2 Haziran 2016 Perşembe

Handenur Şamlıoğlu / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / Istanbul


"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

İNSAN BULUNMAYAN TOPLUMLAR SENFONİSİ
İçinde yaşayan bireylerin birer terminale dönüştükleri, artık ne denetlenebilen ne de ortak bir şekilde kullanılabilen yan yana konmuş bir iletişim uzamından ibaret paramparça bir toplumsallık. Oysa toplumsal ancak bir perspektifin bulunduğu bir uzam içinde var olabilir. Aynı zamanda bir caydırma uzamı olan simülasyon uzamı içinde de ölür.(Jean Baudrillard - Sessiz Yığınların Gölgesinde - Toplumsalın Sonu) Bireyi bilinçli tutan onu fark ettiren ve sorumluluk yükleyen birim toplumdur. Bir insan sorumluluk alabildiği kadar vardır ve en büyük sorumluluk ise başkaları uğruna yapabileceğimiz ve elimizden gelendir. Bir başkası ise bizim içinde bulunduğumuz topluluktur.
Slavoj Zizek’in dediği gibi ortak iyi yoktur. Bu tüm toplumlar için geçerlidir. Ortak iyinin olması için dünyadaki tüm insanların praxislerinin düşünce tarzlarının ve cogitolarının aynı amaç ve istek etrafında dönmesi gerekir. Bu kötüdür. İnsanı insan yapan cogitosudur. Bir toplumda ne kadar farklı düşünce ne kadar farklı ses varsa o toplum o derece gelişir. Her insanın isteği amacı gelişme yönelimi farklı düşüncelere dayalı olduğu için, değil evren küçük bir halk için bile ortak iyi gösterilemez. İktidarın halkı koruduğunu isteklerini yerine getireceğini, dünya barışını sağlayacağı ve tüm insanların bir çatı altında toplanacağı gibi ortak iyi kavramı altında toplanan tüm söylemleri birer similasyondur. Sadece halkı düşünceden uzak tutmak onları rahatlatıp ‘Siz düşünmeyin biz yapıyoruz’ hissine kaptırmak ve halkı bir köle haline getirmek uğrunadır. Antik romada kölelere sesli alet ismi verilirdi. Günümüzde de bu böyledir. Wilhelm Reich Dinle Küçük Adam adlı kitap bu bağlamda güzel bir benzetme olarak kullanılabilir. Bu kitaptaki küçük adam karakteri tam bir günümüz halkı insanıdir. Bir sesli alettir. Dediği tek şey iktidarın lafını bile dinlemeden onlara ‘YAŞASIN!’ diye bağırmaktır. İşte sesli aletlik budur. Küçük adam durumundan çok mutludur çünkü düşünmüyordur ve bu onu rahatlatır. O, Zizek in Bir Sapığın İdeoloji Rehberi adlı belgeselindeki gibi ideoloji gözlüklerini takıp kednini iktidara bırakmıştır. Peki özgürlük eşitlik düşünce iktidardan mı alınır yoksa ikitadar tarafından mı yaşattırılır?
Toplum bireyle büyür. Birey ne kadar büyükse toplumda o derece gelişir. Birey dünyamızın geçirdiği ve daha çok geçireceği şu kötü günlerde ayakta kalmayı nasıl başarabilir? Bu gücü yine ona içinde bulunduğu toplum verecektir. Bireyi toplumdan uzaklaştırma ve kitlelere ayırma iktidarın gücü elde tutmak için yapabileceği en büyük darbedir. Büyük kitlelerle savaş uzun sürer ama küçükleri aradan çıkarmak kolaydır. İnsanı kendine düşman eder bazıları. Sartre ‘ın dediği gibi yabancılaşırız kendimize. Kendimizi değil toplumun bir parçası olarak görmek kendimizin bir parçası olarak bile göremeyiz. Toplumdan yabancılaşma bir insanın nesneleşmesi adına yapabileceği en güzel (!) devrimdir.
“Günümüzde yabancılaşma bir ayrıcalık olarak gösterilmektedir” (Marx). Dünyada istismarın tecavüzün 3-4 saniyede bir gerçekleşen nedensiz intihar ve adam öldürmelerin gerçekleştiği şu günlerde o güzel koltuklarımıza oturup haberleri izlerkenki tepkimiz nedir? Bir şeylerin kötü gittiğini görür ve üzülürüz. Bu durumda toplumumuzun en büyük tepkisi ise kanalı değiştirmek olur. Hemen beynimizi oyalayacak saçma bir programı izleyip kendi bilincimizi ayndınlatmamaya çalışırız. Bilinçli olmak acı verir çünkü. İşte insanlar böyle böyle ilk olarak toplumlarına sonra kendilerine yabancılaşırlar. Sartre‘ın dediği gibi bir diğeri hem benim cennetim hem de cehennemimdir. Yani yaşamak için insan olabilmek için bir diğerinin varlığı benim için zorunludur. Bir diğerleri toplumu oluşturur. Farklı düşüncelerin konuşulduğu farklı seslerin bir araya geldiği toplumdan ayrılan bir birey iktidarın bakış fenomeniyle nesnelleştirilip bir köle haline getirilir , bilinci ele geçirilir ve yeni mitinglere bir “Yaşasın” cı kazandırılır.
Özgürlük ,akıl ,cogito, tin bunlar bir doğumun bize doğal olarak verdiği ve sahip olduğumuz tek şeydir. Ve yine dünyaya temelli olarak miras bırakabileceğimiz tek değerlerdir. Altın değildir kola takılmaz belki ama bunlar bizden sonra gelecek bir insanı daha büyük bir insan yapar. Düşünce gelişir çünkü. Topluma kazandırdığımız farklı bir düşünce yada farklı bir sorgulama bir yeni düşüncenin temelini oluşturur. Toplumdan uzaklaşan yanlız kalan bir insan her türlü ilgiye açıktır o an. İster iyi bir yaklaşım olsun ister kötü bir yaklaşım. Doğamız gereği bir diğerine ihtiyacımız vardır. Ama bu bir diğerinin tanımı yapılırken iyi ve bizim iyiliğimizi isteyen tanımı yapılmamıştır. Kedine yabancılaşan insan kendini sorgulamalı bilincini ve tinini kullanmalı kısaca önce Nietzsche’ nin decadent kavramını yaşamalıdır. Bu yolda acı çekecektir ama çektiği acılar sonunda onu daha mutlu yapacaktır. Çünkü gerçek mutluluğun acı çekerek aydınlanmanın ve bir diğierine yarar sağlayıp farkına vardırtırabilmenin olduğunu anlayacaktır. İnsanlığı bir arada tutan işte bu farkına farkına vardırtma isteği olacaktır.
“Homo homini lupus”(Hobbes). İktidarların en büyük silahıdır bu toplumu ayırabilmek için. Bir diğerini bize bizden faydalanacak ve bizi öldürebilecek biri olarak göstermek bize ona karşı gard almaya ve tedirgin olup evimizde oturmaya sevk eder. İnsanların farklı istekleri ve bazıları üstünden farklı çıkarları vardır. Hayat diyalektiklerle dolu bir yarıştır bazen sadece. Ama önemli olan bu yarışta kimi geçtiğimiz kaç kişiyi kovalamada elediğimiz değil eski halimize oranla ne kadar bir yol kat ettiğimizidr. Bu yol kendimiz için olabilir, yada kendi toplumumuzun farklı bir topluma karşı yarışı olabilir. Ama bu yarışta en çokm kendimize karşı yaptığımız bir yarıştır. Bilincimizi açık tutan bizi doxalara iyimser bakıştan uzak tutan şey değişim ve gelişimdir.
“Bir topluluk, bireyin uzamış gölgesidir”( Emerson). Kendi özgürlüğüne ve bilincine yabancılaşmış kendi toplumuna küsmüş bir insan toplumun sonunu getirir. “Adalet tüm topluma sağlanmadıkçça gerçekleşmiş sayılmaz çünkü onu evrensel yapan şey budurHiç kimse, herkes tamamıyla özgür olmadan özgür olamaz, tamamıyla ahlaklı olmadam. ahlaklı olamaz. Hiç kimse, herkes tamamıyla mutlu olmadan mutlu olamaz.”(Herbert Spencer). Bir toplumda bilincini kullanmayan kapalı bir kutu haline dönüşen doxalara açık bir bireyin bulunması bile o toplumu gelişimdem uzak tutar.Çünkü Sokrates’in Savunması’nda da belirtildiği gibi kötülük gençtir ve hızlı koşar. Yobazlık ve algı kapanması kendi benliğimize ve bilincimize yabancılaşma en büyük kötülüktür ve toplumda hızlı koşar. Düşünmeme rahatlatır çünkü. Bir birey olmak sorumluluk ister. Bir makine olmaksa başkası kaynaklı bir elektrik ister ve çamaşır makinesi gibi sağdan sola döner durur. Bir günde soldan sağa dönmeyi düşünmez çünkü. Özgürlük sorumluluk getirir, insanların çoğunun özgürlükten korkması bundandır. (Bernard Shaw) . İnsanı insan yapan işte başından da dediğmiz gibi bu sorumluluk alabilme kapasitesidir. Kapasitelerimizin ortak olarak harmanlanması bizi toplum yapar.
İnsan erdemlidir. Ahlak bizim kendimizin oluşturduğu bie diğerini koruduğumuz kendi kurallarımızdır. Toplumdan ayrılan bir bireyi topluma geri kazandırmak insan olmanın ahlakında yatar. Platonun Mağara metaforundaki insan gibi aymalı ve aydınlanmayı yaşadıktanm sonra bir diğerini aydınlatmak için olduğumuz yere geri dönmeliyiz. İktidarın ideolojileriyle kandırlımış similasyon insanları topluma katmalıyız. Onları sarsmalı ve “Kendine gel iktidar biziz” demeliyiz. Farkında olan toplum gelişir ve bilinçsiz bir savaşı yok edebilir çünkü. İktidar kendine sesli aletlerden oluşan bir ordu yartmak ve bu orduyu insanlığı metalaştırmak üzerine yollamak istiyor çünkü.
Günümüzde tiyatro insanları düşündürüğü ve onlara bir şeyler kattığı için devlet tarafgında çok desteklenmese de devletin her zaman çok sevdiği ve her zaman gösterimde olan en büyük tiyatrosudur ideoloji. İnsanlara güzler şeyler hissettirir. Tatile git , gazeteye bak, arkadaşlarınla buluş der size. Ama aslında altında yatan anlamlar paranı beynini ve vücudunu bana ver ve beim dışımdaki herkese düşöan oldur. Bir de arada sırada size yaşattıklarıyla demek istediği “ unutma kumandan bende” dir. Halden anlama , yardım sevhi gibi kavramlar evrenseldir ve insanı ınsan olmaktan çok erdemli insan yapar. Farkına varan ve bu kavramlarına sahip çıkan bir birey toplumu bir üst refah seviyesine ulaştırır.
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. ( KANT Aydınlanma Nedir) Özgürlük erdem yardımn etme gibi duygular bize insan olmanın bahşettiği bir takım şeylerdir. Bu bize verilmez zaten bunlara sahibizidr. Bu kavramları sahpliğimiz altında ne kadar kullandığımızdır bizi insan yapan. Yabancılaşmanın arkamızda hızla koştuğu hatta neredeyse bizim artık onun arkasından koşacağımız şu günlerde patenlerimizi giymeli ve toplum olma bilincini kovalar hale gelmeliyiz. “Erdem, olduğu yerde kalmamalı, komşulara da tesir etmeli”. (Confucius) İnsan olma algımızı bu söz etrafında toplamalıyız bence. Bilgimizi ve cogitomuzu bir diğeri uğrunada kullanmalıyız aksi şartta bizde erdeme ve bilince sahip olmuş sayılmayız.
“Özgürlüğünden vazgeçen kimse, insanlıktan, hak ve görevlerinden vazgeçmiş demektir.”(Jean J. Rousseau ) Çağımızın başındna sonuna özgürlükşle ilgili söylşenmis milyonlarca alıntı sıralayabilirz buraya. Bunun nedeni nedir peki? İnsanlar uğruna en çok savaştıkları , en uzun süre çalıştıkları şey hakkında en çok konuşurlar. Bu dünyanın da en büyük savaşı özgürleşebilme ve insan olabilme üzerine olmuştur. İnsan olmanın ortaklığı özgürleşebilmedir. Özgürleşme evrenseldir. Bir diğeri ve tüm bir diğerleri özgürleşmedikçe ben de özgürlemiş sayılamam. Bu yüzden bir diğerinin özgürlüğüne ve insan olmasına yapılan saldırı benim değerlerime yapılan bir saldırıdır. Bizi toplum yapan şeyde bşr diğerinin saldırısına karşı bir savunucu olmaktır. Günümüz iktidarları işte bize bu saldırıyı yaparken aynı zamanda bizi birbirimizin düşmanı haline getirmeyi ve sahip olduğumuz bu kavramları bize yaşatmamayı amaç eder. Çünkü kendi değelerlerinin farkında olmayan bir birey sorgulamayan, praxislerinin bilincinde olmayan ,insan olmaktan bi haber similason ruhlarla oratalarda “ Yaşasın” diye dolaşan bir toplumu oluşturu. Birey sonu toplumun da sonudur çünkü. Haksızlıklara karşı bir çatı altında toplanmalı ve doğamızın bize verdiği değerlerimizin ve ahlakımızın birbirimiz için en büyük savunucusu olmalıyız. Bu savunma nasıl yapılmalı peki? En büyük başkaldırı nedir? Silahlanmasız bir savaş gerçekleştirilebilir mi? Varlığımızla birlikte insanlığımızın temelini oluşturan bu savaştaki en büyük silahımız nedir? Descartes’ in dediği gibi "Cogito, ergo sum” yani “ Düşünüyorum öyleyse varım”. En büyük başkaldırı budur işte düşünmek ve farkına varmaktır. İktidar tarafından bilinçaltlarımıza karşı yapılan en büyük savaşta bu düşünebilme yetimize karşı yapılan savaştır. İnsan düşündükçe ve ürettikçe vardır çünkü. Düşünen insan tini ve cogitosuyla praxislerinin farkına varır ve onları bir diğeri ve kendi için kullanır. Farkında olarak yapılan her hareketimiz en büyük darbemizidir. Düşünmeyen , kendine ve topluma yabancılaşmış ve uzak düşmüş bir insan doğaya karşı gelmektedir. Eğer ,değil bir diğerine kendime faydam olmazken neden dünyaya geldim ben? Toprak altında yer kaplamak için mi? Hayır ben düşünmek ve bu dünyay benden sonra gelecek insanlığa düşünecek daha güzel şeyler bırakmak için geldim.
“Bütün ilimlerde bir ortaklık, bütün sanatlarda bir ortaklık, bütün faziletlerde ve bütün mükemmelliklerde bir ortaklık, böyle bir ortaklığın hedeflerine birçok nesil boyunca da varılamayacağından, cemiyet sadece yaşayanlar arasında bir ortaklık değil, ölenlerle henüz doğmamışlar arasında bir ortaklıktır.”(Edmund Burke) Bu dünya bize bir mirastır ve bizden de gelecek nesillere bir mirastır. Neden onu bölük pörçük bir hale getirelim? Bütünüyle bize bahşedilen bu dünyadan herkes bir pay almaya çalışırken, bu pastayı kesmek için ceplerinden bıçak çıkarıp sonra bu payların boyutu uğruna bıçakalarını birbirlerine doğrultan insanlar arasına insanlığımızı nasıl koruyalım? Evrensel bir savaşta nasıl tek başımıza mücadele edelim? İnsan doğarken bile yanlız değildir , en büyük arkadaşımız bilincimizdir. Bilincimiz bize bu savaşta savaşmayıp kenderda durmayı değil savaşanları aydırmayı ve onlara hepimizin bir insan ve hepimizin bir ben olduğunu farkına vardırtmak bazılarına ise hatırlatmaktır.
Kafka ‘ nın Dönüşüm adlı eserinde sonradan böcek olan Bir Gregor Samsa adlı karakter vardır. Bu karakter Baudrillard ‘ ın similasyon kavramının bizlere açıkladığı similasyon bir insandır. Böcek oluşu kendine karşı yabancılaşmasını ifade eder. Böcek olduktan sonra aklına gelen ilk şey ailesine nasıl para kazanacağıdır ve ailesinin de ilk düşündüğü şey Gregor’ un bu haliyle artık aileye ne gibi bir faydasının olabileceğidir. Gregor il olarak işe yetişemeyeceği için üzülür. O bir makinedir ya sahibe kim itaat edecek onun yerine. İş vereni evine geldiğinde de kendini işe gidemediği için suçlar oysa kendini insan olmaktan bi haber olma durumundan suçlamalıdır. Ailesi odasını ilk başta bozmak istemez çünkü Gregor’un onlara bir fayda sağlayamayacağını, artık bir böcek olduğunu kabul etmek istemezler. Kız kardeşi ilk başta abisinin onun için yapacaklarına karşı o kadar inançlıdır ki bir süre ona yardım eder. Ama kısa bir süre sonra ondan bşr fayda gelemeyeceğini anlayınca ondan nefret eder. İktidar da toplumu böyle bölmek ister işte. Yardım , ahlak , erdem , bilincimiz gibi kavramlardan bizi uzaklaştırmak , bizi tam anlamıyla bir makine haline getirip kendimize ve toplumumuza yabancılaşmamızı sağlayıp , elden düştüğümüzde de aniden bizi yok etmek ister. Sanki bu dünya da daha önce hiç varolmamısşız gibi.
“Ahlâk ve üçkağıtçılık, terazinin iki ayrı kefesinde yer alır; biri çıkarsa biri iner.” (Eflatun) Ahlaklı olan bu terazide bizsek eger üç kağıtçılk nedir? En büyük üçkağıtçılık kendimize karşıdır. Bu kendimizi insan olarak görmeyip toplumumuzdan ayrılmaktır. Bir diğer üçkağıtçılıksa toplumdan uzak bireyleri topluma kazandırmayıp sadece kendimizi düşünür bir durumdayken hala bilinçli olduğumuzu düşünüp kendimizi tatmin etmektir.
Toplumun ayrı düştüğü , insanların birbine düşman kesildiği bir dönemde en büyük sorumluluk hisstemesi gereken camia egitim camiasıdır. İnsanı farkına vardırtan ve bir araya getiren eğitim ve düşünebilme yetisidir çünkü. Ahlaki değerlerimize hakim olup ve düşünebildiğimiz sürece ne boyutta neler yapabileceğimizi görüp , bilgimize sırtımızı dayadıkça insan olur ve sorumluluk alırız. J. J. ROUSSEAU’ nun Toplum Sözleşmesi’ ndeki gibi eğitim, özgürlük , eşitlik , erdem gibi kavramlarına sahip çıkmış similasyon değil kendi demokrasisini yaşayan , bir arada ve bilinçli , praxislerinin ve isteklerinin farkında bir toplum oluşur böylece. Üçkağıtçılığın en büyük düşmanı bilgidir. Üçkağıtçı kandırma yeteneğine güvenir. Bilgi insan ise bilgisi ve farkında olma yetisiyle bu üçkağıdın farkında olup ona göre davranır. Bizi toplum olmaktan alıkoymaya çalışan bir iktidar böyle bir toplumdan korkmalıdır işte. “Uzun bir süre iktidar stratejisi kitlelerin uyuşukluğu üstüne kurulmuş gibi görünmüştür. Kitleler edilginleştikçe de iktidar kendinden eminleşmiştir. Oysa bu mantık iktidarın yalnızca bürokratik ve merkeziyetçi olduğu dönem için geçerlidir. Bugün iktidara karşı kendi mantığı kullanılmaktadır. İktidarın tepkisizleştirdiği şey (kitle) kendi ölümünün göstergesine dönüşmektedir. İşte bu yüzden sistem kendi stratejisinde değişiklik yaparak, kitlenin edilgin bir konumdan yönetime katıldığı bir konuma geçmesi ve sessizliğine bir son vererek konuşmasını istemektedir. Oysa iş işten geçmiştir. "Tehlikeli kitle" ve toplumsalın tepkisizlik adı altındaki gerilemesi artık bir engel olmaktan çıkmıştır.” ( Jean Baudrillard) Postüla, ispat edilmeye gerek duyulmadan doğru olarak benimsenen önermeye verilen bir addır. İşte toplumumuzun yapması gereken neyin insan olma postülası olduğunun farkına varmaktır. Postula kavramlarının hakimi doğadır çünkü örneğin özgürlük gibi bir postulayı doğa bize verir. Postula kavramı yazarlığımızı iktidara bırakmamalıyız.
Özgürlük , tutsaklık , savaş , barış ,iyi , kötü , imkanlı ve imkansız. Gök kubbe altında tüm bu kavramlar bir diyalektik oluşturur. Yaşamın kendisi bir diyalektiktir. Bir insanın hayatta olduğunu gösteren çizgiler bir aşağı bir yukarı zigzaglı bır şekildedir. Bu zıtlıklar bizi hayatta tutar. Zıtlıkların iç içe olduğu bir toplumda bir birimize yabancılaşmamalı bir birimize yanaşmalıyız. Toplum ahlakının ve insan olma bilincinin sağlanması ancak bir aradayken anlam kazanır ve gerçeklik boyutuna ulaşabilir çünkü. Toplum olma uğrunda ikridara karşı yürüttüğümüz insalık kavramlarımıza hakim olabilme savaşımızda kendimize imkansızlıklardan oluşan amaçlar koymalıyız. Zizek’ in karşı çıktığı gibi ortak iyi insanları bir arada tutmaz ayırır. Kendi imkansızlığımızın tanımını yapmalı ve sınırlar koymalıyız. İmkansızlığı bu şekilde imkansızlıktan kurtarırız. İmkanlı bir amaç uğruna halk daha aydın bir şekilde bir arada olabilir. Zizek ‘in İmkasızı istemek adlı eserinde de dediği gibi “Gerçekçi ol, imkansızı iste”. Birey bu amaçlarıyla kendine koyduğu sınırları aşıp farkında toplum olup bir arada imkasız dedileri şeyleri tanımlayıp imkanlı hale getirebildiklerini anlarsa yapamayacağı şey yoktur.
İnsan olarak yanlızca yaptıklarımızdan değil yapamadıklarımızdan da sorumluyuzdur. Toplumdan kopmuş bir diğer ben varsa bir toplum bölünmüştür. Ve bölünen toplum dağılan misketler gibi birbirnden çabucak uzaklaşır ve küçük birimler oldukları için yine misketler gibi halının altına kanepenin yanına yani göremeyeceğimiz yerlere dağılır , kaybolur. Gelişmemiş toplumlardan gelişmemişlikle gelişmiş bireyler çıkar. İnsan olma , cogito ve tin sahipliğimiz bize erdemli , saygılı , farkında , kalıpları olduğu gibi değil , sorgulayan bireyler olmamızı söyler. Bir maddeden elektron ayrılması bile onun kimyasal özelliklerine zarar verir. Toplumumuzun bozulması insalık kimyamızın bozulmasıdır. Toplumdan ayrı düşme kendimden ve benliğimden ayrı düşmedir. Sorunlarla dolu , insanların bazen sadece sessiz çığlıklar atabildiği , daha önce hiç insan gibi davranılmamış bireylerin yaşadığı , toplumun sadece sözde olduğunu düşünen insanların hıçkırıklarla ağladığı , bir kenarda yanlızlığından sokağa dönük değil duvara dönük oturan taşlarla konuşan insanların haykırışları ,daha önce ağlarken kafasını hiç bir başkasının omuzuna yaslamamış insanların çığlıkları, geceleri yanlızlığı yüzünden karanlıkta içten içe deliye dönen ağlamaktan bıktan insanların bulunduğu şu dünyada sizce kaç tane insan olabilme kavramı çağımıza hakimdir.İnsanlık adaletle , özgürlükle , eşitlik , farkındalıkla yaşar ve toplumsal olarak sağlanır. Aristo’nun dediği gibi “Duymayan insan hiçbir şeyi bilemez ve anlayamaz.”. Bu kadar acı acı son insanlık iniltilerinin toplumun atomlarından çıktığı şu zamanlarda kulaklarımız ne kadar iyi duyabilirse o kadar insan olabiliriz. İnsan olmak tekillikle sınırlandırılamaz çünkü.

Hiç yorum yok: