bastığı bir toplumda iktidarın bunu kullanması ve insanlık adına bir şeyleri yok etmeleri de çok normal karşılanabilir. Kim kullanmaz ki zaafları, duyguları ve insaniyeti. Özellikle en üst kısımlar bunları kullanmayı öğrenip gelmiştir bu aşamaya. Zaten düzen ve ahlakın ağır bastığı siyasal rejimin olduğunu düşünmüyorum. Bir şeyleri konuşturmanın zamanı geldi. Dürüst olalım, iktidar, dinler ve tanrılar ben ölünceye kadar.

Evet efendimiz!
Bahçedeki yaprakları süpürdüm
Kediye sütünü verdim, işe geç gitmedim
Kirayı yatırdım, fazla içmedim
Balkabağımı parlattım efendimiz
Yılbaşında kabak tatlısı da yaparız
Hayır, şeytanım çatlamadı, çatlamıyor.
Islık çalmam ve parmaklarımı da hiç kıtlatmam
Yarın karlar erirse,
Yüzüm geçit verirse gülümserim birilerine
Peki gülümserim efendimiz
Başka emriniz?

( Didem Madak - Karşılıksız Hayat )


Hatice Nur Ağba / Çukurova Anadolu İmam Hatip Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

- UNUTTUK, HATIRLAYACAĞIZ, HATIRLAMAK ZORUNDAYIZ!-

İnsanlık tarihi insanlığa yakışmaması gereken, fakat maalesef ki artık yakışmaması için hiçbir sebep kalmamış "kara lekeler" ile dolu, her geçen gün de bunlara yenileri ekleniyor. Bunun sebebi de öyle çok karmaşık, anlaması güç bir şey değil.Düz bir mantık kurmak gerek sadece..."İnsanlıkta bir sorun varsa, İNSAN olmakla ilgili bir sorun var demektir."
İnsan olmak; en basit manasıyla diğer insanların da insan olduğunun farkına varabilmek, yani empati duygusunu hissedebilmektir. Empatiye "duygu" diyorum çünkü empati E.Stein'in de belirttiği gibi, önceden planlanmayan, tıpkı diğer duygular gibi o an hissedilen, başkasına öğretilemeyen bir kavramdır. İşte insanlığın, insan olmanın temeli olan bu duyguyu kaybediyor olması aslında başımıza gelen ve gelecek kötülüklerin en büyük nedenlerinden biridir. Empati dugusunun böylesine yitirilmesinin sebebi ise insanların - aslında yine kendi zayıflık ve yetersizliklerinden dolayı- bir otoriteye bağlanarak, bireysel dugu ve düşüncelerine zamanla yabancılaşmasıdır. Çünkü empati duygusunun temelini tamamen bireysel bir kavram olan "vicdan" oluşturmaktadır.
Günümüzde Orta Çağ Avrupası'nda değiliz ama anlaşılan o zihniyet pek de değişmemiş olacak ki birçok insan hala aklını ve vicdanını devlet otoritesine, bağlı oldukları cemaate veya siyasi oluşuma; ve hatta terör örgütüne emanet ediyor, edebiliyor. İşte bu da kendi aklını ve vicdanını kullanmaya cesaret edemeyen, günden güne daha da kendisine yabancılaşan,vicdanı körelen, empati duygusu yok olan, kısacası insanlığını yitiren toplumları oluşturuyor.Örneğin; herhangi bir siyasi partiye mensup bir kişi, başka bir partiye mensup kişiden sırf bu sebepten nefret edebiliyor. Bu durum, onların duygusal ve fikri yönden paylaşım yapmalarının önüne adeta bir set çekiyor.Maalesef ki bu bahsettiğim en basit örneklerden biri. Gelin bir de ülkemizdeki son hain saldırılardaki bir canlı bombayı ele alalım. Nasıl bir psikoloji bir "İNSAN" a bunu yaptırır, onu; diğer insanları düşünmekten bu kadar alıkoyar? İşte bu durumdaki birinin artık insan olmakla bir alakası kaldığını düşünmek oldukça güç. O artık sadece bağlı olduğu, insanlığın yüz karası terör örgütlerinden birinin varlığıyla var olan, terör örgütünün, terör örgütü olarak varlığını devam ettirmesinde bir piyon işlevi gören bir "insan(?)"dır.Yaptığı şeyin doğruluğunu veya sonuçlarını düşünmekten aciz, sırf yap denildiği için yapan bir insan(?)... Madem bu konuya girdik, devam edelim:- Zaten nereden tutsak elimizde kalıyor, insanlık olarak bir ayıbımız daha açığa çıkıyor.-Siyasetçilerin dillerine pelesenk olmuş "Terör dünyann neresinde olursa olsun insanlık suçudur." klişesine rağmen, fiili olarak bu yönde davranabilen ne kadar insan var? Brüksel'de , Paris'te patlamalar olduğunda yeri yerinden oynatan dünya basını, dünya siyasetçileri, hatta ve hatta dünya vatandaşları ülkemizdeki patlamalar olduğunda neden dut yemiş bülbüle döndüler? Çünkü empati duygusunu uzun zaman önce unuttular.
Empati o kadar ilginç bir duygu ki; zamanında Alman askerlerinin Arno Gruen 'in dediği gibi kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleştirip insan oluşlarının zeminini yitirmesi, bu sebepten dolayı bir Yahudiyi öldürürken veya işkence ederken "Ben ne yapıyorum" diye sormak yerine "Ben ülkeme hizmet ediyorum" demesi insanlığın kara lekelerinden olan Yahudi katliamını, Auschwitzi beraberinde getirmiştir.Fakat gelin görün ki sırf bu yüzden dahi karşısındakini daha iyi anlaması gereken Yahudiler, bugün Nazilerle aynı konuma gelmiş ve yıllardır Müslümanları katletmişlerdir. Şu an İsrail askerleri tıpkı o nefret ettikleri Alman askerleri gibi davranmaktadır. İşte bu da A.Gruen'in bahsettiği, insanlık olarak içinde bulunduğumuz kısır döngüyü gözler önüne serer nitelikte.
Geçmişin kara lekelerini silemeyiz belki fakat en azından insanlık olarak gelecekte de bunlara yenilerinin eklenmesini engelleyebiliriz.Bu noktada Anadolu düşünürlerimiz bizim için en güzel örnekler...Yunus Emre gibi yaratılanı Yaradan'dan ötürü sevebilmeli, Mevlana Celaleddin Rumi gibi "Gel, ne olursan ol yine gel." diyebilmeli, kendi aklımızla düşünüp, kendi vicdanımıza kulak verebilmeliyiz. Hani şu siyahların oturamadığı bank var ya; işte o banktan bir beyaz olarak da en az bir siyah kadar nefret edebilmeliyiz. Dini, dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, görüşü, mezhebi ne olursa olsun sırf "insan" olduğu için tüm insanlığı kucaklayabilmeliyiz. Hem belki birilerine fiili olarak empati kurmayı öğretemesek de, empatiyi onlara hatırlatabilir, kendimizce Sokrates'lik yapabiriz. Sonuçta bir insan olarak hepimiz biliyorduk empatiyi; sadece koşullar bize bunu unutturdu. O zaman en kısa zamanda insanı insan yapan bu duguyu hatırlamamız, hatırlatmamız, şu içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamız dileğiyle...


Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji Vakfı Özel Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

İKTİDAR - İNSAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE

“O bir avcı değil. Bize hiç et bulamazdı o. Sınıf temsilcisi de değildi okulda. Nereden çıktığını bilmiyoruz onun.” (Sineklerin Tanrısı, Golding, 154)

Golding’in her türlü otoriteden uzak bir adada, bir grup öğrencinin hayatta kalma ve yeni bir düzen tesis etme çabalarını anlattığı kitabı “Sineklerin Tanrısı”ndan alınan bu alıntı, liderlik tartışmaları sırasında bir çocuğun ağzından dökülür. Ne yani, lider olmak için avlanıyor olmak şart mıdır yahut sınıf temsilcisi olmak mı gerekir? Tabi ki de bugün açıktan açığa bunlar haykırılmıyor olsa da egemenlik ve iktidar kavramları söz konusu ise modern toplumların avlanmak veya sınıf temsilciliği yerine koyduğu birtakım sembol ve ögelere sahip olmanın zorunluluğu hissedilir. Ancak söz konusu eğer her türlü denetim ve otoriteden uzak bir grup çocuk ise bunların açıktan açığa söylenmesinde bir sakınca yoktur keza bulunanlardan hiçbiri kendini ve isteklerini maskeleme ihtiyacı duymamıştır. Öteyandan, günümüz toplumlarında ve günümüz siyasetinde, egemenliğin sarsılması ve iktidarın eleştirilmesinden duyulan korku, bu tip primitif dürtü ve duyguların bazı semboller ile maskelenmesini bir nevi zorunlu kılmıştır. Şöyle ya da böyle, eğer söz konusu insan ve iktidar ise iktidar, canlı bir varlık olarak ele alınmalıdır. Tıpkı bir insanın sahip olduğu en kuvvetli dürtü olan hayatta kalma dürtüsü gibi bir iktidarın da temeline inildiğine, orada dizginlenmesi çok güç olan bir süreklilik dürtüsü ile karşılaşılır. Bu süreklilik dürtüsü, iktidarın varlığını daim kılabilmesi adına sahip olduğu ve hükmettiği bütün organlarca sorgulanmadan benimsenir hale gelen bir dürtüdür. Öyle ki iktidarın hükmüne giren insanlar, bir süre sonra kendi benlikleri gibi iktidarın varlığını da savunma gayretinde bulunurlar. Bu gayret, bugün ancak bazı semboller aracılığıyla yürütülebilmektedir. Şöyle ki, nasıl ıssız bir adada bir grup çocuk iktidarı sınıf temsilciliğiyle, avlanma ve karın doyurmayla özdeşleştiriyor ve bu dürtülerini besleyen kimseye iktidarı atfetmek istiyorlarsa günümüz modern insanı da aynı şekilde kendi benliğini özdeşleştirdiği bir takım semboller ve ideolojiler aracılığıyla kendi bağımsız iradesinin bir kısmını iktidara devrederek güvenlik ve aidiyet duygusu temin eder, bu yol ile kendi varlıklarını sürdürmeyi garantilemiş olduklarını hissederler. Bu hissiyat, bilinç dahilinde gerçekleşen bir hissiyat değildir çünkü binlerce yıllık birikim ve tecrübenin verdiği bir önlemle artık kontrol dışı bir reflekse dönüşmüştür. Bu hissi duydukları anda da, artık kendilerini, iktidarın varlığına bağımlı hissederek iktidarın devamlılığı için çaba sarfeden bireylere dönüşürler.

Bu, bana soracak olursanız Hobbes’un devlet modelini andıran bir yapıya sahiptir. Ona göre nasıl devleti oluşturan toplum, kendi güvenliği için bir takım özgürlüklerini devlete devrederek kendini koruma altına alıyorsa, iktidarı meydana getiren zümre (iktidarı yalnızca siyasetçilerin oluşturduğu bir yapı olarak görmek yanlıştır, iktidar, kendisini destekleyen toplumsal zümrenin de katılımıyla var olmuş bürokratik bir yapıdır) de kendi özgürlüklerinin bir kısmını iktidara devrederek kendini güvenlik ve aidiyet (bunlara insanın temel dürtülerinden ikisi demekte bir sakınca görmüyorum) içinde hisseder; bunun da ötesinde, birliktelik duygusunun ve bir iradeye teslim olmanın rahatlığını bir dayanak olarak görür. Böylece, özgürlükleri halihazırda bir çok unsur tarafından kısıtlandırılmış olan birey, belirli bir ideolojinin boyunduruğu altına girmiş olur. “İyi bir şeyler elde etmek istiyorsak bir şeyler feda etmeliyiz.” mantığının doğrulandığını söyleyebilirim. Çünkü insanlar, bahsettiğimiz kaygılarını güvence altına alırken aslında kendilerini tek bir kalıba –iktidarın dayattığı kalıba- sokmayı da bu anlaşmyla kabul ederler. Öyleki artık kendi güvenceleri demek, iktidarın varlığı demektir ve onlar da kendilerini korumanın gereğini yaparlar, iktidarın devamlılığını sağlamaya çalışırlar. Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Bu boyunduruk altında yetişen ve bu ideolojilerin dayattıklarıyla gelişen bireyler de bulundukları durumdan daha iyisini düşünemediklerinden ötürü sistemin devamlılığı için potansiyel kazançlar haline gelirler. Böylece sistem, içinden çıkılması güç bir kısır döngüye girmiş olur. Çünkü insanların gözünde artık iradelerini bir üst iradeye devretmek doğal ve normal olan bir durum halini alır. Böylece birey, insan olmanın temelinden uzaklaşarak özgür düşünme, üretme, tasarlama yetisini kaybeder.

Orwell, 1984 adlı yapıtında şöyle der : “Parti, iktidarı kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. Parti iktidarda olmak istiyordu çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri taradından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardır.”. Bu, aslında bir manipülasyon tekniğidir de aynı zamanda, “Parti, iktidarı kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için ister.”. Çünkü çoğunluğun ilkel dürtülerinden ilham alan bir iktidarın çoğunluğun iyiliğini istediğini iddia etmek, partinin bunu kendi iyiliği için yapmadığını iddia etmek kadar saçmadır. Çünkü belirtilen durumda artık insan yoktur, insanların ortak iradesinden oluşan ve yine insanların ortak iradesini yönlendiren bir erk vardır. Bu erk, sürekliliğini garantilemek adına her yola başvurabileceğinden aslında bilinçli/bilinçsiz bir teslimiyetin sonunda meydana gelen ve sonunda iktidarın kendisi hariç onu meydana getirmiş tüm bireylere zarar veren bir yapı haline dönüşür. İşte, Arna Gruen’in bahsettiği kısır döngü de budur.
Peki, insanların kendilerini güvence altına almak adına kimliklerini özdeşleştirerek iradelerinin bir kısmını teslim ettikleri bu semboller nedir? Bu semboller, gerek bilinçaltını uyaran gerekse çağın eğilimlerine göre uzmanca belirlenen ideolojik unsurlardır. Ancak burada daha önemli olan soru, insanların bu durum karşısında kendi iradesini koruyup koruyamayacağıdır. Bu noktada şunu söylemekte fayda var ki aslında kimliklerini bu sembollerle özdeşleştirerek irade kaybına uğrayan bireyler, aslında özgür düşünebilme ve bağımsızlık bilincinin eksik olduğu, zayıf karakterlerdir. Kolay manipüle edilebilen bu karakterler, primitif dürtüleri ile hareket etmekten vazgeçememişlerdir ve sağlamlaşan iktidarların da ilgi odağı olmuşlardır. La Boetie’nin ortaya attığı Gönüllü Kulluk kavramına benzer şekilde bilinçli bir teslimiyet içine kolayca girebilirler ve bu sistemin devamlılığını sağlamak için adaydırlar. Çünkü ortaya koydukları kimliğin sönüklüğü, kendilerini sürünün peşinden gitme ihtiyacına götürür.

Özellikle kapitalizmin ve turbo kapitalizmin sonrasında ortaya çıkan “sürünün peşinden gitme” ihtiyacının etkili olduğu bu şekillenmede semboller, tek tip insan yaratırcasına özleri değiştirmeye başlar. Yani Sartre’ın ortaya sürdüğü “İnsan kendi özünü kendi şekillendirir.” fikri artık yavaş yavaş etkisini kaybederken, “İnsanlar bir araya gelerek iktidarı şekillendirir ve sınırları belirlenen iktidar, kendisini var edenlerden bağımsız olarak onları şekillendirir.” haline dönüşmüştür. Böylelikle, Arno Gruen’in dediği gibi “Bir başka tehlikeyi de vicdanın yerini görevin, kimliğin yerini de iktidarka özdeşleşmenin aldığı ‘bürokratik kişilik’ oluşturur”. Bu da demek oluyor ki kendi kişiliğini kaybeden insanlar, iktidarın uzvu haline gelerek koskoca bir yapının tek tip parçaları haline gelirler. Yani bir manada, insanların iradelerinin sömürüsünden beslenmeye başlayan iktidar, adeta Fordizm’in siyasi yansıması şeklinde bir tip seri üretim fabrikası halini alır. Bu sorunun çözümün de ancak demokrasi ve özgürlük bilincinin eğitilmesiyle olabileceğini düşünenlerdenim.

Yani, "Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar." demekle Arno Gruen, iktidarın –yani benim görüşüme göre kollektif bir idare oluşumunun-, kendisini bu iktidar ve iktidarın ideolojik sembolleriyle özdeşleştiren bireylerin iradesinden beslendiğini, insanların iradelerinin bir kısmını bir üst akıl olarak iktidara devretmeleriyle var olan bir yapı olduğunu, lakin bu yapının tüm bu koalitif iradeden bağımsız şekilde kendisini var eden iradeleri tek bir öze indirgeme çabasında olduğunu, ve bu özün, iktidarın kendi kalıbı olduğunu; öte bir deyişle aslında soyut bir varlık iktidarın amacının kendisini, kendi kalıbına soktuğu insanlar aracılığıyla somutlaştırma olduğunu; bu esnada da kendisini var eden bireylerin bir takım dürtülerinin doyurulmasına yönelik davranmasının ve bireyler tarafından özdeşleştirilerek benimsenmenin bir sonucu olarak bireylerin, iktidarın varlığını sürdürme ve koruma çabasında olduklarını anlatmaktadır. Evet, yerinde olduğunu düşündüğüm bir örnek oldu: iktidar, ayaklı iktidarcıklar oluşturarak kendini somutlaştırmakta, etten kemikten bir yapıya büründürmektedir. Böylece birey, kendisini korumakla iktidarı korumak arasında bir fark görmediğinden iktidarın sürekliliği için insani temellerinden, özgür iradeden vaz geçmek pahasına olağanüstü bir çaba göstermektedir. Demokrat Parti’nin “Yeter söz milletin!” sloganıyla ve halkı önemseyen fikri semboller yardımıyla halka aşıladığı güven duygusunun getirdiği başarı da bu örneği somutlaştırmıyor mu? O kadar uzağa gitmeye gerek yok diyenlerdenseniz, zaten sokağa çıksak göreceğiz ki dünyada iktidar, kendisini ayaklı iktidarcıklara dönüştürme işini de ustalıkla becerir hale geldi çoktan.


Ahmet Berke Duman / Meram Fen Lisesi
“Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleşmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminini yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısır döngü başlar.” Empatinin Yitimi, Arno Gruen (S. 14)

Sosyal psikoloji kimlik kavramının tanımını kabaca şöyle yapar: ''Kimlik, bireyin kendisini toplum içinde nasıl gördüğü ve toplumun, bireyi toplumu oluşturan bir unsur olarak nasıl gördüğüdür''. ''Kimlik nedir?'' sorusu ile bilimsel manada en çok uğraşan iki bilim dalı sosyoloji ve psikolojidir. Sosyoloji kimliği toplum gözüyle incelerken psikoloji bireyi kendi gözünden inceler. İkisi de kimliği siyasi, ekonomik, kültürel kimlik gibi özelleşmiş parçalara ayırarak incelemek zorunluluğundadır. Zorunluluk olmasının dışında hem incelemenin yapılmasını isteyen devletler, kurumlar için hem de incelemeyi yapacak bilim insanları için bu bir ihtiyaçtır. Bireylerin kimliğini oluşturan pek çok etken vardır ve bu etkenler tek veya birkaç kalıba indirilemeyecek kadar fazladır. Bu yüzden incelemeler bireylerin kendi kimliklerini tanımlamakta en çok kullandıkları bazı kimliklerde yoğunlaşmıştır.Bu yoğunlaşmanın yaşandığı kimlikler aynı zamanda iktidar ile bizatihi ilgili olan kimliklerdir.Bunlar siyasi, ekonomik, etnik ve dini kimlikler olmak üzere dört temel başlığa indirgenebilir.
Peki ya iktidarlar kimlik konusunda kendilerini nasıl konuşlandırır? Tarih şeridini incelediğimizde ayrı ayrı her türden kimliği yansıtan iktidarlar kurulmuştur, yıkılmıştır, yerlerine başka bir kurgudan gelme yeni iktidarlar gelmiştir. Örnek vermek gerekirse etnik iktidar deyince hiç şüphesiz akla ilk gelen iktidar pratikleri yirminci yüzyılın ortasına doğru kendini gösteren Hitler'in Nazi Almanya'sı ile Mussolini'nin faşist İtalya'sıdır. Başka bir temel kimlik olan dini kimlik üstüne inşa edilen iktidar yapılanmaları ise bilinen tarihin her noktasında karşımıza çıkmaktadır. Siyasi-ekonomik iktidar yapılanması ise etnik-dini yapılanmaların kusurlarını ortaya koyduğu ve bunların yarattığı çelişkiler sonucunda ideal olan bir modele ulaşma iddiasındaki Sovyetler Birliği'nde görülür. Dini kimlikler üzerinden oluşturulan iktidarların dışına çıkarak gelişen siyasi, ekonomik, etnik temelli yapılanmalar tarih sahnesine son birkaç yüzyılda ancak adım atabilmiştir. Bunun sebebi binlerce yıllık dini statu quo'nun kimlik konusunda kendisi dışındaki anlayışları geçilmez duvarlar örerek uzakta tutmayı başarmasıdır. Bu duvarları da bizzat varoluşunu iktidara dayayan insanlara ördürmüştür.
Bu iktidar yapılanmalarının kendilerini yaşatacak bazı semboller bulması elbette doğaldır.Davut Yıldızı, Gamalı Haç, Hilal... Bu semboller iktidarı kuran yapıların kitleleri diri tutmak ve yeri geldiğinde mobilize etmek adına kullandıkları araçlardır. Herhangi bir sembole sahip olmadan kurulup yaşatılabilmiş bir iktidar düşünülemez. Kitlelerde bu sembolleri benimsemeye ve korumaya oldukça müsait olmuşlardır ve uzun bir süre daha olacaklardır. Büyük muharebelerde sancaktarlık yapan bireylerin kahramanlıkları o muharebenin diğer bütün unsurlarının önüne geçebilir veya on yedi kez yaralanmasına rağmen ölümüne kadar savaşlara katılan Nicolas Chauvin'in öyküsü günümüze ahmaklık olarak değil yurtseverlik olarak gelebilir.
Birey kendi varoluşunu bir dine, bir bayrağa, bir partiye bağlayabilir. Bu bağlanma öyle bir noktaya gelir ki birey bağlandığı unsurun yitiminin kendi yitimi anlamına geleceği konusunda saplantılara kapılır ve kendi hayatı pahasına dahi savunuculuğa geçer. İşte böyle bir durumda bireyin kendi bilinci başta olmak üzere bireyi birey yapan her türlü şey artık var olan iktidar yapılanmasının malı haline gelir.
Michael Foucault iktidar-kimlik-birey üçlüsünü ilgilendiren ''Ben iktidar teorisyeni değilim... Kendiliğin kendilik üzerine düşünümünün tesis ediliş biçimi ve bununla bağıntılı olan hakikat söylemi üzerine çalışıyorum'' derken bize iktidarın, kendisinin de demiş olduğu gibi hangi temelde oluşmasını bütün halinde açıklamaktan ziyade; iktidarın bireyi kendi kimliğini oluşturmasını sağlayacak hakikatler üzerinde düşünebilmesini sağlamakla sorumlu görmüştür. Focault bunu derken toplumsal sistemi oluşturan statu quo'nın duvarlarında gedikler açılacağını bilmektedir. Aynı şekilde yapılanmalarını güçlendirerek korumak zorunda olan iktidarların buna kolayca izin vermeyeceğini de bilmektedir. Zaten bu izin vermeyiş de toplumsal sistemin devamlılığını sağlar.
İyice budanmış, sıkı sıkıya kontrol edilen eğitim sistemi ve bu sistemin ürünü olan toplumun kültür havzasında yetişen birey bu sistem içinde öğretmen, gazeteci, bilim adamı olabilir hatta siyasi basamakların en üstüne tırmanabilir. Fakat sistem içi bu başarılardan sonra yine kendisi gibi belirli kalıpların içine hapsedilmiş bireyler oluşması için çalışır. Bu çalışma ile de sistemin sürekliliğini sağlar. Süreklililiği sağlayan birey ne kadar bilgili olursa ne kadar hakikat yanlısı olursa olsun aslında sahip olduğu hiçbir şeydir. Çünkü sahip olduğu kırpılmış, silinmiş, atlanmış bilgidir, hakikattir. Theodor Adorno ''Bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hakikatle de ilgilidir. Çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun geçersizdir '' diyerek bir konuda daha bireyleri uyarır. Bilgi, hakikat konusunda bulunduğunuz mertebe yerel ve küresel hegemonyaya hizmet etmiyorsa toplum için hegemonların engellemesiyle asla geçerli hale getirttirilmeyecektir.
Bu durumda ''Hakikatı bulmak, kimlikleri kırmak ve iktidar yapılanmasını en doğru temelde yeniden oluşturmak isteyen biri ne yapmalıdır ?'' sorusu çok önemli bir hale gelmektedir. Cemil Meriç, Taine'den bahsederken ''Taine 12 ciltlik 'Çağdaş Fransa'nın Kaynakları' adlı eserini 'Fransa'yı Fransa yapan sosyal kuvvetler nelerdir ?' sualine cevap vermek için yazar'' der. Biz artık yirmi birinci yüzyılda bu soruyu ''Bireyi birey yapan sosyal kuvvetler nelerdir? '' olarak revize ederek sormalı ve bu sorunun cevaplanmasını psikoloji, sosyoloji gibi beşeri bilimlerin tekelinden çıkararak bütün bir insanlık için ödev haline getirmeliyiz. Bu ödev sonucunda bireyler ilk defa liberal kavramlandırmaların dışına çıkarak gerçekten bir birey haline gelecektirler. İşte bu sayede kimlikler daha da çeşitlenecek ve bu çeşitlenme kimlikler üzerinden iktidar sağlamayı olanaksız hale getirecektir. Bireyler yeniden insan oluşlarının gereklerine dönebilecek ve kısır döngüyü kıracaktır. 


Can Okan / Emlakbank Süleyman Demirel Anadolu Lisesi

''Farkında olalım ya da olmayalım, hoşumuza gitsin veya gitmesin, yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmek için, tıpkı herhangi bir sanatın ustası gibi, kendimize -en azından ortaya konduklari anda- açıkça karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerekir. İmkansız olanı denememiz gerekir.'' Z. Bauman - Yaşama Sanati s.35

Farkında olalım ya da olmayalım,hoşumuza gitsin veya gitmesin,yaşamlarımız sanat yapıtıdır. Bauman'ın bu ilk cümlesinde yaşamlarımızın bir sanat yapıtı olarak değerlendirilmesinde ilahi bir kavramın yapıtı, eseri mi yoksa yaşamlarımız kendi eserlerimiz mi ? Sorusunu kendime sordum. Yaşamlarımız aslında kimin eseridir ? Sorusu daha yerinde olur aslında. Eğer kendi kendimizin eseri değilsek yaşama sanatı dediğimiz şey bize ne ifade etmelidir ? Kendi kendimizin eseri olmadığımız durumunu inceleyelim. Şahsen bu fikir bana hitap etmez. Sartre gibi bireyin kökten özgürlüğünü savunmak bana hep doğru hissettirmiştir fakat ikinci durumumuz yani kendi kendimizin eseri isek eserlerimizi yani yaşamlarımızı nasıl yaratmalıyız nasıl değerlendirmeliyiz ? Daha doğrusu kendimizi neye adamalıyız ? Değer yargılarımız tam da bu noktada devreye giriyor sanırım. Görünen o ki sorular soruları doğuruyor. Bauman'ın alıntısının yapıldığı kitabında şunu diyor: ' Mutluluğu ararken, kader dediğimiz şeyin ağlarında debelenen bir piyondan mı ibaretiz yoksa seçimlerimiz sayesinde kendi yaşamlarımızı yaratan sanatçılar mıyız ? Bauman' da bizim gibi bu iki ilginç ve hakkında düşünülmesi gereken durumlar arasında kalmışa benziyor. Bu iki durumun ortak noktası özgür irade de çatışıyor. Eğer özgür irademiz varsa kendi kendimizin eserleri yani kendi yaşamlarımızı 'yaratan' sanatçılar olmuş oluruz ki bu durum da önceden değindiğimiz gibi sanatçı olarak bizim ne yapmamız gerektiği sorusunu doğurmuş oluyor. Eğer özgür irademiz yoksa debelenen piyonlar olmuş oluyoruz. İki durum da zor bir çıkmaz. Özgür iradenin var olup olmadığı sorusu felsefeyi uzun zamandır meşgul etmiştir ama biz Bauman'ın kabul ettiğini edelim yani yaşamlarımızın sanat eseri olduğu gerçeğini.
Yaşamlarımızı yaşama sanatının gerektirdiği gibi sürdürmemiz gerektiğini ve karşı konması güç olan sorunlar belirlememiz gerektiği fikri ortaya çıkıyor. Çoğu insan sorunlar belirleme fikrine sıcak bakmaz hatta sorunlar kendimizin belirlediği değil bizden bağımsız bizi engelleyen şeyler olarak görülür. Ama burada ise sorunlar belirlememizi,yaratmamızı hatta açıkça karşı konulması güç olanları belirlememiz gerektiğine nasıl yaklaşılmalı ? Bauman bunun her sanat ustasının yapacağını da belirtiyor aynı zamanda. Sanatçı benim gözümde meraklı bir çocuktur. Meraklı çocuğun merakı, keşfetme duygusu tarif edilemeyecek bir düzeyde olmasına karşın merak ettiği şeyi kurcalamak, özümsemek, onla oynamak ister ve hatta bunu hepimizi imrendirecek bir mutlulukla yapar. Böylelikle Bauman'ın sanat ustası ile meraklı çocuğu uzlaştırmak gerekirse eğer sorunlar belirlemenin aslında içimizdeki meraklı çocuğu yaşatma anlamına gelebilir çünkü sorunlar çözülmeyi bekler bu uğraş demektir tıpkı meraklı çocuğun merakını giderebilmesinin tek yolunun uğraş olması gibi. Öyleyse belirlememiz gereken sorunları, sorunlar olarak bakmak yerine çözümlenmesi, uğraş verilmesi gereken şeyler olarak bakabiliriz. Sanatçı kişilerin, toplumların korktuğu, kaçındığı şeyler üzerinde durma cesaretine sahip olmalıdır perdeyi aralamak, ne olduğunu irdelemek ister meraklı çocuk gibi eğer bunlar yoksa bunları kendi kendine yaratmalıdır ve tam olarak da denilmek istenen budur. Karşı konması güç olan sorunlar belirlemek. Tıpkı Schiller'ın sanat-oyun ilişkisi gibi ''İnsan oynadığı sürece tam insandır'' der Schiller. Karşı konulması güç olan sorunlar belirlemek ve onları çözme uğraşına girmenin kendisi bir oyuna dönüşmüş olur.
İmkansız olanı denememiz gerekir.
İmkansızdan bahsettiğimizde aslında neyden bahsetmiş oluyoruz ? Kendi yaşamlarımızın sanat yapıtı olduğunu düşünürsek ve sanatçı olarak ortaya problem koymamız gerektiğini de bilirsek bu bize imkansızı deneme cesaretini verir mi ? İmkansızı sırf imkansız olduğu için mi denemeliyiz yoksa deneme sürecimizdeki mücadelenin, uğraşın getirdiği hazdan, o başarma olasılığını düşünürken ki hissettiğimiz duyguyu tatmak için mi imkansızı denemeliyiz ? Denememiz kendimizi var etme çabamızın kabullenişi anlamına mı gelir ? İmkansız zaten imkanı olmayan şey olduğu için bunu denemek ilk başta saçma gelebilir ama bence yaşama sanatında demek istenilen şey imkansıza imkansız demeden denemenin yarattığı şeydir. Tıpkı kendi yaşamlarımızı yaratan sanatçılar olarak yarattığımız şeyin kendisi gibi. Bu 'şeyler' yaşamı anlamlandırmaya giden yoldaki taşlardır.
Böylelikle hepimiz yaşamlarımızı yaratırken zor sorunlar seçmeli onları çözmeye çalışmanın verdiği duygunun değerini bilmeli ve ona sahip olmalı aynı zamanda imkansızı denemeliyiz. Belirlemek,denemek ve yaratmak arasındaki bağlamlarda birey veya toplum yaşama sanatının güzelliğine ve zorluğuna tam anlamıyla ulaşabilir.

28 Nisan 2016 Perşembe

DüşünYaz 3 Birinci Adım İlk 10 Yazı



Ezgi Karayel / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi
"(İnsan ahlaki bir varlıktır) ifadesi, yalnızca insanın ahlaki davranabildiğini anlatır, yoksa sadece onun ahlaki bir muameleyi hakettiğini değil. Ahlaki eylemde bulunmak insana özgü olsa da, ahlak-dışı bir muameleyi hak eden hiçbir canlı yoktur. Birinin bir kediye işkence etmesi, yalnızca canilikle açıklanamaz, yaptığı, bir insana eziyet etmesi kadar ahlak dışıdır."Yavuz Adugit -Şeyler ve Insanlar syf. 131
“İnsan ahlaki bir varlıktır” ifadesi alıntıda incelenen yönünden çok daha temel bir noktadan ele alınmalıdır ve bu nedenle bu yazıda öncelikle insanın sahip olduğu ahlaki değer ithafının doğruluğu sorgulanacaktır, ancak bu ifadenin kanıtlanmasının ardından alıntıdaki diğer unsurlar sorgulanabilir. İnsanın “ahlaki” boyutuna yönelik bu ön kabul göz önünde bulundurulduğunda bahsedilen bu ‘ahlaki olma’ durumunun kriteri ne olmalıdır? –Soruda kullanılan meli/malı kalıbı ahlak felsefesinin normatif bir felsefe dalı olmasından ve bu yazının konuya doğal değil normatif bir açıdan yaklaşacağından dolayı yazı boyunca kullanılacaktır.- Öte yandan insanın ahlaki olduğu kabul edildiği taktirde, insanın ahlak-dışı muameleyi hak edip etmediği tartışılmalıdır. Hak kavramı bu noktada ne ifade eder? Hak ve ahlak arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir? Son olarak, insan-hayvan ayırımı noktasında ahlak ve hak kavramlarının sadece insana mı yoksa aynı şekilde hayvana ve hatta dünyaya ait kavramlar olup olmadığı açıklanacaktır.

Öncelikle, insanın ahlaki bir varlık olması yönündeki görüşler Kant’ın ödev ahlakı ile açıklanabilir. Kant ödev ahlakında insanın herhangi bir şey kendi içsel değerinden ötürü değil bir ödev kaygısı içerisinde yapmasının o aksiyona ahlaki bir değer katacağını savunur. Örnek olarak, bir insanın içinde kıskançlık duygusu barındırmıyor olması ve sonucunda kimseye bu yönde bir eğilimle yaklaşmıyor olması durumu, o insanı ahlaki yapmaz, fakat kıskançlık gibi duyguları barındırıyor olmasına karşın insanlara ödevine duyduğu saygıdan ötürü kıskanç davranmıyor olması o insanı ahlaki yapan değerdir. Ödev Kant’ın tanımında yasaya karşı saygıdan dolayı yapılan davranışlardır ve yasayı oluşturan ögeler ise yine Kant’ın evrensel yasa kavramı ile ilintilidir. Bu noktada, bir eylemin ahlaki olarak kabul edilmesi için onun herkes tarafından yapıldığı koşulda kendi değeri ile bir çelişki yaratmaması gerekmektedir. Yavuz Adugit’in Şeyler ve İnsanlar adlı kitabında bahsedilen duruma geri dönüldüğünde bir insanın bir kediye işkence etmesi onun ahlaki bir davranış göstermediğini çünkü ödevine karşı geldiği sonucunu verir. Aynı örnek evrensel yasa kuralına uygulandığında yani, herkesin kedileri öldürdüğü bir evrende hiç kedi kalmayacağından ve bu durumun kedi öldürme eylemi ile bir çelişki yaratacağından, çünkü öldürecek kedi kalmamış olacaktır, bu eylem ahlaki olarak kabul edilmez. Yani, insanın ahlaki bir varlık oluşu insanın ödevine ne kadar bağlı hareket ettiğine bağlıdır.

Ödev ahlakının insanın ahlaki değeri anlamında temel olarak ele alınması ahlak felsefesini Epiküros gibi haz, acı ve mutluluk gibi sübjektif kavramlar üzerinden tanımlamak veya Sartre gibi bütünüyle ahlak kavramına karşı çıkması noktasında alıntıda yer verilen örneğe bir çözüm arayışında ya da açıklama çabasında yeterli olamamasından ötürüdür. Ahlak felsefesi gibi normatif felsefe dalları gereklilik kipi üzerine kurulmuş olmanın ötesine gidemeyecek olsalar da işlevsellik ve açıklanabilirlik açısından değerlendirildiğinde tartışılmaya gereksinim duyulan bir alandır. Bu noktadan yola çıkarak insanın ahlaki varlığının kanıtlanabilirlik noktasından öte, açıklanabilir ve sonucunda işlevsel bir boyutta ele alınması gerektiğine varılır. İşlevsellik ile kasıt bu durumda yararcı bir bakış açısından değil daha çok ahlaki olana ve yasaya saygı sonucu oluşan eylem boyutunda ele alınmalıdır. Sonuç olarak insan ödev ahlakına uygun davrandığı noktada ahlaki kabul edilir bunun nedeni olarak ise bu bakış açısının meli/malı kullanımının doğurduğu belirsizlikten uzak ve aynı zamanda tümden bir itiraz sonucunda oluşan işlevsizlik boyutunda olmamasıdır.

İnsanın herhangi bir ahlaki davranışı hak edip etmediği hak kavramının bir hukuk düzeninden kaynaklanıyor olması nedeniyle ilintilendirmesi zor bir noktadadır. Hak kavramı bireylere kanuni bir boyutta sağlanır ve bundan ötürü otorite veya kanunen yetkili makamın bireyin ahlaki değerleri ile ilgili bir bağının olmaması durumunda bu iki kavram birbirini açıklayamaz. Ek olarak, ahlak kavramının otonom ve hak kavramının hetoronom olması nedeniyle de kavramlar doğrudan birbirlerini içermezler. Devlet bir insanı öldürmenin yanlış olduğunu savunurken bunu toplumsal düzen boyutunda yapmaktadır ve durumun yanlış olması argümanını ahlaki değerlere dayandırmamaktadır. Bir insanın herhangi bir ahlaki davranışı hak etmesi olayı bu durumda yanlış bir kullanım olacaktır. Bu ifadenin kanıtlanacağı noktada, ifadenin insanın ahlaki davranışlar sergileme gerekliliğinin ve aynı şekilde ahlaki muamele görme isteğinin otonom olarak gerçekleşmesi ve durumun hak ve özgürlükler ile paralel amaçlara hizmet etmesi durumuna evrilmesi gerekmektedir. Bu ayarlama sonucu ifade doğrudan ahlak-dışı muameleyi hak edilmeyecek bir seviyeye koymaktan ve ahlak ile hak etmek arasında doğrudan bir ilişki kurma yanlışını yapmaktan uzaklaşarak farklı bir açıdan iki kavramı birbiriyle ilişkilendirir. Ayrıca hak kavramını insandan öte her canlıya mal etmek ifadede yapılan başka bir yanlışa örnek olacaktır. Hak kavramı hayvanlar üzerine kendisini yetkili konumuna koyan insan tarafından sağlanmaktadır bu durumda bir hayvana işkence etmek veya üzerinde otorite kurma arasında bir fark olmadığı görüleceğinden bu durumunda ifadenin savunduğu ilke doğrultusunda ahlak dışı olması gerekir. Bu durumda burada bir çelişki vardır. İnsan kendi üzerine kendi türünden başka varlıklara tanıdığı yetkiden aldığı haklarını aynı şekilde başka bir türe sağlayabileceği yanılsamasıyla bunu kendi kendine meşrulaştırır, bu yüzden hayvan ve insan arasında bir hak üzerinden tanımlanana bir ilişki kurulması çelişki doğuracağından olanaksızdır.

Hayvan ve insan ayrımına gelindiğinde konunun ikinci önerme ile çelişki içerisinde olmasını önlemek adına herhangi bir ayrımın olmadığı kabul edilmelidir yoksa üçüncü cümlenin açıklanması insan ve hayvanın hak konusunda yarattığı çelişkili durum nedeniyle gerekli olmayacaktır. Burada bahsedilen durumdan bir önceki paragrafta açıklanan durumu desteklemek adına tartışılacaktır. İkinci cümlenin ahlak-dışı muameleye hiçbir canlının maruz kalmaması gerektiğini önerdiğinden hayvanlar bunun dışında görülemezler. Ancak, ifadede belirtilen fakat önemsenmeyen bir nokta da, sadece insanın ahlaki değerlere sahip olduğu kabulünün ardından hayvanlarında ahlaki muameleyle karşılaşması gerektiği kabulüdür. Bu durumda ahlaki değerlere sahip olma ile ahlaki muamele görmek ayrı konumlandırılmışlardır. Hak kavramının yetki ile ilişkili olduğundan dolayı ve ahlak’ın ise içsel bire değer olarak kabul edildiğinden ve tek yetkinin kişinin kendisi olduğundan dolayı hayvan ve insanın ahlaki değerleri ve gördükleri muamele konuları da aynı ayrım söz konusu olacaktır. Bir hayvana zarar vermeme durumu insanın kendi değerlerinden mi yoksa yetkinin yararcı politikaları veya evrensel yasa nedeniyle uygulanan kurallardan mı kaynaklanmalıdır? Kant’ın ödev ahlakına göre yararcı politika ve evrensel kuralın sonucunda paralellik göstereceğinden içsel değer bu noktada önemini yitirecektir. Aynı şekilde işlevsellik boyutunda hayvanların zarar görmemesi doğal dengeler açısından mantıklı ve olumlu bir yaklaşım olacaktır.
Sonuç olarak, Yavuz Adugit’in Şeyler ve İnsanlar adlı kitabında geçen alıntı ilk olarak insanın ahlaki değeri boyutunda sorgulanmıştır. Bu sorgulama Kant’ın ödev ahlaki ile açıklanmış ve bu dayandırmayı ise ahlak felsefesinin bütünüyle meli/malı kalıplarına bağlı kaldığının ama bu dayandırmanın en işlevsel boyutta algılanması gerektiği ile açıklanmıştır. İkinci olarak hak kavramı ile ahlaki değer arasındaki bağın zayıf ve ifadedeki tanımı ile birbirini açıklayamadıklarından bahsedilmiş bu iki kavramın birbirlerini açıklamaları noktasında ifadenin kavramların sonuçlarının paralelliklerini içermesi gerektiğine değinilmiştir. Son olarak, insan ve hayvan ayrımı noktasında hem hak tanıma anlamında hem de insanların ahlaki değere sahip oldukları, bu değerler bütününe hayvanların yoksun kaldıklarının ama aynı zamanda onlarında ahlaki muamele görmeleri gerektiği anlamında oluşan çelişkiler açıklanmıştır. Yani, bu alıntı, başlangıçta açıklanabilir bir durumda olsa da ve düzen içerisinde kendisini ve işlevselliğini kanıtlıyor olsa da tanım yönünden eksik ve bundan kaynaklanan çelişkilere yol açmaktadır.


İhsan Barış Gedizlioğlu / Türk Eğitim Vakfı İnanç Türkeş Özel Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
Bu yazıda Baurdillard’ın “başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir*” önermesini mantıksal anlamda ele alacağım. İnceleme ve eleştiri başlıca üç noktada şekillenecektir: (I) Baurdillard’nın önermesi bilimsel olarak geçersiz bir genellemedir. (II) Baurdillard’nın önermesi felsefi olarak netlikten ve açıklıktan uzaktır. (III) Baudrillard’nın önermesi semantik olarak anlamsızdır. Sonuç olarak bir bütün olarak önermenin metafizik bir önerme olduğu ve belki de pesimistçe edilmiş şairane bir sözden öte felsefi ya da bilimsel bir anlam taşımadığı savunulacaktır.
Öncelikle Baurdillard’nın önermesini bilimsel anlamda ele almak istiyorum. Bu inceleme sırasında öncelikle bir dilsel analiz yapmak gerekmekte, zira önermenin temelinde yatan çok önemli bir özellik vardır: Genelleme. P önermesi mantıksal ve anlamsal açıdan ele alındığında karşımıza özne-yüklem formunda sabitlerden arınmış ve yalnızca değişkenlerin olduğu bir tablo çıkar. [(x) F(x, a)]** Teknik terimlerden arındırırsak şöyle de denebilir: P, “Kadınlara uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz” ya da “eşcinsellere uygulanan şiddete…” ya da “azınlıklara uygulanan…” ve benzeri bir sabit terim yerine “başkalarına” yani az önce örneklendirdiklerimin tümünü ve hatta sayılamayacak kadar çok grubu ve bireyi kapsayan bir değişken kullanılmıştır. Bunun ışığında önerme kesinlikle genel bir özellik taşır.
Bu genellik aynı zamanda zamansal bir genellik de taşımaktadır. Bunu zaman kipinden ya da az önce tanımladığım değişkeni daha geniş bir tanım kümesinde ele alarak da söyleyebiliriz. Her halükarda son tahlilde görülür ki P önermesi kesinlikle geleceğe dair bir tahmin önermektedir. Bu da bize P’yi bilimsel bir hipotez şekilde ele almamıza olanak sağlar. Ne var ki asıl soru onun iyi bir hipotez olup olmadığıdır.
Hipotezler değerlendirilirken başlıca üç ana prensip kullanılır. (1) Occam’ın Usturası ismiyle de anılan basitlik prensibi. Occam’ın Usturası uyarınca daha iyi bir hipotez her zaman aynı fenomeni daha az terim ve daha basit bir yolla açıklayan hipotezdir.
Sanıyorum P önermesi bu prensipte o kadar kötü bir performans göstermez, hali hali hazırda yalnızca bir sabit, bir değişken, bir evrensel niceleyici ve bir de fonksiyonla önermeyi ifade etmek mümkündür ne var ki sabit basitçe elimine edilebilir.***
(3) Ölçülebilir olmak: Bu prensibe göre bilimsel bir hipotez objektif araçlarla ölçülebilir olmalıdır. Bu yüzdendir ki bilimsel ekipmanlar ve matematiksel formüller fizik, biyoloji, kimya, psikoloji gibi bilimlerde sık sık kullanılırken, psikoanaliz ve astroloji gibi göstermelik bilimlerde hiç görülmezler.
Sanıyorum bu bağlamda P önermesi o denli başarılı değildir. Hatta birincil elden bir ölçüm içeren P önermesi bu ölçümün nasıl yapılabileceğini önermez. Örneğin, “herkes bir diğerine 700N’luk bir şiddette bulunur” ya da “100atm’lik şiddet uygular” tarzından objektif olarak ölçülebilir bir birim ve yöntem sunsaydı sanıyorum daha bilimsel ve daha iyi bir hipotez olurdu. Ne var ki böyle bir bilimsel objektiflikten yoksundur P önermesi.
(3) Çürütülebilir olmak: Bu prensipse Popper’ın bilim felsefesi literatürüne hediye ettiği bir kriterdir. Basitçe önerdiği şey bilimsel bir hipotezin çürütülebilir olması gerektiğidir. Yukarıda nasıl psikoanaliz ve astrolojinin objektif olmayışlarından ötürü bilimsel karakterden yoksun olduklarını savunduysam bu sefer de onların çürütülemez olduklarından bilimsel olmadıklarını savunuyorum. Öyle ki hiçbir veri, gözlem, deney ve benzeri data bu tür hipotezleri çürütemezdir. Her seferinde astrolog ya da psikoanalist size tutarlı ve geçerli bir cevap verebilecektir. Bu onların kusursuz hipotezler olduklarını değil bilimsel olmadıklarını gösterir.
Sanıyorum son olarak P önermesi de bu prensiple çelişmektedir. Örneğin başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendisine ne kadar şiddet uygulanacağını bilemeyeceğini iddia eden biri çeşitli argümanlar öne sürebilir. Az sonra anlatacağım gibi kaygan zemin safsatasından bahsedebilir ya da zorunlu koşulların eksikliğinden söz edebilirler. Yine de P önermesinin savunucuları ortada objektif bir şiddet ölçer olmayışından ötürü bu tanımın içine “psikolojik şiddet” ya da “toplumsal şiddet” ve hatta kimi durumlarda “zevk veren şiddet” tarzı ilginç yorumlar sokacaktır. Buysa genel hatlarıyla P önermesinin çürütülemez olduğunu gösterir.
Sonuç olarak söyleyebilirim ki P önermesi tek başına yalnızca basit bir hipotezdir. Ne var ki ne ölçülebilir ne de çürütülebilir olmadığı için iyi bir hipotez olmaktan uzaktır. Bununla birlikte şu karşıt durumları da göz önüne alırsak sağlam+ bir hipotez bile olmadığı görülür.
Öncelikle kaygan zemin safsatasından bahsetmek istiyorum: “Bugün X yapan, yarın Y yapar” ya da “bugün bunu X yapıyorsa, yarın Y yapar” ve benzeri türdeki düşünce oluşumlarına kaygan zemin safsatası adı verilir. Buradaki ana problem belki de en kolay yeter sebep ve zorunlu sebeplerle açıklanabilir.
Diyelim ki X insan grubu A eylemini gerçekleştirmektedir. Benzer şekilde aynı zamanda bir de Y insan grubu vardır. X’in A yapması için aynı zamanda F, G ve H gibi bazı zorunlu sebeplerin de olduğunu var sayalım. Eğer ki Y bu zorunlu sebeplerden yalnızca F ve G’yi gösteriyorsa bu durumda A yapması için yeter sebep yoktur ve dolayısıyla “bugün X, A yapıyorsa, yarın da Y, A yapar” demek son tahlilde hatalı olacaktır. Sebebi zorunlu sebebi yeter sebep yerine koymaktır.
Sanıyorum net olarak ifade edilmemiş olsa da P önermesinde de benzer bir sorun vardır. Başkalarına şiddet uygulanıyorsa ve bu şiddet de X-birim ise, bu aynı şekilde bize de X-birim şiddet uygulanacağını gösterir mi? Zorunlu olarak değil!
Farz edelim ki başkaları F, G ve H özelliklerine sahip olsunlar ve bu özellikler tek başlarına zorunlu ve kolektif olarak yeter sebep olsunlar, eğer ki biz de F, G ve H özelliklerini gösteriyorsak ancak bize de X-birim şiddet uygulanacağını söylemek iyi bir hipotez olabilir ki o da şiddetin rastgele olmayan bir algoritmayla uygulandığını varsaymaktadır… Sonuç olarak diyebiliriz ki başkaları ve biz arasında bir eşlik ilişkisi kanıtlanmadan önermenin bilimsel anlamda doğruluğu ve hatta sağlamlığı için büyük şüpheler vardır. Son tahlilde görülmüştür ki P önermesi ne çürütülebilir ne de test edilebilirdir, üstüne üstlük hakkında çok basit bir kaygan zemin safsatası şüphesi doğmaktadır.
Felsefi olaraksa P önermesi netlikten uzaktır. Burada ifade edilmesi gereken önermenin ikinci kısmıyla alakalıdır.++ Görülür ki şiddet ve kötülük arasında bir bağ kurulmaktadır. Burada sorulması gereken soru hangi ölçüye kadar şiddetin kötü olduğudur. Bu tutum kesinlikle sonuçcu (consequentialist) bir yaklaşımdır; yani, bir eylemin iyi ya da kötü olarak nitelendirilmesi için sonuçlarının irdelenmesi gerektiğini savunur. Eğer başka türlü olsaydı, Kant gibi, iyi niyetin eksikliği kötülüğün egemenliğiyle özdeşleştirilirdi. Ne var ki ortaya konan duruş hatta faydacı (utilitarian) olarak ifade edilebilir.
John Rawls faydacı okulu ikiye ayırmıştır. Ona göre bir kenarda Eylem-faydacıları ve bir kenarda da Kural-faydacıları vardır. Aralarındaki benzerlik ikisinin de eylemleri sonuçları açısından değerlendirmeleriyken temel ayrıştıkları nokta bunu nasıl yaptıklarıdır.
Eylem-faydacıları bir eylemi iyi yapan şeyin içinde bulunduğu durumdaki sonuçlar olduğudur, yani bir hayli olay bazlıdır. Örneğin bir grubu kurtarmak için cinayet işlemek onlar için faydalı ve dolayısıyla ahlaki bir davranıştır.
Diğer yanda kural-faydacılarıysa bir eylemi iyi yapan şeyin içinde bulunduğu durumdan bağımsız olarak, kavramsal ve anlamsal olarak sonuçları olduğudur, yani olaydan bağımsızdır. Örneğin kural-faydacıları cinayetin her koşulda acı getirdiğini ve zevk sağlamadığını söyleyerek cinayetin asla iyi bir eylem olamayacağını savunurlar.
P önermesi sanıyorum bunlardan ikinci kategoriye düşmektedir: Bir eylemi kesin acı olarak ifade etmektedir. Öyle ki faydacı bir yaklaşım benimsemiş olsa bile, P önermesini savunan biri karşılığında tüm insanlık kurtulacak olsa bile bir kişiye karşı (mesela bir teröriste) şiddet kullanılmasının yanlış olduğunu savunur.
Bu durumda şöyle bir paradoks basitçe kurulabilir: Farz edelim ki bir terörist hücre bir düzine insanı kaçırmıştır. Polisler çıkan bir çatışmada hücre elemanlarından birini yaralamayı ve ardından da yakalamayı başarmıştır. Terörist hücrenin kaçırdığı insanlara işkence edeceği ve onlara şiddet uygulayacağını ve polisin ele geçirdiği teröristin kaçırılanların nerede olduğunu söylemesinin tek yoklunun da ona şiddet uygulanması gerektiğini var sayarsak, polis ne yapmalıdır?
Bu sorunun cevabı olduğuna inanmıyorum. En basit haliyle şu söylenebilir: Eğer ki polis eylemsiz kalırsa bu durumda insanlara şiddet uygulanmasına göz yummaktadır; eğer ki göz yummazsa kendisi başkalarına şiddet uygulamaktadır ki iki durumda da P önermesini savunan biri çıkmaza girmektedir.
Basitçe bu ahlaki çıkmaz gösterileceği gibi söylenebilir ki P önermesinin aksine bir Eylem-faydacı hali de mümkün değildir. Bu durumda da yukarıdaki paradoks temelinde felsefi anlamda netliği eksiktir.
Son olarak P önermesi bir de anlamsal açıdan ele alınabilir. Öyle ki kötülüğün egemenliği anlamlı bir kullanım değildir. Basitçe bunu Carnap’ın Ampirizm, Semantik ve Ontoloji+++ adlı eserinde gösterdiği, bir şeyin anlamlı olması için algılanabilir olması gibi basit bir prensiple açıklayabiliriz. Daha öncesinde Russell, “Fransız Kralı keldir++++ ” gibi cümlelerin nasıl yanlış olduğunu gösterdiyse Carnap da bu kez “iyi” ve “yokluk” gibi sözlerin anlamsız ve dolayısıyla onlar hakkında kurulacak her türlü cümlenin de yanlış olduğunu savunur.
“İyilik” başlı başına algılanabilir bir kavram değildir. Bu da en temel haliyle Carnap’ın savının zeminini oluşturur. Eğer ki iyilik algılanabilir değilse bu durumda dilimizin içinde anlamlı olması da imkansızdır. Öyleyse onunla ilgili kurulacak her türlü cümle yanlıştır. “Kötülüğün egemenliği” de böyle bir şeydir. Kötülük zaten kendi başına algılanabilir bir söz değilken bir de kötülük kişileştirilmiş ve bir hükümdara ya da hükümete benzetilerek egemen haline getirilmiştir. Tıpkı olmayan bir kral kel olamayacağı gibi olmayan bir kavram da egemen olamaz.
Fazla söze gerek kalmadan sanıyorum açıktır ki anlamsal açıdan P önermesi açıkça yanlıştır. Burada belki de Frege’nin bir sözünü hatırlamak yerinde olacaktır: “Belirsizlik şiir için bir erdem olsa da felsefe için bir günahtır.” Sanıyorum ki P önermesinin de kaderi budur. Felsefi açıdan büyük günahlara bulaşmış olsa da tıpkı Papaz Martin Niemöller’in Nazi Almanya’sındaki ortam için dedikleri gibi vurucudur.
Önce Yahudiler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben Yahudi değildim
Sonra komünistler için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben komünist değildim
Sonra sendikacılar için geldiler
Sesimi çıkarmadım –
Çünkü ben sendikacı değildim
Sonra benim için geldiler
Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı...
Belki de P önermesini doğru mu değil mi diye parçalamaktan ziyade onun şairaneliğinden büyülenip, pesimizminden ders çıkarmalıyız.

Notlar:
* Bu önermeye bundan sonra P diyor olacağım.
** Mantıksal form şu şekilde okunabilir: Tüm x değerleri için, x F özelliğine sahiptir. Burada x’in tanım kümesi şiddet uygulanılabilecek ve bunun farkına varabilecek her şeyi kapsar niteliktedir.
*** Basitçe “herkes, diğerlerine aynı ölçüde şiddet gösterir” denseydi ‘siz’ ve ‘başkası’ gibi sabitlere ihtiyaç kalmadan aynı anlam ifade edilebilirdi.
+ Doğru, sağlam, tutarlı üçlüğünü göz önünde bulundurarak
++ Alıntıda noksan olduğu için “Kötülüğün Egemenliği” ifadesini gerçek anlamında ele alacağım.
+++ Empiricism, Semantics and Ontology; benzer çizgide Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Hume’un İnsan Doğası ve diğer mantıkçı pozitivistlere bakılabilir.
++++Şu an Fransa’da bir kral olmadığı için ve olmayan birine kel demek yanlış olduğu için cümle yanlıştır.



Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji
"(İnsan ahlaki bir varlıktır) ifadesi, yalnızca insanın ahlaki davranabildiğini anlatır, yoksa sadece onun ahlaki bir muameleyi hakettiğini değil. Ahlaki eylemde bulunmak insana özgü olsa da, ahlak-dışı bir muameleyi hak eden hiçbir canlı yoktur. Birinin bir kediye işkence etmesi, yalnızca canilikle açıklanamaz, yaptığı, bir insana eziyet etmesi kadar ahlak dışıdır."Yavuz Adugit -Şeyler ve Insanlar syf. 131
Bilinç, Etik ve Varoluşsal Ayrımcılık

Jose Saramago’nun “Körlük” isimli yapıtı, kendi benliğine körleşen insanın yaşadığı ahlaki çöküntüyü ve modern toplumdaki ahlaki eksikliği irdeleyen bir eserdir. Saramago, kurgunun ilerleyen kısımlarında, okurun karşısına, ahlaki değer ve yargılarını tamamen yitirmiş, hayvandan farkı olmayan bir insan modeli çıkarır. Bu insan, kendi karnınını doyurmak için bir başkasının yemeğini çalmaktan kaçınmayan, en ilkel dürtüsü olan yaşamda kalma dürtüsünün verdiği kaçınılmaz irade ile öldürmekten çekinmeyen bir insandır. Bu insan, eylemlerinin ahlaki nedenlerinden çok sonuçlarını umursamaz ve Saramago’nun deyimiyle “ikinci bir ten olarak kuşandığı bencilliğini” her şeyin önüne koyarak ahlaki sorgulamada bulunmadan her türlü pragmatist davranışı çekinmeden gerçekleştirir. Sonuç tablosunda, modern hayatın getirdiği bütün ahlaki değerler yok olduğu ve insanın, kendi ahlakını kendi egosu ve benliği üzerine kurduğu bir kaos hali hakimdir. “ Peki, bencil ahlak ne derecede doğrudur? “ sorgulaması, Saramago’nun okura ustaca yaptırdığı bir sorgulamadır aslında kurgu boyunca. Bu noktada sormak gerekir, bencil ahlakın türler boyutunda yansıması olan, ve terazinin tarih boyunca insan tarafında ağır bastığı, ve muhtemelen basmaya devam edeceği türcül ahlak ne derecede doğrudur?

İnsanın ahlaki bir varlık olması, veya tersinden düşünürsek insan dışında hiçbir canlının ahlaki birer varlık olmaması, insanı diğer varlık ve canlılara karşı sınırsız bir özgürlük haline mi kavuşturur, yoksa tam tersine, insana taşıması ağır bir sorumluluk ve bir anlamda ahlaki bir varlık olarak, hiçbir ahlak dışı davranışta bulunmama ve ahlak dışı eğilim göstermeme zorluğunu mu yükler? Bu sorunun cevabında elbette ki ahlak dışılığın tanımını da yapmak gerekir. Ahlaki eylem, Kant’ın da üzerinde durduğu üzere, eylemi gerçekleştirme sebebimiz olan niyetin, ulaştığımız zorunlu, genel geçer ve nesnel ahlak yasası ile uyuşuyor olmasından doğan temellendirme ile gerçekleştirilen eylemdir. Öyleyse tümel uzlaşı sağlanacak genel geçer bir kuralın desteklemediği herhangi bir niyet ile hareket etmek, ahlak dışı eylemlerle sonuçlanır. Oysa Kant’ın dediği gibi ahlaki eylemlerde vicdanın insana yüklediği ödev ve sorumluluk duyguları her zaman ahlaki sonuçlar verecek olgunluk veyahut yeterlilikte gelişmemiş olabilir. Varoluşçulukta yer aldığı şekilde, insan kendi özünü kendisi oluşturur. Öyleyse bir ahlaki eylemin doğruluğu değil, sorumluluğu ancak ve ancak vicdana ve benliğe yüklenebilir. Oysa ahlaki eylem, kişiler üstü olmalı, benlikler üstü olmalı, egolar üstü olmalıdır. Yani ahlaki eylem, yalnızca ve yalnızca evrensel geçerlilik taşıyan genel geçer kurallar ile eylemi gerçekleştiren bilincin niyetinin uyuşması ile ortaya çıkar. Öyleyse ahlaki olarak iyiye ulaşmak isteyen, erdem bilincine kavuşmuş insan, ahlaki bir varlık olmasından ötürü sonsuz bir özgürlüğe değil, öte yandan çok daha büyük bir sorumluluğa mahkumdur çünkü eylemlerinde evrensel ahlakı gözetmek zorunda kalır. Bu noktada şu sorunsalla karşılaşırız, öyleyse insan, ahlak dışı muamelelerde bulunmamak gibi bir sorumluluk ile var olan bir varlıktır. Lakin bu çıkarımın sorunsallı kısmı şurdadır, zaman gösteriyor ki insan, henüz kendi türüne dahi ahlaki yaklaşım sergileyemiyorken biz kalkıp ondan türcül dürtülerden kurtularak, egosantrik anlayışından sıyrılarak tüm canlılara ahlaki yaklaşmasını bekliyoruz. Peki insanın böyle davranmıyor olmaması hangi evrensel ahlak kuralında yer alıyor? Hemen söyleyelim, “İnsanlara karşı ahlak dışı davranmama” kuralında yer alıyor. Şimdi de bu çıkarımızı açıklayalım.
Kollektif bilinçaltımız ve maruz kaldığımız uyaranlar, bize henüz ahlaki temel sahibi olmadığımız çocukluk döneminden itibaren bencilliği telkin eder. Çünkü etrafımızda gördüğümüz dünya, ne yazık ki bencillikler üzerine kurulu, pragmatist yaklaşımın yüceldiği ve çıkarın yani faydanın putlaştırıldığı bir zemin oluşturur. Yine aynı bilinçaltımızda şu vahşi kodlar gizlidir: “Hayvanlar, konuşmadıkları için onlar ağlamaz, onların canı yanmaz ve onlara üstün gelen bizlerin onlara reva gördüğü her şey onlar için kabul edilebilirdir.” Bu vahşi tutumun temellerinden çok sonuçları bizim için daha önemlidir. Sonuç olarak hayvan, insanın bir mülkü olarak görülmüştür tarih boyu Lakin La Mettrie’nin de dediği üzere bir insanı bir hayvandan ayıran yegane şey nicelik farkıdır. Tüm canlılar nitelik bakımından, yani öz bakımından aynıdır. Öyleyse türcü bütün yaklaşımlar, insana karşı yapılan ırkçı ve egoist bütün yaklaşımlar ile aynı kefede değerlendirilmelidir ve aynı derecede yanlıştır. Bu sebeple ahlak dışı muameleyi hak eden hiçbir canlı olamaz çünkü insanın kendisi ahlak dışı bir muameleyi hak edemez. İnsanın hak etmediği hiçbir davranış ta başka bir canlıya gösterilemez çünkü yalnızca nicelik farkı olan varlıklar olan biz ve öteki canlılar arasındaki etkileşim, farklı renk iki insan arasındaki etkileşimin tamamen aynısıdır. Yeşil elma ile kırmızı elma arasındaki tek fark niceliktedir, eğer bir hüküm kırmızı elmayı kesmeyi yasaklıyorsa, bu, elmanın varoluşunun getirisi olarak yeşil elma için de geçerlidir; yani hayvanı kapsayan herhangi bir hak, insana da aittir, insanı kapsayan herhangi bir hak da hayvana da aittir; bu karşılıklı bir önermedir ve bu önermenin doğruluğu bir bilincin değil tümüyle varoluşun getirisidir. Bu doğrulamanın aksini iddia etmek, varoluşsal ayrımcılıktır ki ayrımcılığın en fenasıdır. Bu ayrımcılık, daha varoluş aşamasında yapılmış olup insanın var ettiği her türlü kural ve normu kendisi için de geçersiz kılar yani insanoğlu, lendi değerlerini kendi eliyle, kağıttan kuleler misali yerle bir etmiş olur. Tıpkı Saramago'nun "modern insanı"nın yaşadığı ahlaki çöküş gibi... Öyleyse ahlak kuralları, ahlaki doğrular ve yanlışlar, yalnıza bu yargıları meydana getiren insanları kapsayamaz. Gary Francione’nin de değiği üzere, “Bir insanın ya da hayvanın ahlaki statüsünün o hayvan ya da insanı dünyaya getirenler tarafından belirlenemeyeceği gibi, ahlaki bir kavramın uygulanması da onu tasarlayanlar tarafından belirlenemez. Ahlaki haklar, sadece onları tasarlayanlar tarafından belirlenmiş olsaydı, insanlığın büyük bir kısmı ahlaki topluluktan dışlanmış olurdu.” Yine şöyle devam eder Francione, “hayvanların hak anlayışını geliştirmemiş olmaları ya da bunu kavrayamayacak olmaları önemli değil, insanların haklarından yararlanabilmek için potansiyel olarak bu anlayışı geliştirebilecek olmaları ya da bunu kavramaları gerekmiyor. Örneğin, ileri derecede zeka geriliği olan bir insan bir hakkın ne demek olduğunu kavrayamayabilir, ama bu, onu en azından kaynak muamelesi görmeme temel hakkından mahrum bırakabileceğimiz anlamına gelmez.”
Haliyle bu noktada niyet ile ahlak ilişkisi de sorgulanmaya açıktır. Çünkü, bir kediye zarar vermek isteyen insan, daha başlangıçta kavramsal hata ile başlar. Niyeti bir kediye zarar vermektir oysa unutur ki kedi, varoluşu itibari ile bir canlıdır. Oysa insan da bir canlıdır ancak ona zarar vermek ahlak dışı olarak tanımlanır. Durum itibari ile diyebiliriz ki –girişte de belirttiğimiz üzere- bir canlının ötekinden daha gelişmiş olması yahut bir canlının bilinç sahibi olmaması, kendinden üstün olan canlı tarafından, bilinci ile özgür hareket eden bir canlı tarafından zarar görmesini meşru kılmaz çünkü ikisi de öz itibari ile canlıdır ve yalnızca gelişmişlik olarak ifade edebileceğimiz nicel bir fark, düşünebilme yeteneği, alet kullanabilme yeteneği, bunu meşru kılmaz; aksine, biz insanlara çok daha büyük sorumluluklar yükler. Bu sorumluluk bir canlı olan insana zarar vermeme bilincinin bir canlı olan kediye, yahut bir canlı olan ağaca da zarar vermeme bilinci ile özdeşleştirilmesi sorumluluğudur. Nietzche’ye göre insanlar, ahlaki bir varlık olmakla beraber kendilerini daha üstün bir varlık olarak kabul etmişlerdir ancak bu kabullenme, hala insanın özünü değiştiremez –buradaki öz, insanın varoluşundan taşıdığı nicel kalıplar olarak ele alınmalıdır-, insan hala anatomik ve psikolojik bağlamda bir hayvandan nicel farklılıklardan -nicel farklılıkların tamamı da varoluş sonrasında oluşturulan öz kapsamında ele alınabilir- öteye geçemeyen bir “canlı”dır. Bu nedenle, varoluşun getirileri, “İnsan ve hayvan birbirinden ayrıştırılamaz. Birini düşünmek diğerini de bu düşünceye katmayı ve yendiden formüle etmeyi gerektiriyor, çünkü hayvan insan tanımına yerleştirilmiş. Tersinden de öyle.” diyen Jacques Derride’yi haklı kılar niteliktedir. Niyet ile ahlakın farklı bir boyutta ele alınması da niyetin toplum bilinci bağlamında değerlendirilebileceğidir. Bir savaş, en basit anlamıyla insan öldürmektir ancak hiçbir savaşçı, yaptığı bu vahşeti, tek başına suçsuz bir insanı öldürmekle eşdeğer tutmaz. Voltaire’in belirttiği şekliyle, “Öldürmek yasaktır, dolayısıyla tüm katiller cezalandırılır, tabi kitle halinde ve trompet eşliğinde öldürmedikleri sürece.”den ibarettir bu husus. Oysa etiğin temelini vicdandan öte bir yere koymuştuk ve evrensel bağlamda doğrular ve yanlışların varlığından söz etmiştik. Öyleyse savaşmak, kendini savunmadığın sürece yanlıştır, tıpkı kendini savunan bir insanın işlediği bir cinayette suç aranamayacağı gibi. Bu nedenle şu da görülmektedir ki niyet, ahlaki kuralların bariz anlamda esnetilmesine de sonuç oluşturabilir ancak hala öldürmek, kendini savunmadığın sürece öldürmek anlamını taşır. Tıpkı bir hayvanı öldürmenin de geçerli bir sebebi olmadığı sürece bir insan öldürmek demek olduğu gibi.
Yani demek isterim ki, beni, yani bir insanı bir hayvandan, bir kediden; yahut herhangi bir canlıdan, bir ağaçtan ayıran tek iki şey vardır o da düşünen ve parçaları farklı yerleştirilmiş, kimi parçası daha fazla, kimi parçası daha eksik bir makine olmamdır. Evrensel ahlak kurallarını ben, yani insan koyar ve sırf onu oluşturabilen ahlaki bir varlık olmasından ötürü onu devam ettirmek sorumluluğuna da mahkum edilmiştir. Ahlaki bir varlık olması demek ona, kendinden başka hiçbir canlıya karşı ahlak kurallarını gözetmeme hakkı tanımaz. Öyleyse insanın, özde bir olduğu bir canlıya kendi türüne yapmadığı bir davranışı yapmak gibi bir hakkı yoktur, daha da ötesinde, bir insana zarar vermek bir canlıya zarar vermektir; öyleyse bir canlıya zarar vermek de bir insana zarar vermektir. Yani evrimin patronu ve galibi olan insanın, kendinden daha alt basamakta yer alan bir canlıdan kendisini farklı görüp farklı muamele uygulaması hastalıklı bir düşünceden öteye gidemez. Düşünebilmek, bilinçsiz olanı yok saymayı değil, önemsemeyi gerektirir. Gerçekten erdemli olan, bir başkasına zarar vermez. Bir başkasına zarar vermeyen de varoluşsal ve ahlaksal olarak bir başka canlıya zarar veremez. İnsan, ahlaki eylemlerinde bir başka canlı ile kendisini ayrıştıramaz. Çünkü bu, varoluşsal ayrımcılığın ta kendisidir. Varoluşsal ayrımcılık, insanın kendisine yaptığı bir hakarettir; kendisini, kendi eliyle, kendi haklarından mahrum etmesidir yani bir insanın düşündüğünde temellendiremeyeceği ancak yalnızca egoist dürtüleriyle yola çıkarak anlık ve aşağılık hazlarını tatmin etmek için uğradığı hastalıklı, hem de bulaşıcı bir hata, bir tereddüttür. Bu sebeple Theodor Adorno’nun da dediği gibi, “Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp, ‘Ama onlar hayvan’ dediği zaman başlar.”


Eda Şemsioğlu / İzmir Amerikan Koleji
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard

AHLAKEN SIRADANLAŞMIŞ DAVRANIŞLARIN EGEMENLİĞİ

Jean Baudrillard'ın “Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir." sözü ahlak anlayışı üzerinden bir kaç bakış açısından değerlendirilebilinir. Bir toplumda gözlemlenen davranışın kişi tarafından deneyimlenmesi mümkündür çünkü toplum içerisinde benzer ahlaki davranışlar gözlemlenir ve benzer eylemler aynı şekilde nitelenir. Eylemler, ahlak çerçevesinde normalleştikleri için bilinçsiz bir şekilde aynı toplum içinde yaygın olarak gerçekleştirilirler.

Ahlak algısı, kişinin içinde bulunduğu toplumdaki deneyimlerine göre oluşur. Tek bir kişi söz konusu olduğunda, ahlaktan bahsedemeyiz. Ahlak, toplumun bireylerinin birbiriyle etkileşimi sonucunda ortaya çıkar.

Ahlak kurallarının her toplumda aynı olmadığını gözlemleyebiliriz. Bazı toplumlarda kabul gören unsurlar, bazı toplumlarca ayıplanabilir. İnsan aynı insandır ancak toplumsal bazda kabul edilen davranışlar farklılık göstermektedir. Bu durumda, ahlak anlayışının insanın biyolojik yapısından çok, kültüre ve bakış açısına bağlı olduğunu söyleyebiliriz ve bu düşünce, ahlak kurallarının toplumdaki bireylerin etkileşimiyle ortaya çıktığını destekler.

Ahlak kurallarının oluşmasında bir çok unsur rol alabilir. Coğrafi koşullar, kültürel miras ve din, bu unsurlara bir örnektir. Özellikle din anlayışı ve dinin barındığı ahlaki değerler, genel toplum ahlakını oldukça etkilemektedir. Ancak tabi ki, bütün bu unsurlar, insanın bakış açısına bağlı olarak ahlaki değere dönüşür. İki farklı kişinin, aynı dini metinden çıkarımı farklı olabilir ve bunun doğrultusunda iki kişi farklı değerleri benimseyecek ve bu değerleri farklı ahlak kurallarına dönüştürecektir. Bilgi kişinin bakış açısından bağımsız olarak var olamaz. Kişinin duyularıyla algılanacak ve zihninde bilgi olarak yer edinecektir. Kant'ın kritisizmini ele alırsak, var olan duyumsanacak ve zihindeki algılama alanlarında değerlendirilerek bilgiye dönüşecektir, yani kişinin bakış açısı ve algısı bilginin oluşumunda etkilidir. Ahlaki değerleri de bilgi olarak ele alırsak, onların da kişiden kişiye farklılık göstereceğini ve bakış açısından bağımsız olarak var olamayacaklarını söyleyebiliriz.

Bireysel ahlaki değerler arasında, topluluktaki çoğunluk ortak bir nokta bulursa, bu ortak nokta genel ahlaki değer olarak kabul edilebilinir. Dolayısıyla, her ne kadar ahlak anlayışı bireysellik taşısa da, toplumsal bir boyutu da vardır. Bu toplumsal boyut da toplumdan topluma, bakış açısının değişkenliği nedeniyle farklılık gösterebilir. İnsanlar doğdukları andan itibaren toplumsal ahlaki değerlerden etkilenirler. Yemek yerken ağız şapırdatmanın kabul edilemez olduğunu savunan ebeveynlerin bütün çocukları muhtemelen yemek yerken ağızlarını şapırdatmayacak, bu eylemi gerçekleştirenleri onaylamayacak ve kendi çocuklarına da aynı öğüdü verecektir. Her ne kadar karşı çıkmaya çalışsak da, bebekliğimizden beri maruz kaldığımız ahlak kurallarından kendimizi tamamen soyutlamamız pek mümkün değildir. Kavramları yanlış ve doğru olarak değerlendirmeye ve nedensellik kurmaya küçük yaşta başlarız. Bir bireyin kimliğinin oluşmasında en etkili dönem çocukluğudur. Bu dönemde çevresini gözlemleyerek davranış biçimlerini taklit eder, kavramları inceler ve anlamaya çalışır. Büyürken, büyük kardeşinin yere her yemek düşürdüğünde cezaya maruz kaldığını gören bir çocuk, yere yemek düşürmenin yanlış olduğunu düşünecektir. Yanlış ve doğru kavramlarını, etrafımızdakilere bağıl olarak yaratırız. Başka bir bireyle olan ilişkisini olumlu ya da olumsuz etkilediğini gözlemleyemeyecek bir birey, sosyal davranışlarında doğru ya da yanlış ayrımlarını yapamayacaktır. Doğru ve yanlış kavramları da, ahlak anlayışına dahildir ve toplumsal etkileşim sonucunda ortaya çıkar.

Aynı ortamda yetişen insanların, ahlak değerlerine dair verileri bebeklik ve çocukluk dönemlerinde topladıkları için, benzer ahlak değerlerine sahip olacaklarını düşünebiliriz. David Hume'un, bireylerin sürekli kurduğu nedensellik üzerine geliştirdikleri alışkanlıklarla hareket ettikleri düşüncesi bu durumu destekler. Aynı ortamda bulunan bireyler benzer fenomenleri algılayacak ve benzer nedensellikler kuracaklardır. Eğer zihinlerinde kurdukları bu bilgileri sorgulamaz ve alışkanlıkları çerçevesinde düşünmeye devam ederlerse, aynı ahlaki değerleri takip edeceklerdir.

Aynı ortamda yetişen insanların, toplumsal değerlerle ilgili alışkanlıklarını sorgulayıp onları yok etmedikleri sürece, benzer ahlak değerlerine sahip olması, ortak davranış biçimlerinde bulunacaklarını gösterir. Bir ortamda gözlemlediğimiz davranışların, aynı ortamdaki diğer insanlar tarafından da gerçekleştirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Özellikle bu ahlak kurallarına bağlı olan iyi ve kötü kavramları ile ilgil bir davranışsa.

İyilik ve kötülük anlayışının ortaya çıkması için birden fazla bireyin olması zorunludur. Çünkü iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi, bağıl kavramlardır. İyilik ve kötülük kavramlarının bağıl olduğunu düşünmemiz için bir çok neden vardır. Her şeyden önce iyilik ve kötülük kavramları birbirlerine bağıldır. Hegel'in düşüncesini ele alırsak, iyilik ve kötülük birbirinin zıttıdır ve bu zıtlıkta var olabilirler. Bağıl olduğunu düşünmemize neden olacak bir durum da, iyiliğin ve kötülüğün neden oldukları sonuçlara göre değerlendirilmesidir. Örneğin eylem yararcılığında, eylemler neden olduklar yarar ve zararlar karşılaştırıldığında hangi taraf ağır basıyorsa o tarafla nitelendirirler. Daha çok yarar yaratan bir eylem, zarar içeriyor olsa dahi, iyi olarak değerlendirilir. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi için, sonuçlara bakılması gerekmektedir, yani bireyin kendisi dışında deney yapması ve sonuçları görmesi gerekmektedir. Eylemin etki göstereceği bir çevre ya da insan olmalıdır. Bu durumda iyilik ve kötülük kavramları eylemden başka varlıklara muhtaçtır. Aynı zamanda, sonuçlar her insan tarafından ayrı olarak değerlendirilir ve yarar ve zarar kavramları kişinin bakış açısına da bağıldır. Yarar ve zararın öznelliği, iyilik ve kötülüğün de öznel olduğunu belirtir.

Ahlakta iyilik ve kötülüğün, sonuçlar üzerinden değerlendirildikleri için bağıl olduğunu belirtildi. Fakat Kant'ın dediği gibi eylemin sonucu yerine eylemin amacının niteliği iyi ya da kötü olduğuna dair belirteç ise, bu argüman geçersiz olacaktır. Bir eylemin iyilik ya da kötülük olması için ahlaken iyi ya da kötü olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Kant'a göre bu değerlendirmeyi amaç üzerinden yapmalıyız. Amacı nitelendirirken de iyi ve kötü kavramlarına ihtiyaç duyarız ve eğer zaten iyi ve kötü kavramları bağılsa, amacın nitelendirilmesi ve dolayısıyla eğlemin nitelendirilmesi de bağıldır.

İyilik ve kötülük, ister sonuç ister amaç değerlendiriliyor olsun, ahlak anlayışına göre değerlendirilmektedir. İyi ve kötü kavramları, ortak ahlaki davranışlara sahip bir toplumda, aynı eylemlere atfedilecektir çünkü topluluğun bireyleri eylemi benzer bir bakış açısından gözlemleyecektir. Bu durumda benzer eylemler, aynı topluluktaki bireyler için benzer nitelikler taşıyacaktır.

Jean Baudrillard'ın “Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir." ifadesindeki şiddeti kötü bir eylem olarak ele alabiliriz çünkü kötülüğün egemenliği ile şiddetin bir kaç kişi tarafından uygulanması bağdaştırılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, aynı toplumun bireylerinde benzer ahlaki değerler vardır. İyilik ve kötülük anlayışı da ahlaki değerlere bağlıdır dolayısıyla, benzer ahlaki değerlere sahip kişiler, benzer iyi ve kötü eylemlerde bulunacaktır. Bir toplumda gerçekleşen ahlaki değerlere bağlı bir eylemin, aynı toplumdaki bir başka bir birey tarafından gerçekleştirilmesi bu durumda oldukça olağandır. Dolayısıyla, başkalarına uygulanan bir davranışa bakarak, aynı ortamda kendimize uygulanacak eylem hakkında sağlam bir fikir edinebiliriz. Aynı zamanda, kişi kendi bireysel ahlak anlayışı çerçevesinde benzer eylemleri aynı kategoriye sokabilir. Dolayısıyla gözlemlediği benzer eylemleri, eğer birini kötü olarak değerlendirdiyse, kötü olarak değerlendirecektir. Bireyin, başkalarına uygulanan olumsuz hareketlere bakarak, kendine uygulanacak olumsuz hareketleri görmesi bu şekilde açıklanabilir.

Jean Baudrillard'ın ifadesine farklı bakış açılarından bakabilir. Bu bakış açısında "kötülüğün egemenliği" ifadesine dikkat çekebiliriz. Modern filozoflardan Hannah Arendt kötülüğün sıradanlaşmasının ve sıradanlaşarak daha sık yaşanmasının sebebinin kötü niyetten çok, bulundukları eylemi değerlendirme hatalarından dolayı gerçekleştiğini ifade eder. Eylem yararcılığında, kişiler eylemin sonuçlarını değerlendirerek eylemin iyi ya da kötü olduğuna karar verir. Ancak bireyler her zaman her eylemi sürekli değerlendirmezler. Bu oldukça yorucu ve yavaşlatıcı bir süreç olurdu. Bunun yerine genellikle toplumsal ahlaki değerler çerçevesinde olan alışkanlıklarımıza olan uygunluklarına göre eylemleri değerlendiririz ve düşünmeden harekete geçeriz. Kural yararcılığına göre, genelin iyiliğine göre hareket ederiz ve bu genel toplumsal değerlere yani ahlak kurallarına göre değerlendirilir. Eğer bahsedilen şiddet, kişilerin düşünmeden toplumsal kurallar çerçevesinde gerçekleştirdikleri bir eylem ise, toplumdaki diğer bireyler tarafından kural yararcılığı anlayışıyla sorgulanmadan uygulanacaktır. Normalleşmiş eylemler, kültürün ve ahlakın parçası haline gelmiş eylemlerdir.

Toplumdaki bireyler, şiddet eylemini kendi toplumsal değerleri çerçevesinde olumsuz görmedikleri için uygulamaya devam ediyor ya da değerlendirseler kötü olduğunu anlayacak olsalar bile sorgulamadan hareket ediyor olabilirler. Birinci durum, görüş ayrılıklarına dayanmaktadır. Eğer bir eylem, gözlemleyenin aksine topluluk tarafından olumsuz olarak görülmüyor ve ahlaki değerlerden güç alıyorsa, o toplulukta oldukça sık rastlanan bir davranış olacaktır. Töre cinayetinin norma dönüştüğü bir toplumda, bu şiddet oldukça sık yaşanacak ve garipsenmeden uygulanmaya devam edecektir. "Kötülüğün" ya da şiddetin "kötülük" olarak yargılanmadığı bir toplumda, ki kötülük kavramı bağıl ve öznel olduğu için mümkündür, davranış yaygın olarak devam edecektir. Eylem bireyler tarafından değerlendirilmeden alışkanlık ile yapılıyorsa, bu durumda farkındalık yaratılarak ve eylemi sorgulamaları sağlanarak eylemin gerçekleştirilmesi durdurulabilinir. Ancak bu farkındalık yaratılmadan, insanlar toplumsal kurallara uygun hareket ederek ait olma ihtiyaçlarını giderirken, eylem topluluktaki bir çok kişi tarafından gerçekleştirilecektir. Şiddet eylemi, ahlaki değerler içerisinde normalleştirildiğinde bilinçsiz olarak uygulanacaktır ve bilinçsiz olarak alışkanlıktan yapılan eylemler davranışlarımıza oldukça hakimdir.

"Egemenlik" ifadesi şiddet eyleminin normalleşerek hayatın yaygın ve farkına varması zor bir eyleme dönüşmesi nedeniyle kullanılmış olabilir. Genellikle yaptığımız her eylemi sorgulamayız, özellikle günlük rutinimizin bir parçası ise. Yabancı bir bakış açısıyla karşılaşıp kendimizi sorgulamak zorunda kalmadıkça, yani herkesin aynı ahlaki değerlere sahip olduğu güvenli bölgemizden çıkmadıkça davranışlarımı sorgulamak zorunda kalmayız. Kendimize karşı olan bu körlüğümüz, alışkanlıklarımızın ve toplumun bize normal olarak dikte ettirdiği kavramların hayatımızın sağlam parçaları olmasına neden olur. Dolayısıyla, normalleşen bu eylemler gerçekten de hayatımıza egemendir. Aynı zamanda, bireyler için kendi bakış açılarını sorgulamak oldukça zorlayıcı bir eylemdir. İnsan kendi bakış açısının filtresinden geçirerek algıladığı için, varlığı algılarken ister istemez kendini merkeze koymaktadır. Bu nedenle, bakış açısının ve normlarının sorgulanması kendi kişiliğinin ve algısındaki varoluştaki yerinin sorgulanmasına neden olur. Sorgulanma rahatsız edici bir süreç olabilir çünkü tüm bildiklerimiz, kendi varoluşumuz ve niteliğimiz riske girer ve insan varoluşunun anlamsız ya da güçsüz olduğunu düşünmekten rahatsızlık duyar. Sonuç olarak, insanlar genellikle bakış açılarını etraflıca ve dürüstçe sorgulamaya çok istekli değildir ve bu nedenle normalleşmiş davranış biçimlerine dair yüksek bir farkındalıkları yoktur. Sorgulamayarak, ahlaki değerler doğrultusunda edindiğimiz ve bilinçsizce sürdürdüğümüz eylemleri uygulamaya devam ederiz. Baudrillard'ın bahsettiği durumda da uygulanan şiddetin toplum tarafından olumsuz olarak görülmediğini düşünebiliriz. Kötü davranışlar, kişi kötü olduğunun tamamen bilincindeyse çok tercih edilmez çünkü kişi uzun vadede kötü eyleminin onu olumsuz etkileyeceğinin farkındadır ve insan her zaman duygusal bir dürtü olarak kendi iyi durumunu gözetmektedir. Şiddetin uygulandığı toplumda uygulanan şiddet bu nedenle, o toplumca iyi olarak değerlendirilmekte ya da hiç değerlendirilmemektedir ve böylece normalleşmiş ve egemenlik sağlamıştır.

Bireyin davranışlarında ve ahlak anlayışında içinde bulunduğu toplum çok etkilidir. İçinde bulunduğumuz toplumca normalleşmiş eylemleri farkındalığımız dışında gerçekleştirebilir ve onları sorgulamadan uygulayarak, bireysel davranışlarımızda ve toplumun genel davranışlarında egemenlik sağlama gücünü veririz.



Oğulcan Angı / Adem Tolunay Anadolu Lisesi
Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır."Arthur C. Clarke
Pragmatist bir faydası var mıdır yalnız olmanın veya yalnız olmamanın,
bizi korkutan yalnızlık mı yoksa evreni paylaşmak mı?
14 milyar yıl önceydi. Bir kelimeyle başladı her şey. Madde, düşüncenin en mükemmel hali...
Olasılıklar sonsuz. Olasılıkları yaratacak, olasılıkları düşünecek, olasılıkları sorgulayacak bir varlığın var olması kaç milyarda bir ihtimaldir?
Sonsuz olasılıklar evreninde yalnız olmak yahut kelimelerin yetmediği, düşün bile ulaşamadığı bir yerde başka bir sorgulayan varlık olma olasılığı?

İki büyük görüş yahut gözlükle bakmak gerekecek olasılıkların başlamasına.Materyalizm ve İdealizm gözlüğü.
Bir kelimeyle başladı her şey ''Ol'' ya da eşit olasılıkla ''ol''ması gerekti evrenin ve bir maddeyle başladı her şey.
Teolojik olarak bakarsak varlıktan önce vardı(?) ide.Fikri atan olasılıkları başlatan ilk neden varlıktan önce olan ide.
Pozitivist davranırsak metafiziği yok saymamız gerekecek ama Descartes'in Metodik Şüphesi gibi şüpheyi bir araç olarak kullanmayı seçersek her ihtimali değerlendirmek gerek.
Metafiziksel bir olgu sebepse bize -ki hak dinlerde bahsedildiği gibi yalnız olmadığımız doğruysa- sorgulamak düşer olasılıklar arasında ihtimali düşük olan bizlere.

Fermi paradoksunda bahsedilen gibi,''Evrenin bilinen büyüklüğü ve yaşı, teknolojik açıdan gelişmiş durumda olan birçok dünya dışı uygarlığın var olmasını gerektirir. Ancak bu hipotez, destekleyici herhangi bir kanıtın henüz gözlenememiş olması sebebiyle, çelişkili gözükmektedir.''Küçük bir hesapla 100 milyar gezegende bir yaşam olduğunu var sayarsak sonsuza yakın gezegene sahip evrende neden başka medeniyetlere ait deliler yoktur?
Hatta yeni bir olasılık eklersek;
''Pragmatist bir faydası var mıdır yalnız olmanın veya yalnız olmamanın,
bizi korkutan yalnızlık mı yoksa evreni paylaşmak mı ?''
Olasılıklar dahilinde Michio Kaku konuyu farklı bir açıdan değerlendirmekte.
Biz bir karıncayız ormanın ortasında ve ormanın yakınında otoban yapılmakta. Karınca olan bizler ne otobanı anlarız ne de amaçlarını ve zannetmem de hiç birisi bir karıncaya(!)
''-Biz burdayız !
-Biz otoban yapıyoruz.'' diyeceğini ve bizim durumuz belki de bu olasılık gibi evrende bir karıncayız.

Arthur C.Clarke'ı afallatan iki olasılıkta yeterince afallatmakta bizleri.
İnsanlığın gözü fenomolojik bakarsa evrene Tanrıya ulaşır, amacı da insanın Tanrı olmak değil midir zaten ?
Sonsuz kaynaklar bütünü, aşılmayacak mesafeler, öğrenilecek sonsuz bilgiler sanki hepsi bilinmeze aç olan biz dünyanın gelişmiş maymunları için yalnızlığı hatta paylaşmayı bile göze almaya yetmez mi?
Bundandır sorması evren bizim mi , bizlerin mi ?
İki olasılıkta düş kurmak için mükemmel.
Ama insanların en kötü özellikleri olan bencillik ve aç gözlülük temel sorunları görmeyi unutturmakta.

Evreni dünya diye varsaysak.Farklı ülkeleri de evrenin farklı köşelerinde olan medeniyetler olarak görsek hem delilimiz de bol.Adalet de eşitlik olsa.
Ergenliğinde olan insanlığımız Hendonist Tanrı olma mücadelesinde evren yerine dünyayı paylaşabilse, kaldırsa sen Andromedalısın sen Hoaglısın gibi söylemleri...
Temel sorunlarımızı çözmeden öğrensek yalnız olmadığımızı, ne yüzle bakabiliriz yalnızlığımızı paylaştıklarımıza ?
Bazen yolun sonu değil yolun kendisidir güzel olan.
Büyük bir kütüphanede kaybolmuşsak ve kitapların dilini bilmiyorsak öğrenmekten başka ne çare var ?
Fakat daha bilmiyoruz yalnız olup olmadığımızı ama bir şeyi biliyoruz bu dünyada yalnız değiliz.
İnsanlar, farklı insanlar, fakir, zengin, kısa, sarışın ve aç insanlar ve doğa.
Paylaşsak, afallamak yerine mutlu olsak.
Her zaman bir sonuca ulaşmak gerekmez bazen en güzeli amaçtır.
Alsak kolumuzun altına kitabımızı desek;
''Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı.
Ama en iyisi yalnızlığı düşünmek yerine kaldırsak başımızı sonsuz yıldızlarla dolu tabloya bakıp bilgiye aç sevgi dolu gözlerle bağırsak,neyden geldiğimizi bilmiyoruz ama neden geldiğimizi biliyoruz desek.
Ve kitaptan bir şiir okusak aşka, eşitliğe, adalete ve mutluluğa dair.

Evet, evet gökyüzünden kayan şey bu sefere yıldız değil...

Alıntı yapılan kaynak:https://tr.wikipedia.org/wiki/Fermi_paradoksu



Gülşah Dim / İzmir Amerikan Koleji
Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır."Arthur C. Clarke
KENDİ EVRENİMİZ
Biz insanlar öylesine sınırlı bilgiye sahibiz ki... Gördüğümüzü, hissettiğimizi, bildiğimizi sandığımız bu dünya, bu evren aslında bilinmezlikten başka bir şey değil. Biz insanlar hem çok şüpheciyiz hem de çok çabuk kanıyoruz aslında. Bize söylenilen her şeye inanmak için çok derin bir arzu duyuyoruz çünkü ancak bu şekilde kendi varlığımızın bilincine varıyor ve aidiyet hissediyoruz. Cevabını veremediğimiz sorulara başka insanlardan, kitaplardan alıntılarla yanıt veriyoruz ve bir sonuca ulaştığımızı sanıp mutlu oluyoruz. Doğru kabul edilen bilginin peşinden gitmekle "doğru"nun tarafında olduğumuzu düşünüyoruz.
Gözlerimizin önünde bir perde var sanki... Bu perde bazı şeyleri görünür, bazılarını ise görünmez kılıyor. Zaten hem çok çabuk kanmamıza hem de şüpheci olmamıza bu sebep oluyor. Gördüklerimize aldanıyoruz ve kör bir inatçılıkla varlıklarını savunuyoruz. Görmediklerimize ise kuşkuyla yaklaşıyoruz. Sonra birileri gördüklerimizin aslında var olmama, görmediklerimizin ise daha gerçek olma ihtimalini söylüyor, afallıyoruz.
Soyut şeyler görülemez zaten, ancak hissedilebilir. Sınav da burada başlıyor bizim için. Hissettiğimizden ne kadar emin olabiliriz? Hangisi daha gerçektir; görülen mi hissedilen mi? Bunun yanıtını aramaya dış dünyadan önce iç dünyamızda başlıyoruz. Birine olan sevgimizi sorguluyoruz mesela... Gerçekliğinden emin olmak için defalarca kendimize sorular soruyor, gözlerimizin önüne olaylar getiriyoruz. Yine de çoğu zaman adını koyamıyoruz hissettiğimiz duygunun. Birden bire öfkelenip birden bire sönüyoruz. Yarım saat öncesine kadar son derece gerçek olan, içimizi yakan öfke yerini boşluğa bırakıyor. Birkaç dakika önce bulutların üzerindeyken, aniden yere çakılabiliyoruz ve o mutluluk hiç var olmamış gibi hissediyoruz. Eskimiş mezar taşlarının altında yatan insanların bir zaman kanlı canlı hayatta olduğuna bile inanamıyoruz bazen. Çünkü ne aşkı görebiliyor gözümüz, ne öfkeyi, ne mutluluğu, ne hüznü, ne de ölümü... Bunların hepsi birer kavram, hepsi soyut.
İçinde kendi sıradan hayatlarımızı sürdürdüğümüz bu gizemli evren bize hem görünür hem görünmez şeyleri sunuyor. Biz, varlığından çok emin olduğumuz benliğimiz... Ailemiz, sevdiğimiz insanlar, her gün gördüğümüz kişiler... Hepsi gerçek. Onların yanında yalnız değiliz. Bu evrende milyonlarca insan var ve bu kalabalığın içinde yalnız olmak imkansız. Peki bu "yalnız olmayan kalabalık" yalnız mı acaba? Bu kalabalık kendi içinde mi evrilip sürükleniyor? Evrenin göremediğimiz yüzünde neler var? Duygular, ruhlar nereye gidiyor?
Biz insanlar güçsüzlüğümüzün farkındayız aslında. Sınırlarımızı biliyoruz. Bu yüzden üstünde bulunduğumuz evren sahip olduğumuz değil, ödünç aldığımız bir nesne gibi geliyor. Bu "nesne"yi kimileri bir lütuf kimileriyse bir ceza olarak görüyor ve herkes kendi payına düşeni yapmaya çalışıyor. Kimimiz hediyenin tadını doyasıya çıkarırken kimimiz cezanın bedelini ödemeye veriyor kendini.
Asıl soru şu ki; bu evreni bize kim ödünç verdi? Yine gözlerimizin önündeki perde bu sorunun cevabından emin olmamıza izin vermiyor. Ancak gördüğüne inananlar ve hissettiğine inananlar olarak ikiye ayrılıyoruz. Bazen bu ikiye ayrılma durumunu kendi içimizde yaşıyoruz. Bizden üstün bir varlığın, bir yaratıcının olma ihtimali bizi hem huzura erdiriyor hem de korkulara salıyor. Huzur veriyor çünkü hayal gücümüz görmediğimiz o varlığı istediğimiz konuma koymamıza izin veriyor. En zor anlarımızda yanıbaşımızda olabilen, içimizden konuşsak da bizi duyabilen, iletişime geçmek için hiçbir kanala, kendimizi anlatmak için hiçbir zorlamaya ihtiyaç duymayacağımız bir varlığın olması bizi ruhen rahatlatıyor. Cevabını bulmak zorunda olduğumuzu hissettiğimiz sorular kendiliğinden yanıtlanmış oluyor. Varoluşa, iyiliğe, kötülüğe, yaşadıklarımıza, bu dünyada olma sebebimize dair bütün sorularımız son buluyor. Aynı zamanda korkuyoruz. Böyle bir üstünlüğü aklımız almıyor ve kendi küçük, kusurlarla dolu bedenimize ve yanılgılarla dolu beynimize bakıp çaresizlik hissediyoruz. Bizi en ince ayrıntısına kadar bilen ve yönlendirebilen bir gücün karşısında çırılçıplak kalıyoruz. Biz insanlar kendimize o kadar saygı duyuyoruz ki bu düşünce hoşumuza gitmiyor. Sınırsız hayal gücümüz bu üstün varlığı korkunç bir konuma getiriyor.
Karanlıkta mumla dolaşmak gibi bu his. Sadece bir yere kadar çünkü görebilme yetimiz. Karanlık neyi saklıyor bilemiyoruz. Mumun aydınlattığı alanın arkasında ne var bilemiyoruz. Bulunduğumuz yerin sınırını göremiyoruz. Küçük bir odada mıyız yoksa uçsuz bucaksız bir düzlemde miyiz anlayamıyoruz. Her yeri aydınlatacak bir ışık arıyoruz var gücümüzle. Cesaretimiz mumun ucundaki titrek ateşe bağlı, bir rüzgara bakıyor tüm algımız. Bu evrende yalnız mıyız? Hangisi daha ürkütücü olur karar veremiyoruz. Karanlığın içinde bizim göremediğimiz ama bizi görebilen birisinin olması mı yoksa nerde bittiğini bile bilmediğimiz bu yerde yalnız kalmak mı?
Bilim, her geçen gün yeni sorulara cevap buluyor. Bilim sayesinde insanlık gözüyle görmediği şeylerin de var olabileceğini anladı. Bilimin hem insanlara bunu gösterip hem de onları soyut kavramlara inanmaktan uzak tutmaya çalışması insanlığın yıllardır süregelen bu ikilemini gösteriyor. Sürekli olarak araştıran, deneyler yapan insanlık hem evrende yalnız olduğumuza hem de olmadığımıza dair kanıtlar arıyor. Roketler uzaya fırlatılıyor, gezegenlerde yeni oluşumların izlerine bakılıyor, maddeler sonu gelmez parçacıklara ayrılıyor. Bunların hepsi yeni bilgilere ulaşabilme, elimizdeki mumun ışığını biraz olsun güçlendirebilme gayreti...
"Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığımızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır." Bu aslında evreni değil, kendimizi anlamlandırma çabamızdır çünkü asıl sorular "Ben kimim? Neden buradayım? Varoluşumun anlamı ne? Nereye gidiyorum?" gibi kendi evrenimize ait sorulardır.

Belki bilinmek istenen ama asla cevabı tam olarak verilemeyecek sorulardır bunlar, tıpkı Kant'ın dediği gibi:

"Ne olduğumuzu anlamayı umamayız. Belki bir çiçek ya da böceği tam olarak anlayabiliriz ama kendimizi asla. Bütün evreni anlamayı ise daha da az umabiliriz."



Lal Karaarslan / V.K.V Koç Özel lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
ALİCE'İN HARİKALAR LABİRENTİ
Geçenlerde ailemle meyvemizi iştahla yerken haberleri izliyorduk. Suriye'deki savaş ile ilgili görüntüler ekrana geliyordu. Üzülerek ve canımız sıkılarak izlemeye devam ettik: sonuçta farkında olmalı ve bu insanların acısını yok saymamalıydık. İki dakika sonra reklamlar geldi. Ve bizim üzüntümüz bir anda yok oldu. Hayatımıza devam ettik ve o görüntülerin bahsi bir daha açılmadı.

Bu konuya gerçekten değinen ilk kişi Jean Baudrillard olmuştur. "Simulasyon" adını verdiği bu kuramında, modern insan, televizyonun ekranında gördüğü sorunları görüntüye indirgeyecek ve buna duyarsızlıkla yaklaşacaktır. Her şeyin farkında olan ama rahatına düşkün olan toplum, hiçbir şey yapmayacak ve sessiz kalacaktır. Medyanın asıl amacı insanlara dünyalarında olanlara karşı duyarlılık kazandırmaktı, en azından çıkış noktası böyleydi. Ancak şimdilerde medya sadece sansasyonel eğlenceye dönüşmüş, ve insanların monoton hayatına renk katma amacına girişmiştir. Haberlerin bile toplumsal yapının standartlarına göre çekici kabul edilen insanlar ve gür sesler tarafından sunulmasının getirilerinden biri de onu duyduğu haberlere karşı daha az duyarlı yapmaktır. Kendi beyninde ve medyanın ellerinde yok olan insan bir eyleme girişmeden ve bir ses çıkarmadan yaşayan robotlara dönmüştür.

Yani medya da Althusser'in DİA'sına (Devletin İdeolojik Aygıtı) dönüşmüştür. Devlet ve sistem, medyanın gücünü kullanarak haberleri bir "meta" haline getirmiş ve bununla insanları bilgilendirmiş, ve hatta o kadar çok bilgilendirmiş ki insan artık kötülüğün yok olamaz olduğuna inanmıştır ve bu yüzden, susmuştur. Aslında Suriye'deki savaş devam etse bile bizler için o artık geçmişin konusu olmuştur. O zaman yapılması gerekilen insanlara haber sunmamak mı? Elbette ki hayır. Ancak bu haberlerin bize ne için verildiğini unutmamamız gerek. Söylediğimiz iki yarı üzüntü dolu sözcüğün kimseye bir faydası olmadığını bilemeli asıl amacın bu acıyı yok etmek olduğunu kendimize hatırlatmalıyız.

Eğer sistemin toplumun görüşleri üzerindeki direk etkisini irdelersek: Kapitalizmin getirisi olan bireyselcilik ve başarıya özlem duyguları insanın içini boşaltmış, onu yüzeysel bir varlık haline getirmiştir. O kadar ki beynini sadece kendi geleceği ile donatan insan yerle temasını kaybetmiştir. Milan Kundera “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı kitabında ağırlığın insanı dünyaya indirdiğinden bahsetmektedir. Burada fiziki bir ağırlık değil de daha çok sorumluluk ve düşünmek gibi mecazi bir yükten söz edilmektedir. Duyguların zaman zaman bir ağırlık olduğu bilinmektedir, ve modern insan bu ağırlığı taşıyamayacak kadar tembeldir. Sonunda da tutulduğu bilgi yağmuruna duygusuz yaklaşacaktır.

Sorunun tamamını sisteme yüklemek belki de filozoflarca en fazla tüketilen fikir. Mesela insan ticareti ve kölelik daha kapitalizmin bahsi bile yok iken vardı. Hatta o zamanlar medya bile yoktu. Peki, bu iki çağı ortak paydada birleştiren nedir? Dogmatizm. Ortaçağ'daki skolastik düşüncenin yükselişi ve günümüz insanının teknolojiye olan bağımlılığı. Elimizdeki teknolojinin nasıl işlediğini bilmememize rağmen onu kullanmamız, bizim sorgulamamızın nasıl köreldiğine dair bir ipucu verir. Dine ve din adamlarına olan sonsuz güvenin Ortaçağ insanının eleştirel bakışını körelttiği gibi bizler de devamlı tüketen ancak tükettiği şeyin ne olduğunu bile bilmeyen robotlar haline geldik. Şimdi sorumu biraz değiştirip tekrar soruyorum: bu iki çağ insanını birleştiren ne? Sorgulamamak.

Sorgulamayan, insanlara özgül yetisi olan düşünmeyi kaybetmiş insan başkalarının acısını anlayabilecek bir insan değildir. O insan kendi dünyasında çoktan yok olmuştur. Bencilleşmiş ve kendi çıkarlarına odaklanmıştır. Başkalarının acısını farkına varacak veya umursayacak konumda değildir. Nazi zamanlarında Almanya'da yaşayan bir papaz kötülüğe sessiz kalmak hakkında şunu söyler: "Yahudileri almaya geldiler, sesimi çıkarmadım. Sendikacıları almaya geldiler, sesimi çıkarmadım. Beni almaya geldiklerinde sesini çıkaracak kimse kalmamıştı." Korkmuş ve bencil insan ses çıkarmaz. Ancak sonunda onu da almaya gelirler. Gözüne perde inen insan şiddeti kabul eder ve bu sessizlikle büyüyen şiddet onun kapısını çalana kadar da sessizliğini korur. Çünkü korku içinde olan insan soru sormaz.

Din bundan beslenmektedir, cehennem düşüncesi insanları o kadar korkutmaktadır ki, birçoğu dini sorgulamadan kabul etmektedir. John Stuart Mill'e göre bir yönetici olmasının tek sebebi de budur. Çünkü bizler özümüzde kendi hayatına gereğinden fazla önem veren korkaklardan başka bir şey değiliz. Bir yönetici ve din kitabı da insanları güvende tutar, onlar için düşünür ve bu sayede toplum "sürü insanı" haline gelir. Bir koyunla insanı ayıran şeyi feda eder: düşünmeyi. Ve özünde empati yeteneğini de kaybeder. Çoğu erkeğin kadına yapılan şiddete karşı sessiz kalması hatta çoğu kadının sesini çıkarmaması aslında kadına şiddetin bu kadar büyük bir sorun olmasında önemli bir rol oynamıştır. Şiddete maruz kalmayanlar bunun için ufak bir şükran duyar ve hayatlarına devam ederler. Nazi Almanya'sının yakınlarından geçen iki Rus askeri, birkaç Yahudiyi görmelerine hatta kurtarabilecek kadar yakın olmalarına rağmen o zamanlarda geçerliliğini sürdüren Rusya-Almanya barışının bozulma tehdidi ile onları kurtarmaz ve yollarına devam ederler.

Nazilerden bu kadar çok örnek vermem şaşırtmamalı, zira korkuyla beslenen totaliter ve şiddet yanlısı bir rejim benimsenmiştir. Örnek verdiğim insanların tamamı kendi çıkarları ve hayatlarını daha değerli görmüş ve kaçmışlardır. İşte Hannah Arendt'in belirttiği "kötülüğün sıradanlığı" buradan gelmektedir. İnsanların zihninde kendi hareketleri her ne kadar aşırı olursa olsun haklı çıkmaktadır, çünkü kendileri diğerlerinden daha önemlidir. Bir hırsızın aç kalmamak için çalması, kendini yemeği veya parası olan insandan önde tutmasıdır. Ancak o hırsızın anlaması gereken, o ve diğerleri olmadığı ve biz olduğudur. Aksi takdirde kendisi için daha büyük kötülükler yapabilir. Kötülüğe sessiz kalan insan, kendi çıkarları için sessiz kalmaktan daha korkutucu şeyler yapacaktır.

"Dünya kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir." demiş Einstein. Kötülük gücünü sessiz kalanlardan almaktadır. Kapitalizmin ve medyanın bencilliği ve tembelliği körüklediği, dinin düşünceye balyozla vurduğu, korkunun beyne bir sis perdesi indirdiği bu dünyada zavallı insanın suçu nedir peki? Bunlara izin vermek mi? Bunlara izin vererek nasıl bir zarar yarattığını görememek mi? Hatta aslında görmek istememek mi? Modern insanın suçu düşünmemektir, onun için düşünen insanlara boyun eğmektir. Diğerlerini diğer olarak görmektir. Evet, belki şiddetin olmadığı bir dünya ütopiktir, ancak daha az şiddet her zaman bir adım ileridedir. Tek yapmamız gereken televizyonları kapatıp koltuktan kalkmak ve şiddete karşı tüm gücümüzle mücadele etmektir.

Okyanus Kar Şen / Sainte Pulcherie Fransız Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
Güç Aşkı ve Yolunu Şaşırmış Devlet

Proudhon, köleliğin cinayet olduğu gibi, mülkiyetin de hırsızlık olduğunu söyler, bana sorarsanız haklıdır da. Kölelik bir insanın insani özelliklerini ondan çalıyorsa bu onu öldürmekle eşdeğerdir, mülkiyet ise aynısını toprağa yapar. Proudhon da bunu aynen bu şekilde açıklar. Peki hal böyleyken, insanoğlu tüm tarihi boyunca neden köleliğe ve
mülkiyete bel bağlamıştır?
Neredeyse istisnasız, tarih boyunca gücü elinde tutan herkes kendi halkına şiddet uygulamıştır. En çok silahı olan, en çok toprağı olan, en çok askeri olan, veya çok istisnai de olsa en erdemli olan başa geçmiştir her zaman. Bu 'en'ler hükümdara güç vermiştir, ve bu gücü devlet diye adlandırdığımız bir yapı kurmak için kullanmıştır. Başlangıcında içinden çıktığı toplumu korumak için var olan bu devlet, zaman içinde bozulmuş, amacını yitirmiştir. Spinoza'nın varolma ve eyleme gücü diye adlandırdığı şeyin daha fazlasını istemiş, bencilleşmiştir. Kendi varlığını korumak için her yola başvurmaya hazır hale gelmiştir. Bu yollar toplumun belirli bir kesimini kılıçtan geçirmek, dini kullanmak, başka toplumları ve hatta kendi toplumunu sömürmek olabilir.
Peki bu sömürü düzeninde kendimizi her türlü devletin her an üzerimize salabileceği tehlikelerden nasıl koruyacağız? Cevabı insani oluşta aramak gerekli. Spinoza, Etika'sının ikinci kitabında insanın kendine benzer bulduğuyla kendini özdeşleştirebildiğini açıklar. Bu özdeşleştirme sonucunda, bizim bedenimize dair oluşturmuş olduğumuz imajlar sayesinde, özdeşleştirdiğimizin acısını kendimizde duyarız, sevincini paylaşırız. Öyleyse, başkalarının, bizden kilometrelerce uzak da olsalar duydukları acıyı hissetmemiz için gerekli olan tek şey, ortak olan yanlarımız üzerine düşünmektir. Günlük hayatta kullandığımız anlamıyla hiçbir ortak yan bulamasak bile, en sonunda onların da insan olduklarını hatırlarız. Daha basitçe, empati kurarız.
Tehlike bizden uzakta da olsa, aslında bizi şiddet gören bir toplumdan ayıran tek şeyin mesafeler olduğunu kavrarız; gerek sosyal sınıflar arası, gerek milletler arası, gerek ilçeler, iller arası. Otorite, bir gün varlığını koruyabilmek adına gerekli görürse, bizim de pekala maaşımızı vermeyebilir, bizi işten çıkartabilir, nasıl yaşayacağımıza karışabilir ya da bizi öldürebilir. Hepsini yapmayı meşru görecektir, vaktiyle köleliği ve şimdi de mülkiyeti ve sonuçlarını meşru gördüğü gibi.
Öyleyse toplumun düşmanı kendi içinden çıkartmayı seçtiği günah keçileri değildir; gayrimüslimler ve Müslümanlar, inanlar ve ateistler, kadınlar ve erkekler, eşcinseller ve heteroseksüeller, X milletinden olanlar ve Y milletinden olanlar... Devlet, post-modern eşitlik anlayışını, daha iyi yaşama isteğini veya dini inançları kullanarak bu karşıtlıkları birbirine düşürür ve asıl düşmanı unutmalarını sağlar: Kendisini. Hitler vaktiyle Yahudileri ekonomiyi ellerinde tutmakla suçlamamış mıydı?
Spinoza, insanın duygularını zorunlu olarak duyduğunu söyler: "...zorunlu olarak nefret ederiz." , "...zorunlu olarak severiz." vesaire. Bu zorunluluk Hegel'in diyalektiği tarafından da desteklenmektedir. Dinin öngördüğünden farklı olarak, insanın özgür iradesi yoktur. Düşündüğümüz her şey, yaşayıp gördüklerimiz tarafından bize zihnimizde oluşturulan imajlar yoluyla düşündürülür, istemli veya istemsiz olarak. Sokakta bir köpeğe tekme atıldığını görürsem köpekler hakkında onlara kötü davranıldığına ilişkin bir imaj oluştururum. Biri bana sokakta bir köpeğe tekme atıldığını gördüğünü söylerse, aynı imajın daha güçsüzünü oluştururum. Ancak bana aynı gün 20 kişi bir köpeğe tekme atıldığını gördüklerini söylerse, bu imaj belki kendim görsem oluşacak olan imajdan daha bile güçlü olacaktır.
Şimdi aynı şeyi, biraz değiştirerek ele alalım: Farklı bir milletten, örneğin Nikaragualı biri sokakta yürürken bize ortada hiçbir görünür sebep yokken küfretsin. Bu olay sonucunda zihnimizde oluşacak ilk imaj, Nikaragualılar'ın kötü insanlar olduğu olacaktır. Eğitimimize ve hayata bakışımıza bağlı olarak bu imajı sadece o Nikaragualı'ya hatta sadece o'na indirgeyebiliriz. Bu bizi Nikaragualılardan intikam almaya itmeyecektir. Şimdi, devlet elindeki medyanın Nikaragualıların bizim güzel ülkemizde kötü giden her şeyden sorumlu olduğunu durmadan söylediğini düşünelim. Etkisi muhakkak ilkinden çok daha yüksek olacaktır, çünkü bu söylem muhakeme yeteneğimizi elimizden alır, hayatımızda daha önce yaşadığımız ve öğrendiğimiz her şeyi yok saymak zorunda bırakır, ve doğrudan söylenene odaklanırız. Ve "zorunlu olarak" Nikaragualılara karşı bir nefret duyarız. Bu andan sonra ters giden şeylerin arkasında yeni bir neden aramaya gerek yoktur, suçlu Nikaragualılardır. Bunun modern dünyadaki adı algı yönetimidir.
Bu yöntem sayesinde devlet, uyguladığı ya da uygulamayı planladığı şiddete destekçi bulmuş olur. Suçu kendinden atmış, tahtını korumaya almıştır. Bu yapılan kesinlikle ahlaksızdır, ancak bunu farkedecek durumda değildir toplum. Bu yöntem halkı Yahudilerin suçlu olduğuna inandırmak için, kadınları düşük maaş almalarının sebebinin devlet değil de erkekler olduğuna inandırmak için, ülkenin belirli yerlerinde insanların evlerine tank toplarıyla ateş edilmesinin sebebi sanki devlet değil de evi tank ateşine tutulan insanlarmış gibi göstermek için kullanılabilir. Halk ya yapılanlara fiili olarak destek çıkar, ya da fiilen tarafsız kalarak veya fikren de tarafsız kalır gibi görünerek, farkında olmadan, suç ortaklığında bulunur, bir gün tüm bunların kendisine de yapılmasının uygun görülebileceğini düşünmeden.
Bu çıkmaz sokağın sonundaki duvar, aslında tırmanabileceğimiz yükseklikte: İnsanların insan olduğunu unutmayarak, bize dokunmayan yılanın bin yaşadıkça bir gün bize de dokunacağını anlayarak, kendimizi günümüz medyasından kurtararak, her şeyin görünmeyen bir yüzünün olduğunu kavrayarak bu duvarı tırmanabiliriz. Tırmandıkça aslında halklara şiddet uygulayanın bu günah keçileri değil, devletlerin ve adı konmamış otoritelerin güç hırsı olduğunu görürüz. Duvarı aşınca karşımızda bulacağımız uçsuz bucaksız bir deniz olur. İnsanca yaşayabileceğimiz bir toprak bulmaya çıkarız o zaman da, kimsenin şiddete maruz kalmayacağı, kimsenin şiddet uygulamayacağı, hiçbir anlamda.

Handenur Şamlıoğlu / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi

"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard
VAR OLMANIN ANLAMI

"Ahlaki çöküş kapasitemiz sınır tanımıyor.İşlemek istediğin bütün suçları işlemeden rahata ermeyeceğiz... “(Guida Ceronetti). Günümüz çağı şiddet , hırs , başa gelme , güvensizlik gibi bilgisizliğin ve erdemsizliğin ortaya attığı kavram bulutlarıyla dolu bir sis içinde. Herkes bu durumdan şikayetçi ama kimse karşı çıkamıyor ya da kimsenin artık karşı gelecek umudu kalmamış. İnsanlar her gece evlerinde haber izlemek için televizyonlarını açıyorlar. Haberler beklenen gibi daha farklı şeyler olamaz : Taciz , savaş , mutsuz ve umutsuz insanlar. Bu başlıklara olan halkımızın verdiği en büyük ve tek tepki ‘kanalı değiştirmek’... Sanıyoruz ki eğer kanalı değiştirip bizi mutsuzluğa sürükleyen haberleri görmezsek bu olaylar hiç yaşanmamış olacak ya da yaşansa bile unutulmuş. Kanalı değiştir butonuna bastığımız an herhangi bir kanaldaki her hangi bir diziyi izlerken buluruz kendimizi. Konu önemli değil nasıl olsa. Aklımızı meşgul etsin biz düşünmeyelim... Kendimizi boş şeylerle uyuşturmak praxislerimizin farkına varmamak dünyadaki kötü şeylerin biz o güzel kanepede otururken asla başımıza gelmeyeceği anlamına gelmez. Aslında boş oturduğun her an kötülük sana bir adım daha yaklaşır...
Sokratesin dediği gibi “ Kötülük gençtir hızlı koşar. “ (Sokrates in Savunması). Sokrates ‘ e göre kötülük bilgisizlikten doğar. Bilgi ise ne bilip ne bilmediğinin farkında olmaktır. Günümüz çağında bu kadar sınırız bilgi erişimi ,müthiş donanımlı üniversiteler, elini sallasan on farklı üniversitede yüksek yapmış insanların dolu olduğu şu zamanlarda, bu kadar büyüklükte durdurulamayan kötülüğün insanlar arasında yayılması dünyanın en büyük ironisi değil midir? Madem bu kadar bilgili insanlar var herkes master yapıyor , o kadar fazla okumuş insan var ki en iyi yerlerde bile okuyanlar iş bulamıyor neden kimse başa gelip bir şeyler yapmıyor? Bütün o sözüm ona yeni Einsteinler dünyanın kendi sonunu kendinin getirdiğini görüyor ama bir şey yapmıyor ? Yoksa yapmaya mı üşeniyor. Etrafımız Nicollo Machiavelli’ ci insanlarla dolu.Onu kendilerine göre en yüzeysel şekilde yorumlayıp iyi olanı yaptıklarını düşünüyorlar. İnsanın doğası bencillik mi? İktidar için her şey mübah mı? Ya sizler o küçük kendi mego iktidarlarınızda yüzerken insanlar boğuluyorsa ? İnsanlar kendi kendileriyle suç ortaklığı yapıyor. Kötülüğün egemen olduğu ama artık egemen olmakta kalmayıp daha ileri şeyler olmak istediği şu günlerde bilinç ve farkındalık onların bize ve diğer insanlara karşı kullandığı sınırsız etkili bombalar karşısında ki bizim en büyük silahımız olacaktır.
Görmüş olduğumuz ama pek fazla umursamadığımız başka insanların başına gelen taciz , savaş , sömürü gibi başlıklar kötülüğün bu kadar hızlı koştuğu dünyada neden bir gün bizim kendi hayat gazetelerimizin anabaşlığı olabileceğini düşünmüyoruz? Bir yerlerde adını hiç bilmediğimiz daha önce hiç sohbet etmediğimiz veya edemeyeceğimiz hayata geldiğinden beri belki ona hiç insan gibi davranılmamış insan olduğundan bir haber kişiler var. Bu onların suçu mu yoksa sistemin mi? Augustinus ‘ un hayatını kaplamış bir soruyu biz bir dakika düşünsek sadece... Tanrı dünyaya neden kötülüğü koydu ? Şu sıralar aklımı kurcalayan en büyük soru bu. Eğer Tanrı kötülüğü koyduysa bile onu yayan bizleriz ve bunu kendi çıkarlarımız için isteyerek yapıyoruz. Aslında kendi isteklerimizin bile farkında değiliz. Biz insan olduğumuzun farkında değiliz. Günümüz teknolojisinin ilerlemesi bizi yapaylaştırdı. Etrafımız similasyon insanlarla dolu. Varlar , konuşuyorlar , çalışıyorlar ama bir o kadar da yoklar. İnsanı insan yapan duyguları ona insan olmanın varoluşundan gelen düşüncesi değil midir? Peki neden insanlar bu kadar yapmacık. Ellerindeki o küçük her an yanlarından ayırmadıkları kendi kara kutularıyla her hangi bir sosyal ağ ile paylaştıkları gönderilerin dünyaya karşı yapmaları gereken sorumluluklarını yerine getirdiğini hissettiriyor onlara?
Bir gün birimiz bir yerden kayarak düşsek ikinci gün bu durumu paylaştığımız bir insan oradan geçerken daha duyarlı olur. O zeminde ilerlerken daha tedbirlidir. Bu kendini kayırma duygusudur. Kendimizi başımıza gelecek böyle küçük durumlarda bile düşünürken bizim kayma tehlikesi bir zeminden geçip en fazla düşüp popomuzu acıtacağımızı düşündüğümüz ve telaşlandığımız saniyelerde başka bir yerde başına gelenleri düşünüp telaşlanacak süresi bile olmayan insanların bir saniye içinde ölüp 3 gün boyunca ana haberlere çıkıp daha sonrasında hiç varolmadıkları şu dünyada kötülük kavramını nasıl tanımalıyız ?
Günümüzde kötülük kavramı çok farklı bir boyutta. Ülkeler kötülük kavramları boyutlarını yarıştırıp iktidarlarını bir çatı altında toplamaya çalışıyor. Zamanı geliyor kötülüğü biz kovalayacak duruma düşüyoruz. İnsan olduğum için utandığımı hissediyorum bazen. Çünkü beni ben yapan insan yapan önemli özelliklerimden biri empatidir. Ya haberlerde izlediğim bu kirletilmeye zorlanmış dünyanın haberleri benim , insanlığın , dünyanın başına geleceklerinin küçük birer 10 dakikalık fragmanlarıysa? Fragmanlar yayınlanacak şeyin vizyon tarihlerinden biraz öncesinde insanların kafasında bir düşünce oluşturmak için yayınlanır. Ya bu haberlerdeki durumlarda öyleyse? Bu demek oluyor ki hepimizin o evlerimizde oturuduğumuz büyük koltuklardaki rahatımız kaçacak değil mi? Peki hayatımızı başımıza gelecekleri düşünüp böyle kötümser kötümser mi geçireceğiz? Hayır. Biz bir aradayken hala insanken ve öyle kalabilmişken düşünürken, duygularımız yok edilmemişken önemliyiz. Tepki vermemiz , korkmamız , çözüm sürecine girip kafamızı patlatmak için bunların bizim başımıza gelmesine gerek yok. Zaten şuan bizim gibi kişilerin başına geliyorlar. Bu kötülüğün önüne hep birlikte bir duvar örmeliyiz ve giydiği paten ayakkabılarını ayağından almalıyız. Yoksa bizi insan olmaktan ve düşünmekten , bir arada olmaktan uzak , kendimizin etkisi altında olmayan başkalarının çıkarlarıyla yönlendirilen beyin sürüleriye dolu bir George Orwell 1984 dünyası bekliyor.
Dünya bize en büyük tiyatrosunu sergiliyor. Yönetmen tabii ki olmazsa olmazımız kötülük. Oyuncular biz insan denilen insan olmaktan bi haber yaratıklar ve işlenen konumuz yabancılaşma. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyetlerimizden kurtulmamız gerek. Kötülüklerin nedenselliklerini sorgulamalıyız ve onları başka insanların doxalar halinde getirdiği alışkanlık kalıbı halinden çıkarıp yok etmeliyiz. Sorgulmalıyız. Rene Derscartes in dediği gibi “ Cagib ergusum.” yani “ Düşünüyorum öyleyse varım”. Beyinlerimizi rahatlatıp o uyuşukluğun bize verdiği rahatlığı yaşarken değil kötülüğe çözüm arayıp zihnimizde şimşekler çakarken çözüm üretmeye çalışırken biz varız. O zaman insanız. Uzaktan güzel ve heybetli görünen bir Condillac heykeli olmaktansa kendimizin ve başkalarının küçük ve sinir bozucu at sineği olmalıyız. Kötülüklerin erken uyanıp koşuya çıktığı şu dünyada uykumuzdan uyanıp yüzümüzü yıkayarak kendimiz için ve başkaları için bir umut olabiliriz. Dünyayı ben mi kurtarıcam dogmalarından uzak bir hayat sürmeliyiz. İnsanlık Nietzsche nin dekadent kavramını yaşayıp yapış yapış olan tüm o etikelerinden kurtulup, praxislerinin farkına varmaya başlayayarak, varlığını insallıkla temellendirerek bunu erdemle sağlamlaştırarak tekrar hayatlarını ve amaçlarını gözden geçirmelidir. Eğer bir şeyi sadece nasıl hissettiğinize dayanarak yaparsanız bu hiçbir biçimde iyi bir eylem olmaz. Bilerek ve farkında olarak eylemde bulunmasaydık makinelerden farksız olurduk.( Kant - Felsefenin Kısa Tarihi) Bizi birbirimize yabancılaştırıp makineleştirmeye çalışıp duygularımızı körelleştirip , insan olduğumuz için utandıran bu kirli dünyayı artık değiştirmenin vakti gelmedi mi? Senin başına gelen benim başıma gelebilir , bunun olasılığı her zaman vardır. Benim yapmam gereken erdemimi koruyup bu dünyadaki insanlığa karşı olan ahlak ödevimi yerine getirmektir. İnsan gibi varolmaktır bu koca yaşlı dünyada.

Utku Bilgin / ODTÜ Geliştirme Vakfı Lisesi
"“Başkalarına uygulanan şiddete bakarak kendinize ne kadar şiddet uygulanacağını görebilirsiniz. Kötülüğün egemenliği böyle bir şeydir."Jean Baudrillard

Çizgi romanlardaki süper kahramanları özel kılan ve sevilmelerini sağlayan paylaştıkları ortak noktalardır. Bu ortak noktalardan bazıları süper güçlere sahip olmaları, havalı giyinmeleri olabilirken, süper kahramanları insanlar tarafından sevilen kılan kötü egemenliğine karşı verdikleri savaş ve mücadeledir. Kötülük kavramını anlamak için Heraklitos'un ortaya attığı diyalektik kavramını göz önünde bulundurmak gerekir. Kötülüğün dünyada var olmasının tek nedeni, dünyada iyiliğin olmasıdır. Baruch Spinoza'ya göre iyi faydalı olan, kötü ise faydalı olana ulaşmamıza engel olandır. Kötülüğün kaynağı tarih boyunca hep tartışılan bir konu olmuştur. Kötülük kavramını ilk ele alanlardan biri olarak Platon, mükemmel olan ve değişmeyen formlara dayalı düşünsel dünyayı, mükemmel olmayan ve değişken maddesel dünyadan ayırır. Bununla birlikte insanın ruh ve maddenin birleşimi olduğunu savunur. Ruhun insanın iyi parçası, maddenin ise kötü parçası olduğu görüşünü ortaya atarak bunu üzerinde temellendirmiştir. Buna göre Platon, maddenin ruhun hapishanesi, ruhun ise maddede mahkum olduğunu söylemiştir. İnsanın kötülük yapmasının nedenini insan ruhunun maddedeki esareti ile açıklamıştır. Platon'a göre kötülük insan doğasında vardır. Bunun yanı sıra, Platon kötülüğün duyular dünyasına ve maddeye ait olduğunu savunurken bunun nedenini iyi ideasının yoksunluğuna ve eksikliğine bağlamıştır. Kötülüğün bütün insanlar için ortak yanı, tarih boyunca korkulan bir olgu olmasıdır. Örnek vermek gerekirse Maniheizm gibi bazı inançlarda iyinin kaynağı ışık, kötünün kaynağı karanlık olarak gösterilmiştir; çünkü karanlık, bilinmezliği ve korkuyu insanlara hatırlatan bir kavramdır.
Kötülüğün doğasıyla ilgili bir başka nokta da kötülük öğrenilemez; çünkü Platon'un da bahsettiği gibi kötülük insanın içindedir. Augustinus'a göre, "eğitim iyidir ve eğitim öğrenmeden gelmektedir. Bu yüzden kötülük öğrenilmez. Çünkü, eğer kötülük öğrenilse, o zaman kötülük eğitimin bir parçası olur ve böylece eğitim de iyi bir şey olmaz. Fakat, eğitim iyidir. Bu nedenle de, kötülük öğrenilmez ve de onu biz kimden öğrendik diye sormakta anlamsız olmaktadır " (İstencin Özgür Seçimi Üzerine Kitap I Bölüm 1). Augustinus, bu konudan doğan bir soruyu ele alır, kötülüğü öğrenmiyor isek neden kötülük yaparız? Augistinius ilk başta kötülüğün kaynağını arzu ve şehvete bağlamıştıysa da aklın bunlardan daha güçlü olduğunu ve kötülük yapma nedenimizin özgür irademiz olduğunu kabul etmiştir.Evrende kötülük diye bir kavram yoktur, kötülüğü insanın özgür iradesi doğurur.
Kötülük, tarih boyunca çeşitli insanlar ve sınıflar tarafından bir araç olarak kullanılmıştır. Çeşitli dönemlerde insanlara kötülük yapılarak ders verilmek istenmiş, böylelikle kimi yöneticiler, din adamları insanlar üzerindeki iradelerini sağlamlaştırmak istemişlerdir. Niccolo Macchivaelli : "Ben cennete değil cehenneme gitmek istiyorum; çünkü cehennemde papalar, krallar ve prenslerle beraber olurum, oysa cennette sadece dilenciler, keşişler ve havariler var." sözünde de belirttiği gibi kötülüğün korku ve bazı diğer olgular üzerinden nasıl bir araç olarak kullanıldığını gözler önüne sermiştir. Galileo gibi bilim adamları şiddete maruz kalmıştır; çünkü gücü olanlar, güçlerini ve otoritelerini kaybetmemek istemişler, bu yüzden insanları başkaları üzerinden susturmaya çalışmışlardır. Philo ve Demea canlılar arasında bir mücadelenin varlığını kabul ederler. Güçlüler güç ve istek endişesi içindeyken zayıflar kendilerini koruma endişelerini sürekli korurlar. İşte bu iki dürtü canlı varlıkların hayatına acı verir. Philo’ya göre canlılar dünyasında “güçlüler zayıflara sürekli saldırır; onları korku ve endişe içinde bırakır.
Kötülüğün egemen olduğu dünyamızda kimilerine uygulanan şiddetle diğerlerinin susturulmak istenmesi, artık görmeye alışkın olduğumuz bir tablodur. 27 Ağustos 1896 Zanzibar Savaşı'ndan örnek vermek gerekirse, İngiltere gaddarca, güçsüz rakibine karşı ölümcül silahlar kullanmış, ve bunun sonuncunda Zanzibar askerleri, insanlarının öldürüldüklerini görünce 38 dakika sonra teslim olmuşlardır. Bu savaş, tarihe dünyanın en kısa savaşı olarak geçmiştir. Burada da kötülüğün egemen olduğu toplumlarda şiddetin özellikle başkaları üzerinde ne kadar etkili olduğu gözler önüne serilmiştir.