19 Ekim 2009 Pazartesi

Bireysel Özgürlükler ve Devlet

‘’Devlet, bireysel hayatın bütün görüntülerinin içinde gömüldüğü bir mezarlıktır.’’(Bakunin)

Bireysel özgürlükler,insanın doğumundan ölümüne kadar yaşantısı ile ilgili olarak sonuçlarının sorumluluklarını taşıyabileceğini düşünerek yaptığı bütün faaliyetler olarak tanımlanabilir.
En doğal haklarımız olarak gördüğümüz; yaşama , eğitim, barınma gibi haklarımız ne kadar bizim elimizdedir?
Günümüz dünyasında kişisel hakların korunması için kurulan sivil toplum örgütlerinin gösterdiği faaliyetler göz önüne alındığında bireysel özgürlükleri, toplumsal kuruluşlar vasıtasıyla sahiplendiğimiz gerçeğine ulaşılabilir.
Ancak; bu noktada karşımıza çıkan soru ise; ’’bu faaliyetler bireysel hakların korunmasına ne ölçüde yetiyor?’’ olmalıdır.
Tarihten günümüze kurulan devletler ve özgürlükçü gruplarla çıkan tartışmaları göz önüne alındığında Devletin, bu tartışmalardan çoğu zaman kazanan taraf olarak çıktığı yargısına varılabilir.
İstisnalar tarih boyunca olmuştur;Özellikle rejime karşı çıkan sosyalist grupların izledikleri değişik stratejiler sonucu devlete üstünlük sağladığı görülmüştür.
Ancak bu topluluklar da özgürlükçü kimliğinden sıyrılıp, devlet kimliğine büründüklerinde kendilerinin de özgürlükçü gruplarla tartışmalar yaşadıkları su götürmez birer gerçektir.
Bunun sonucunda ; Devletin; ‘’Hak ve güç benimdir.’’ yargısı ortaya çıkar.
İnsanların bireysel özgürlüklerini devlet kimliği ile koruyabildiği bir Dünya’da herkesin devlet olamayacağı düşünülürse belirli bir zümre hariç kimsenin özgürlüklerine ulaşamayacağı sonucuna ulaşılır.
Bu noktada insanların ; devletin belirlediği özgürlüklerle yetinmesi ve Devlet’in özgürlüğü kısıtlama politikası ayrı ayrı düşünülmelidir.
İnsanlar gerek sivil toplum örgütleri ile gerekse bireysel olarak yapacakları faaliyetlerle daha fazla özgürlük peşinde koşmalıdır.
Var olan ile yetinmek insanın mücadele ruhunu zayıflatacağı gibi, bu kurallar çerçevesini çizenleri de rahatlatacaktır.
Devlet ise; Yönettiği insanların özgürlüklerini kısıtlamayı bir meziyet olarak görmemesine rağmen yöneticilik otoritesinin gerektirdiği bir takım faaliyetleri yürütebilmek için ihtiyaç duyduğu gücü rakiplerinin, bireysel özgürlükleri savunan kitlelerin , gücünü azaltarak toplamaktadır.
Eski dünya satranç şampiyonu Emanuel Lasker ‘’Aklınıza iyi bir hamle geldiyse oynamayın daha iyisini arayın.’’ sözüyle insan zihninin mükemmeliyetçi yapısını su yüzüne çıkararak var olanla yetinmeden çok daha iyi şansalar elde edebileceğini vurgulamıştır.
İnsanlar mükemmeliyetçi bir yaklaşımla özgürlüklerini ararlarsa devlet politikasını değiştirmek zorunda kalacak ve öne sürdüğü hak ve özgürlük devletindir. Güçlü olan devlettir. Yargısını rakibinin gücünü azaltma politikasını terk ederek , yapacağı çalışmalarla karşı grubun sempatisini kazanarak bu yargıyı kabul ettirecektir.
İnsanların maksimumu araması, devletin maksimumu yapmasını sağlayacaktır.
Semih Aysal

20 Nisan 2009 Pazartesi

Toplumsallık Yanılgısı ve Geist Döngüsü


''Geleneklerinin örtüsünün açılması ve gelenekle aktarılanın açığa çıkarılışı bu çağın insanı için özel bir görevdir.''
Aykırı kitaplar arasında kültleşen ve 1971'de Stanley Kubrick'in beyaz perdeye aktardığı Otomatik Portakal'ın arkasında, ''Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik isleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...'' der Anthony Burgess. Bunu söylerken kılıcı kabul ettiği kalemini savurduğu düşmanlarının gücünün ve niteliğinin elbette farkındaydı. Lakin fenomende olmayıp yine de siyah düşüncelerle insan özgürlüğünü kemirmeyi bırakmayan bu düşmanlar insanların toplu olarak yaşamaya başlamasından günümüze dek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bireyin öznelliğini ve öznel özgürlüğünü törpüleyen bir 'meşrulaştırma' sistemi güden bu düşmanların bir çok adının ve kozmopolitliğinin olmasının yanında en deşifre oldukları sistemi Heiddeger'in de fark ettiği ve söylediği üzere geleneklerdir.
Platon'un Devlet adlı eserindeki mağara alegorisinde; insanların gerçek varlığın bilgisine değil de yansıyanınkine sahip olduğunu söyleyerek, onları mağara duvarına yansıyan gölgeleri izleyen kişiler olarak tanımlamıştır.Birey tam bu tanımlamanın farkına varıp uyanış veya en azından bir uyarılma yasayacağı sırada ise doğmuştur.Yeni doğmuş bir bebeğin gözlerinin sürekli kapalı olması gibi, bizde doğumumuzla atıldık toplum-birey kaosuna. Henüz özümüzün bilgisiyle tanışmadan, dahası onunla karşılaşmadan süregelmiş bir buhranın içine atıldık. Merakımızı ayıplayan gözlere, sorularımızı susturan sözlere ve bilgi ateşimizi daha harlamadan köze çeviren kişilere verildik. Nereden geldiğimizi sorunca yalanla karışık kaçamak yanıtlar aldık. Nereye gittiğimizi soruncaysa isimiz 'kader, kısmet'e (!) kaldı. Susalım dedik, biz sustukça doldu geist. Doldu, doldu, doldu ve dayanamayıp bağırdı! ''KRAL ÇIPLAK!!!''
Gelenek, görenek ve toplumsal kurallar ''Etik Kurallar'' adı altında basılıp her dile çevrildi! Kitabın, ışığın, suyun, ekmeğin girmediği yere de girdi, tanrının unutulduğu yere de. Yeri geldi kişiye kendi gözünden sakındığı kızını gözünü kırpmadan öldürmesini sağladı, yeri geldi yapmak istemediği bir şeyi yapmaya zorunlu kıldı bireyi. Bugün anne olarak konuştu suratımıza, yarın patron olarak.
Monotonlaşan ve otomatikleşen insanoğluyla normlar arasındaki en büyük akttır toplum. Farklı renk ve ebattaki bireyi alır, çiğner, sindirir ve boşaltır. (!) Aynı renk, doku ve kokuda klonlanmışçasına binlerce birey üretir. Her ne kadar çok yoğun ve canlı görünse de apatik bir hali vardır. Toplum, bireyi ' o ' olmaktan alıkoyup kendine benzetmeye çalıştığı sürece içinde barındırdığı bireylerin hiç bir zaman kendi olması ve topluma renk katıp onu mozaikleştirmesi beklenemez. İçine atıldığımız gelenekler ve toplumsal normlar yalnız kalmamamız adına bizi kendi içine kabul eder ve karşılığında bizden ruhumuzu ister. Hayallerimizi, düşüncelerimizi, söz ve davranışlarımızı alır yalnız kalmama duygusu karşılığında. Bu ruhunu şeytana satmaya eşdeğerdir. Mefisto da Faust'a en basta bir köpek olarak görünmüştü.
Etik ilk çağdan günümüze dek farklı açılımlara büründürülmüştür. Sokrates ve Platon'da erdemle bağdaştırılırken, hazcı etik kuramların ortaya atılmasıyla Thomas Hobbes, Spinoza ve Spenser bu konuda farklı duruşlarını sergilemişlerdir. Öte yandan toplumu inceleyen diğer filozoflar da olmuştur. F. Nietzsche kişinin 'üst insan'a dönüşümünü anlatırken bahsettiği deve-aslan-çocuk üçlemesinde devenin toplumun yükünü sırtlandığını, aslanın 'yapmalısın' diyen toplumla savaştığını ve en sonuncu aşamadaysa bireylerin çocuğa dönüşeceğinden bahseder. Bu aşamadaki çocuk saflığı ve temizliği, dahası üzerinde toplum baskısı olmayan bireyi simgelemektedir. Simgelemdeki saflığı yakalamak elbette kolay bir uğras değildir, fakat bilinmelidir ki zoru başaran insanlar mutlu olacaktır bu dünyada. Nietzsche ısrarla vurgular doğrusunu ''Kendin alabileceğin bir hakkı, bırakmayacaksın sana vermelerine!'' der.
Sempatikleştirilmeye ve 'atamızdan' denilerek kabullendirilmeye çalışılan normlar bireyi topluma bağlamanın aksine onu giderek uzaklaştırmakta ve paylaşamadığı kaosunun içindeki gelgitlerde boğmaktadır. Hayat bir mutluluk simülasyonu (!) tadında çıkarlarını yaşatanların yüzündeki gülümsemede kaybolup gitmektedir. Birilerinin bize ait olan hakları ve kaybettiğimiz doğallığımızı bize sunmasını ümit ederek yasamak mutluluğu ve özgürlüğü getirmez. ''Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.'' der Nietzsche, Irvin D. Yalom'un yazdığı Nietzsche Ağladığında da. Aynı kitapta büyük bir ısrar ve analitik tutumuyla (her ne kadar acı çekse de) özgürlüğüne sıkı sıkıya yapışmış olan Nietzsche kişinin tinine seslenmekte, onu uslama yoluyla potensini -gizli güç- keşfetmeye çağırmaktadır.Nietzsche'nin Zerdüst'ü yazmadan önceki halini anlatan kitapta Nietzsche kendinden gayet emin, çağının düşünürü ve yazarı olmadığını ancak ileriki kuşakların onu anlayabileceğini söylerken oldukça umutlu konuşmuş, lakin tabuların normların da aynı oranda umutlu ve ısrarcı olduğunu tasavvur edememiştir.
''Benim sınırlarımda ve benim tabularımla bağımsız olabilirsin.'' (!) diyen absürd bir düzenin içinde yasıyoruz. İçi çürümüş ve çağın çok dışında kalan dayatmalarla ilerletilmeye çalışılan bir düzen bu. Kalabalık içinde yalnızlaştıran, ilişkileri oldukça yüzeyselleşmiş bir toplum. Bir şeyler yapmaksa bizim elimizdedir. Nazım Hikmet Ran 'Kerem Gibi' şiirinde;
''... Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar
karanlıklar
aydınlığa...'' derken uyanışı yasıyordu. Uyanışı yasıyordu ve uyandırmaya çalışıyordu. ''Aklını kullanma cesaretini göster!'' diyen Kant da ''Herkes benim düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım.'' diyen Oscar Wilde da ''Başkalarının izinden giden kendi izini bırakamaz.'' diyen Konfüçyüs de her ne kadar farklı zaman ve toplumlarda yaşamış olsalar da ortak bir noktada birleşiyor. Bugünse zaman harekete geçme zamanıdır. Oruç Aruoba Doğançay' ın Çınarları adlı şiir kitabının 7. bölümünde söyle der;
''... Görüyor musunuz
Nasıl hem ölüm
Yüklüyüz hem de
Taşıyoruz hayatı

...Görmüyorsunuz
Uykudasınız---
Bulutlar geçiyor
Ayın önünden .. ''

Zaman bulutları kovma, sisi dağıtma mağara girişine dönme cesaretini gösterebilme ve kendi özümüzü, saf halimizi keşfetme vakti! Herkes farklıyken ve herkes birbirinin kurduyken (Hobbes) ortak normlarda kıstırılmaktan kurtulmak, süregelmiş yanlışları inkar etme vakti! Uyanışımız, bu çağın insanı için özel bir görevdir!

Ilgın Özmen

11 Şubat 2009 Çarşamba

OYUN OLARAK SANAT



Bilinebildiği kadarıyla oyunun kendisi, insanın tarihi kadar eski olduğu gibi, oyun hakkındaki düşünceler de insan düşüncesinin başlangıçlarına dek uzanır. Yunan düşüncesinde oyun kavramının felsefi ifadelerde geçişine, ilk kez Herakleitos'ta tanık oluyoruz: "Zaman, dama taşlarını bir o yana bir bu yana sürerek oynayan bîr çocuktur: çocuk hükümdarlığı!" bu görüşe göre oluş ve yok oluş hiçbir suç ve ceza sorumluluğu içermemektedir. Oyun ile sanat ahlaksal değerlendirmelerin dışındadır. Oyuncu yani çocuk ve sanatçı masumdur; bir başka deyişle sorumlulukları yoktur.
Sanatla bağıntısı içinde oyun kuramı, ilk kez Schiller'ce çepeçevre, kuşatıcı bir biçimde ele alınmıştır. İnsan, sözcüğün tam anlamıyla insan olduğu yerde yalnızca oynar ve o, oynadığı yerde ancak tam insandır, diyor Schiller. Yani insan toplumsal bir süreç içerisinde vardır ve de sadece orada üretir ve ürettigi kadarda insandır. Schiller’in hareket noktası sanatın oylumsal bir etkinlik olduğu yani bir oyun olduğudur.Schiller'e göre, insan iki temel dürtüye sahiptir: duyusal dürtü ve biçim dürtüsü. Duyusal dürtü, insanin fizik varlığından, biçim dürtüsü ise ussal doğasından kaynaklanır.Oysa bu iki dürtüyü uzlaştıracak bir üçüncü dürtü mevcuttur aslında insan doğasında. İşte bu Schiller'in tanımladığı oyun dürtüsüdür. Duyusal dürtü, değişmenin olmasını, zamanın bir içeriğe sahip olmasını ister. Biçim dürtüsü zamanı ortadan kaldırmayı, hiçbir değişmenin olmamasını ister. Her iki dürtünün birlikte etkidiği oyun dürtüsü ise zamanı zamanda ortadan kaldırmayı, olusu mutlak varlıkla, değişmeyi özdeslikle değiştirmeyi amaçlamaktadır. Zamanın zamanda ortadan kaldırılması, bir tür “gibi yapmayı” gündeme getirmektedir. Sanki zaman geçmiyormuş, hiç geçmemiş gibi yapmayı... Bu simülasyon oyunun özünde vardır.
Estetik çevre, düşün ile doğanın, madde ile biçimin bir uzlaşma alanıdır, çünkü Güzel, Yaşam’dır, Canlı Biçim’dir. Bir sanat eserinde içerikten çok biçim önemlidir. Nasıl göründüğü nasıl olduğudur. Oyun her canlı için hayata hazırlanma sürecinde en gerekli davranışlardan biridir. Canlılar ister insan isterse hayvan olsun oyun sayesinde dış dünyanın gerçekliklerinin bir yansımasını yaratarak hayata hazırlanırlar. Çocuklar çevrelerindekileri kopya ederek onları yaşar ve bu sayede geleceğe yönelik tavırlar oluştururlar. Kendilerine, evcilik, doktorculuk, ögretmencilik gibi küçültme ekleri kullanarak imitasyon çevreler hazırlayarak çocuklar gerçekliğin bir kopyasını yaşarlar. Sanat ile oyun arasında daima bir benzerlik görülmüştür. Oyun oynayan bir çocuk için başka bir amaç, başka bir dünya yoktur, çocuk oynamak için oynar. O halde nasıl ki sanat da kaygı, endişe yoksa tam tersine olabildiğine özgürlük varsa sanatçı da sanatını yaratırken oyun oynar. Kaygıdan, endişeden uzaklaşip özgürlesir. Tek amacı sanat yapmaktır. Her şeyden sıyrılıp hayalinde yarattığı bir dünya da eserini oluşturur. Yarar amacından öte sanatçı stresten ve gerçek dünyadan uzaklaşmaya çalisir. Böylece en gerçek en yalın ve en güzel eserini ortaya koyacağını düşünür. Ve hiçbir zaman sanatçıya yaptığı eser hakkında yargılanamaz ve ceza verilmez. Nasıl ki bir çocuga yaptığı kumdan kaleyi yıktığı için kızılamaz ise sanatçıda yaptığı eseri istediği doğrultuda yapabilir bitirebilir. Önemli olan bozarken de yaparken olduğu gibi huzurlu olmasıdır. Kumdan kalesine karışılan küçük çocuk ilerde iyi bir sanatçı olamaz. Bunu için sanatçının özgür bir ortamda yetişmesi gerekir. Oyunun özelliklerinden birisi de kurallara bağlı şematik olmaması yaratıcı bir yönü bulunmasıdır. Oyun ile sanat arasındaki en önemli benzerlik belki de ikisinin de özgür ortamlarda ortaya konulabilmesidir. Dışarıdan konulan kurallar bu özgürlügü ortadan kaldırır. Sanatta ve oyunda ortaya çikan özgür tavır, yalnız sanatçıyı ve oyundaki insanı değil, onunla iletişim kurabilen bütün insanları da özgürlestirir. Çünkü oyun da sanat gibi, ereği kendi içinde olan bir davranıştır. Ne oyunda ne de sanatta bir çikar amacı yoktur. Çocuk oyunu geleceğe hazırlanmak amacı ile bilinçli bir şekilde oynamaz. Onun için yeterli olan oyunun onu doyurmasıdır. Sanatçı da eserini verirken onun beğenilip beğenilmeyeceğini ya da ondan ne kadar para kazanacağını düşünmez. Sanat eserini meydana getirmek zaten sanatçının asıl ereğidir. Yaratma edimi başlı başina bir erektir. Bu yüzden sanatçı tasasız, kaygısız eserini oluşturur.

Ezgi Ünlükuş