2 Haziran 2016 Perşembe

Ömer Yağcı / Üsküdar Amerikan lisesi / İzmir (DüşünYaz 3 Türkiye 2.si)



"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150


Toplum ve Birey Çıkmazı
Bölünmüşlükleri sentezlemekle yükümlü olan felsefenin nesne-özne ayrımından sonra gelen en mühim çıkmazı birey ve toplum arasındaki uzlaşım olanağını olumsuzlayan çelişkiler olmuştur. Bu çıkmazı nesne-özne ilişkisinden ayıran özellik daha kapsamlı veya tarafsız olması değil, sorunu ele alma yöntemlerindeki çeşitliliktir. Bu durumun farkına varan ve bu çıkmazın ancak spekülatif sistemlerin başa çıkabileceğini keşfeden idealist filozofların, edimsel süreç olarak tanımladıkları teleolojik gelişmenin somut bir örneği, bireyin bağımsızlık arayışında baş göstermiştir: İdeal devletin bireylerin Kantçı ödev ahlaklarına uygun davranmalarıyla ulaşılacağını savunup oldukça soyut ve baskıcı bir yapı ortaya koyan Fitche (tez), yaşamın özünün praxis'te olduğu söyleyen ve toplumsallaşmış insanı kutsayan Marx tarafından olumsuzlanmıştır.(anti-tez) Bu süreçte dikkat çeken iki nokta vardır. Birincisi, sistematik teorilerin tarihsellikle birlikte adeta bir ‘epistomolojik kopuş’ yaşamaları ve birey-toplum ilişkisini çok daha nesnel bir zemin üzerine oturtabilmeleridir. İkinci nokta ise, Marx'ın Alman idealistlerinin rasyonal tarih anlayışının ötesine geç(e)meyişidir. Yani, anti-tez, tezi 'ters çevirip ayakları üzerine oturtsa' da içkinliği asla ondan bağımsız değildir. Tüm bu süreçteki kritik nokta, birey-toplum çıkmazının potansiyel engeli, geçmiş paradigmalardan vazgeçmenin zorluğunun filozoflar da dahil olmaz üzere tüm insanlığı esir alması olmuştur. Yani teoriler de aynı toplumsal koşullar gibi, ani değişmelerle çok seyrek karşılaşır ve gelişimdeki bu yavaşlık gerçeği ıskalamasına neden olabilir. Bu anti-tez'in mutlaklığının muğlak olduğunu gören Frankfurt Okulu, disiplinlerarası bir eleştirel teori ile, toplumsal yapıyı aydınlatma işine girmiştir ve hızla değişen sosyal ve teknolojik düzeni göz önünde tutup, tarih, felsefe ve ekonomi başta olmak üzere tüm sosyal bilimleri içine alan bir yapıyla, empirik bilginin tek geçerli yol olmadığını ve bireyin toplumla var olabileceğini ortaya koymaya çalışmışlardır
Tüm bu gelişmeler tarihsel bağlamda incelendiğinde, bireye odaklanan teorilerin 19.yüzyılın sonlarında oluşturulduğu görülür. Bunun nedeni endüstriyelleşme sonucunda Husserl'in 'Öffentlichkeit' adını verdiği 'toplumsal çember'in işlevinin bozulmasıdır. Avrupa'da 17.yüzyıldan itibaren kamuoyunun kahvehanelerde ve diğer kamusal yerlerde toplanıp siyaset hakkındaki görüşlerini paylaşan siviller, halkı bilgilendirmenin yanı sıra, onlara içlerinden seçebilecekleri çeşitli görüşler ve bakış açıları sunuyorlardı. Böylece insanlar, kendilerini toplumsal konum itibariyle denk gördükleri kişilerle fikir alışverişi yapıyor ve iktidardan bağımsız bir şekilde karar mekanizmasına dönüşüyorlardı. Ancak kapitalist market ekonomisiyle birlikte, değerlerin egemen olduğu sosyal sistemin karşısında duran ekonomik sistem, çok-kültürlü toplumların ortak değerleri zayıflatmasının da etkisiyle, toplumları ayakta tutan güç haline gelmiştir. Ortaya çıkan bu sonuç, eski milletlerin de 'sistem'in altında ezilmesine rağmen neden bireyselci bir isyana önayak ol(a)madığını, bunun için neden altyapı-üstyapı ilişkisinde sıçramalar yaşanmasına ihtiyaç duyulduğu sorusunu cevaplamaktadır: Feodalizm ve ondan ilkel toplumsal sistemlerde, Zizek'in 'barış dönemi' adını verdiği, ve malların üretilip dağıtılmasının uzlaşmaz çelişkilerden uzak biçimde yapıldığı dönemler oluyordu. Bu durumlarda da elbette kitleler Marx'çı anlamda sömürülüyordu ancak kapitalist sistemin ayakta durmasını sağlayan ve sermayenin kendi sonunu hazırlayan çelişki bu düzenlerde bulunmuyordu. Bu, kapitalist toplumların inanılmaz bir hızla dönüşüm geçirmesi zorunluluğunun yanı sıra, eski toplumlarda insanların kendilerini ifade ediş biçimleri olan kültürleriyle oluşturdukları sosyal sistemin, ekonomik sisteme 'prior' olduğunu kanıtlar. ( Ekonomik sistemin ikincil oluşunun diğer nedeni, amaçlarının özneler tarafından dolaysız anlaşılamamasıdır; sosyal sistemde bunun tam tersi söz konusudur.) Bu kolonileşme, rölativizmle birleşerek, bireysel olduğu kadar gerçekdışı teoriler oluşmasına neden oldu. Ancak aynı zamanda, ekonomik sistemin sosyal sistemi işgalinde çok önemli engelle karşılaşmasını da sağladı. Bu engel toplumsallaşmış insanın bağımsızlık savaşıdır.
Bu gelişmeler, bireyin günümüzdeki ‘bağımsızlığına’ nasıl ulaştığı sorusunu beraberinde getirir. Nietzsche’nin her daim kan koktuğunu iddia ettiği koşulsuz buyruk, Aydınlanma ve pozitivizm gibi yukarıdan aşağı ilerleyen ve epistomolojik değişimleri beraberinde getiren düşüncelerin, yanlarında zorunlu olarak taşıdıkları silah olagelmiştir. Bu akımlar, günümüzde bilimin kutsanmasının ve dinin yerine almasını öncülemişlerdir; içlerindeki çelişki ise tam anlamıyla Marx’çıdır: ‘Sapare Aude’, bu slogan günümüz bireyciliğinin sloganı olmaya uygun, ancak Descartes ve Kant’tan itibaren bireyin kendi erginliğine ulaşması için verilen izin daima ‘itaat etme’ koşuluyla birliktedir. Bireye özgürlüğünü veriyor olmasına rağmen, onu sistemin içinde tutmanın asıl amaç olduğu görülmektedir. ( Büyük Frederick’in Aydınlanma’ya karşı tavrı böylece ‘aydınlatılmış’ olur.) John Stuart Mill’in pozitivizmi ‘katoliklik eksi din’ olarak nitelemesi, dinsel mutlaklığın bu teorilerde yok olmadığını ve yalnızca biçim değiştirdiğini gösterir. Bu mutlakçı akımların en ‘modern’ temsilcisi 20. Yüzyılın başında ortaya çıkan faşizm idelolojisi olmuştur. Bu düşünce, sosyal sistemin kolonize eden ekonomik sistemin amaçsızlığının ve kitleler gözündeki sonuçsuz olmasının tam anlamıyla somutlaşmasıdır, hatta jouissance’sıdır. Bu artı-keyif, bu anlamsızlığın biçimselleşmesi, mutlakçı düşüncelerin (dinler başta olmak üzere), zayıf noktası gibi görünse bile, esasında güç kazandıkları ve diğer teorilerin eleştirilerinden muaf oldukları noktadır. Faşizm ve Descartes arasındaki bağlantı, 1637 yılında ortaya koyulan orman analojisinde netlik kazanır: Descartes’e göre ormana düşen bir insanın yapması gereken tek şey ‘bir’ yöne doğru, olanca gücüyüle yürümektir. Bunun hangi yön olduğunun bir önemi yoktur, çünkü bu koşulsuz buyruğun ormanda kalmaktan daha iyi bir sonuç doğuracağı şüphe götürmez. Mussolini de aynı şekilde, kendisine İtalya’yı neden yönetmek istedikleri sorusuna verdiği cevapla, bireyselleşip bağımsızlığa kavuşma umudu yolunda olan insanların, Baudrillard’ın gadget tanımındaki gereksizliğin anlamı doğrultusunda hareket ettiklerine ve bunun zayıf ve esaret altına alınabilecekleri noktalarının ta kendisi olduğunu gösterir: ‘Biz İtalya’yı yönetmek istiyoruz!’
Anlamsızlığın otoritesi adını verebileceğimiz bu öz, sistemi emperyalist bir ülke gibi açgözlü bir biçimde yağmalamakla kalmaz, her bireyin bağımsız bir karar mekanizmasına dönüştüğü ilüzyonuyla birlikte tam anlamıyla güç kazanır. Çünkü bu ilüzyon, toplumsal durumun bete noir’i olarak, sosyal sistemi ve gelenekleri görür. Kurtuluş peşindeki birey ( kapitalist anlamda uğursuz bir isyancı, gerçekte ise umutsuz bir istisnadır bu birey ) bu durumda sosyal sistemden kendi koparır ve bununla birlikte sorumluluk alma, aidiyet duygusu ve ortak değer yargılarından bağımsızlaşarak kendine bir anlamsal bütün yaratabileceği inancına sarılır. Bu inancın ilkel versiyonu Max Stirner’in egoizmidir ve kültür endüstrisine karşı bireysel bir savaşın başarısızlığının yanı sıra anlamsızlığını (‘totaler Unsinn’) da göstermiştir. Protestanlıktan doğdunu söyleyen Nietzsche’nin düşüncesi ise güçlü altyapısı itibariyle Horkheimer’in ‘toplumsalcı bireysellik’ düşüncesi iddiası üzerinde adeta bir sinthome gibi durmakadır. Ancak bu teorideki basıtırılamayan öz, Hristiyanlık ve sosyalizmi (Frankfurt Okulu’nun yorumu Lucaks gibi ortodokslarınkindan oldukça farklı olduğu gerçeği gözden kaçmamalı) ancak şiddetin yerinin içten dışa değişimi bakımıdan ayırmaktadır. Ayrıca sosyal sistem yerine, ‘patere legem quam ipse tulisti’ yani bireyin kendi koyduğu yasalara uyması fikri Nietzsche’nin bireyin kurtuluşunu Hegel’in deyimiyle Pöbel’den uzaklaşması ve kendi kendini yaratmasının bir sonucu olarak görmesine yol açmıştır. Bu açılardan bakıldığında bu fikir tam anlamıyla bir sinthome’dur, ve çelişkilerle kendini aşma bakımından yetersizliği onu Hegel’in eleştirdiği Euklid’çi geometriyle eşdeğer konuma getirir. Ancak durum bunun tam aksidir. Bir sıçramayı ifade eden Nietszche’nin çığlıkları, fenomolojik ontolojinin peşinde koşan varoluşçuların bireyin kendine yasa koyarken, esasında herkes için yasayı koyduğunu belirtmesiyle, dönüşmekten yoksun olmadığını kanıtlamıştır. (Bu özgürlük anlayışı, elbette negatif açıdan incelenir. Bunun nedeni Schelling’in de üzerinde durduğu gibi, Kant dahil hiç bir filozof özgürlüğü pozitif terimlerle ortaya koyamamıştır ve her daim via negative yolunu tercih etmişlerdir. Ancak bu idealistlerin ve diyalektikçilerin Spinozacı dogmatizmle mücadelelerine engel olmaz.) Bu, toplumdan ayrılan kişinin yasa koymada başarısız olacağı anlamına gelmez, ancak bu başarının tam anlamıyla değersiz olduğunu gösterir. Bu durum sürpriz bir biçimde, Schopenhauer’in intiharı reddediş biçimiyle özyapısal bir benzerlik içindedir. Schopenhauer nesnelleşmiş iradeyi, yani nomenin fenomendaki yansımasının reddedilmesi gerektiğini ve yaşama ‘hayır’ denilmesi gerektiğini söylüyordu. İntiharın özü ise hayata kapalı bir biçimde ‘evet’ demek, ancak koşulların yetersizliğine ‘hayır’ demekti. Toplumsal karşısında mücadele edecek birey de aynı şekilde, ister eskatolojik bir görüşe sahip olsun ister dünyayı irrasyonal dürtülerin yönlendirdiğini düşünsün, hiç bir şekilde mükemmel olmayan düzene daima muhalif bir tutum takınmalıdır ve onu kendi değerleriyle biçimlendirmeye çalışmalıdır. Bir başka deyişle, sistemin baskılarına ve otoritesine ‘hayır’ demelidir. Toplumdan kaçmak ise bunun tersidir ve toplumun özyapısına ‘evet’ ,ancak o anki tarihsel duruma, evrimleşen mutlakın güncellğine ‘hayır’ demektir. Yaşam ve düzen karşısında, Schopenhauer ve Frankfurt Okulu’nun , sırasıyla, aldıkları tutum da bunu içerir: ‘Karşısında durduğun sisteme hayır diyebilmek için, karşıtlığının somut bir mücadeleye dönüşebilmesi için– iki görüş de dolaylı olsa da bağımsızlık vaad eder- sistemin içinde kalmalısın.’

Teorilerinin aynı idealistler gibi a priori varsayımlara ve mantıksal olmayan aksiyomlara dayandığı gibi gerekçelerle eleştirilseler bile, Marx’ın özüne değerli bir yorum katmaları ve onun teorisinin ‘ölmediğini’ göstermeleri bakımından Frankfurt Okulu’nun önemli bir işlevi olduğu rahatlıkla savunulabilir. Onlar zorun olarak göç ettikleri Amerika’da, bireyin özgürlüğü sloganları altında toplumun köleleştirildiği sonucuna ulaştılar; arkaplanları Hegel’ci olan bu filozoflar, bu zıtlığın üzerine gitmeye ve Ece Ayhan’ın deyimiyle modern insanın içini açmayı denediler. Kültür endüstrisinin bireyi yokettiği ve kurtuluşun toplumdan kaçmak olduğu düşüncesi onlara yanlış gelse bile, toplumsallaşmış insanla birlikte ortaya çıkabilecek sonuçların, Althusser’in deyimiyle ‘tamamlanmış insancılık’ yerine yıkım doğurduğunu gördüler. Bu onları, bir bakımdan Sovyetlerin ve özellikle Stalin’in ‘philistinism’inden sonra en hiddetli bir biçimde mücadele ettikleri düşünceye, post-yapısalcı filozofların ortaya koyduğu ve imkansızlığı öğütleyen umutsuz teorile yaklaşan sonuçlar üretmelerine yol açmıştır. Bu umutsuzluk, Habermas’ın Frankfurt düşüncesinin özünü aynı tutup, ortaya çıkan sonucu daha iyimser bir yöne çevirmesiyle azalmıştır. Ancak, ortaya konan yeni etik anlayışı, değerin doğuşu ve işlevi açısından yapısalcı semiyolojiyi, gösterilenin gösteren altında ezilmesini adeta ‘istenmeyen’ bir şekilde yeniden ortaya koyması, zaten Hegel’in yanında daima huzursuz olan Habermas’ın ve Kıtacı geleneğin yeni yönler keşfetmesini zorunlu kılmıştır. Bu, Frankfurt Okulu’nun arzu ettiği sonuç olmasa bile, analojik dil anlayışının tam anlamıyla tarihe karışması ve bireylerin ,’ Feuerbach Üzerine Tezler’de iddia edildiği gibi, insancıl bir toplum açısından incelenmesi gerektiği perspektifini güçlendirmiştir. Tarihsel logosu göz önünde bulunduran filozofların, insanların mitlerden başlayıp metalara kadar uzanan bir süreç boyunca kendini ifade etme çabalarını göz önünde tutup sosyal sistemin gözardı edilmemesindeki ısrarları, market ekonomisine karşı kör bir saldırı değildir. Aksine bireyin yaşam alanı olan ve ortaya koyduğu anlamlarla adeta soluk almasını sağlayan toplumsallığın korunması düşüncesi, bu mücadelenin çözümünü neredeyse imkansız hale getirmesine rağmen, tek kurtuluş yolu olarak sunulmaktaki haklılığını kanıtlar. Böylece bireyselliğin toplumsaldan ayrılmasının tam anlamıyla absürd olduğu görüşü, tarihsel arkaplanıyla birlikte, gücünü korur.

Hiç yorum yok: