31 Mayıs 2015 Pazar

DüşünYaz 2 (2015) Final Yarışması Yazıları


Onur Öztemir / Kabataş Erkek Lisesi – Istanbul / Derecesi 1

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
On yedinci yüzyılda asıl başlangıcını yaşayan natürmortun anlamı, mülkün sergilenebilir olması ve metanın kullanım değerinin, öznenin ifşasına olanak veren değerine yenik düşmesidir. Natürmort "üç boyutlu ve tüketilir nesnenin iki boyutlu düzleme aktarılması" değildir. "Tüketilir ve bu yüzden zaman boyutundan mahrum bırakılmış, sahip olunan 'şey'in; zaman boyutuna yayılı ve ebedi bir aidiyet ilişkisine sürüklenecek bir simülakra dönüştürülmesidir". Tüketim ilişkisi tine ve eşyaya yayılmıştır, bunu kim inkar edebilir, bu nedenle zenginliğin ve gücün en kibar ifşası, "tüketim gücü"nün ifşası eşya üzerinde kurulan hakimiyetle sağlanır.
Tüketim çağlar boyunca anlamını değiştirmiştir, bir zaman emek gücünün karşılığı olan ihtiyaç ve burjuvazinin egemenliğini tehlikeye atmamak için çılgına dönmüş gibi arzuladığı maddiyat; sınıflararası çatışmanın dinmesiyle çok farklı bir şeye dönüşür. Maddiyat sahibinin tüketime yüklediği anlam kesinliğini yitirir, muğlaklaşır; sanki tüketimin zorunluluğu, zorunluluğundan fikren emin olunan bir zorunluluk değil de, çoktan başlamış olan bir düzeneğin içinde yer alma, tüketim ritmine kapılıp bilinçsizce zorunluluğa boyun eğme anlamına gelir. Bu sadece tüketim için geçerli değildir; tabular, etik düşünce, kavramlar ve dilin kullanımı da sanki karmaşık bir düzeneksel sisteme kapılan insanın iradesiz hamlesidir.
Marx döneminde tüketim biçiminin ve toplumsalın; burjuvazinin, devamlı iş gücü sağlamak için ürettiği kavramlarla süregeldiğini düşünmüştü. Marx'ın dönemsel epistemesi, yani dönemin düşünsel yapısını aydınlatan mefhum, Evrim teorisiyle ortaya çıkmış, "mücadele" mefhumuydu. Marks proleterya ile burjuva'nın ilişkisini daha önceki çağlardaki teokrasi ve halkın ilişkisi ve daha da önce derebeyiyle köylünün ilişkisine benzetmişti. Bu sürekli mücadelenin, evrensel düşünceye (tine) yansıdığını, bunun üzerinden tinden kaynaklanan üretim ürünlerinin belirginlik kazandığını söylemişti. Hatta sanatın bile. Bu o dönem için oldukça manalı görünüyordu. Onun kuramını kısmen takip eden Walter Benjamin, Batı'nın kalbinin attığı şehirleri dolaşırken, ve eşyayı (mimariyi, sanat ürününü, dili) anlamaya çalışırken hayret ederek, her şeyde sanki tuhaf bir düzeneğin olduğunu fark etti ama bu düzeneklerin istediği şey neydi? Sinema'dan hoşlanmazdı çünkü çağrışım zincirine açık ve tefekküre olanak veren görsel yapıtın; hızlandırılarak düşünmeye kapatılması, ardarda hızla gelen sahnelerle seyircinin zihnine egemen olması onu rahatsız etmişti. Bu egemenlik üzerinden seyirciye iktidarın fikri yerleştirilebilirdi, bu üretimde yüksek bir bilinç olduğu açıktı; ama bu gerçekten de Marks'ın dediği gibi burjuvazinin ya da iktidarın bilinci miydi? Sinema konusunda bundan asla emin olamayız ama günümüzde bu sorunun yanıtı şaşırtıcı bir şekilde: “hayır” olabilir. Foucault da toplumun içinde çok geniş bir düzenekler zinciri görmüştür, kişilerin özgür iradeleri değil de karmaşık düzeneklerin, görünmez ve merkezden yayılmayan, dağınık iktidarın, iktidarın –bizi ne zaman izlediğini emin olamadığımız- gözünün buna neden olduğunu düşünmüştür ama son dönemlerine kadar bu düzenekleri kuran bilincin ne ya da kim olduğundan emin olamamıştır. Aslında hangimiz gündelik işleyişin ardında bir "akıllı tasarım", "şartlanmışlıklar" olduğunu görmeyiz ki, komplo teorileri havada uçuşur, en basit şey rahatsız edici isteklere açımlanır ve maalesef bu yorumlarda doğruluk payı vardır.
Bilinç vardır, insani görü ve niyetler gizlice şeylerin ardında gizlenmiştir ama bunlar eskisi gibi merkez-kaç değil, bilincini yitirmiş, muğlaklaşmış ve anlamsızca işler çünkü tarih "sona ermiştir." Ölü bir bilinçtir bu nedenle şaşırtıcı bir şekilde kolaylıkla hissedilebilir, ama yine de karşı konulabilir değildir.
Baudrillard tarihin sonundan bahsedince bu bir çok kişiye fazla iddialı hatta beylik gelmişti, ama bunu söyleyen ilk kişi o değil.
Hegelci zaman çizgiseldi. Tabii orijin içinde başlangıcı olan ve sonu olacak olan şey zamanın kendisi değil tarihin değişimiydi. (Yani tarihti çünkü tarihin devamı tarihselin değişimi içinde söz konusu olur.) Bu sonu ve başı olan zaman öğretisi kuşkusuz ki Hegel'in de keşfi değil; Hıristiyan düşüncesi -ve ondan doğan Batı düşüncesi- her zaman bize ezeli ve ebedi olmayan bir zaman anlayışı sunmuştur. İsa'nın çarmıha gerilişi (bu doğuşu ya da dirilişiyle de değiştirilebilir) ve İsa'nın dönüşü, yani Tanrı'nın yeniden kişimsi düzeyde tecelli edişi tarihin sonunu ve başlangıcını oluşturan iki lahzadır. Bebeğin doğuşu bunu başlatır çünkü hakikati taşıyan, ezeli ve ebedi olan yaşadığı zamanı; hakikati "unutmuş" ya da ondan "vazgeçmiş" insanoğluna getirirerek onun bu yitikliği içinde muğlak bir süreç olagelmiş tarihini; belirli, tanımlı ve ilerleyen bir zamana dönüştürmüştür. Vahiy kitabında geçen "ben alfayım ve omegayım" sözcüklerinin de anlamı budur, süreçten zamana bir sıçrama gerçekleşir.
Bu anlayışı fikreden, felsefi bir zemine oturtturan ve ona diyalektik bir hareket kazandıran Hegeldir; fakat düşünce uzun yıllar fikir dünyasında hüküm sürse de son bir kaç yüzyılda topa tutulmuş, modernist post-modernist düşünce tarafından katiyen reddedilmiştir. Zamanın mantıkbilimsel ve hermenötikçi biçimde dairesel olduğunu söyleyen on dokuzuncu yüzyıl filozofları da, klasik zamansal ve mantıksal anlayışımızı Nietzsche'nin önderliğinde söküp yeni bir anlayış oluşturmamızı isteyen post-modernistler de Hegel'i fazlasıyla gelenekselci bulmuştur. Sonluluğun yerini "bengi"lik, devamın yerini "dönüş" almıştır.
Oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısında beklenmedik bir şey fark edilir, Blanchot Hegel'in bir şeyde haklı olduğunu fark eder: tarihin bir sonu olmuş olabilir, hatta tarih bitmiş olabilir. Ondan etkilenen Baudrillard bunu beyan ettiğinde, tarihin ne Hegel’de olduğu gibi mutlak tine ulaşmayla sonuçlandığını ne de Marx gibi komün toplumuna geri dönüşle nihayete kavuştuğunu söyler, aslında tarihin sonu burjuvazinin dinmesidir, evet mücadele bitmiştir ama herkesin "insan özüne döndüğü" sağlıklı ortam oluşmamıştır, post-modern krizle gelen bir kontrolsüz tüketim ortamıdır mevcut olan. Tüketimin yeni ve asıl nesnesi "lanetli pay" (la part maudite) yani ihtiyaçlar, fetihler ya da mücadelelerle harcanamayan paranın; bir amaç olmaksızın sadece imha edilmek suretiyle yöneldiği "anlamı olmayan" üründür. Bu ilk bakışta oldukça "anlamlı" görünür, evet tüketim-için-ürünün ortaya çıkışı, doğal ve keyfidir ama devamı; tarihselin, amaçsalın ve eşyaya yansıyan tinin ölmesiyle; ürpertici ve karmaşık olmaya başlar. Ürün matlık özelliğini yitirir, nesne: görünenden görünmeyene, gereklilikten hedefe yönelen bir hareket değildir, vakit ihtiva etmez; bütünüyle transparandır oysa her şey "zamansal"dır. (Bunu fark eden kişi aslında Kant'tır, fenomenin ortaya çıkması için kimi koşullar gereksediğini keşfeder, bu koşullar onun perde arkasındaki ideası, kaynak a proiri numenler değil de onu ve her fenomeni "olum"a şartlandıran, a proirilerdir. Görü sadece kendi hareketinde zamansal değildir, harekete şartlanmamış olsa dahi, örneğin nebatatın görüsü, karşısında-varlık'ı kavrayış zamanı üzerinden anlamlandırır.) Ama fenomenoloji değil de üretim biçiminin nesnesi olan ürünün zamansallığı onun değerinin amaçlılığından gelir. Onun ürünü, "potansiyel kullanım"dan "kurtuluş"a (kullanım anına) yönelen muğlak bir süreçtir.
Oysa günümüzde imajlar aracılığıyla ortaya konulan "ürün" çok daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Kişi televizyonu kapatırsa karanlığında kendini görür, imajların egemenliği altında ürün "yüce görünüm kazanmak uğruna sürekli ahlaktan bahseden kişinin bir noktadan sonra kimi ahlaki özellikleri sahiplenmesi" gibi, sahiplenişinin değil de yaşantısının ve sahipleniş "bildirisi"nin, sahipleniş "gösterisi"nin anlamlı olduğu bir nesnedir. Aynı şekilde sanat ürünü ve yazın ürünü için de bu geçerli. Postmodernist eser, biz de çağrışım uyandırmaktansa bir düşünceyi ifade etmek ister, imajinatif olan artık hayalî değil kavramsaldır; kavramsal olmayan yeni ekspresyonist eserler de bile Baudrillard'a göre duygu akışının "kavramsal karşısında" çılgınca heyecanını sunar. Sanatçıların heyecanla takip ettiği bu düşünür, fikirlerini açıkladığında sanat ortamında büyük bir panik uyandırmıştır.
Ürün saydam, transparan bir nesne haline gelince hakikatini yitirir, hakikati olmayanlar birbirine sınırsız olasılıkta tekabül edilir. Bana kalırsa bu transparanlık anı zamanın tekrar sürece dönüşme anıdır, evet günler ve iş saatleri kesin çizgilerle ayrılmıştır ama bu devamlılıkta bir yönelim olmadığı için sürekli “jamais vu” olgusu gibi (sürekli tekrar edilen göstergenin zihinde parçalanması ve anlamını yitirmesi) önceli-sonralı değildir. Öncesiz-sonrasızlık zamandan sürece geçişte Bergson’un da müzikteki ritimde imaladığı şeydir, İslam inancında da sayısızca zikredilen kutsal isim zikr-i daim’e dönüşür, rezonans bütünlüktür. Öncesiz-sonrasızlık transparandır çünkü kayıp geçmişten beklenen geleceğe değil; olmuş olandan olmuş olacak olana yönelir, zaman tüketilmiştir.
Seçim hakkının olmadığı, çalışmak zorunda kalan proleterya; seçimin olmadığı tüketim toplumuna dönüşür. Seçim yoktur çünkü zaman yoktur, seçimin yapılması zamansal hareketi barındırır. Toplumsala yanaşmakta, ona düşman görünmekte; bizi onun bir parçası yapar. Yetişkinliğe geçen çocuklar kimi zaman şiddetsel ve cinsiyetçi düşünceleri nedeniyle “suçlanmış gibi” olurlar. Bu “kötü merakları” onları toplumdan ayırıp, marjinelleştiriyor gibidir, oysa toplumsalın koşulsuz devamında cinsiyetçi ve cinsiyetsiz aynı şeydir, şiddet ilerde iktidarın zulümlerine göz yumulması için bir şartlandırmadır.
Bu düzeni kuran burjuvazi ya da iktidarın kendisi değil, kurulmuş düzenlerin birbiri içinde çürüyen ölü bedenleridir. Yaşantımız yaşantı değil ama bilincin devindiği ölüm sonrasıdır. Belki tarihin sonu geldiğinde İsa dirilmemiştir ama Micheal Jackson’ın hayaleti görüntüsü televizyonlarda izletilmiştir. Tek kimlikte karşıt sıfatları yaşayan bu star, bir çelişki örneği değil karşıtlıkların eriyip saydamlaştığı bir bedene sahiptir. (Sanki her şey Kant’ın diyalektiğine ironik bir gönderme gibidir.)
Tüketim toplumunun tapınakları camekânlardır, sergidir. Ürün sahip olunan şey anlamını değil, o şeye sahip olmuş olmanın anlamını taşır. Tüketim endişesi bir sonuç ya da neden değil, süreçtir. Sanatın, ahlakın, siyasetinin hakikatinin üzerine karanlık bir gök gibi yükselir. Farklılıkların eridiği hiper-bedenler (starlar), hiper-dünyalar (disneyland) , hiper-gerçekler (televizyonda izlediğimiz akıl almaz kıyım hamleleri) yeni hakikati oluşturur. Karşımızdaki kişi bir amaç değil, nesneye ulaşmak için bir araç da değil sadece nesneyle aramızda ifadesiz bir ekrandır.


Mehmet Mirioğlu / Selim Nevzat Şahin Anadolu Lisesi  - Antakya / Derecesi 2

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

AHLAKIN TEMELİ OLARAK "REFAH" VE ETİK-BİLİNÇ İLİŞKİSİ

Etik ve ahlak konularının geçmişten günümüze tartışıldığı bir toplumda bir çok alt konu, ahlaki ikilem olarak ortaya atılıp o konunun ahlaki açıdan doğruluğu ve yanlışlığı tartışılmıştır. Misal günümüzde tartışılagelen "eşcinselliğin ahlaki boyutu", "evlilik öncesi ilişkinin toplum refahına etkileri" gibi çok sayıda konu ahlakla doğrudan ilgili gözükmektedir. Fakat ahlak felsefesinin bu tür ilişkilerini incelemeden önce temel olarak ahlakın ne olduğunu ve hangi varlıklar için geçerli olduğunu anlayabilmeliyiz. Zira bir taşa tekme atmanın ahlaksızlık sayılmamasıyla yolda gördüğünüz herhangi bir insana tekme atmanızın "ahlaki olarak yanlış" kategorisine girmesini anlayabilmemiz bu konudaki anlaşılmazlıkların ortadan kaldırılmasıyla mümkün hale gelecektir. Bu sebeple ahlak felsefesindeki şu sorunları incelemek gerekecektir:

1- "Ahlak" kavramının kabul görmesini beklediğimiz tanımı nedir?
2- Tanımladığımız "ahlak" kavramına göre ahlaki problemler ne tür varlıklar için geçerlidir?
3- Yukarıdaki iki soruya verilen cevap baz alındığında ahlaki eylemlerin insan(homo sapiens) dışı hayvanları kapsadığını iddia edebilir miyiz?

Öncelikle birinci soru incelenmeli ve bu cevaba bağlı olarak genel ahlak tanımlarından bahsetmemiz gerekmektedir.

"Ahlak" yazının başında da belirttiğim gibi oldukça muğlak bir konu olup, pratik aşamasında insanların sayısız defa anlaşmazlığa düştüğü konulardan biridir. Bazılarına göre "haz veren eylemler ahlaki açıdan doğru" sayılırken bazılarına göre "Tanrının buyurduğu emirler ahlaki açıdan doğru, yapmamızı yasakladığı şeyler ahlaki açıdan yanlış" sayılmalıdır. Bu noktada ahlaki rölativizmden tutup ahlaki realizmin çok sayıda alt dalına kadar bir çok ahlaki teori incelenebilir. Fakat bu inceleme, bırakın birkaç sayfayı birkaç cilt bile tutabilecektir. Bu sebeple yazının devamında yalnızca en çok tartışılagelen iki ahlaki ekolü inceleyeceğim: İlahi Buyruk Teorisi ve İnsan Refahı Teorisi.

İlahi Buyruk Teorisi(Divine Command Theory), ahlak kavramını tanımlarken Tanrının emirlerini göz önünde bulundurur. Bu görüşe göre Tanrı bir şeyi emretmişse o şey sorgusuz sualsiz iyidir, Tanrı bir şeyi yasaklamışsa o şey sorgusuz sualsiz kötüdür. Bu ahlak teorisi günümüzde halk arasında en yaygın görüş olup her eylemin dini açıdan incelenmesinin de sebebidir. Bununla beraber bu görüşten sonra neredeyse en yaygın olan görüş, ahlakın temelinde Tanrının emirlerinden bağımsız olarak insan refahını gören İnsan Refahı Teorisi(Well-Being Theory)'dir. Ahlak felsefesinde bir diğer temel sistem olup günümüzde Sam Harris’in savunuculuğunu yaptığı İnsan Refahı Teorisi, İlahi buyruk teorisinin savunuyor olduğu ‘İyi olan şey tanrının emrettiği şeydir’ görüşünü insan refahına uygulayarak ‘İnsan refahını genel anlamda arttıran davranışlar iyi olan şeylerdir’ demektedir. Bu iki temel sistemin görüşlerini ifade ettikten sonra, hangi görüşün temel dayanağımız olması gerektiği tartışmaya açılabilir. Bu konuda yazımın temel savı ilahi buyruk teorisinin çok sayıda eksiği olduğu ve bu eksikleri insan refahı teorisinin kapatacağı yönde olacaktır. O halde vakit kaybetmeden ilahi buyruk teorisine yönelik gerçekleştirebileceğimiz kimi eleştirileri sıralayayım.

İlahi buyruk teorisinin en büyük problemi, ahlakı keyfi bir temele oturtmasıdır. İyi ve kötü kavramlarını tanrıya göre belirlemek ahlaki kuralları tamamen keyfi yapacaktır. Tanrı istediğini buyuran iradeli bir varlık ise bütün ahlaki ilkeler gelişigüzel olarak ortaya koyulmuş demektir. Tanrının ‘Öldürmeyeceksin’ emrini daha farklı kılması mantıksal açıdan imkânsız değildir. Tanrının aynı zamanda cinayeti tecavüzü öğütlemesi de İlahi Buyruk Teorisince mümkündür. O halde tecavüzün ahlaken doğru olduğu bir sistemin seçilmemiş oluşu gelişigüzel bir tercih haline gelir. Yalan, zina, tecavüz, hırsızlık gibi ahlaken kötü olduğunu sezdiğimiz kavramlar Tanrı daha farklı emretmiş olsaydı ahlaken iyi olacaklardı. Ahlakı gelişigüzel bir sisteme bağlamak ise güvenilir bir temel değildir. Tanrının toplumsal refahı azaltan şeyleri ahlaken iyi olarak nitelemesi, topluma zarar veren davranışların tanrının arzusuyla beraber ‘iyi’ olabileceğini aktaran ilahi buyruk teorisi ahlaki yetkinliğe ters bir durumdur. Fakat insan refahı teorisi göz önüne alındığında bu tür bir keyfilikten kaçınılmış olacaktır. Zira burada bir tür iradeye bağlı ahlak sistemi kurulmamıştır. İnsan refahını arttıracak davranışlar ise belirlenebilir olup keyfi değildir. Hangi hareketlerin toplumsal refahı arttıracağı meselesi sosyolojik bir konu olup bizzat olgusal önermelerden çıkarılabilecektir(1). Hangi hareketin uzun vadede refahı arttıracağı meselesi aynı zamanda bilimin konusudur ve ahlaki meselelerde bilime söz hakkı tanıyacaktır. Zira insani davranışlarla toplumsal refah arasındaki ilişki bizzat bilimin konusudur. Bu durumda İnsan Refahı Teorisinin İlahi Buyruk Teorisinden en önemli farkı keyfi olmayıp bilime dayalı bir felsefenin ürünü olmasıdır. Bu konuda İnsan Refahı Teorisi, İlahi Buyruk Teorisinin en önemli eksiğini kapatacaktır.

İlahi buyruk teorisinin bir diğer önemli problemi ise ‘Hangi buyruk?’ olarak kısaltabileceğimiz ilahi emirlerin ve yorumlarının çeşitliliğine dayanan problemdir. Ahlaki davranışlarımızı düzenlerken ilahi buyruğa bakmamız gerektiğini söyleyen bu sistem, ilahi buyruğun ne olduğu konusunda ikilem oluşturacağından pratik anlamda imkânsızı savunmaktadır. Ahlakın temeli nedir, ilahi buyruk mu? İlahi buyruk nedir, kutsal kitapta yazan mı? Peki, kutsal kitapta yazan ahlaki buyruklar aynı anda farklı kişilerde farklı anlamlar kazanıyorsa hangi ahlaki sisteme güvenmemiz gerekir? Bir ahlaki buyruktan, farklı kişiler farklı anlamlar çıkarıyorken ilahi buyruğu ahlaki sistemin temeli yapmak anlamsızlaşır. Namaz kılmayanları öldüren terör yandaşı Müslümanlar da ibadet etmeyen insanlara saygı gösteren kişiler de aynı kutsal kitaba bağlı olup bu davranışlarını kutsal kitaba dayandırıyorken; hırsızlık yapanın elini kesmenin zorunlu olduğunu savunup bunu uygulayan kişiler de hırsızlıkta hafif caydırıcı cezaları uygun gören kişiler de aynı kutsal kitaptan bu ahlaki emri çıkarıyorken; kürtaja karşı çıkan insanlar da bunun caiz olduğunu söyleyen din adamları da aynı kutsal kitabı baz alıyorken ilahi buyruğun ne olduğu konusu müthiş bir ikilemdir. Eğer ilahi buyruk kişilerin yetiştirilme tarzına ve bazı genetik faktörlere göre farklı anlam kazanıyorsa ahlaki sistem oluşturacak bir kişi burada ilahi buyruğu temel olarak alamayacaktır. Zira ortada mutlak bir ilahi buyruk anlayışı yoktur. Fakat bu mesele insan refahı teorisinde çözüme kavuşur. Eğer ahlakın temeli olarak insan refahını alırsanız bu durum size yeterli bir ahlak sistemi gösterecektir. Zira hangi davranışın insan refahını arttıracağı meselesi kişilerin yetiştirilme şekline, genetiğine ve diğer olası faktörlere bağlı değildir. Herhangi bir davranış gerçekleştireceğiniz zaman bunun uzun vadede refahı arttırıp arttırmayacağı meselesi öznel değil nesneldir. Bu durumda ahlaki sistemin temelinin pratikte işe yararlığı da ilahi buyruk teorisinde vasat bir durumdayken insan refahı teorisi bu açığı kapatmaktadır.

Bunlarla beraber ahlaki temelin ilahi buyruklar olması, insanların ahlaki olgunluğa erişmelerinin önünde müthiş bir engel olarak duracaktır. Zira bu kişiler ‘tanrının buyruğunu’ sorgusuz yerine getirecek; ahlaki ideallerin toplumsal yerini düşünmeden hareket edecektir. Fakat insan refahı teorisinde böyle bir problem yoktur zira bu sistemde bir şeyin ahlaklı olup olmaması bizzat insanların, olayların sonucunu öngörmesine ve sorgulamasına dayanır. İtaate dayalı bir ahlak sistem, düşünemeyen toplumları beraberinde getirir. İnsan refahı teorisi, ilahi buyrukların açığını bir de bu yönden kapatmaktadır: Sorgulamanın ve düşünmenin önünü açarak...

Yukarıda, ilahi buyruk teorisine yapılabilecek çok sayıda eleştiriyi düşünüp yalnızca üç tanesinden bahsettim. Bunlarla beraber "Tren İkilemi" "Şişko Adam ikilemi" gibi bir çok ahlaki çıkmazın İlahi Buyruk Teorisince çözülemeyip İnsan Refahı Teorisine göre çözülebileceğinden bahsedebilirdim. Buna ek olarak kutsal kitaplarda bahsi geçen ahlaki eylemlerin çelişkilerinden söz edebilirdim. Fakat yukarıda bahsettiğim üç eleştirinin şu an için yeterli olduğunu düşünüp, ilahi buyruk teorisine olan eleştirileri bunlarla sınırladım. Buna rağmen bu üç eleştirinin ahlakın tanımı olarak insan refahını baz almamız gerektiğini göstereceği barizdir. Bu durumda ilk soruya cevap verilmiş olacaktır. O halde konunun devamı olarak ikinci soruyu cevaplamaya koyulabiliriz.

Ahlak, genel anlamda insan refahını arttıran eylemler olarak nitelendirilmelidir. Buna bağlı olarak, ahlaki eylemleri gerçekleştiren varlıklar arasından hangilerine "ahlaklı" dememiz gerekirken hangilerine böyle bir sıfat yakıştırmamız gerekmediğine dayalı bir problemle karşı karşıya kalırız. Misal bir bebeğin elinde bıçak olduğunu ve rastgele fırlattığını, şans eseri bu bıçağın bir insana denk geldiğini ve insanın öldüğünü düşünün. Bu eylem, doğası gereği insan refahını azalttığı için ahlaki değildir. Peki bu durumda bebek ahlaksız mıdır? Bunun iddia edebilecek çok az kişi olduğunu düşünüyorum. O halde başka bir senaryo düşünelim: Tezgahın üzerinde bir bıçağın olduğunu düşünün. Şans eseri mutfağın penceresi açık kalmış olsun ve dışarda da şiddetli bir fırtına kopsun. Bu fırtınanın eşliğinde gelen rüzgar tezgahtaki bıçağı yerinden düşürüp bir insanın ölümüne yol açtığı varsayılsın. Bu olayın sonucunda bariz bir şekilde insan refahını azaltan bir eylem gerçekleşmiştir. Peki bu eylemin etken sebebi olan doğaya "ahlaksız" demek uygun mudur? Bu da pek mantıklı gözükmüyor. O halde son bir senaryo daha varsayalım: Bir adam herhangi bir sebepten ötürü masadaki bıçağı alıp arkadaşına saplasın. Tıpkı önceki iki düşünsel deneyde olduğu gibi burada da insan refahını azaltan bir eyleme rastlıyoruz. Peki burada eylemi gerçekleştiren kişi, eylemin sonucuna bağlı olarak "ahlaksız" olarak nitelendirilebilir mi? Muhtemelen bu konuda da pek muhalefet olunmadan ve olayların ayrıntısı es geçilerek kişinin ahlaki açıdan hatalı olduğu savunulacaktır.

O halde sonuçlar aynı olmasına rağmen sonuçları oluşturan varlıkların "ahlaklı" veya "ahlaksız" olarak nitelendirilmesinde etkili olan olay nedir? Nasıl bir durum olduğu zaman bir varlığı ahlaki açıdan sorumlu tutabiliriz? Bu konuda Yale Üniversitesi'nden Shelly Kagan ile kelam kozmolojik argüman ve ahlaki argüman konularındaki savunularıyla ünlenen Evanjelist Hristiyan William Lane Craig arasında geçen "Is God Necessary for Morality?" adlı tartışmada Kagan'ın verdiği örneğe dikkat çekilebilir. Kagan'a göre bir bebek kibritle oynarken evinizi ateşe verirse bu eylemde onu sorumlu tutmamalı fakat bunu geleceği düşünebilen, öngörülerde bulunan, bilinç ve akıl sahibi bir yetişkin yaparsa o kişi bu eylemden sorumlu tutulmalıdır. Bu durumda aynı fiilin iki farklı failinin ahlaki pozisyonlarının farklı olmasının sebebi o kişilerin olayların farkındalığında ve olayların neler doğurabileceğini bilecek bir akla sahip olmalarındaki farklılıktır. Bu durumda ahlaki eylemleri bilince sahip bireylerle, ahlaki failleri aklı başında olup öngörüde bulunabilen faillerle sınırlandırmak gerekir. Bir taşa tekme atmak ile bir insana tekme atmak arasındaki ahlaki farklılığın sebebi de tam olarak budur.

Bu durumda ikinci soru da cevaplanmış olacaktır. O halde son soruya göz atıp ahlaki eylemlere insan dışı hayvanları katıp katmayacağımızı incelemeliyiz. Bu durumda bilincin evrimine ve varlıklarda aklın varlığının nasıl araştırılacağına kısaca göz atmalıyız. O halde sorulması gereken asıl soruyu sormakta fayda var: İnsanı insan yapan herhangi bir şey var mıdır ki o nitelik insanları diğer hayvanlardan üstün kılsın ya da diğer hayvanlardan farklı olarak bu nitelik, insanlara ahlaki nitelik kazandırabilsin?

İnançlı insanların çoğu zaman “İnsanı diğer canlılardan ayıran şey ruhtur” deyimini duymuşsunuzdur. Etik-Bilinç ilişkisine bağlı olarak yazımın devamında bu deyimin geçerliliğini inceleyeceğim. Elbette bazı inançlılar bu ifadeyi doğru kabul etmeyip “İnsanı diğer canlılardan üstün kılıp bu türü diğer canlılardan ayıran bir özellik yoktur” diyebilir. Bu kimseler için zaten ahlaki fiiller hayvanları da kapsayacak şekilde genişletilecektir. Yok eğer ahlaki fiiller yalnızca insan türüne özgü görülüyorsa yazının devamı dikkatle okunmalıdır.

Yazıya başlamadan önce yukarıdaki ifadeyi savunan bir insanın, insanı diğer canlılardan ayıran nitelik olarak ruh kavramından ne anladığını şu maddelere indirgeyebiliriz:

1- Canlılık
2- Akıl
3- Bilinç

Öncelikle (1) numaralı madde için "ruh" kavramının insanı diğer canlılardan ayırmak için kullanılamayacağını belirtmeliyim. Zira, eğer ruh dediğimiz şey canlılara canlılık özelliğini veren cevher ise tıpkı insanlar gibi diğer tüm canlılarda da bu cevher bulunmalıdır. Bu da insanı diğer canlılardan ayıran özelliğin ruh olmadığı anlamına gelir. Kaldı ki canlılığı da cansızlıktan ayıran herhangi bir şey yoktur. Zira canlılığın temelinde bizzat cansız kimyasal ve fiziksel reaksiyonlar yatar. Bu konuyu daha sonra inceleyebilirim, şu an için konuyu dağıtmamak adına burada bırakıyorum.

Eğer ruhtan kasıt akıl ise bu da ruhun "diğer canlılarda bulunmayıp insanlarda bulunan bir cevher" olmadığını gösterir. Zira memelilerde en yaygın olmakla birlikte diğer canlıların da akıl yürütebileceğini biliyoruz. Gerek alet kullanabilen kargalar gerek kendini savunmak için alet yapan şempanzeler ve diğer sayısız spesifik örnek diğer canlıların da akıl yürütme yeteneğine sahip olduğunu gösteriyor. Yalnızca insan türünün parmak yapısı alet yapımına daha elverişli şekilde evrimleştiği için akıl yürütme yeteneği de ve doğal olarak beyin de daha fazla gelişti. Fakat bu gelişimi tek bir nesle borçlu olmadığımızı söyleyebilirim. Bu gelişim nesiller içerisinde gerçekleşti ve akıl yürütme yetisi, "Ademe ruh üflendi ve birdenbire akıl yürütme yetisine sahip oldu" denilecek şekilde oluşmadı.

Eğer ruhtan kasıt bilinç ise bu konu biraz daha karanlıkta kalacaktır. Zira bilincin ne olduğu, diğer canlılarda olup olmadığı ve hatta sizden başka bir bireyin bilince sahip olup olmadığı kesin değildir. Fakat fizikalist açıdan bakacak olursak bilinç dediğimiz şey farkındalıktır ve bizzat beyindeki nörolojik aktivitelere dayanır. Farkındalık da bir bireyin çevresinin farkında olmasını gerektirir. Peki bir bireyin çevresinin farkında olduğunu nasıl anlayabiliriz? Elbette davranışlarından... Eğer birey çevresinde gerçekleşen şeylerden ders çıkarıyor, onları öğrenip bu yeni bilgiler sonucunda çıkarımlarda bulunuyorsa ve hatta davranışlarını bu bilgiye göre düzenliyorsa o bireyin çevresinin farkında olduğunu söyleyebiliriz. Bu şekilde tanımlandığında bilinç kavramı ve doğal olarak ruh kavramı yine insan türüne özgü bir özellik olmaktan çıkacaktır. Çünkü çok sayıda deney bize diğer canlı türlerinin buna benzer bir öğrenme mekanizmasının olduğunu göstermektedir. Gerek B. Bertram'ın devekuşlarına yönelik gözlemleri(2), gerek M. Elgar'ın serçelerin karar alma mekanizması üzerine yazdığı makaleler(3), gerek Cheney ve Seyfarth ikilisinin vervet maymunlarının iletişimine dair elde ettikleri bilgiler(4) bize farkındalığın ve öğrenmenin diğer canlı türlerinde de bulunduğunu gösteriyor.

Söz konusu incelemeler doğrultusunda diyebiliriz ki insan türünü diğerlerinden ayıran özellik, inançlıların deyimiyle ruhun işlevi yani insanlarda olup diğer canlılarda olmayan, ahlaki yeti konusunda farklılık oluşturan bir nitelik bulunmamaktadır.. Bu durumda "insanı insan yapan nitelik/töz ruhtur" deyiminden vazgeçilmelidir. Zira doğanın bir parçası olmanın verdiği haz hem doğa bilimlerine ilgiyi daha fazla arttırmaktadır hem de insanın çok daha fazla merak etmesini sağlamaktadır. Bununla beraber bu bilgiler bize etik tartışmalarında da önemli bilgiler sunacaktır.

Bu durumda son sorunun da cevabını incelemiş bulunuyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi bilinç/akıl gibi nitelikler yalnızca insanda bulunmayıp aynı zamanda pek çok canlıda da gözlemlediğimiz özelliklerdir. Bu konu, hem doğayı anlamadaki huşu duygusunu uyandırma açısından hem de ahlaki fiillerin sınırlarını anlamamız açısından önemlidir. Zira diğer canlıların bilinci olduğu gösterildikten sonra ahlak, "İnsan Refahı Teorisi" adıyla değil "Refah Teorisi" adıyla anılacaktır(5). Bu durumda hayvanlara işkence etmek de onlara acı çektirecek eylemlerde bulunmak da sırf onların da bir farkındalığı olduğu için ahlaki açıdan yanlış olacaktır. O halde Theodor Adorno'nun "Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp 'ama onlar hayvan' dediği zaman başlar." sözünün birçok açıdan geçersizliği gösterilebilir. Adorno'nun bu cümleyle kastetmek istediği her ne olursa olsun, gerek ahlakın temelinde "bilinçli varlıkların refahı" yatması gerek de insan dışı hayvanların bilince ve akla sahip olduğu gerçeği, mezbahalara bakıp "ama onlar hayvan" demememiz gerektiğini gösterecektir. İşkence ve acı, refahı azaltan eylemlerdir ve bu eylemler gerek insanlara gerek de diğer bilinçli canlılara karşı gerçekleştirilmemelidir. Zira geçmişten günümüze gelen "Nasıl bir toplumda yaşamak istiyorsan toplumdaki bireylere o şekilde davran" sözüyle özetleyebileceğimiz Altın Kural bunu gerektirmektedir. Bu yazının asıl amacı ise altın kuralı özetlediğim cümlede geçen "toplum" kavramının, bilinci olan her canlıyı doğal olarak insan dışı bazı hayvanları (özellikle de taksonomide memeliler sınıfını) kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini ve olası canlılara mezbahada bakıp "Ama onlar hayvan" demenin yanlışlığını göstermekti.

NOTLAR:

1- Bu konunun geniş incelenişi için Düşünyaz Lise Öğrencileri Felsefi Deneme Yarışması, 2014-2015, 1. etaptaki "Naturalist Ahlakın Temeli" başlıklı yazıya bkz.

2- Bertram, B.C.R. (1979). "Ostriches recognise their own eggs and discard others". Nature 279 (5710): 233–234.

3- Mark A. Elgar, The Establishment of Foraging Flocks in House Sparrows: Risk of Predation and Daily Temperature, Behavioral Ecology and SociobiologyVol. 19, No. 6 (1986), pp. 433-438

4- Dorothy L. Cheneya, Robert M. Seyfarth, Assessment of meaning and the detection of unreliable signals by vervet monkeys, Animal Behaviour, Volume 36, Issue 2, April 1988, Pages 477–486

5- Yazının başında "Well-Being Theory" kelimelerini "İnsan Refahı Teorisi" olarak çevirmemin temel sebebi buradaki vurguyu yapıp ahlakın insan dışı hayvanlar için de geçerli olduğunu göstermekti.


Melis Gökalp / VKV Koç Özel Lisesi – Istanbul / Derecesi 3

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu

Filozof Jean Baudrillard 1987’de tek kişilik koltuğunun üzerine kırmızı bir battaniye örtmüştür.

Bu koltuğun üzerine oturmuş ve bıraktığı izi “Sainte Beuve” adını vererek objektife almıştır. Baudrillard bu çalışmasında battaniyeye şekil veren ve fotoğrafı çekme eylemini gerçekleştirenin kendisi olmasına rağmen bir metayı fotoğraf konusu haline getirerek özne nesne ilişkisini tersine çevirmiş, insanı saf dışı bırakmıştır. Bu fotoğrafın öznesi koltuktur. İnsan yalnızca koltukta bıraktığı izi kadar fotoğrafa dahil olabilmiştir. Aslında insanın bu karede varlığı yalnızca bir nesnenin üzerindeki izinden ibarettir. İşte bu, post modern insanın kendini nesneyle tanımlayışı ve var oluşunu bu ölçütle belirleyişinin fotoğrafıdır. Post-modern (hatta günümüz için post-modern sonrası) insanın kendini ifade etmesi ancak nesneler aracılığıyla mümkündür. Öyle ki bu dünyada “nesne”ler toplumların öznesi haline gelmiş ve insanlar kendi konumlarını o nesnelerin etrafında belirlemişlerdir

Gerçekten de endüstri sonrası toplumların geçirdiği yadsınamaz bir değişim vardır. Bu değişimin en çarpıcı yönü insanın doğal bir tüketici haline gelmesi, toplumların tüketim toplumlarına evrilmesidir. Postmodern devrin insanları hızlı yaşamakta, anlık tatmini ve hazır olana ulaşmayı hedeflemektedir. Kendi ihtiyaçlarını ertelemeyen bu insan kaçınılmaz bir şekilde tüketim kültürünün ve medyanın etkisinde kalır. Büyük savaşların ve emek sömürüsünün gölgesinde çarklarını döndüren sanayinin yükselttiği bu yeni dünyada insanlar kendi değerlerini yeniden tanımlamış, toplumsal ve bireysel çapta metayla olan ilişkisini yeniden tanımlamıştır. Devamlı çalışan ve kendine yabancılaşan birey, hayatındaki monotonluktan, sıkıntıdan kurtulmak ve bir kimlik arayışının sonucu tüketimle kendini ifade etmeye başlar. Medya ve reklam sektörünün de yönlendirmesiye kendine piyasada sunulan kimliklerle kendini yeniden tanımlayan insan tüketimi ihtiyaçları doğrultusunda değil arzularıyla şekillendirir. Bu şekilde tüketim toplumu insanı hedonistleşmiş ve toplumda kabul göreceği bir kimliğe bürünerek aynılaşmıştır. Kendine yabancılaşan insanları aynılaştıran ve tüketim paydasında birleştiren “yeni dünya” haz temelli yaşayan ve sonsuz arzularını tutkuyla isteyip, tahmin edileceği üzere bunu asla tatmin edemeyecek insanlar üretmekle yükümlüdür. İhtiyaçlar gereklilikten doğarken arzuların motivleri tutkulardan ve aslında zaruri olmayan isteklerden doğar. Tüketim insanı ihtiyaç ve arzuları arasındaki ayrımı gözetemediği için, ekonomik gelir düzeyinden bağımsız olarak, ihtiyacı olmadığı halde devamlı en yeni akıllı telefonları alacak, kendi evinden memnun olduğu halde yeni evinin mortgage kredisini ödeyecektir. Kendi değerini ne kadar metaya sahip olduğuyla belirleyen insanın unuttuğu nokta metalar için çalışarak benliğini değil yalnızca tutkularını yücelttiğidir. Fight Club filminde ana karakter Tyler Durden kendini hiçe sayarak çalışıp tüm eşyalarını yenilediği evinin havaya uçurulması sonucunda bir kimlik buhranına girer ve “Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.” ifadesini kullanır. Gerçekten de insanlar metalara aşırı değer atfettikleri sürece sahip oldukları metaların esiri olur ve onlar için yaşarlar. Modern insan satın aldığı ürünün prestijini üstünde taşıyarak toplumda saygı göreceği yanılgasına düşer, aksine ürünleri tüketirken onların marka değerlerini yücelteceğinin farkında bile değildir. Bu “yürüyen billboard”lar kendilerini etiketlediklerinin bilincinde olmadan o metayı üstlerindde taşıyarak metayla bütünleşmektedirler. Bu yüzdendir ki insanlar bir uzuvları haline gelmiş en iyi marka akıllı telefonlarından ayrılamaz, devasa kulaklıklarından kopamaz hale gelmişlerdir. Bu durum insanın kendi kendine yapay bir kimlik yaratmasına neden olurken gerçeklik algısının bükülmesine yol açar.

Modern insan sanatı bu buhranı aşmanın bir yolu olarak görülmüştür. Sanatın insanın üreterek kendini ifade etmesini sağlarken kendi gerçekliğinden uzaklaştıran ama aynı zamanda kimliğini koruyan bir işlevi vardır. Baudrillard fotoğrafçılığı “görüntüleri kurtarma” yolu olarak görmüş, aslında bu “gerçek” dünyanın “gerçeklik ve anlamını kaybetmekte” olduğunu belirtmiştir. Tüketim dünyasında gerçeklik ve ilüzyonlar iç içe geçmiş, insanlar moda, sosyal medya ve reklamlarla gerçeküstü beklentilere ulaşmaya kışkırtılarak daha fazla tüketmeye sevk edilmektedir. Baudrillard’ın simülasyon kuramıyla ortaya koyduğu gibi gerçek olmayan, fakat gerçeklik olarak algılatılmak istenen, simüklakrları, yani dayatılar yoluyla oluşturulan sistem insan değerlerini yeniden tanımlamaktadır. Güzellik anlayışını medyanın güzel olarak yansıttığı insanlara göre belirleyen ve bu yüzden estetik operasyonlar geçiren insan kendi görüntüsünü olmayan bir gerçekliğe benzetme çabasına girer. İşte bu yeni ortaya koyulan, çoğu zaman çarpık estetik değerlerin toplumca kabul gördüğünden yeni değerler haline gelmesidir. O halde bu toplumda gerçeklik mükemmel görünen insanlar ve pahalı nesnelerden mi oluşur? Toplumun ortaya koyduğu değerler anlamı bu mu olmalıdır? Baudrillard aynı zamanda ideolojilerin de aynı şekilde gereksiz hale geldiğini ve geçerli tek ideolojinin tüketime dayalı olduğunu öne sürer. Gerçekten de estetik anlayışı, din ve politika tüketimi artırmak ve sahip olanın daha da fazlasına sahip olmasını sağlamak üzerine işlemektedir. Dünyanın her yerinde büyük sermaye sahipleri politikacılarla iş birliği yapmakta, dünya dinleri insanların duygularını sömürmekte ve estetik başlı başına bir tüketim nedeni haline gelmektedir.

21. yüzyıl insanının gerçeklik algısı doğa temelli değil sanal görüntüler dünyasında, yani medyada, reklamlarda gördükleri çevresinde oluşmaktadır. Bu baskı insanda seçme ve tüketme eylemini zorunlu hale getirilmiştir. Ortak duygu unsurlarını karşılayan, yeniden tanımlayan tüketim kültürü insanın gerçeklik algısını değer ve yanlış görüntülerle bükmektedir. Bu düş ve gerçek karmaşasına tepki olarak doğan post-modern sanatın tüketimi temel alan bir akım doğurmuştur. Pop Art, popüler sanat olarak çevirilebilecek eserlerde kişiselliğin olmadığı, popüler öğelerin sanat öznesi olarak ele alındığı bir akımdır. Pop Art’ın öncüsü Andy Warhol eserlerinde metayı konu edinmiş ve popüler kültür unsurlarını kullanarak geniş kitlelere hitap eden sanat eserleri yaratarak başarılı olmuştur. Emek kullanmadan sanat yapmaları ve satılan ürünleri sanatın öznesi haline getirmeleri sanatın tanımıyla ilgili ciddi çalışmaları fitillemiş, gerçek bir sanatçı olmadığı iddia edilmiştir. Baudrillard “Her şey simülasyon olarak yeniden görünmeye yazgılıdır. Manzaralar fotoğraf olarak, kadınlar cinsel senaryo olarak, olaylar televizyon olarak. Sanki her şey salt bu garip yazgı yüzünden var. İnsan merak ediyor: Sakın dünyamız da başka bir dünyada reklam metni olarak kullanılmak için burada olmasın.” ifadesiyle bu simülasyonların dünyasında dair kaygısını yalın bir şekilde dile getirmektedir. Kadının metalaştırılarak bir simülasyon haline getirilmesi ve tüketime sunulmasını Andy Warhol ipek seligrafi baskı işlerinde ele almıştır. Warhol 1967 Marilyn adlı çalışmasında tüketim toplumunlarına bir seks tanrısı ve idol olarak sunulan Marilyn Monroe’nun art arda baskılarını yapmıştır. Aynı ikonun tekrarı seri üretim ve tüketim anlayışına gönderme yaparken herkesin bildiği bir figürün kullanılması eseri aşırı popüler hale getirmiştir. Warhol bu eseri için “Aynı şeye daha uzun süre baktıkça o şey anlamsızlaşır, ve daha boş, daha iyi hissedersiniz.” İfadesini kullanmıştır. Bu eser tüketim toplumu insanlarının ikonları klişeleştirip anlamının yok edişini ve pop kültür ikonlarını tapınma nesneleri haline gönderdiklerinin güzel bir örneğidir. Andy warhol tüketim toplumunu ele alarak tüketim toplumunun bir yansımasını yapmıştır ve amacının ürettiği sanatın tüm toplumca ulaşılabilir olmasını ve kendini “bir makine haline getirmek” olduğunu ifade etmiştir. Bu ifadesinden popüler kültür öğelerini çıkarcı bir şekilde kullandığı anlaşılmaktadur. Zaten Warhol popüler kültür öğelerini içeren eserler yaparak popüler kültürünün öğelerinden biri haline gelmiştir. Marilyn Monroe gibi kült ikonların kullanımı, bir yandan kadının tanımını yalnızca bir cinsel objeye indirgerken kadınlara yapay bir standart oluşturma çabası, aslında Baudrillard’ın dediği gibi kadınların cinsel senaryo haline getirilmesi ve yeni gerçeklikler oluşturulmasıdır.

Baudrillard bu anlatılan “hipergerçeklik” dünyasına ait insanlar kendilerini bu gerçekliğe adapte etmek için hipergerçekliğe ait metalar satın alarak doyuma ulaşmayı hedeflerler. Ne var ki bu anlamsız sembollerle sentetik bir hayat yaşamak kimlik kaybına ve aynılaşmaya, insan benliğinin bir “disneyland” içinde çalkalanmasına neden olmaktadır. Post-modern insanlar olarak biz internetin de kurduğu bir “hiperüstü” gerçekliğe maruz kalıyoruz. Sosyal medyada üst kimlikler oluşturup olmadığımız insanlar haline geliyoruz. Peki bizler asla doyuma ulaşacağımızın farkında olduğumuz halde neden tüketme alışkanlığına devam ediyoruz? Bu bir zorunluluk mu? Bu soruya cevap ne yazık ki modern toplumlarda olumlu yönde olmak durumunda. Modern insan yalnızca topluma uyum sağlamak adına olmasa bile arzularının etkisinde tüketme eylemine girişiyor ve kendini bir miktar da olsa tatmin ediyor. Bu yüzden de sistemin dışında kalmak pratikte mümkün görünmüyor.Her ne kadar kimse kendini hedonist tüketici olarak tanımlamasa da ihtiyaçların karşılanması aşamasında bile piyasadaki seçeneklerin çokluğu nedeniyle kendini seçim yaparak tüketme zorunluluğunda buluyor. İşte bu noktada “Tüketirken ne kadar seçici olmalıyız, seçimlerimizi hipergerçeklik ne kadar etkilemeli?” kısmı bizlere kalmış. Burada sınırı çizen nokta meta-insan ilişkisinin ne boyutta tuttulduğudur. Tüketime sığınırsa insan, kendine yabancılaşır, metanın parçası haline gelir.


Yunus Emre Özkan / Işıklar Askeri Hava Lisesi – Bursa / Derecesi 4

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir."
ÖZNENİN EDİLGEN VAROLUŞU
Felsefenin birikimsel ilerleyişinde en yüksek çabanın antik kozmolojiyle başlayıp aydınlanmaya kadar gelen süreçte hayatın kendisinden bile daha değerli olduğuna inanılan "putlarda" yoğunlaştığı görülür.Ulvi olduğuna inanılan bu idealler hayatın kendisinden bile daha değerlidir.Postmodern dönemde "çekiçle felsefe yaparak" yıkılmaya çalışılan putlar hayatın ereğini transendental olanda arayan morallerin en büyük kurnazlığıdır(Nietzhe).
A)Büyük İdeallerin Ölümü
Bu dönemsel ilerleyiş insanın kültür içi bunalımlarını yansıtır.Büyük idealler(putlar) kişi olmanın etkin düşmanıdır.Çeşitli şemasında içeriklendirebilecek “amor fati” (tüm kaygılardan kurtulup o eşsiz ve bircik ana ulaşma ve bu anın saadetinin mutlaklığında yaşama) Dionysosçu olumlamada anlamını bulur. Artık hayatın ereği romantiklerin genç yaşta ölen benzi atık karakterlerinde rastlanan silik hayat hikayelerinin aksine kişi olarak varoluşunu belirlemedir.Varoluşun belirlenmesi (“kendi”nin farkına varılması) “kendi”yle araya mesafe konmasının gerektirir.İnsanın kendini toplumsal olandan ayırması benden kaçışla olanaklıdır.Çevresel imajın tekrar yaratımı ve sosyolojinin koca bir cenahının motivasyonunu topladığı estetik moral ve sosyal varoluşun “sınıf habitus”unca belirlendiği oluş biçimine karşılık benin yeniden inşası yani alıntıda belirtilen toplumsaldan kaçış kişi olmanın bu evresinde görülür.Yeni bir bakışla değerlerin inşasına kalkışılan bu evrede “atalarımızın ve gelenklerimizin cisimlenmiş bilgeliği(Burke) yadsınır.Ahlakın buyurucu karakteriyle olumlanan doğa yasalarına karşı mücadele ince düşünüşlerle bu biçimiyle olanaklı görülmüştür.Toplumsal yaşamın vahşi çarklarından böylelik sıyrılınmış, dönemsel ilerleyişte, dilsel karmaşa arasında illüzyonlarla saklanan putlara acımasızca yaşamdan el etek çektirilmiştir.Fakat o dönemde hızla değişen zamansal şartlar çözümlemek için aşırı karmaşık olan bir sorunsalı doğuracaktır.
B)Örgün Hayatın Sorunsalı
Heidegger’in derin algılayış ve kavrayışıyla yapısöküme devam etmenin kör bir çaba olacağı düşüncesi, modern demokrasilerde ve liberal politik sistemlerde niyetlenenin tersiyle sonuçlanması görüntüsüyle dayanak bulmuştur.Toplumsallaşma olanaklılıkları hesaba katılmadan ya da yadsınarak “çekiçle felsefe yapma”ya devam etmek yaygınlaşan üretim perspektifiyle serbest piyasada mekanik ve çevrimsel bir rekabetin sınırlandırılamamasına neden olmuştur.Globalleşme çabalarının kendini gerçekleştirmek için en geniş patikayı bulmasına elveren bu rekabet, toplumsalın anlamın biterek yok olduğu, sessiz kitlelerin ise düşsel bir gönderene dönüştüğü sahnelenen politaka oyunun sondajlarla bu yığınları yokladığı ve “data smoglar”la zihni ve gerçeklik kavrayışını yok ettiği feci bir akıbetle sonlanmıştır.Tüm sosyolojik tanımlamaların dışında kalan bu sessiz yığın diyakletik ışınlarının gelip büküldüğü, uzamlarının kamburlaşarak noktasal halde çılgınca dönmeye başladığı bir ayna halindedir.Baudrillard kitle kavramı için bir tanım yapılamayacağını söyler. Kitle için yapılacak tanımlama olsa olsa lümpen-analitik türden bir şey olabilir.İçin için kaynayan bu yığın anlamı ve ona dair her şeyi “kara delikler” gibi emmektedir.Bu öylesine güçlüdür ki çevresel girdabına her şeyi katmaya gücü yeter.
O sessizse rahatı kesinlikle yerindedir.İktidarca bir tür özgürlük alanı olarak gösterilmeye çalışılan bu yer görsel bir büyüden ibarettir. Kitleye bahşedilen devrimci arzunun rasyonel yanı budanmıştır. Kitle “çuvaldız kendisine dokunduğunda harekete geçer”.Onun iktidardan beklediği “babalık” hava karardığında pijamalarıyla televizyon karşısına geçip o akşamı rahat geçirme duyumsamazlığına olan tutkusundadır.Burada bir çelişki olduğu zannebilir,fakat duyumsamazlığın nedeni bu kör tutkudur.Politik ve insalcıl dramlar umarsızca göz ardı edilir.Artık bir futbol maçı herhangi bir anda dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir çatışmanın çözümüne yeğdir(Toplumsalın Sonu).İktidar bu metodolojiyle yığınlarla “mümaşat” yaparken otoritesinin korunacağından emindir.İktidarın kitleye bahşettiği baş kaldırma olanakları bütünüyle kontrol altındadır.Genişleyen yığınlara verilecek her şey doğa yasalarının zorunluluğu başlığıyla sunulabilir.(Nedenleri aşağıda sıralanacak.)

Kitlelerde ritüelin içkinliği görülür.İlginçliğini yitiren ayinler ve türlü aldatmacalarla oyalanan “toplumsal artıklar” ve “içi boşaltılmış tanecikler” özünü belirlemede mecalsiz kalmıştır.Kendisinin oluşturduğu çevrimsel girdapta nefessiz halde boğulmaktadır.Temel haklar ve değerlerle ilgili uğraşlar avutucu bir moral anlayışa esir verilmiştir.İçin için kaynayan kitlenin molekülleri kendine yabancılaşmış, itiraz edici eleştirel ve özgün akıl bir tür mikro-faşizme dönüşmüştür.Çünkü rahat etme bozuk düzeni yıkma sorumluluğuna tercih edilmiştir.Kurulan düzen kendisiyle başa çıkılamayacak uzaklıklara savrulmuştur.Değişim kitleyle ilgili buraya kadar yapılan kavram ve fenomen analizleriyle artık imkanlı değildir.
”Rating” ve reklamın bozduğu eşitsiz düzende seçimler örgütlü bir rekabet halini almıştır.Kişinin ahlaksal belirlenimi otoritesi tahkim edilmiş iktidarca ve anlamdan yoksun kitlece tamamlanmış, varoluşun zorunlu şartı olan özce belirlenmemişlik(Sartre) hiçbir zaman sağlanamamak üzere bilinmeyenliklere hapsedilmiştir.
Yapısöküm mantığıyla ortadan kaldırılan hayatın kendisinden bile değerli olan ereklerin yokluğu yaşamın durdurulamaz kontrolden çıkışıyla sonlanmıştır.Önceden” tanrı-şeytan” karşıtlığıyla sağlanan diyalektik “üretim-tüketim” diyalektiğine dönmüştür.
Medyanın yaşam ağını kendince örgülemesiyle yığınlar “imge bombordımanına” tutulmaktadır.Görsel aldatmacalarla parlak ve renkli reklamlarla sunulan ürünler almak için fazlasıyla caziptir.Bundan hemen bir sonraki adım sunulan her ürünü alamanın gerekliliğine inanmadır.Bu simulasyon evreninde her şey yapay ve anlamlı olmaktan uzaktır.Bu savruluş yaşanırken kitleler zaman geçirmektedirler.Çalışarak geçirilen zamandan kalan vakit eğlenceyle, bununda ötesinde müsekkinlerle harcanmaktadır.Bu onlarca “zaman kaybetmeyi” ortadan kaldırmıştır.Artık anlam aramak “boş zaman etkinlikleri dramıyla olanaksızlaşmıştır.
C)Çıkış Yolu için Metodoloji Önerisi
Bir çok filozof kolektif bir kabulle hayatın ereğini mutluluğa bağlamıştır.Mutluluk tensel haz(hazcılık), kozmozun ezeli ve ebedi mükemmeliğine uyum(stoacılık) biçiminde çeşitlendirilebilir.Fakat herhangi bir kitlenin çeşitli tatminler araçlarıyla mutlu edilmesi imkanlıdır.İnsanların “aşağı kardeşleri” hayvanlar sözü edilen biçimde bir mutluluğa kavuşabilir.Fakat insanın rasyonel oluşu onun ayırıcı özelliğidir.Sanki insana akıl verilmesinde bir erek –neden gizli gibidir.Mantıksal ağ ve “episteme”ye ulaştıran zihin yasaları ağı her türlü bilginin bu süzgeçten geçirilmesini buyurur gibidir.İşte bilginin sentetik oluşuda bundandır.Her türlü tasarımlama ve irdeleyiş birey olmaya ulaştırıcıdır.Bireylerin birlikte oluşundan ise toplum ve toplumsal var olabilir.Fakat modernitenin hedeflendiği eleştirlerle insan olmayı görkemli bir anlamlılığa ulaştırma düşüncesi postmodern sonrası dönemde insanın “homo economicus” kavramıyla tanımlanmasına sebep olacacak düzeyde başarısızlığa uğramıştır.Kontrolden çıkan hayat anlamsızlaştıkça insanı daha fazla globalleştirerek köleleştirmiş ve savrulan hayatın ve tüketimin esiri etmiştir.Aşkınlığın kaybolduğu bu dünyada “yaşam yanlış yaşanmamaktadır”.Bu belirsiz düzende çıkış yolu hayalciğe ve ütopyacılığa kaçmadan aranmalıdır.Baudrillard’ın diyalektik metodolojisiyle varolan düzenin eksikliği yönleri araştırılmalıdır.
Bütün dünya ülkelerinin neoliberal bir sosyo-ekonomiko-politik sistem (kısaca tüketim toplumu ) oluşturabilmeleri olanaksızdır. Mevcut dünyanın doğal kaynakları şimdilik buna izin verecek kadar zengin ve elverişli değildir. Dolayısıyla neoliberalizm mevcut dünya için bir model özelliğine sahip olamaz. Ancak ondan bunu itiraf etmesini beklemek saflıktan başka bir şey değildir. Şimdilik dünya güçlüler ve güçsüzler olarak ikiye bölünmüş gibidir. Neoliberalizmin tek başına kaldığı ve dünyanın model alacağı başka bir düzen bulunmadığı düşünülebilir.Fakat kriz düzeyinde bir belirsizlik içinde olsak bile, bir umutla, felsefeyi sahte kategorilerden kurtararak “rutin”e hapsolmuş kitleden bekleyemeyeceğimiz ayrıksılıklara artık devrimin imkansızlığını bilerek yaklaşmayı ve çözüm için çabalamaktan uzak tutacak umutsuzluğa kapılmadan yorulmayı rahata özgürlüğü(yeni ve doğrunun inşası sorumluluğu) inanca tercih etmeliyiz.


Simay Er / Tekirdağ Belediyesi Sosyal Bilimler Lisesi – Tekirdağ / Derecesi 5

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

VE TÜM YAŞANMIŞLIK BİR GENEL KÜLTÜR
Adorno ile başlamamız gerekir konuya. İronileriyle paradigma yaratan zihin. Aslına bakarsanız hayat tümüyle bir paradigmadır; ya da insanlığın zihin kurmacası, ki insanlığın Lacan'ın kuramıyla dil ile varoluşunu ortaya koyduğunu varsayarsak, kavram oyunu diyebiliriz. Bu alt yapı ile birlikte insan atom olarak evrenin uzvuna ilk düştüğü andan itibaren kendi oyununa tutsak olmuştur, kendi oyununun içinde kendi kaybolmuştur. Aynı edebiyatta olduğu gibi aslında; kendi imgelemlerini, yaşanmışlıklarını kodladığı kelimelerde kendini hezeyanlara sürükleyen zihnin alegorisi. 'Lafzi sorunlar yerine gerçek sorunların bir kenara bırakılması; entelektüel mahvoluşun en emin yoludur.' demiştir Karl Popper; gerçekliğin bir safsata halini aldığı devinimlerimizde kendimizi kavram oyunlarına salmış bulunmamız aslında kapıldığımız en büyük girdaptır, çünkü 'Dil dünyayı resmeder' -Wittgenstein. Kelimelerle dünyayı tanımaya başlayan bir çocuk yavaş yavaş girdaba sürüklenir, kelimelerin ters köşe ettiği yaşanmışlıklarla birlikte insan da ters köşe olur. Binevi nevroz diyebiliriz tüm tavırlarımıza; Adorno da yaşanmışlık hastalığını her konuda farklı kollardan ele almıştır bu yüzden. Freud'un tüm gayesi aslında bu hastalıkların özünde bulunan varoluşu ortaya koyabilmekti. Antonin Artaud tüm bu kavram silsilesinde 'deli' hükmünü yeme mecaline ulaşmıştı; 'Felsefecilerin çoğu, kayda değer bir şey üretemedikleri için gerçekten derin bir ruhsal bunalım içerisindedirler.' - Karl Popper- ifadesini sindiren zihinler gibi. Dostoyevski 'Suç ve Ceza' adlı yapıtında nasıl ki etiği, ahlakı sorguluyorsa, nasıl ki bunu kelimelerle yol aldırıyorsa, bir o kadar derinlere gömülüp girdaba kaymışsa, o derece kaybolmuş, o derece solmuştur. Locke'un boş sayfadan ibaret olan zihin oluşumundaki bir bebek kadar ırak kalabilmeliydik belki de etiketlere. Malum 'Ad vermek, bir şeye etiket iliştirmekten farksızdır.' - Wittgenstein.
Şimdi kısa devre yapıp konuya başka bir noktadan devam edeceğim. Nazi olayları insani bir nevrozun açığa vurumudur. İmgelemlerin egonun duvarlarını tekmelediği bir olaylar dizisinden doğma durumudur. Tabii bir de tekmene dayanak sağlanıyorsa -Hitler- tam takır bir dumurluktur. İnsanı insandan sıyırmak yine zihnin bir oyunudur süregeldiği. Aslında bakarsanız sekülerizm üzerinden bu konuya değinmeyeceğim, zihin o kadar materyal değil, aksine materyali bile öğüterek rafa kaldırmış konumdadır. Yani zihnin anlamlandırma çabası tüm diyalektiği yermiştir bu konumda, çünkü bir yandan kapılarını zorlayan bir yaşanmışlığı, dolayısıyla nevrozu vardır; ya da bir tabusu, koca bir çiti... Bunu imgelemlerine yansıtan zihin kavramlarla kalıplaştırıp, tümevarım metoduyla kapılarını koruma çabasına girmiştir. Kapılarını koruyacak nasıl olsa ya, bir de metotlarını ağırlaştırmış, donatmıştır sağlamlaştırmak üzere. Yani diyebileceğim 'Yahudi' olayını, her öykü gibi tümevarım ile allayıp pullayıp kendine bir kurtuluş, bir cevap olarak biçerek varoluşunu haklı kıldırmaya didinen zihnin bir tür ayakta kalma çabasıydı. İnsanlar bu uğurda -varoluşunu haklı kıldırmak- sürekli bir şeylere sarılmak zorunda kalmış, tabii bu da yaşanmışlıklarıyla ortaya konmuştur. Hitler'in ego zarına hükmeden olaylar etrafında şekillenen bu tabusu onun en büyük başarısı olmuştur. Çünkü başarı aslında tutkuyla yaptıklarımızdır, çünkü aslında varoluşumuzun en haklı tarafıdır. Desteğini sağlayan ek zihinler -antisemitistler diyebiliriz- meydana atlamış, bu gayeye sarılarak kendilerini kurtarma çabasına girmişlerdir. Aslında dışarıdan gelen çığlıklar; içinde yangınlar boy veren, onu farkında olmadan -içgüdüsel, bilinçaltı çapında- bastırmak üzere kalıplara sığınan zihinlerin bir ürünüydü.
Gelgelelim toplama kamplarına, nam-ı diğer Auschwitz. Yahudi de bir insandı; sadece varoluşunu farklı şekilde haklı kılmaya eğilmiş etiketlerle bezenen. Lakin zihnin kavram oyunları değil miydi, bir de tümevarım ile onu kafasındaki imgelemlere oturtan, simgeleştiren, söylemleştiren, tabulaştıran. Sonra da onu kafasındakine göre somutlaştıran, edimleştiren. Kafasında oluşturuyor, hop bir bakıyorsunuz bir de uyguluyor. Yani tiyatro, oyun, haydi bir de Shakespeare. Othello'nun kıskançlık nevrozu; oysa ortada fol yok yumurta yok. Yani yine düşüncelerin kotarılmasıyla zihinde edindiği bir imgelemin dışavurumu, aynı malzemelerle farklı tarifler çıkarabilmek gibi tabii.
Ha gelelim insanlığın hapisahanesine, yargılarıyla çerçevelenen dünyası. Tam da orada başladı Auschwitz. Bir kavrama kendi anlamlarını yükledi tabii, sindirdi onu. Tabii Ortega'nın deyimiyle, bir şeyden kurtulabilmenin yolu öncelikle onu sindirebilmektir. Tüm bu olayların savunucuları eğer ki olayı iyice kavramışsa yaptıklarının özünü keşfedebilmiş sonra da hızlı adımlarla bu olaylardan uzaklaşmıştır. Hitler'in de aslen yaptığı buydu; belki de bu yüzden intihar etti, belki sadece bir örgütün temsili ögesiydi ve rolünü tamamlayıp uzaklaştı. Lakin diyebileceğimiz o ki bir şekilde tüm bu safsataların göbeğinde bulunan o zihniyet uçarak tarihe karıştı. Sonuç olarak Auschwitz'in varlığına bir nokta koyuldu. Çünkü Adorno'nun konu başlığındaki sözünde olduğu gibi 'hayvan' olanın artık bir sahibi, dolayısıyla tasması gitmişti. Cinsinin öngördüğü tasmaya sahip olmayan cinsin üst mertebesi olağandır. Hayvanlar insanlara göre tasmayla bir bütün edinmiş canlılar oldukları için alt mertebeler. Zamanında kölelere de bu bakış açısı çökertilirdi, onlar tasmalılardı. Tasmalardan kurtulması da ancak kendi cinsine hükmüyle sağlanmıştı. Yahudileri de bu tasmadan kurtaran sahipsizliği ile sağladığı tasma kırma tekniği olmuştur, bu teknik de yine kendi cinsinden sağlanmıştır. Başlaması da bitmesi de bu silsilenin bir parçası olmuştur.
Daha basit anlatmak gerekirse; insan yargılarıyla donanmış bir canlıdır. İnsan bakıp hayvan diyorsa, insanı hayvan tabusuyla zihninde kalıplara oturttuğunun bir göstergesidir bir nevi, tabii hayvan kalıbını da tasmasını elinde bulundurduğu bir canlı olarak varsaydığını düşünmemiz gerekir. Bu bağlamda da yargılarıyla birlikte onun kalıplarını da çerçevelettiği bir lokasyon oluşturması mevcuttur; beyinde aynı metaforu destekleyen sistemin aynı lokasyonda birleştiği gibi. Yani Auschwitz tüm o yargıların duvarlarıydı, o yargılarla şekil aldı, o yargılarla desteklendi ve varoluşunu ortaya koydu.
Anlamlandırma çabalarımızın bir getirisiydi tüm bu kurmacalar. Yani zihnin oyunu, hayatın oyunu, yaşanmışlığın oyunu, yaşanacakların oyunu. Oyun dediğimiz de anlıktır, tam da şu anda bulunur. Ne geçmiş ne gelecek. Hepsi zihinde tam da şu anda yeşeren imgelemlerden ibarettir. Yaptığımız bu eleştiri, kafamızda canlandırdığımız imgelemlerin bir temsili. 'Carpe diem, Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala, anı yaşa veya günü yaşa gibi anlamlardaki özdeyiş.' Ölü Ozanlar Derneği filminde "Sadece bir tane hayatınız var ve şimdi yapmayacaksınız da ölünce mi yapacaksınız?" -Vikipedi. Çünkü düşüncelerle şekillenen tüm olgular, metaforlar, fenomenler tam olarak zamansızlığı temsil üzere vardır, zamansızlık anın içinde bulunur, sadece anı geçerli kılar. Çünkü insanların segmentasyon olarak sunduğu bu olgular aslında tek bir olgunun parçalarıydı ve sadece onda geçerli kılınabiliyordu. Tüm bu bahisler zihnin tam da 'şu an' meydana getirdiği kurmacalardı, malum bir de her şeyin düşüncede şekillendiği, tüm somutluğun aslında zihnin bir oyunu olduğunu - mesela bilimin de kanıtladığı üzere; göz bile aslında dışarısını yansıtmıyor, çeşitli evreler geçirerek imgelemler kotarıyor- düşünürsek; tüm bu safsataları yererek size diyebilirim ki hiç kimse hiçbir şeyi kanıtlayamaz, kanıtlayamayacak. Belki de agnostizm, belki de transandental felsefe ile Kant'a bir dönüşüm; bu arada Kafka'da olduğu gibi bir dönüşüme değinebiliriz, zihinde gerçekleşen metafor bağlamında edimler; zihinde nasıl algılıyorsa fenomen olarak da öyle varoluyordu. Kendini böcek kavramı kapsamında gören zihin, somut olarak da böceğe bürünüyordu. Albert Camus'un 'Yabancı'sına gelirsek kendinden uzaklaşan zihin, uzaklığa yeğin tutuluyordu. Nasıl algılıyorsak, ona dönüşüyoruz, dönüştürüyoruz. Derler ya, insanın dış görünüşü içinin bir aynasıdır; olay orada. Giydiklerimiz, çizdiklerimiz, söylediklerimiz.. Hepsi düşüncelerimizin aynası, kafamızdaki imgelemlerden ibaret ve bunları kavramlarla donattıkça onlara daha çok muktedir kılınıyoruz. George Orwell'in romanlarında, ki özellikle 1984'te, değinildiği üzere kavramlarla oynayan hükümet aslında insanların zihinleriyle oynuyordu. Bu bağlamda imgelemler, tüm düşünceler, tüm bir varoluş bununla birlikte değişiyor, yenileniyor, varoluyordu. Dışarıdan aldığımızı sindiriyor, dışarı yansıtıyorduk, sonra yansıttığımızı tekrar alıp sindiriyor, tekrar yansıtıyorduk. Tam bir kısır döngüde hayat. Böyle bir durum varken geçmişe nasıl güvenilir, geleceğe nasıl bel bağlanır? 1984 romanındaki zihniyetten ne farkı var hayatın? Yeniden yapılandırılan bir geçmiş, kayıp bir gelecek.. Geçmiş, tam da o anda var; tam onu okuduğunuz, tam bunu düşündüğünüz an. Gerisi yeniden allanmış pullanmış bir bukalemun, ki bulunulmuşluğuyla, bulunduğu noktada biçim alan. Belki tüm bu açıklamalarım okuyanlar için 'Konu dışı safsata' etiketi altında, lakin Shakespeare'in dediği gibi: 'Her şeyin içinde her şeyden biraz vardır.'. Her şey, her şeydir. Yani tek bir kalıbın altında tüm bir yaşanmışlık serilidir. Ben de tam bu noktaya değinmek istedim, konu başlığının altındaki tüm bir zihniyet, aslında insanlığın tüm bir varoluşudur. Hepimizin gayesi, hepimizin ağrısı, belki de hepimizin çıkar yolu, belki de hepimizin hipotalamusu, seratonin hormonu, her şey ve her şey... Belki de bu yüzden ifade edilmek istenen çok şey var da, kavramlar izin vermiyor. Sustuğumuz anlar, sözün bittiği anlar.. Koca bir tıkanıklık, tıkılmışlık.. Hezeyanlar, savruluşlar.. Kotardığımız sorular, aradığımız cevaplar... Yaratıcısı olduğumuzdan çözümü yine kendimizde aramalıyken, dışarıdan hazır bulmayı beklediğimiz tüm bu olgular -cevaplar-. Schiller'in bahsettiği gibi, oyun bir yaratım meselesi, sanat bir oyun. O halde hayat, bir sanat. Kavramları yine yeniden şekillendirdik, bütünün parçalarını dokuduk. Her şey ve her şey dedik, segmentasyonu haklı kılarak meydana taşıdık.
Gurdjieff öğretisine dayandıralım ki bir makineyiz; kotarıldık, kotarıyoruz. Edilgeniz, kavramların kısır döngüsünde şekil alıyoruz. Aynayla etkileşim içindeyiz, dönencede salınıyoruz. ( Bu eki eksik etmek istemem:
http://blog.milliyet.com.tr/-insan-bir-makinedir--yaptigi-her-sey-dusunceleri--aliskanliklari--duygulari-dis-etkenlerin-urunudur/Blog/?BlogNo=488492 ) Belki de daha farklı durumlar var meydanda, daha da soyut belki de. Descartes ile karmaşayı da kalıba sokarak 'Düşünüyorum, öyleyse varım' -düşünce burada karmaşa olarak ele alındı, varlık ise koca bir kalıp hala- deyip sıyrılabiliriz belki de. Ya da Heidegger'den; 'İnsan, varoluşun ortasına öylece, orada bir varlık olarak (Dasein) atılmıştır.'
'Hepimizin aynalarla dolu bir salonda olduğumuzu söyleyen Çalışma mitini hatırlarsınız. Bu salonda, ilerlemek için herkes kendince dosdoğru ileriye atılır ama aynaların açılarının sürekli değişmesinden dolayıdır ki herkes ancak olduğu yerde dönerek sürekli tekrarlanan bir daire çizer.' -Maurice Nicoll
Tüm bu yazdıklarıma rağmen asıl söyleyebileceğim şudur ki;
Tüm bu safsatalara dair hala yaşıyoruz; bir oyunun içinde, kurallarına muktedir bir şekilde, mızıkçılarıyla, sadık kalan ve belki de korkularına muktedir kalan zihinlerle... Belki de 'Her zaman ilk aklına gelen cevap doğrudur' geleneğiyle birlikte, felsefenin ilk temsilcisi sayılan Platon'un desteğiyle idealar dünyasında, her zihnin imgelemleriyle; Berkeley'in savunduğu düşünceyle resmedilen bir dünya üzerinde; bilimin de kanıtladığı üzere renklerin bile sahte olduğu, yalnızca zihnin bir enerji uyarlaması sayıldığı imgelemler üzerinde adım adım girdaba karışıyor, karmaşanın göbeğinden soluyor, Protagoras'ın bilinmezliğinin içinde bir bilinirlik arayıp zihin tutulmaları yaşıyor; kendimizce bir de yeni kelimeler üretip bunu kırmak yerine bilinmezliği daha da kışkırtıyorsak; hala totolojilerle kapanlara tutunuyorsak; Bentham'ın Panoptikon kuramını içkinleştirmekten daha farklı bir yansımamız olabilir mi, bunu sormamız gereklidir.
Ve tüm bu inşalara bir direk olarak gösterebilirim ki;
Güven kelimesinin anlamları; korku, yüreklilik, cesaret. Dalgalardan ürktüğümüzden sarılıyoruz limanlara, çözümü onda arıyoruz; aynı zamanda dalgalara karşı cesaretle donanıp ondan kurtulmaya doğru yol alıyoruz. İşte zihnin tüm alegorisi bu paradigma üzerine.
Belki en büyük totoloji tinimizdir, çıkmazlara gidiyoruzdur. Ve belki de ben totolojiyi bu kadar içkinleştirdim, belki de bu yüzden karmaşanın kucağında salınıyorum. Veya siz hep tek cevap arayıp, o cevabın ve onunla gelen kavramın tutsağı olduğunuzdan diğer açıların olabilirlik yönünü göremeyip dumurlaştığınızdan. 'Felsefi hastalığın ana nedeni- tek yanlı bir diyet: insanın düşüncesini yalnızca tek bir örnekle beslemesi. -Wittgenstein
Genel anlam ve önemini belirtmek isterim ki;
'Felsefenin amacı felsefeyi yok etmektir' -Wittgenstein
'Şu düşündürücü çağımızda, daha da düşündürücü olan, bizim hala düşünmüyor olduğumuzdur.' Heidegger


Berkalp Altay / Kabataş Erkek Lisesi – Istanbul / Derecesi 6

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
Bir varmış bir yokmuş, gerçekçi haritalarıyla ünlü bir imparatorluk bulunuyormuş. Haritalar o kadar gerçekçiymiş ki, kartograflar imparatorluğun sınırıyla bire bir uyuşan bir harita yapmaya karar vermişler. Halkın bu devasa haritayı aşırı bulması ile haritanın karda çamurda parçalaması bir olmuş. İşte böyle anlatıyor Borges. Ve sonrasında Baudrillard sahneyi alıyor ve postkolonyal devrin bir portresini çiziyor bu anlatımdan. Bu sefer içinde yaşadığımız gerçeklik haritanın üzerinde parçalanmaya yıpranmaya başlıyor. O kadar yıpranır ki gerçeklik artık ne kaynağı ne bitimi bilinir ve sonra simulakrum yükselir. Simulakrum nedir dersek , bir kopya benzerlik durumu diye tanımlamak yetersiz kalacaktır, Baudrillard'ın sözleriyle o ''gerçeği bulunmayan bir kopya''dır. Hiper gerçeklik boyutu buradan çıkmıştır işte, hiper gerçek simulakrumun gerçeğin yerini aldığı gerçeğin yok olup bizim onu sosyal olarak yarattığımız bir 4. boyuttur adeta.
Günümüzün hiper gerçekliği nedir sorusu aklımıza takılabilir elbet. Bu soru klişeleşmiş ''modern insanın hastalığı'' sorularından ya da ''Yalan bir dünyada yaşıyoruz.'' gibi arabesk tabirlerden uzak tutulmalıdır. Neden mi? Çünkü hiper gerçeklik gördüğümüz hiçbir şeye benzemez ve aynı zamanda gördüğümüz her şeydedir. O gerçek üzerine kurulmuş ve sonra uçmaya başlamıştır ta ki gerçek gözden kaybolana kadar. Sorumuzun cevabını kendi çağının özelliklerine göre vermeye çalışmış birçok fizolof vardır lakin bunların belki de ilki Marx'tır. Marx der ya egemen sınıf gücünü alt yapıdan yani kendi yarattığı ve kültür, din vb. ögelerle manifeste ettiği ekonomik düzeninden alır. İşte bu noktada birey - ki bu birey proleterya yani sömürülen alt sınıflardan bir kişidir- bütün o Aristotelesçi karşılaştırılamaz kategorileri ekonomik değer üzerinden endeksler. Ve birey bir anda değeri farklı kategorilerden sınıflandırılamaz gerçek unsurları karşılaştırmaya başlar. Bu bir nevi bilinç dışı bir süreçtir ve dışardaki gerçekler bulanmaya başlar. Marx ve Engels bu determinist ortamın çökeceğini sanarken (bir proletarya devrimiyle) tarih onları yanıltmak için hazırlıklarını yapmıştır.
Sorun şudur: ''İnsan gerçeklikten kopmaya başlamışken nasıl bir anda gerçekliğe dönebilir?'' Bunu Herbert Marcuse analizlerinde de daha net şekilde görmekteyiz. Artık bireyler kendi materyalist ihtiyaçlarını kolayca karşılayan ve demokrasi insan hakları gibi soyut sosyal icatlarla beyinlerini dolduran bir sisteme karşı çıkmazlar. Çünkü karşı çıkmak ,yani devrim yapmak, artık bilinç dışı kendiliğinden gerçekleşecek bir durum değildir. Georg Lukacs'ın dediği gibi olguların bir olay için veya olay karşıtı konuştuğu bir durum yoktur ve asla var olmamıştır. İnsanlar kendileri, sisler arkasındakini görmedikçe bir değişim olması beklenemez.
Lakin bu gerçeksiz semboller ve sosyal icatlar ne için vardır, varlıkları neye dayanır? Buna en güzel yanıtı Antonio Gramsci hegemonya anlayışıyla cevap vermektedir. Hegemonya egemen sınıfın dünyaya ve olaylara bakış açısının benimsenmesidir. Böylece sıradan bireyler bu sosyal semboller evresinde (aynen Lacan'ın sembol evresinde olup dil ile yaratılan, gerçeklikten uzak bir dünya görüşüne sahip olmamız gibi) yeni edindikleri bakış açısıyla gördükleri her şeyi normal, olağan, istenilmesi gerekenler olarak nitelendirmektedir. Diğer şeyler ise arzulanmayan şeylerdir. Bu sayede kültür makinemiz insanların, insan doğasına uygun olduğunu sandığı ürünler ortaya koyar. Artık insanlar için bir altın kolye, elmas küpe, son model araba ya da demokrasi gibi uyuşturucu kavramlar temel ihtiyaçlardır. Bunlar insanlar için vazgeçilemez unsurlardır çünkü doğumlarından itibaren bunlara maruz kalmış, bunları gözetmesi söylenmiş, ima edilmiş ya da anlaşılmış; insanlar bağımlılık edinmiştir ve bütün bu yapaylıklar yokken yoksunluk çekmektedir.
İnsan her halukarda bunlardan kurtulabilir, çünkü bütün bu çevre gerçek değil diyen ve ''Karşınızdaki ekranlarda gördükleriniz gerçek değil, siz insanlar gerçeksiniz!'' bağıran Zeitgeist'taki adam geliyor gözlerimin önüne. Keşke deyip geçen bir pessimist olmasam da bu bilinçlendirme politikalarının da bir bir iflas ettiği ortada değil mi, bütün bu bilgiler egemenler tarafından ele geçirilmiş durumda aynen Foucault'nun anlattığı gibi. Düzen, barış ve bilgi bütün bu konseptler kontrol ve baskı demek çünkü. Bu kontrol unsurları bütün çevremizde ve bizim içimizde. Althusser diyor ya medya, din, eğitim hepsi birer ideolojik aygıtlar hepsi egemen fikrin köleleri diye ona hak vermemek elde değil.
Bütün bu noktalar bireyi bir tanım içine sığdırıyor gibi gözüküyor: Tek boyutlu insan (Herbert Marcuse). Peki bu kadar sembollerden ve ekspoze edilen fikirlerden sonra günümüz insanının algısı ne durumda? Günümüz insanını gösteren yegane ürünler sanatın kendisinde mevcut zaten. Kritik realistlerin bahsettiği gibi artık kitaplarda filmlerde ve çoğu sanat ürününde bir bireyin rekabetçi bir toplum içinde yerini alması bulunuyor. Birey tek başına, sosyal atomizmin doruklarında yaşanan bir hayatta. İnsanların hepsi bencil ve düşman ve dönemin aforizması Thomas Hobbes'un ''İnsan insanın kurdudur.'' ifadesi olmuş durumda. İnsanlar teklikleriyle bir bütünler, bencillikleriyle empati sahibiler. Kendilerini ayırdıkları ''diğerleri'' yabancılaştıkları dünyaları ile bir toplum bilincine sahipler. Ve hepsi o kadar normal ki hepsi o kadar doğal ki karşıtını iddia etmek mantığa aykırı ve ayıptır (!).
Hedonizm ve egoizm, işte bu unsurlar toplumu var eden ve insanların kendi toplumlarına, arkadaşlarına, ailelerine, kendilerine yabancı hissetmelerini sağlayanlar. Bu yabancılaşma ne tam anlamıyla Hegelci bir bilinç süreci, ne Marksist, ekonomi bazlı Entfremdung, ne metafiziksel boyutlu Kafkaesk bir anlayış. Yabancılaşma bunların hepsi ve daha fazlası. Daha fazlası çünkü insan doğduğu anda yabancı, sınıfsal ve kültürel ögelerle yabancı, bilinçli olarak yabancı...
''Bu modern insanın anlayış biçimi nedir böyle, pek de bir karışık?'' diyenler elbet vardır. İdeoloji şu an konuşurken bile engellerini döşemiş adeta. Paradoksal insan ilişkileri, insanın bilinçaltı ve bilinci, anlayışlar ve algılayışlar ve şimdi hepsini analiz eden su gibi berrak kılmak isteyen fısıltı... Bunların hepsi o kadar de mistik geliyor ki hayatını idame ettiren normal bir kişiye... HEGEMONYA dediğimiz bu olsa gerek. Hepsi bir bölünmüşlük, kafa karışıklığı olmak için tasarlanmış. İnsanlar birbirlerinden uzaklaştıkça post-endüstriyel toplum güç kazanıyor. İnsanlar kendi halinde etliğe sütlüğe karışmadıkça ne kadar da güzel. Şimdi aklımda okuduğum bir parça canlanıyor. 1968 Olayları, Fransa'da özgürlük eylemleri... Dilediğini yapma gibi naif bir özgürlük anlayışının sonunda Jacques Lacan sesleniyor ya gençlere: ''Devrimciler olarak yeni bir efendi isteyen histeriklersiniz. Bir tane alacaksınız!'' Çoktan bulduk efendimizi, ve istediklerimiz yaptığımızı zannetmemiz için koşullandık.
Sanki Josef K.'nın iç sesini duyar gibiyim. Toplum tarafından, onun sosyal her türlü uzantısıyla yüklenmiş ve kendini mistik bir aura içinde uzak tutan bir ideolojinin (aynı 1984'teki Parti'nin algılanış biçimi gibi) yükleri... İşte insan kendinden gelmeyen ve bir türlü orijinini belirleyemediği ağırlıklar altında.
Kurtuluş, özgürlük nerde bu zamanda değilse? İnsan haklarının hiç mi değeri yok? Bu sorular canlanıyor bir an gözümde. Bunlar Foucault'nun belirttiği gibi son zamanların icadı. Modern insanın zihinsel tüketim ürünleri. Nomral olanın dışına çıkmak her şeyi rağmen. Kendi ahlak unsurlarını yaratmak. Sanki Nietzsche sesleniyor uzaktan. Nietzsche'nin bahsettiği metamorfoz evrelerinden deve evresine sıkışan insanlar ve Marcuse, Adorno, Horkheimer, Foucault ve daha niceleriyle oluşan aslan evresindekiler. Adım atma zamanı sizce de gelmedi mi? Çocuk olma zamanı artık, bütün mu sonradan unsurları ayıklayıp kendimizi bulma zamanı.
Ne bir tek birey olarak ne de bir grupça özgürleşeceğiz. Kendinin ve etrafının bilincinde ve hayatı kucaklayan, dışardaki gerçekleri her şeye rağmen arayıp bularak ve değerlerimizi kendimize göre şekillendirerek çıkacağız. Adeta George Orwell'ın yalanlarla dolu bir dünyada devrim yapmaktan bahsettiği gibi biz de gerçeklerle ve doğrularla prangalarımızı kıracağız. Ve merhaba diyeceğiz gerçek ahlaka, gerçek duygu ve düşünecelere... Ancak o zaman merhaba diyeceğiz eksiksiz ve fazlasız bir dünyaya...


Ahmet Sakal / TED Ankara Koleji Vakfı Özel Lisesi – Ankara / Derecesi 7

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

Johne Boyne’un , Çizgili Pijamalı Çocuk adlı romanı, İkinci Dünya Savaşı sırasında birçok insanın bulunduğu bir toplama kampında geçer. Babası bir subay olan Bruno, her türlü vahşetin ve işkencenin yaşandığı, yaşatıldığı bu yerin Auschwitz olduğundan habersizdir en başında. Odasından izlediği, üzerinde felaket bulutlarının dolandığı tel örgü ise Nazi Almanyasında insanlığın bittiği noktadır. Masum insanlar, toplama kampına adım attıklarında insan olmaktan(?) mahrum bırakılırlar ve hayvan muamelesi(!) görmeye başlarlar. Kitap okundukça okurun aklına hayret ve merakla bir soru gelir : Acaba insanlık, bu noktaya nasıl gelebilmiştir?

Bu sorudan kısaca bahsetmek istiyorum. İnsan, biyolojik evrimin en üst noktasında yer alan varlık olarak bu evrimi sırasında, her tür gibi kendi çıkarını korumaya yönelmiş, ortak ilişkiler kurarak yaşamını korumaya ve sürdürmeye çalışmış ve bu davranışın bir ürünü olarak kendi türüne yardım etme eğilimi göstermiştir. Bu primitif içgüdü, bir anlamda pragmatik öğretinin ve temelini bu öğretiden alan egoizmin temelini oluşturmuştur. Sosyal bir varlık halini aldığında ve aklını kullanmaya başladığında insan, diğer insanlara muhtaç olduğunu idrak etmiş, en ilkel ve en güçlü dürtüsü olan hayatta kalma dürtüsünü toplumu oluşturarak devam ettirmiştir. İlkel toplumlarda bu dürtü, toplum bireyleri arasında yavaşça kendini kaybettirerek toplumcu bir sistemin önünü açmış ve ilkel komünal toplumlar kurulmuştur. İlkel komünal toplumdan tekrar egoizme geçiş mülkiyet kavramının oluşmasıyla olmuştur. Mülkiyet kavramı, Stalin’in İlkel Komünal toplumdan sonra öngördüğü ikinci düzene geçişi sağlamıştır : Kölelik. Bu dönemde mülkiyetin sahibi, mülk elde edememiş olan insanları köleleştirerek kendi çıkarı için kullanmıştır. İşte, tarihte kölelik ile görülen bu düzen, insanın her daim kendi çıkarlarını gözetmesini öngören egoizmi; insanın ben merkezli tutumunu açıklayan egosantrizmi ve bu bağlamda toplumların birbirine olan saygısını tümüyle yok eden, öteki kültürleri dışlama, aşağılama bağlamında kendisini gösteren etnosantrizmi körüklemiştir. Özetle insanoğlu, evrimiyle getirdiği, daha sonrasında İlkel Komünal yapı ile törpülediği egoist yaklaşımını, kölelik ile daha ateşli biçimde geri kazanmıştır. Kölelik sistemi, daha vahşileşerek Feodal yapıyı oluşturmuş, egemen olan kişilerin söz hakkı artmış, gücü elinde bulunduran kişi, insanı malı olarak görmeye başlamış ve onu nesneleştirerek değersizleştirmiş, insanı her yönden sömürmüştür. Feodalizmin yıkılması ve sonrasında sanayi devrimi, ne yazık ki insanları, tarihte var olan en acımasız sisteme sürüklemiştir. Bir anlamda modern feodalizm olan kapitalizm ve kapitalist düzen, insanları yavaş yavaş kendine mecbur bırakmış, feodal düzenin yaptığı yanlışı iyi analiz etmiş ve insanları güç kullanarak değil, kendine mahkum ederek sömürmüştür. Bugün görülmektedir ki neo-liberalizmin ulaştığı nokta, son derece acımasız boyutlardadır ve insanın değeri malesef ki yoktur. Sistem gözünde insan, ekonomik bir hayvan olup ondan gelecek kar olmadığı sürece var olmasının pek de bir anlamı yoktur. İnsana aşağılayıcı ve tahakküm edici bir tutumla yaklaşan sistemde ayakta kalabilmek, sistemin amaçlarına hizmet etmek demektir. Bu sistemin elemanları yoktur, bu sistemin kendisi vardır. Bu sistemin muhattabı insandır, onları sömürmek temel amaçtır, oysa sistemin hiçleştirdiği insanın muhattabı yoktur. Bu durumda insan yalnızlığa itilmiş ve nesneleştirilmiştir. Stalin’in öngördüğü son toplum düzeni yani Komünist toplum gerçekleşememiştir. Gerçekleşmesi halinde durumun daha iyi mi kötü mü olacağını bilmiyorum ama bana kalırsa bugünün toplumsal düzeni, derhal yerini daha adil bir düzene bırakmalıdır. Tarihsel materyalizmin bize sunduğu dönemleri incelediğimizde sonuç barizdir : Pragmatik düşünce şaha kalkmış, egosantrizm çılgın boyutlara ulaşmıştır. Bu noktada dönüp baktığımızda görürüz ki insan sömürülmeye başlandığı andan itibaren hayvan da onunla özdeş bir tutuma maruz bırakılmıştır. Özellikle antroposantrist görüşün insanlara empoze edilmesiyle insan, kendini evrenin merkezinde görmeye başlamıştır. Özellikle aydınlanma döneminin bir ürünü olarak ortaya çıkan bu görüşün, aydınlanmadan önce de var olduğunu söylemek mümkündür. (Daha önceden bahsettiğim egosantrik düşünce, esasını antroposantrik felsefeden almaktadır ve onun daha bireyci bir uzantısı olarak da tabir edilebilir.) Öyleyse insana zulmetmekle hayvana zulmetmek, aynı sürecin bir ürünü olup aynı sebebe dayanmaktadır : Kar hırsı. İşte insanlık bu noktalara bu sebeple gelmiştir. Ve aslında insan olmaktan mahrum kalmak yoktur, düzenin istediği insan olmak vardır. Hayvan muamelesi görmek te yoktur, çünkü hayvan da insan da aynı muameleyle sömürülmüştür.

Protogoras “Her şeyin ölçüsü insandır.” demekle Antik Yunan’da antroposantrik düşüncenin temellerini atmıştır. Daha sonra aydınlanma ile hümanist görüşe bürünen antroposantrizm, pragmatizmin de ağababasıdır. Hatta denilebilir ki bu sentezlerin önüne geçilememiş olması, vahşi kapitalist düzende egosantrizmi yüceltmiştir. Hatta bu öyle boyutlara ulaşmıştır ki İtalyan Machiavelli, “İnsanlara iyi davranınız ya da onları ayaklarınızın altında eziniz. Az incinirlerse intikam peşine düşebilirler, daha fazlasındaysa bunu akıllarına bile getirmezler.” deme noktasına gelmiştir. İşte böyle bir sistemdir ki insanı sömürürken, kendi çıkarları için hayvanı da es geçmemiştir. Hayvanlar da zulme uğramış, her türlü yöntemle sömürülmüştür. Antroposantrik görüşe göre hayvan ve dahi doğanın tüm diğer unsurları, insan için var edilmiştir. Bu nedenle hayvanların birer canlı oldukları, tıpkı insanların oldukları gibi unutulmuş ve hayvanlar da nesneleştirilmeye mahkum olmuşlardır.
Montaigne şöyle der : “Kral da dilenci de aynı iştahla acıkır.” Bu düşüncenin üzerine ben de şu eklemeyi yapıyorum : “...hayvanlar da!”. Acının türü yoktur, acı her zaman acıdır. Öyleyse bir insana zulmetmekle bir havyana zulmetmenin farkı nedir? Gary Francione, “Bir canlının var olmasından bir şekilde sorumlu olmamız, ona kendi kaynağımız olarak muamele etme hakkını bize vermez.” der. Son derece doğru bir öğretidir onunkisi. Bir insanın, kendi haklarının bir kısmından vaz geçerek kendisine bazı imkanlar sunmak için oluşturduğu devlet yapısının insana özgürlük ve haklar tanıyor olması, insanı sömürmesi gerektiği anlamına gelmez; tıpkı insanın hayvanın var oluşundan dolaylı olarak sorumlu olmasının ona hayvanı sömürme hakkı vermediği gibi. Hayvanın bir nesne olmadığını yine şöyle açıklar Francione : “Hayvanlar sadece meta olarak görülmeye devam ettikleri sürece onlara karşı uygulanan muamelelerde anlamlı farklılıklar gerçekleşmez.” Yani evvela onların da birer canlı olduklarının ayırdına varmamız gerekir ki onları birer canlı olarak değil de bizim kullanımıza açık birer kaynak olarak görmek, hem yaşama hakkına bir tecavüz hem de insan olarak bir ayıbımızdır. Unutulmamalıdır ki başkasının yaşam hakkını tanımayan, kendi yaşam hakkının tanınmasını bekleyemez. Eğer bir hayvanı kendi malımız olarak görebiliyorsak, bir başkasının da bizi kendi malı olarak görmesi çok doğal bir paradoksal durumdur.

Lakin kollektif bilinçaltımız, biz insanlara hayvanlardan üstün olduğumuzu anlatmaktadır keza içinde bulunduğumuz antroposantrik toplum düzeninde doğuştan bu yana bize öğretilen budur. Yani günümüz kapitalist toplumlarda insan, hayvana karşı uygulanan faşizme sessiz kaldığında aslında ne denli büyük bir vahşete göz yumduğunun hiç fark etmez. Oysa bir canlının yaşam hakkının elinden alınması, her türlü ahlaki norma aykırıdır. Adolf Hitler, antisemitik politika izlerken yaptığının doğruluğunu sorgulamamıştır çünkü onun edinimleri bu yöndedir aynı şekilde mezbahanede katledilen bir hayvanı görüp “Ama onlar hayvan” diyen insan da bu yaptığının doğruluğunu sorgulama düzeyine gelememiştir, gelmesi ise ancak özgür düşünmesi ve ben merkezli yaklaşımdan kurtularak biz merkezli yaklaşıma ulaşması ile mümkün olacaktır. Bir hayvanın katline ses çıkarmayan insan bir insanın katline nasıl ses çıkarabilir? Hayvanın sahip olduğu can can değilmidir ki onun katli yaşama hakkına tecavüz olmasın? Böyle bir durumu şahsen hastalıklı bir durum olarak niteliyorum. İçinde bulunduğumuz çağın koşulları düşünüldüğünde dünyada milyonlarca hayvan sırf insanlar için katlediliyorken bütün bu hayvanların yaşam hakkını bir kenara koymak ancak bir insanın katline en üst perdeden tepki göstermek, kendi içinde çelişkili ve paradoksal bir durumdur. Yanlış bir anlaşılma olmasını istemem, bir insanın katli elbet tasvip edilemez bir durumdur ancak bir hayvanın katli de kayıtsız öyledir. Hayvanların öldürülmesine göz yuman kişinin sistemde bir basamak yukarıdaki yeri, insan katline göz yummaktır. Bu yüzden Theodor Adorno “Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.” demiştir. Yani bir hayvanın katli karşısında tepkisiz kalınıyorsa orda vahşet başlar, orda tepkisizlik başlari orda bencillik ve bireycilik başlar ve orda insanlık ölür.

Jacques Derride, “İnsan ve hayvan birbirinden ayrıştırılamaz. Birini düşünmek diğerini de bu düşünceye katmayı ve yendiden formüle etmeyi gerektiriyor, çünkü hayvan insan tanımına yerleştirilmiş. Tersinden de öyle.” der. Onun bu görüşünden hareketle demek isterim ki terazinin bir kefesine insanı, bir kefesine hayvanı koyduğumuzda terazinin dengede kaldığını görürüz. Ne insan hayvana üstündür ne de hayvan insana. Aradaki tek fark, La Mettrie’nin de deiği gibi nicelik farklıdır; tüm canlılar özünde aynıdır. Bu nedenle bir hayvanın katli ile bir insanın katli arasında bir fark yoktur. Vahşi kapitalist yapının bize lanse etmeye çalıştığı gibi hayvanlar insanlar için var olmamışlardır. Onların var oluş amacı insanlara hizmet değildir. Aksini düşünmek, kardeşin kardeşe hizmet etmesini; insanın insana köle olmasını savunmakla eşdeğerdir. Hayvanlar da insanlar gibi bazı haklara sahiptirler ve bu hakların ihlali, bir insanın haklarının ihlali ile aynı manayı taşır, ne eksik ne fazla. İşbu nedenlerden ötürü bir hayvanın katline sessiz kalmak demek bir insanın katline sessiz kalmak demektir; o halde metnimi, Theodor Adorno’nun alıntısını bir kez daha vurgulayarak tamamlayayım: “Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”.

                                  

Bahar İmla / Bilecik Şeyh Edibali Anadolu İmam Hatip lisesi - Bilecik / Derecesi 8

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu

POSTMODERN İNSANIN AÇLIĞI
İnsɑnlɑr ɑkıllı mɑkineler yɑrɑtıyor yɑ dɑ düşlüyorlɑrsɑ gizliden gizliye kendi ɑkıllɑrındɑn umut kestiklerinden yɑ dɑ dehşet verici ve gereksiz bir ɑklın ɑğırlığı ɑltındɑ ezildiklerindendir: o zɑmɑn bu ɑkıllɑ oynɑyɑbilmek ve onunlɑ eğlenebilmek için ɑklı mɑkinelere hɑpsederler. iktidɑrı politikɑcılɑrɑ bırɑkmɑnın bize her tür iktidɑr isteğine gülme olɑnɑğı tɑnımɑsı gibi bu ɑklı mɑkinelere emɑnet etmek de bizi her tür bilme iddiɑsındɑn kurtɑrır. / Jean Baudrillard

Binlerce yıl öncesine gidelim, beynin evriminin devam ettiği,duyguların oluştuğu zamanlarda Neandertal insanı avcı toplayıcı olarak yaşamını sürdürdü,beynin evrimiyle ve duyguların gelişimiyle ölülerini gömmeye başladı ve dünyayı anlamaya çalıştı. İlk aletlerini yaparken elindehala gelişmekte olan beyninden başka hiç bir varlığı yoktu ve olabildiğince düşünmek zorundaydı. Günümüze kadar geçen binlerce yıl içinde gelişti ve daha da gelişti. Elinde bilim yokken doğa olaylarını açıklayamadığı zamanlarda kendinden daha yüce bir varlık yaratma gereksinimine girdi ve bu onu düşünmenin ağırlığından kurtardı,yüzyıllar boyunca depremleri öküzün boynuzlarını sağlamasıyla oluştuğuna yada yıldırımların Zeus’un şimşeğinin bir parçası olduğuna inandırdı kendini.
Bu adımları takip eden yüzyıllarda bu varsayımlar insana tutarsız gelmeye başladı ve Felsefe, devamında da Felsefe ile paralel olarak bilim ortaya çıktı, keşifler yaptı,icatlar ortaya çıkardı ve varoluşunu devrimci ve antidevrimci kitleler arasındaki çatışma ile gerçekleştirdi. Bu çatışmadan doğan gelişme insanı hep bir adım daha ötesine taşıdı ve elindekilerle yetinmeyi bırakıp bulunduğu mağaradan gökyüzüne baktığında, kimisi ellerini açıp dua etti,kimisi de yıldızları ve gökyüzünü inceledi.
Bilimin gelişmesindeki etken hayal gücü iken 21. yyda insanlar için merak duygusunun olmamasının sebebi de kendi çaplarında bilmeleridir. Sanayi Devrimi ve sonrasında makineleşme ve sömürge üzerine kurulmuş olan toplum düzeni günümüzün şartlarında-bu kelime bile insanda zorunluluk hissi yaratmak için yeterlidir- yerini popüler kültüre,magazine,teknolojiye bırakmıştır. Baudrillard "bilgi gelişimi" tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.
Sanayi devrimi öncesinde güzel kadın anlayışı,beyaz tenli ve kilolu olan kadındır. Çünkü tarlaya çalışmadığı için güneşten derisi kararmamıştır,fakir olmadığı için de düzenli beslenmiştir. İçinde bulundauğumuz yüzyılda ise kadınlar güzel görünmek için makyaj ve estetik operasyon zorunluluğu hissederler makyaj yapmayan veya toplumun kabul ettiği seksepaliteyi taşımayan kadınlar güzel değildir. Erkekler içinde durum böyledir, spor salonuna gidip kas yığını haline gelmeleri ve yakışıklı olmaları gerekmektedir. Bu durumun temel sebebi elbette ki medyadır,yani insan kendi buluşunun kuklası olmuştur. Modaya uygun giyinmesi gerekir,en son çıkan ve en pahalı telefonu kullanması gerekir,en son model arabaya binmesi gerekir, çünkü varoluşunu beyniyle değil parasıyla tamamlamak zorundadır. Bunun sebebi de yine yüzyıllardır gelen sömürgecilik anlayışıyla güçlü olanın daha da güçlenmesi ve bunun dışında kalan kesimin de ötekileştirilmesi bununla beraber de güçlü kesime hizmet etmek zorunda hissettirildiği algılardır.

Algı yönetiminin en büyük örneklerinden birisi de iktidarlardır. Çünkü bildiğini zanneden kesimi yönetmek kolaydır,onlara ne kadar muhteşem ve yüce olduklarını söylersenin onların gözünde de o kadar yücelirsiniz ve istediğiniz şekilde yönetebilirsiniz ve tabi bu zaman içerisinde de zaten boş olan beyinleri kendi çıkarlarınız çerçevesinde doldurabilirsiniz. Örneğin dindar bir toplum yaratmak için yapmanız gereken şey demokrasiden ve adaletten söz etmektir böylece insanlar inançlarının güvende olacağına inanırlar, sonrasında ise yavaş yavaş düşüncenize aykırı olan kitleyi ötekileştirmeye başlarsınız ve sizin hitap ettiğiniz kitle de bu bağlamda yanınızda olur.
Baudrillard "bilgi gelişimi" tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur.

Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey...
TEKNOLOJİNİN YARATTIĞI
İnsan başkaları tarafından yaratılmıştır. Montaigne.
Kitle iletişimi, kültürü ve bilgiyi dışlamaktadır. Katılımlar, içi boşaltılmış semboller aracılığıyla gerçekleşir ve hayatın içinde birer merasime dönüştürülerek yüceltilir. Bunda tabiî ki yine yaygın olarak medya kullanılmaktadır.İnsanoğlunun teknolojiyi gökyüzünü incelemek ya da doğayı anlamaya çalışan insanlarla bir araya gelerek daha büyük işler yapmasının aksine, teknolojiye yalnızca televizyondan gördüklerinden ibaret bir şekilde hakim olmasından kaynaklanır sorun kanımca. Karşımıza çıkan reklamlar bize o ürünün ne kadar mükemmel olduğunu söyler ya da kuruluşlar tüketimin devamlılığı sağlaman için ürünün ömrünü zaten üretildikleri andan itibaren belirlerler. Örneğin; Almanyada, 1901'de fleme camdan imal edilen ve bir itfaye binasında bulunan 4W'lık ampül günümüzde hâlâ çalışmaya devam ediyor. Bunun sebebi ise tüketim zorunluluğu fikrinden önce üretilmiş olması.
AHLAK KAVRAMI
‘‘Tüm uluslar gibi bireyler de kendilerinin uygarlık dedikleri şeyi gerçek uygarlık saymaya ne denli yatkınlar: öğrenimini bitirmek, tırnaklarını temiz tutmak, terziye, berbere gitmek, yurtdışına çıkıp gezmek; böylece tamamlanmış oluyor en uygar insan. Uluslara gelince; olabildiğince çok demir yolu, akademi, sanayi kuruluşları, savaş gemileri, kaleler, gazeteler, kitaplar, partiler, parlamentolar, böylece tamamlanmış oluyor en uygar ulus da. Bu nedenle, uluslar gibi yeter sayıda birey de uygarlıkla ilgileniyor, ama gerçek aydınlanmayla ilgilenmiyor. Bunlardan birincisi kolaydır, onaylanan bir şeydir. İkincisiyse büyük çabalar gerektirir, bu nedenle de büyük çoğunluk tarafından her zaman nefret ve düşmanlıkla karşılanır; çünkü uygarlığın aldatmacasını açığa çıkarır.’’
Tolstoy- İlkesiz Yaşam
Her zaman olduğu gibi şimdi de aslında uygarlığın temel ölçütü zenginliktir sadece oluşturulma şekilleri değişmiştir kimi zaman toprak olmuştur şimdi de para. Bu modernleşme zorunluluğu insanda açgözlülüğü yaratır ve özünden uzaklaştırır. Montaigne’e göre Geleneklerden türemiş olan vicdanın yasaları, bize doğadan çıkarılmış gibi görünür. Günümüzün ahlak kuralları ise sosyal medya araılığıyla şekillendirilmiş olan ahlaklı ve ahlaksız insan kavramlarından ibarettir. İnsanların nasıl davranmaları gerektiğini,nasıl giyinmeleri ve kadınların nasıl gülmeleri gerektiği bile iktidar mensupları tarafından medya aracılığıyla belirlenir. Ve yeni ahlak yasaları bu temeller üzerine oturtularak tek doğru olduğuna inandırılır, ya vaatlerle ya da korku politikasıyla yönetilirller.
YENİ DÜNYANIN KADINA BAKIŞ AÇISI
“Kültürün ataerkil oluşumu, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin kullanımında kendini gösterir.”
Luce Irigaray, Ben, Sen, Biz-Farklılık Kültürüne Doğru
Kadın,yeni dünyanın en estetik metasıdır,hatta çoğu argo ve küfürler,kadının üzerine kuruludur. Ürün tanıtımlarında,araba tanıtımlarında,defilelerde belli beden ölçülerine ve belli kalıplara yerleşmiş uzun boylu,zayıf,sarışın ve mavi gözlü kadınlar güzel kadınlardır. Medya sana der ki, böyle kadınlar güzeldir,zayıf kadınlar güzeldir,sarışın kadınlar güzeldir,makyaj yapan kadınlar güzeldir,burnu küçük olan kadınlar güzeldir, ve böyle olmayan bütün kadınlar bıçak altına yatarak ve kuaför salonlarının daimi müşterisi olarak güzelleşirler!
Heidegger’e göre; Geleneklerin örtüsünün açılması ve gelenekle aktarılanın açığa çıkarılışı, bu çağın insanı için özgül bir görevdir. Bu çağda ise kadın ya vitrin mankeni, ya da geleneklerin kurbanıdır.
İNSANIN ÖZÜ
Bizler bilginin sürekli ɑrttığı ɑmɑ irfɑnın sürekli ɑzɑldığı bir dünyɑdɑ yɑşıyoruz. / Jean Baudrillard
Bütün bu olanlar, savaşlar,yıkımlar,soykırımlar,yeni ahlak anlayışları,yeni dünya düzeni.. Hepsi insanın kendine yabancılaşmasının sağlar. İnsan kendi özünden uzaklaşır ve evine yabancı olur. İnsanın iç benliğiyle çatışma halinde olması ve bunun yarattığı travma sonucunda ortaya çıkan şey insanın olduğu değil olmak isteğini,yani hayranlık duyduğu varlıktır, yani herkes bir başkasıdır ve kimse kendi değildir.Marcuse’a göre: Hiç kuşkusuz değer yargıları bir rol oynamaktadır. Toplumu örgütlemenin yerleşik yolu olanaklı başka yollar karşısında, insanın varoluş için savaşımını hafifletmek için daha iyi şanslar sundukları düşünülen yollar karşısında ölçülür; belirli bir tarihsel kılgı tarihsel almaşıkları karşısında ölçülür. Başlangıçtan bu yana tüm eleştirel toplum kuramları böylece tarihsel nesnellik sorunu ile yüz yüze gelmektedirler
Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne "ben" olarak kalabiliyor ne "biz"e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu "öteki"lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. – Tüketim Toplumu
İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ BÖYLESİNE ZORUNLULUK İÇİNDE MÜMKÜN MÜDÜR?
Özgür kişi, her gün yaşarken, yapabildiği kadar çok, değerlendirmelere dayanarak ve insanın değeri ile değerlerin bilgisini de hesaba katarak eylemde bulunan kişidir.-İoanna Kuçuradi ,Çağın Olayları Arasında
İnsan doğaya fırlatılmıştır,Sartre’a göre. Öylece bırakılmıştır, ve yalnız hisseder,benlikleri çatışır ve bu travma sonucunda da oluşturduğu ahlak ve kültür kavramları onun yarattığı bir kurmacadır.
Peki insan, gerçekliğinin ve özünün bu kadar dışına çıkmış ve kendi benliğinden bu denli uzaklaşmışken ne denli özgür olabilir? Neticede kanımca özgürlük, insanın kendi kendine yetebilmesidir. Fakat günümüzde bu kadar muhtaç bırakıldığımız şey varken, ihtiraslar ihtiyaç gibi algılanıyorken ve yine bu denli bir ihtiras toplumu oluşmuşken,insan bunların hepsini hiçliğe atarak ne kadar kendi benliğine dönebilir? Teknoloji insanı bu kadar tembelleştirmişken insan öğrenmeye olan açlığını tazeleyebilir mi? Ya da insan özgürlüğe bile mahkumken, nasıl özgür olabilir ?
Hem de etrafında bu denli sahtelik varken,tek boyutlu olmaktan nasıl çıkabilir ki ?
Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir. Yaşatılan baharlarda bir nostalji havası estirilir, erdemler tek tek sıralanırken, hedef, gerçeği yaşanıp bitmiş olayları sembolik olarak tekrar körükleyip tüketim kültürü oluşturmaktır: Tüketim kültürü ya da kültür tüketimi.
BİZ DIŞINDA HER ŞEY
Gelişmenin insanda yarattığı en büyük duygular bencillik ve açgözlülüktür. Hep daha fazlasını isteriz ancak vermeye yanaşmayız hep daha iyisi için uğraşılsın isteriz ve biz sadece para kazanmaya çalışıp her şeyin en iyisine sahip olmak için kendimizi feda ederiz ve bunu hiç tereddüt etmeden ve bıkmadan yaparız. Öte yandan,tüm bu bilgiyi doğadan almış olmamıza rağmen kendimizi doğadan izole ederiz ve varoluşsal bir başkalaşım geçirerek doğaya yabancı oluruz. Önce kendimizi düşünürüz ve bizle aynı olmayanları ötekileştiririz. Bitkileri ve hayvanları kendi çıkarlarımız doğrultusunda kullanırız ve onlara eziyet etmekten çekinmeyiz, bu inanışın temelinde de din vardır,tanrı dünyayı insanoğlu için yaratmıştır ve doğadaki herşey insanın emrindedir,insan varlıkların en yücesidir vb. Bu düşünceyle beraber insan kendini kendi için tüketmeye başlar ve bunun ardı arkası kesilmez çünkü hep daha ilerisine gitmeye çalışır fakat bu ilgi ve alakayı bilim,sanat,felsefe alanlarında değil de sahip olduğu somut eşyalar çerçevesinde yapar. Kendine ihtiyaç edindiği durumları karşılamak adına diğer canlılara zarar verir ve bu konuda ahlaktan ve vicdandan yoksundur. Herkes doğaya saygı duymayı,yerlere çöp atmamayı,iyi bir insan olmayı,hayvanları sevmeyi öğütler fakat sokaklar yerlere atılmış çöplerle,eziyet edilen hayvanlarla doludur ve bu bağlamda Russell’ın söyledikleri şöyledir: Aslında yan yana iki çeşit ahlaka sahibiz, birisi öğütlediğimiz ama uygulamadığımız, diğeri uyguladığımız ama nadiren öğütlediğimiz. Yani insanlar kendi içlerinde, ahlak kurallarına ve erdemliğe yenik düşmektedirler.
BİR HAYALİM VAR
Bir gün,bizi güzel veya çirkin yapn toplum standartlarını yıkıldığında,çok önemli bir iş görüşmesine makyajsız gelen bir kadının üzerine yargılı bakışlar atılmadığında,Türkiye gibi ülkelerde mini etek giymiş olan bir kadın sözlü bile olsa tacize uğramadığında,herkes kendi düşünceleri çerçevesinde kendi olabildiğinde ve kendine benzemeyen insanları ötekileştirme çabasına girmediğinde,herkes tabaktan kendine yetecek kadarını aldığında,insanların değerleri ve bulundukları statü sahip oldukları maddi güç veya referansa göre değil de ürettikleri düşünceye göre belirlendiğinde,hiç bir erkek çocuğa ‘kız gibi ağlama’ denmediğinde, hiç bir çocuk yolda gördüğü bir köpeğe taş atmak gibi bir gereksinim hissetmediğinde, herkes hakettiğini alabildiğinde ve kimse hakettiğinden fazlasını almadığındai adalete dayalı uygarlıklar oluştuğunda ve her insanın sahip olduğu en büyük ve güçlü silahı zekası olduğunda,bencilliğin üstesinden gelinebildiğinde yani bu dünyanın bizim olduğuna değil,hepimizin evi olduğuna inandığımızda gerçek uygarlıklar belirecektir,işte asıl modernite o zaman kurulacaktır,asıl çağlar o zaman başlayacaktır. Bütün insanlığın devrimi,kapitalizmin çöküşü, Nice Karl Marx’ların, Althusser’lerin,Horkheimer ve Habermas’ların,Carl sagan’ların, Richard Dawkins’lerin doğuşuyla ve zorunlayıcı düşüncenin ölümüyle olacaktır. Eninde sonunda gerçeği farkedeceğiz ve kendimiz olacağız,bugün yarın ya da binlerce yıl sonra,izafiyete bakılırsa aslında tam da şuan,dayatılan bütün gerekliliklerden ve kuralların yıkılma zamanıdır ve düşünen kimse için zararlı olmayacak tek zamandır. Yapmamız gereken tek şey,önce kendimizi kabullenmek,sevmek,araştırmak ve öğrenmek,kötü duygularımızdan arınmak ve keşfetmek. Çünkü başka çaremiz yok,kalmayacak. Neticede hepimiz yıldız tozuyuz !



Hakan Kutluk / TED Ankara Koleji – Ankara / Derecesi 9

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
Küçük pencereler...Küçük odalar, küçük kutular şeklinde üst üste konulmuş küçük evler... Domino taşları gibi birbiri ardına sıralanmış küçük binalar, küçük siteler, küçük şehirler... Ve içlerinde yaşadıklarını iddia eden küçük masum mahkum insanlar...Kendi hayatlarının, isteklerinin, ihtiyaçlarının peşinde kukla gibi koşturan, koşturtulan yorgun yüzler. Hayal kurarak kendi gerçekliklerine dokunmak isteyen yürekleri. Ve onların var olma savaşımlarının kendi yok oluşlarına dönüşmesi...

Bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu Gregor Samsa. Onun bunaltıcı düşleri, aslında kendi içinde bulunduğu baskıcı, korkutucu, esir altına alan sistemin yarattığı gerçekliklerin farkına varılması durumuydu sadece. Ne var ki, onun fiziksel anlamda bir hayvana, hatta hayvanların belki de en kolay ayaklar altına alınabileni olan bir böceğe dönüşmesi, Kafka'nın zekice bir alayıydı. Bireylere kendi özgürlüklerini, kendi hayallerini, yaşantılarını oluşturma fırsatı sunmayıp onları toplu tüketim çılgınlıklarının ve büyük para döngülerinin paslanmış çarkları altında ezilmeye mahkum dişlililere dönüştürmeyi kendisine temel bilen vahşi kapital sistem içerisinde bir bireyin uyanış marşını söylemişti Gregor, çıkardığı böcek fısıltırlarıyla. O, fiziksel anlamda insan görünümlü, zihinsel anlamda hayvanlaştırılmış bir toplumun en insan üyesine dönüşmüştü böcek olduğu vakit... Çünkü onun zihinsel anlamdaki kurtuluşu, sistemin onu ne olarak tanımlandırdığı gerçeğinin fiziksel formuyla dışavurumuna sebep olmuştu: evine para getirmekle yükümlü, kendi hayatını yalnız duvara astığı kadın portresinin yüz hatlarında ve kafasının içindeki engin denizlerde boğularak yaşayabilen, kendi ailesine ve hatta kendi kendine yabancılaşmaya yüz tutmuş bir köle, rahatça ezilebilen kırılgan bir böcek...

Böyledir işte kapitalist sistem, insanoğlunun en temel yaşam dürtüsü olan hayalleri zihnin en derin mahzenlerine gömüp yaşamak isteyenlere kendi "pragmatik" yolu olan sistem köleliğini sunan büyük bir mafya babası... Bu sistem içerisinde insan ne kadar çok çalışırsa o kadar çok kazanacağına inandırılır. Böylece başlar sistem içerisinde bireylerin evirilmesi. Bu "çalışkanlığa" bir de kitlelere rahatlıkla ulaşıp onların beyinlerini yıkamakla, onlara ne kadar çok tüketilirse o kadar çok mutlu olacaklarını, o kadar çok rahata, refaha, huzura kavuşacakları "gerçeğini" söylemekle görevli medya oluşumu eklenir, her an her yerden fırlayıp sistemin gizli iktidarı ya da ekonomik çıkarların temel uşağı olarak görev yapan. (Mor ve Ötesi'nin dediği gibi "Neye benzerdi reklamsız?") Aynılaştırma politikasının da denklemde yer almasıyla, insanlık adeta gökyüzüne sisli dumanlar pompalayan bir fabrikadaki seri üretim bandından fırlamış, tüketmek için yiyen, tüketmek için giyinen, tüketmek için isteyen, hatta tüketmek için yaşayan böceklere dönüştürülmüşlerdir... Peki böyle koşullar altında küçük pencerelerinden dışarıya bakan yürekler, nasıl betondan ormanların dışındaki özgürlüklerine ulaşabilirler, daha kötüsü onun varlığından haberdar olabilirler?

Günümüz toplumları, televizyona çıkan adamlar kırmızı bu yılın modası dediği ve mankenler kırmızı kırmızı giyindikleri için kırmızı elbiselere, kırmızı ayakkabılara "saldıran" insanlarla dolu. Güzellik, estetik bile kapitalleşmiş: Reklamlarda yansıtılan güzel insanlara benzemek için hemen satışını yaptığımız güzellik ürünlerimizden edinin, onları kullanın, hatta ameliyatlar yaptırın! Reklamlar sayesinde isteklerimiz, sistem tarafından bizden istememiz beklenenler, olmazsa olmazlarımıza, zorunluluklarımıza, sahte ihtiyaçlarımıza, hatta mutluluklarımıza dönüşmüş. Bu anlamda birey, mutluluğunu en çok para sahibi, en çok mal varlığına el koyan "insan" olmakta bulmuş, insan kendi varoluşunu elindeki mal varlığıyla tanımlandırmaya uğraşan bir tür yaratığa dönüştürülmüş... Mutluluklarımız bile sistemin çıkarları doğrultusunda belirlenirken, Baudrillard'ın tanımladığı yapay gerçeklik kavramları çıkar ortaya: " Simüle edilmiş deneyim ve duyguların hükmettiği bir dünyada yaşıyoruz ve bu bizim gerçek gerçekliği olduğu gibi algılayışımızı engelliyor. Biz yalnızca bizler için hazırlanmış yapay gerçekliklerin içinde var olabiliyoruz. " Bu durumda da aslında kendi gerçek benliğimizin yok oluşunu hazırlıyoruz...

Tüketimin bir tür istence, bir ahlak anlayışına hatta bir dine dönüştürülmesi gerçeğinden kurtulabilmek adınaysa, yapabileceklerimiz, aynı Gregor gibi kendi varlık anlayışımızı keşfetmemizle başlıyor...

                                  

Bahar Tunç / Ankara Özel Tevfik Fikret Lisesi – Ankara / Derecesi 10

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

"Tek sorumlu davranış biçimi şu olabilir: kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak ve özel yaşamımızı da en alçak gönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek" diyordu Adorno Auschwitz'de yaşananlara lanet okuyarak. Bu katliamın aracı olan askerleri sadist bir amorf kitle olarak görüyordu, yani sorgulamadan çoğunluğa uyan, metalaşmış bireyler, hatta bireyliklerini kaybetmiş, insanlıklarından sıyrılmış piyonlar olarak. Bir bakıma Karl Marks'ın yabancılaşma teorisine benzese de bu durum Adorno için yabancılaşmadaki bilinçsizliği içermiyor. Adorno'nun kurduğu temel yapıya göre bu AMORF kitle, manipüle edildiğinin farkındaydı. Belki de bu yüzden Adorno, Marks'ı karşısına alarak onun diyalektik teorisini reddedecek, zıtlıkların enerji akışından düzenin doğmadığını söyleyerek Auschwitz gibi bir VAHŞETİN bir daha yaşanmaması gerektiğini vurgulayacaktı. Buna ilaven çoğu Nazi subayının, yaptığı şeyden pişmanlık duymamasının sebebinin öz-sevgi yetersizliği ve özdeşleşme yoksunluğu olduğunu belirtecek, bu durumun toplumsal çatışmalar yaratacağına, sosyal sınıfları git gide ayıracağına ve kapalı tabakalaşmayı arttıracağına dikkat çekecekti.

Özdeşleşme yoksunluğunu PARAZİTLİK olarak adlandıran Adorno, Auschwitz'de tanık olduğumuz zulmün yalnızca dini bir katliam (holocaust, genocide, pogrom...) olmadığını söyler, aynı şekilde Hitler'in farklı toplama kamplarına gönderdiği homoseksüellere, çingenelere, hastalara, sakatlara ve yaşlılara da yapılmış bir soykırım olduğunu ekler. Bu durumu Nietzsche, bir DECADENCE olarak tanımlardı (çevirmenler, bu sözcüğün Almanca bir karşılığı olmadığı gibi dilimizde de bunu tam anlamıyla karşılayan bir kavram olmadığını göz önünde bulundurarak, çevirilerinde DECADENCE sözcüğünü Fransızca halinde bırakmış orjinalliğini bozmamışlardır. Yine de yozlaşma olarak açıklayabiliriz bu ifadeyi.) Kendini bilmeyen, başta Sokrates olmak üzere metafiziğe yönelen insanlardır bu DECADENTLAR.

Nietzsche'nin Antik Yunan'a saygısının temelinde, presokratik çoğu filozofların, gözlemlerle dünyayı dünyayla açıklamaları vardır. Bu tutumuyla Nietzsche, Auschwitz'deki mentalitéyi, zihniyeti bir DECADENCE olarak tanımlardı. Sürü insanı tanımı tam olarak bu durumu karşılıyor aslında; Nietzsche'nin özgür insan, üstün insan ve sürü insanı gruplamasındaki bu sürü; din adamlarının ve devlet yöneticilerin güdümünde, nihilistik yapı gösteren bir yaşam tarzı ile yaşar, gerçek hayatı yadsır, aykırıya, asiye düşmandır, gelenekleri ve kendi bakış açısı dışında hiçbir görüşü kabullenmez ve cezalandırmak ister, kendi düşüncesi olmayan bir yığın insandır. Başlarındaki çoban ne derse kabul eder ve uygular.

Marquis De Sade, "insanlar arasındaki en doğal hal savaş halidir" diyerek Hobbes'un "insan insanın kurdudur" sözünü destekler. Hobbes'un "Görünmeyen şeylere duyulan korku, herkesin kendi içinde din diye bellediğinin doğal tohumudur." sözünden yola çıkarsak; Nietzsche'nin metafiziğe ve dine muhalefetine bir de DİN algısının paternalizm ve manipülasyon aracı olarak kullanılması eleştirisi eklenir. Günümüzde milliyetçilik adı altında izlenen politikalar Nazi Almanyası'nınkinin hafifleştirilmiş versiyonudur adeta. Amaç ortaktır; farklıyı, tehdit olanı ortadan kaldırmak.

Saf ırk istenci veya gücünü, rütbesini garantiye almak istemesi değildir Hitler'in problemi; asıl konu, içindeki insanın yavaş yavaş silikleşmesi, günbegün metalaşmasıdır. Askerlere de yansımıştır bu. Savaş hali insanı değersizleştirir, birer piyon, birer meta, birer ölü ilan eder daha en başından. Böyle bir atmosferde büyümek, canlılara saygıyı yok eder. İnsan ırkının giderek dünyayı yok etmesini ve nereden geldiğini unutarak doğayla bağını kesmeye çalışmasını eleştirir Adorno "Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar." sözünde. BEN algısının putlaştırılmasıyla sadece insanlığa olan bilincimizi değil aynı zamanda varoluşumuza olan inancımızı da kaybederiz fark etmeden. Bu da din savaşlarının dilemmasıdır fikrimce. Bir algı oluşturmak için ya bir totoloji gereklidir ya da bir dogma. Din gibi dogmatik bir OLUŞUM, ancak bir güç aracı olarak kullanılabilir.

ÖTEKİLEŞTİRME hareketi insanı yalnız bırakır. Yalnızlığın gücü garantileyeceğine inanan politikacıların da yavaşça artan dünya nüfusu tarafından yutulacağı kesindir gözümde. "AMA onlar hayvan" algısı, bir aşağılama, bir metalaştırmadır. Güç insanın elindedir, ama etrafını tehdit ederken kendi mezarını kazıyor olduğunun farkında değildir insanoğlu. Her bulduğunu metalaştırarak her şeye değer yükleyerek her şeyi değersizleştirmek; işte günümüzden YADSIMANIN YADSINMASI örneği. eğer her şey değerliyse, hiçbir şey değerli değildir...

Max Horkheimer: "Mutluluk, artık hayvanlıktan çıkmış olanın bakış açısından görülen bir hayvanlık hali olabilir."
Theodor Adorno: "Mutluluğun ne olduğunu hayvanlardan öğrenebilirdik."
Max Horkheimer: "Refleksiyon düzeyinde, bir hayvanın durumuna ulaşmak; özgürlük budur. Özgürlük çalışmak zorunda olmamak demektir."
Theodor Adorno: "Felsefe, özgürlüğün insanın uğraşmak istediği şeyi seçebilmesi, kötü olan her şeyin kendi eseri olduğunu kabullenebilmesi olduğunu söyler hep."
Bu diyaloğu takiben, Nietzsche'nin insanın gerçeklerle yüzleş(e)memesi, kendine ayna tut(a)maması, yaptıklarıyla yüzleşmekten korkması durumunda duyduğu tiksintiye değinmekte yarar var. "Oysa insan gerçeği bölemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır" der Kafka. Varoluşçu bir tutumdan oldukça uzaktır bir canlıyı ötekileştirmek; hele ki yükü altında eziliyorsa insan... Dayanılmaz olan yaşam değil, insanlardır bu yüzden. Bencillik ve güç istenci; başbelası olmuştur adeta insanlığa.

"AMA onlar yahudi" söylemiyle "onlar yahudi" söylemi arasında fark vardır. Yapılan zorbalık (massacre, persecution, oppression) için bir kılıf aramaktır oradaki AMA bağlacı. Onları ölümüne çalıştırmanın gerekçesidir, onları çalışmaya, sürünmeye, kendi varoluşlarından soyunup sizin yarattığınız postulatları kabul etmeye ikna etmektir. Bunun engellenmesinin gerekliliğinde hemfikiriz, peki nasıl?

Bireylerin üzerinde devletin varlığı, TERÖR duygusunu zihnimize çoktan yerleştirmiştir. Adorno, "Auschwitz'in bir daha olmaması talebi, öncelikle eğitime yönelik olmalıdır. Bu, diğerlerine göre o kadar önceliklidir ki, buna sebep sunmak bir yana, sebep sunmamam gerektiğini düşünüyorum." diyerek sözlerini şöyle bitirmiştir; “Korkarım en kuşatıcı eğitim bile yeni nesil katil liderlerin oluşmasına engel olmayacak”

Nihayetinde, ortadan kaldırılması en zor olan şey köleliktir. Bu amaç doğrultusunda kullanılabilecek her kavram, kölelik düzeni ve manipülatif toplum ile beraber yok edilmelidir. Söz konusu değişim, reformist olmamalıdır. Bir devrim niteliği taşımalı, yok ettiği/edeceği konunun tüm bağlantılarını da silmelidir. Aksi takdirde "onlar" algısı devam edecektir. Söz edilen AMORF kitleyi daha oluşmadan yok etmeyi hedefleyen bir tutum, ön yargıları kıracak, SOSYAL HAYVAN olan insanı, insanlığını kaybetmekten kurtaracaktır. Bilinç özgürlüğü, özgürlük sorumluluğu getirir. Tüm dünyanın ve tüm insanlığın sorumluluğunu...

Çocuğun başını ve hayvanın sırtını kayıtsızca okşamanın anlamı şudur: Bu el yok edebilir. (Ve edecektir)

                                    

Alperen Kartal / Sebahattin Zaim Sosyal Bilimler Lisesi – Ankara 

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu

DÜNYAYA İNANMAYANLAR:
-LİBİDİNAL BÜYÜK ÖTEKİ

"Daima doğruyu söylerim. Ama doğrunun tamamını değil. Çünkü doğrunun tamamını kimse söyleyemez. Her şeyi söylemek imkânsızdır. Yeterince kelime yoktur. Doğruyu, gerçek olana yaklaştıran da bu imkânsızlıktır."
-Lacan

"Postmodern" dediğimiz günümüzün toplumlarında bizler zevk almak zorunda bırakılırız. Zevk almak garip ve sapıkça bir göreve dönüşmek zorundadır çünkü bizler bu isteklerle ve kırılmalarla yaşamış, hayat inceliğini böyle tatmışızdır. Döngüden çıkarsanız yaşayamazsınız, toplumdan dışlanma korkusu yüzünden sürekli bir şeyler isteme, alma, bütçenize uydurarak bir tür mekanizmanın içerisinde yer almanız gerekir. Kapitalizm insanlığın sahip olduğu en iyi sistemdir tamamen onun aykırı semptomunu baz alarak her zaman çözülemeyen paradokslar ortaya atar böylece en büyük özelliği sürekli kriz halinde olmasıdır. Bu yüzdendir ki sürekli çözüm üreterek hayatta kalır. Onun bizlere bizlere sunduğu ve kabul ettiğimiz şey:
-"Arzular yaşamamı sürdürmem için gerekli bir zincirdir ve ben bu zinciri korumaya, bunu yaparken her yönden bireyselleşmeye-yalnızlaşmaya razıyımdır."
Özellikle bugün kapital sistem her şeyi,-bizi bile bedenimiz dahilinde" alınıp, satılması gereken nesne olarak görmektedir. Hatta bu cisimsiz kurgudan önce bizler her koşulda "Şey" leşmeye hazır, boş varlıklarızdır. Bundan ne kadar zarar görürsek o kadar zevk alırız. Yani şikayet ettiğimiz olgular bizi oluşturan hareketlerdir. Hepsini sonuna kadar arzulamalı ve memnun olmalıyızdır. Zizek bu paradoksu hepimizin aşina olduğu basit bir içecek "Kola" ile açıklıyor ve metasını şöyle ifade ediyor.
"..ancak kolada şöyle bir çelişki var.. Susadıysanız içersiniz ancak.. Herkesin bildiği gibi.. Ne kadar çok içerseniz o kadar çok susarsınız. İstek hiçbir zaman sadece bir "Şey"e duyulan basit bir arzu değildir. Ayrıca her zaman isteğin kendisi için duyulan arzunun devam etmesi için duyulan arzudur. Arzuyla ilgili en korkunç şey belki de arzunun tamamen tatmin edilmesidir. Yaşanabilecek en karamsar şey arzunun kendisinin yok olmasıyla yüzleşmedir." Bugün bu tür bir bireyselleşmeyi yine aynı evrensel meta üzerinden açıklayabiliriz; para hem iletişim kurarak bireyselliğimizi yitirmemizi engellemeyen, hem-de ticari-toplumsal bir ilişki kurmamızı sağlar yani aslında yine aynı liberal sistemin en iyi tasarlayıcısıdır. Böylece diyebiliriz-ki para, iletişim kurmadan yapacağımız en iyi toplumsal-ticari ilişkidir. Ben burada haddimi aşarak paranın tek başına bir ticaret olduğunu söylüyorum buda onun bize nasıl "Her halükarda teksin "ama" burada hep beraberiz" ortak kullandığımız birimler ve mekanlar var. Burada-ki herkese ihtiyacın var ama sende bizim için bir ihtiyacsın" dediğini kanıtlar.

"BIRAKINIZ YAPSINLAR, BIRAKINIIZ GEÇSİNLER"DEN "BIRAKAMIYORUZ, VE YAPAMIYORUZ(AMA ARTIK YAPMAK ZORUNDAYIZ")A GEÇİŞ.

Eğer ideoloji bir yerde Marx'ın Kapital 2. ciltte belirttiği gibi "Bilmiyorlar ama yapıyorlar." ise sinik ideoloji "Ne yaptıklarından tamamen haberdarlar-biliyorlar ama yapıyorlar" olur. Yani, günümüz ideolojinin tam anlamıdır. Her yere sinmiş bir "sinik ideoloji".

Düzenlerimiz bizi yoksullaştırmadı aksine varlık bilgimizi taşırdı. Öyle-ki her yönden vakitsiz, yemsiz bir hale gelmek zorunda kaldık, bununda ekolojik krize olan tepkisizliğimizden daha iyi bir açıklaması yoktur.
-"Evet, burada bir kriz var ancak bunun benim günlük hayatımı etkileyeceğini düşünmüyorum."
Çernobil faciasında nasıl tüm teorisyenlerin ve bilim adamlarının sustuğunu ve sözü geçiştirmek için yavan bir dille yayın yapan medyaya attıklarını hatırlayalım. Bu facia insanın sistemle beraber yoğrulmasının çok güzel bir örneğiydi. Hiç kimse bundan sonra ne olacağını bilmiyordu. İnsanlar tıpkı muhafazakar kesimlerin "AIDS"ı yorumlaması gibi bunun "Gerçekliğin olana karşı tepkisi" olarak adlandırmaya başlamışlardı-ki bir kaç gün sonra hayat "normale" döndü ve insanlar günlük yaşamlarına devam ettiler. Lacan bunu "olduğundan x(küçük,.....,yetersiz) olarak açıklıyor. Aynı tepkiyi meşrulaştıran bir diğer örneğide Churchill'in "Demokrasi, geriye kalanlar hariç en kötü yönetim şeklidir." sözüyle idrak ediyoruz. Yani demokrasinin geriye kalan sistemlerin en kötüsü olduğunu biliyoruz ama demokrasi mümkün olan sistemlerin en iyisidir." Burası bize anlaşılması zor solucan deliği teorisi gibi gelebilir, tıpkı anlaşılmanın asla anlaşılamayacağı gibi.

Artık insan türü olarak "Her Şey"in meşrulaştırılması ile karşı karşıyayız. 1969' da filistinli bir grup Gazze'de eskiden kendilerine ait olan tarlaları "yağmalarken" bir İsrail devriyesi olaya müdahale etmek için atını grubun üzerine sürmüştü. Grup sayı üstünlüğünden faydalanarak onu alt ederek, halkın arasına attılar.
Birleşmiş Milletler Filistin Hükümetinden devriyeyi talep ettiklerinde öldürülmüş ve gözleri oyulmuş şeklinde bulunmuştu. Dönemin Genel Kurmak Başkanı Dalan'ın cenaze töreninde yaptığı açıklamaya dikkat çekmek isterim. Açıkca, bu insanları evlerinden attıklarından sonra kamplara yerleştirdiklerini ve her şeylerine el koyduklarını, bu hareketin haklılığını kabul ettiklerini, ama her ne pahasına olursa olsun hiçbir şeyin durmayacağından bahsetti. Burada yüzümüze çarpılan algı:
-"İsrail'in kendisi bizzat büyük bir hatadır ama biz yinede.. yani bizler.. ..bu topraklar o kadar kutsal ki uğruna her şeyi yapmaya ve kabul etmeye razıyız."
Ve unutmadan, Dalan farkında olmadan tüm dünyanın önünde "şiddeti mitleştirdiklerini" itiraf etmiş oldu.*1 Bu, bugün dünya üzerinde-ki yahudi algısının neden "İsrail" olarak değiştirildiği sorusuna çok büyük bir cevap teşkil etmektedir. Bu kadar aleni bir ulus-devleti, ulusalcılık politikası ne kadar karşı çıkmamız gerekse de dünyanın kabul etmemiz gereken "evrenselleşmesi" adımlarında gerçekleşecek olanın ta kendisidir. Tıpkı İsrail Devleti gibi, -yani bir yahudi ya da bir haham" gibi itilen karmaşıkların üzerine artık başka bir şey koymayarak yapılacaktır. Bu, bizim ellerimizde olmayan, bizi farkında olmadan şimdiden, etkisi altına alacak bir gelecek -ihtiyaç duyulmayan ama işleyen sisteminin "Gerçeğidir"

Tüm bunlara rağmen yakın tarih marksist filozoflar Zizek'in yaptığı gibi hep bir "zamanların sonu" tasarısıyla insanlığın zeminsiz bir karanlıkta sallanacağı fikriyle uğraşıyor. İnsanlık elbette o zeminsiz karanlıkta sallanacaktır ama bu şekilde değil. Zizek, Elisabeth Kübler-Ross'un beş aşamalı keder şemasını (inkâr, öfke, pazarlık, depresyon kabul) kullanarak bugün Marksizmi bile teoride bırakmış, yenilgiyi kabullenerek, geri çekilmemizi anlatmaya çalışıyor, bense şimdiye kadar atılmış ve atılmamış tüm adımların zaten özünde yanlış olduğunu savunuyorum. Kapitalist evrim, Marksizmin "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olması"2, insanlığın kaldıramayacağı bir yük ve aşılamayan bir kült olduğu ve hatta bu yüzden evrensel bir cevap hakkı verilmeyişi yüzünden yavaşlamadı. Bugün "Marx yasalarının" uygulanamamasının sebebi bizzat kendi içinde yaşadığı çelişkilerdir. Bugünlerde herkes bir şeyler-i eleştiriyor, fakat eleştiri "bunu savunmuyorum-bunu desteklemiyorum."un ötesinde "tüm bu olan bitene karşı kendime ait bir tavrım var." demektir. İnsanlara buyrun, ilerleyelim dediğimiz zaman tutundukları şeyleri bırakamıyorlar, yada kollarını kesiyorlar. Yeter-ki ellerimiz orada kalsın öyle değil mi? Söylemek istediğim şu-ki bize gerek son gerekse güzel kokular yayan bir sistemin öngörüleri gerekmektedir, filozofların görevide bu olmalıdır. Marksistler gibi insanın özünde iyi olduğunu savunmak ya da neo-liberaller gibi, içten içe söyledikleri Şey- şudur " insan kötü bir varlıktır ve herkesin kötülüğüyle hizmet ettiği böylece herkesin "çıkarına" bir sistem kurulmalıdır. Ben tüm hatayı sahiplenerek üstüne gitmemiz gerektiğini savunuyorum ve böylece geliştirilmesi gereken kavramlara başvurdum.İnsanlığın yüzlerce yıldır karar veremediği seçenekleri silerek yerine yeni bir seçenek koymak; Her iki zıt kutbuda redderek.
Zizek'in açıklamasının üzerinden aynı düzeni kendi kavramlarımla özetlemek istiyorum:

-İnkâr, öfke, pazarlık, "HUMANİST EGO", depresyon, kabul, "LİBİDİNAL BÜYÜK ÖTEKİ"

Humanist Ego'dan II. yazımda bahsetmiş ancak nerede uzamsal bir topoğrafya oluşturamadığı ifade etmemiştim. Aşağıda açıklayacağım üzere "Humanist Ego" Ross diyalektiğinin arasına kabuldan sonra gelecek bir "temeli "Aynı"ya dayanacak fakat gelişimini sürdürerek kriz hallerini azaltıp, böylece yok edecek bir evrensel kimliğin kurumsallaştırılmasında rol oynuyor. Ben bu "yeni evrenin" "Aynı" Lacancı tabirle ayağa kalkması gerektiğini, Lacancı psikanaliz kavramlarını geliştirerek anlatmak istedim.

LİBİDİNAL EKONOMİ-(Mİ?) "BÜYÜK ÖTEKİ"NİN "KÜÇÜK" YUTMASI
-Lacancı terimin geliştirilmesi ve yeni kapitalin oluşması.

Büyük Öteki(Big Other) libidinal midir? diyemediğimiz gibi Büyük Öteki libidinal değilse nedir? de diyemeyiz. İşte soru burda kendini yeniliyor? ve cevapsız bir "Cevap-Çözüm" algısına kapılıyor.
-"Big other libidinal değildir."
Ben burada iki kavramı, bağdaştırmaktan daha çok üst üste geçmesini, yeni bir soruyla kriz halini yoklamasını sağlıyorum. İşte gelecek toplumunun ve kapitalist yenilenemeyişin geçişi olarak bir öngürüde bulunuyorum. Burada bir "Olumsal Oluş'un altında yatan "Olumsuzun Olumsuzlanması" ile karşı karşıyasız. İşte, LİBİDİNAL BÜYÜK ÖTEKİ*3 kavramı burada baş gösteriyor. Burada sorun objet petit a'nın doyuralamaması değil, aksine hiçbir şeyin "Her Şey" ine duyulan ilgisizliğidir. Yani yitip giden "Öteki" ve onun örgün bireysel isteği gibi, tam anlamıyla bir hiçliğin içerisine, ister bir dünya devletiyle ister "mitleştirilen bir şiddetle olsun" kavramların üstüne yeni birisi daha eklenmeyecek tersine olan düzenin kendisi oyulacaktır.

Her klişe atakta olacağı gibi bugünde aynı şeyin kapısını zorlamaktayız. Sanatı, bilimi ve felsefeyi kullanarak öngördüğüm "iyini kötüsü" kamçılarına geçiş yapabiliriz. Bunlar elbette, bir gün okunacaklar. Bugünü daha iyi anlamak için yazıma Deleuz'un Sinemayla ilgili yayımlanmış, bugünün sanatının nihai amacını ortaya koyan bir sözüyle nokta koymak istiyorum.

"Artık bu dünyaya inanmıyoruz. Başımıza gelen aşk, ölüm gibi olaylara bile inanmıyoruz, sanki bizi biraz ilgilendiriyorlar. Sinemayı yapan biz değiliz, bize kötü bir film gibi görünen dünyadır.. Dünyaya olan inancımızı yenilemek. İşte modern sinemanın gücü budur. Bu dünyaya inanmak için nedenlere ihtiyacımız var."*4


*1 Bunun tam tersi Amerika'nın Vietnam Savaşı'nda izlediği politikadır. "Savaşı kazanmaya çalışmayın onu uzatmaya çalışın."
*2-Sartre
*3 Ljubljana Teorik Psikanaliz Topluluğu'na göndermek üzere yeni çalışmamın en büyük kavramı olan LİBİDİNAL BÜYÜK ÖTEKİ(L.B.Ö) bana ait olup, ilk defa bu yazıda kullanılmıştır.
4*Gilles Deleuz, Cinema 2: The Time Image, 2009:166



Alkım Berke Bozkurt / ODTÜ G. V Özel Lisesi – Ankara

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu

ALİCE HARİKALAR DİYARINDA

Aldous Huxley distopyası Cesur Yeni Dünya'yı Henry Ford'un üretim hattının temel prensipleri üzerine oluşturur; toplu üretim, tektürellik, öngörülebilirlik ve harcanabilir ürünlerin tüketimi. Yaratılan modern dünyada Henry Ford bir mesih figürüdür, zaman Ford öncesi ve Ford sonrası olarak ikiye ayrılır. Hrıstiyan toplum nasıl kurtuluşun İsa prensiplerinin takibi ve yolunun izlenmesinden buluyorsa, bu distopik dünyada da toplum kefaretini modern üretim ilişkileri ve Fordist prensiplerde bulur. Sanayi Devrimi değerleri yüceltilir, bu değerler ve egemen sınıfların çıkarlarına uygun bir şekilde kurgusal bir kapitalist "başarı" anlayışı yaratılır. Genetik manipülasyon ile ortaya çıkarılan çocuklara bu başarı anlayışı ve değerler koşullandırma ve beyin yıkama ile benimsetilir. Böylece modern köleler, ancak bir köle gibi görevi zorla yaptırılan, görevine karşı çıkan insanlar değil, egemen sınıfın istediklerini bir ilüzyon altında istekli ve severek yapan bir sürü oluşturulur. Distopya bu keskin sınıfsal ayrım ve modernist değerler üzerine döner.

Sanayi Devrimi ile birlikte ortayan çıkan dünyanın, modernist değerler ve toplumun en büyük eleştirmeni Karl Marx'tır. Marx insanlığın tarihini sınıf çatışımları tarihi olarak görmüştür, sınıfllar farklı olsa da- aristokrasi ve köleler; feodal beyler ve serfler;burjuvazi ve prolaterya- tarih zalim ve mazlumun mücadelesinden ibarettir. Bu sınıfsal savaşım sürekli tekrarlanıp devam etmektedir, tekerrüre dayanan bir tarih anlayışı vardır Marx'ın. 19. ve 20.yy'a bu tarihsel sürekliliğin yansıması burjuvazi ve prolaterya çatışması halinde olmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıkan üretim araçlarını, makine ve fabrikaları elinde tutan burjuvazi prolateryayı metalaştırmıştır. Her şeyin temelini oluşturan ekonomik üretim ilişkileri sosyal ve toplumsal durumu derinden etkileyerek işçi sınıfının burjuvazi elinde humanist varoluşunu kaybederek üretim ve çıkar için kullanılıp sömürülebilecek bir araca dönüşmesini sağlamıştır. Prolaterya modern dünya içinde kıskaca alınmış, varoluşunu sürdürmek için burjuvaziye muhtaç olmuştur. Geçimini sağlamak ve maddi gelir elde etmek için burjuvazi tarafından sömürülmekte, ardından da gelirini tüketim ürünleri üzerinden burjuvaziye harcamaktadır. Ekonomik güç burjuvazinin bir elinden öbür eline geçmektedir. Prolaterya insanlığını kaybederek üretim ilişkilerinin içinde bir meta halinde var olmaktadır. Fabrikasyon süreci içerisinde işçi sınıfının metalaşması sorunu Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar filminde de yoğun bir şekilde anlatılır. Makineleşmiş, her şeyin belli kurallara ve çarksal bir uyuma bağlı olan bir dünyada işçinin yabancılaşması ve metalaşması sorunu işlenir. Burjuvazi düzenini bir makineye benzetirsek işçi burada bir çarktan ibarettir, yabancılaşmış, insani değerlerini kaybetmiştir. Bu sınıfsal sömürünün farkında olan Marx’ta çözümü prolater bir devrimde bulmuştur. “Dünyanın bütün işçileri toplanın. Zincirlerinizden başka kaybedecek hiç bir şeyiniz yok.” diyen Marx’a göre sınırların, devletlerin, adaletsizliğin, sömürünün ve iktidarın olmadığı komünist ütopyaya, insanların egemenliğine ulaşabilmek için sömürülen sınıfların silahlı mücadelesi şarttır. Mazlumlar zalimlerin düzenlerini yıkarak bu sınıfsal savaşımdan galip gelmeli ve sınıfların sonunu getirmelidir. Fakat Marx bu devrim ve komünist ütopyanın gerçekleştirilmesi için başarılı bir yöntem ve yol haritası geliştiremez, komünist ütopya adı üstüne gerçekleştirilmesi Marxist metodla neredeyse imkansız bir hayal olur. Tarihte de Marxist ütopyayı gerçekleştirmeye yönelik her çaba SSCB’de olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Bir neo-Marxist olan Baudrillard’a göre Marx içinde bulunduğı 19.yy toplumuna ve dönemin kapitalizmine dair oldukça başarılı analizler yapmıştır. Ancak, Marx’ın bu analizleri 21.yyın post-modern toplum ve dünyasına, oluşturulan yeni kapitalist düzene uygun değildir, döneme dair yeni analizler yapılmalıdır. Kapitalizmin hegemonyası altındakı 21.yyı Baudrillard “Simülasyon Kuramı” ile açıklarken dünyayı Disneyland’e benzetmiştir. Simülakraların bütününden oluşan dünyada hiper-gerçeklik hüküm sürmektedir. Baudrillard bir simülakrın oluşumunu dört aşamada açıklamıştır. İlk aşama basit gerçekliğin yansıtılmasıdır, bu durumda simulasyon daha derin bir anlamı işaret ederek gerçek olanı bozup yansıtır. İkinci aşamada ise simulasyon basit gerçekliği maskeleyip saptırır, yani buradaki sembol kendi başına orijinal olanın dönüşümünün bir sembolü haline gelmiştir. Üçüncü aşamada sembol basit gerçekleğinin yokluğunu saklar, yani bu sembol orijinal konsept ya da durumdan uzaklaşıp aşarak bir dönüşüme uğramıştır. Artık bu sembolün ait olduğu gerçekliği algılayamayız. Bu aşama simülasyon aşamasıdır, sembol gerçeğin kılığına bürünmüştür. Dördüncü aşamada ise sembol saf bir simulacr haline gelmiştir, hiç bir gerçeklikle bağlantısı bulunmamaktadır. Bu dördüncü ve son aşamada simüle edilen imge kökenin fazlasıyla uzaklaşmasından dolayı artık kendi dünyasında var olamaz. Bu yüzden bu aşamada simulacr kendi gerçekliğine dönüşür, orijinaline hiç bir benzerlik göstermeyen yeni bir gerçekliktir. Bu durumda simulacr Baudrillard’ın terimiyle Hiper-Gerçeklik gösterir.

Kapitalizm hegemonyası altındaki post-modern dünyada da hiper-gerçeklik hüküm sürmektedir. Hiper-gerçeklik durumunda dünyanın gerçekliğinin yerini içeriye dönük, içini gösteren ve gerçeklikle her hangi bir ilişkisi olmayan simülakrlar bütününden oluşan bir simülasyon alır. Bu simülasyon aynı zamanda simülakrlar,anlamsız içe dönük sembolleri ile gerçekliğin yok olmasına sebebiyet verir. Hiper-gerçeklik gerçekliğin yerini alır, gerçeklik yok olur ve var olan sadece bir simülasyondur. Hayat fantazmagoriler tarafından çevrelenmiştir. Disneyland’de,dünyanın en mutlu yerinde (!) yaratılan eğlence, mutluluk ve zevke yönelik idoller üzerinden sağlanan kurgunun bir benzeri post-modern dünyada üretim ilişkilerinin başındaki burjuvazi tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu simülasyon üretim ilişkilerinin de değişmesine sebebiyet vermiştir. Burjuvaziden nefret eden, sömürüye karşı olan, savaşçı prolaterya yerini sömürüyü isteyen, zevkle kabul eden ve “başarılı” olup sömürü zincirinin tepesine geçmeyi hayal eden bir prolateryaya bırakmıştır. “Amerikan Hayali” ile birlikte artık herkes başarıya ulaşabilcek, kapitalist lüks tüketim ürünlerine sahip olabilecek ve sonradan burjuvaziliğe erişebilecek durumdadır. Yaratılan imge ile gerekli olan sadece çok çalışmakmış gibi gösterilir, böyle olunca da prolateryanın durumu tembelliğinden ya da zekasal eksikliğinden kaynaklanıyormuş gibi gösterilir. Herkes hakettiğini elde ediyordur bu simülasyon düzeni içerisinde, sömürü meşrulaştırılır. Prolaterya işçi sınıfı özelliğini kaybedip burjuva özellikleri ve değerlerini benimsemeye çalışan yavru bir burjuvaziye dönüşür. Artık prolaterya yok olmuştur, onun yerini bir simulacr almış burjuvazileşme sağlanmıştır.

Bu simülasyon düzeni içinde egemen değer eski çağlardaki onurun aksine tüketim mallarına sahip olmak ve zenginlik olmuştur. Değerler simülasyon içerisinde yok olmuş, hiper-gerçeklik içerisinde burjuvazinin çıkar ve amaçlarına hizmet eden kendine dönük, boş ve sembolik yeni değerler yaratılmıştır. Lüks ve fetişizm post-modern dönemi şekillendirmiştir. Bir ürün sadece pahalı ve lüks olduğu için değer kazanmaya başlamıştır. Ürünün değeri kullanışı, işlevi ve amacı yerince getirdiği prestij ve temsil ettiği lüks olmuştur. Lüks ürünler satın alıma ürüne dönük değil maddi durumun dışavurumuna yönelik olmuştur. Ürünün işlevinin yerini prestij simulakrı almıştır. İhtiyaç duyulan nesneler yerine ihtiyaç duyulmayan nesnelere yönelinmiş, tüketimde temel kaygı prestij haline gelmiştir. Marx’ın şiddetli bir biçimde karşıt olduğu malın fetişist değeri de postmodern dünyada tavan yapmıştır. Bu fetişizmin estetik alanında da yoğun yansımaları olmuştur. Modern sanat adı altında estetik yerine fetişizme hitab eden sanat eserleri ortaya konulmuş, sadece tuvalin tek bir renge boyanmasından ibaret olan eserler sanatsal bir simülacr altında gerçekte ise fetişist değerlere hitab edecek bir şekilde inanılmaz yüksek değerlere satılmıştırlar. Estetik duygulara hitab etmek yerine, prestijin temsiline dönüşmüş, sanatsal özünü kaybetmiştir. Hiper gerçeklik asıl gerçekliğin yok olmasına sebebiyet vermiştir, estetiksel değerler kaybolmuştur. Hangi değer simüle edilip yok edilmiş olursa olsun kapitalist amaçlara hizmet etcek bir biçimde gerçekleştirilmiştir bu durum. Buna örneklerden biri dünyanın en gelişmiş endüstrilerinden biri olan porno sektörüdür. Boris Vian erotik edebiyat hakkında “Yetişkinler müstehcen edebiyata, uzlaşmaların ezici gücünü yatıştırma faktörü olarak tıpkı çocukların peri masallarına gereksinim duyduğu gibi gereksinim duyarlar.” der. Ancak pornografi cinselliğin duygusallığının yokolup fizisel erotizmin tavan yaptığı bir duruma gelmiştir. Erotizm ve cinselliğe duyulan ihtiyaç manipüle edilmiştir. Pornolarda bir hiper-gerçeklik egemendir, duygusal ve fiziksel birleşme olan cinsellik iki insan arasındaki yakınlık yerine bir iktidar ilişkisi, cinsel gücün dışavurumu, tekrarlı boş fiziksel ve libidinal haz tasviri ve ilişkilerin temel hedefi halini almıştır. Cinsellik simüle edilerek yok edilmiş, yerini pornografi almıştır. Gerçekle uyuşmaz bir erotizm simülasyonu olan pornografi cinselliğin ölümüne ve duygusal bağların zayıflamasına sebebiyet vermiştir. Bu durum aşk ilişkilerine de yansımıştır, ilişkiler gerçekliğini kaybetmiş, çıkar, cinsel ve fiziksel iktidar ilişkilerine dönüşmüş, göstermelik bir hale gelmiştir. İlişkilerdeki bağ kaybolmuş, toplum için yapılan bir ilişki simülasyonu, ik insan arasındaki birliktelik yalanı ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir de eskı çağlara ait büyük aşk hikayeleri post-modern insana absürd gelmektedir, abartılarla dolu Leyla ve Mecnun’u okuyan genç neden birbirlerinden vazgeçmeyip zorluklara katlandıklarını algılayamamaktadır. Bu simülasyonların hepsinin ortak noktası ise gerçek değerlerin yok edilmesi yerine anlamı olmayan sembolik simülakrlardan bir hiper-gerçeklik oluşturulmasıdır. Bu oluşturulan hiper-gerçeklik ise egemen sınıfın çıkarına olan daha çok topluma ve dışarıya bir durumun, iktidarın ve prestijin gösterilmesine dayanan değerlerin (!) benimsenilmesini sağlamıştır.

İçinde bulunduğu hiper-gerçekliğin sahteliğinin ve gerçekliğin yokluğunun farkında olmayan birey de bu hiper-gerçeklik içerisinde istenildiği ve beklenildiği şekilde hareket eder. Kapitalist ekonomi gereksiz ve aşırı tüketim üzerine döndüğünden bu birey de sürekli bir tüketim içerisindedir ve bu tüketimi durumun gerekliliğine inanır, istekli bir şekilde gerçekleştirir. Her şeyin farkında olduğuna inanıp, durumları kendi çıkarları için manipüle etmeye çalışırken Matrix gibi makinelerin (bu durumda burjuvazi) simülasyonu içerisinde yaşar. Ne yaparsa yapsın davranışları içinde bulunduğu gerçekliğin temel değeri olan tüketime yöneliktir, simülatörlerin çıkarları için çalışır. Modernizm yerini post-modernizme bırakmış, ahlak ve değer olarak nitelendirilebilecek her şey de Baudrillard’ın dediği gibi yerini simüle edilen tüketime bırakmış, varlığını kaybetmiştir. Gerçeklik yok olmuş, geride sadece hiper-gerçeklik ve değerlerin yerini alan sembol simulakrlar kalmıştır. Bu durumun farkında olanlar ise nihilizmin içine düşerek “Beyaz Mantolu Adama” dönüşürler.
BEYAZ TAVŞANI TAKİP EDİN!


Tuğçe Kabakçı / Menderes Fatma Ramazan Büküşoğlu Anadolu Lisesi - İzmir

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

Ölüm Magandaları AMA ONLAR İNSAN

Bir insan(!) bir insanın hayatına neden son verir? O kişi canını yaktığı için kendini koruma içgüdüsüyle mi veyahutta kendinin ondan üstün olduğunu kanıtlamak için? Peki insanlık ne zaman ölür? -Tüm bu katledilmelere göz yumulmaya başlandığı an. Günden güne yok olan insani duygular yerini gaddarlığa, vicdansızlığa bıraktığı zaman resmin "insanlık dışı" görüntüleri görünür.

"Auschwitz'in bir daha olmaması talebi, öncelikle eğitime yönelik olmalıdır. Bu, diğerlerine göre o kadar önceliklidir ki, buna sebep sunmak bir yana, sebep sunmamam gerektiğini düşünüyorum." Theodor Adorno

Irk soykırımları arasındaki tek fark katledilme şeklidir. Yüzyılların önüne geçemediği ayrımlar tüketici toplumun ateşine kor olmuştur. Bu alışılmışlık vicdanları sızlatıyor. Olmayan insan sevgisi canlara mal oluyor. Büyük balığın küçük balığı yemesi gibi. "İnsanlık bu kıyım ile 150 yıl önce tanıştı. Kuşkusuz evcil hayvan kesiminin binlerce yıllık bir geçmişi var."

Soykırım karşılaştırmalarından birini de Isaac Bashevis Singer, "The Letter Writer" adlı kitabında "Hayvanlarla ilişkide, tüm insanlar Nazidir. Hayvanlar için bu bir Sonsuz Treblinka'dır" şeklinde yorumlar. İnsanların canlılara muamelesi burdan da anlaşılıyor.

"Rus yazar Leo Tolstoy ise, kesim evleri ile savaşlar arasında doğrudan bağ kurarak, "Mezbahalar olduğu sürece, savaşlar da olacak" diye özetliyor."

Davranışlar Hobbes'in ahlak anlayışına göre insanın ahlaki sorumluluğu ve içinde bulunduğu davranışları yine içinde bulunduğu hal ve koşullara göre değişir. "İlk olarak insan, kendine has fizikî ve psikolojik içeriği olan bir varlıktır. Hobbes’a göre insan davranışlarını etkileyen öncelikle budur. Bunun yanında kişi, başka insanların da var olduğu sosyal bir ortamda dünyaya gelir. İşte bu durumda, başkalarıyla ilişkileri açısından da farklı bir ahlâkî konumda olacaktır. Bu insanların, egemen güç altında toplanarak devletin bireylerini oluşturduğu bir toplumda ise ahlâkî durum tamamen başka bir hâl alacaktır. Hobbes’ta ahlâkın bu aşamalı inşâsı, ahlâkın kaynaklarının da aynı şekilde aşamalı izahını gerekli kılmaktadır."

Hobbes'in insanın ahlak durumunu 3 aşamayla anlatır. Bunlardan ilki insanın sahip olduğu doğal yapıdır ve ahlakın kaynağıdır. Bir diğeri insanın doğuştan sahip olduğu "akıl" ve bu "doğal hukuk"a da girer. Üçüncü ve sonuncusu ise insanın kendi iradesi ile yaptığı sözleşmedir.

Hobbes’a göre tabiatın insanlara verdiği iki ana hak vardır. Bunlar “nefsi müdafaa etmek” ve “kişinin hayat güvenliğini sağlayamayacak kadar kuvvetli olmayan bir devlete itaat etmemek” Bunların amacı hayatı korumak ve yaşamaktır. Buna göre insan eylemleri, temelinde “nefsi müdafaa” amacı taşıdığı sürece ahlâkî sayılmaktadır. Peki yapılan bu katledilmeler hangisine dahil? Katledilen onca can ne nefsi müdafaaya girer ne de bir diğerine.

"Jidduh Krishnamurti ''Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.'' diyerek aslında bizleri aynılaştıran bu sistemden bir an sıyrılmamız gerektiğini söylemiştir." Buna karşın "Öldürmek, sigara içmeye benzemez. Onu bırakamazsın. (Catherine Tramell) diyerek bunun zorluğuna değinmiştir.

"İnsan, bir aslanı öldürmek istediği zaman ona spor der: Bir aslan onu öldürmek istediğinde ise buna vahşet der." George Bernard Shaw

Tüm bunlar yaşanırken başkaldırmayan bir dünya bunlara göz yumduğu kadar desteklemiş sayılır. Kısacası insanlığımızı unutmada geçtiğimiz yol ya öldürürüm ya ölürüm diye bir şey yok. Sokrates'in "Haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı yeğlerim." sözü de fikirlerimizi kutuplandırmada bir kotadır. Yapılan katledilmelere ses çıkarmamak onları görmezden gelmek olayların yaşanmadığı, insanların öldürülmediği anlamına gelmez. Sorgulama mekanizması pas tutmuş insanların sessizliği yüzünden ölenlerin hesabı hep kalır. Bugün "AMA ONLAR HAYVAN" düşüncesi yarın "AMA ONLAR İŞÇİ" "AMA ONLAR KÜRT" olarak çoğalır, dallanır ve bu bizi İNSAN olmaktan alıkoyar.


Oğuz Paksoy / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi – Istanbul

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
İNSANA NE OLDU?
"İ"nsanın doğası nedir? İnsan, insan olduğu için neyi ister? Bunu bebek veya çocuklara bakarak değerlendirmek belki de en adili olacak. Soren Kierkegaard, çocukların Tanrı'ya yetişkinlerden daha yakın olduğunu iddia eder. Büyüdükçe insanın ihtiyaçları, hırsı onun saflığını öldürür çünkü. İşte buna benzer şekilde, benim söylemek istediğim ise, çocuklar ve bebeklerin dış dünya ile iletişimi minimum olmasından ötürü onların "doğal insan" tanımına daha yakın olduğudur. Bir bebek, ihtiyaçlarını dile getiremese de yeme, içme gibi hayatta kalmayı sağlayan ihtiyaçları olduğu aşikardır. Çocukların oyun oynamaya, daha genel söylemiyle sosyal yaşama ihtiyaçları vardır. Ancak çocuk, kendini süsleyerek güzel görüneceğini düşünmeyecektir. Düşünse bile bu anneden gördüğü şeyi taklit etmek olacaktır. İşte toplum bunun gibi görüntüden ibaret gelenekleri birey üstüne yıkmaktadır. Birey de, sosyal yaşantı ihtiyacı uğruna adapte olur bunlara.
"N"ietzsche açısından böyle bir değer yargısı kurtulunması gereken bir yargıdır. Bu ve daha bunun bir çoğu değer toplum tarafından birey üzerine adeta bantla not asar gibi yapıştırılır. Ancak insan üstünde kendi yargı ve değerlerini de taşır. İnsanın yapması gereken tüm bantları çıkarmaktır. Ancak insan üzerinde kendini tanımlayan kağıtlar bulunmadan da anlamsızlaşır, dolayısıyla bu nihilist durumda fazla kalmak sakıncalıdır. İnsan, kendi kağıtlarını tanıyarak yerden tekrar almalıdır. Bu durumda insan iç huzura erer. "Übermensch"e (Üst İnsan) yaklaşır.
"S"anki insan güdülmek istermiş gibi, bir de toplum din gibi ekstra kontrol mekanizmaları atar üstüne bireyin. Bunlar insanın topluluk tarafından sınırlanmış oyun bahçesinden resmen arsa bölüp satar. Daraldıkça daralır insanın hareket alanı. Voltaire'e göre din, ırk, mezhep gibi plakalar insan doğasına aykırıdır. Özgür doğan insan doğar doğmaz bunlardan oluşan bir örümcek ağına atılmaktadır. Voltaire, insanın yapması gerekenin bunları reddetmesi olduğunu söyler. Zaten dar olan özgürlükler bütününe başka bir sınır getirmemelidir insan.
"A"slında tüm bunlar, toplumda bir gösteri havası olduğunu işaret eder. Düşünün lütfen. Süslenip daha güzel görünmeye çalışıyoruz, dini merkez alıp evrensel ahlakın var olduğuna daha düşünmeden karar veriyoruz, doğmayı seçmediğimiz yerlerdeki devletlerin nedensiz kölesi oluyoruz. Bunların hepsi gösteri. İnsanı öyleymişçesine davrandıran, aşırı gerçekçi bir gösteri. Bu bizim yalnız gezegenimizde canımız sıkılmasın diye oynadığımız, sonra da çok gerçekçi görüntüsüne aldanıp gerçeğini unuttuğumuz bir oyun. Guy Debord'ın deyimiyle bir karnaval. Sahtelerle dolu, üfleseniz düşecek iskambil kağıtlarından yapılmış bir yapı aslında, kimsenin cesareti yok üflemeye çünkü bildiğimiz toplum anlayışı ve bizler tepesinde oturuyoruz. Aman Allah'ım! Ya yaşamımız değişirse? Ne yaparız?
"N"edensizce kabul edilen şeyler, öylesine sorgulanmayan düşünceler... Baudrillard'ın deyimiyle bir simülasyona hapsolduk. Neyi neden istediğimizin bilinmediği, "Canım istiyor!" diye geçiştirdiğimiz, ama aslında gerçek olmayan isteklerden ve yaşamlardan oluşan bir simülasyon. Nedir bu gerçeğe düşmanlığımız? Neden kaçıyoruz? "Böyle geldi, böyle gider." zihniyeti için mi, yoksa gerçekler çok mu acı? Maskelemek mi gerek çirkin gerçekliği? Sahi, ne zaman düşmanım oldu "ben"lerden oluşan topluluk? Toplum bu sahte değerler uğruna (ya da onlar sayesinde) uyutuldu. Kitleleştik, söylenene inanıyoruz artık, hafızamız kalmadı. Nesneleştik, yığınlaştık. Başımızdaki yöneticiler için istediği gibi taşıyabileceği bir cesediz biz. Artık kendine yaramayan, "kendinde varlık" olduk. Kendimize bir faydamız yok. Değişmeyen gerçekliğe verdiğim tepkidir hayalgücüm. Ütopyalar da zaten böyle çıkmaza girdiğimizde hayal ettiğimiz çıkış kapılarıdır, Zizek'in deyimiyle[2]. Sahte mutluluklar beni mutlu etsin, zaten toplum refaha erebileceği düzeyi çoktan aştı. Dağdan yuvarlanan kartopu misali duramıyoruz. Titanikteki yolcular gibi batan gemiye hayrımız yok, bari şarkı söyleyerek eğlenelim dibe giderken, değil mi? Ha bu arada, Titanik gerçek bir olaymış. Hafıza kalmadı bende, haliyle...
"Ö"nceleri, ilk toplumlar zamanları gerçek ihtiyaçlar vardı. İnsan ihtiyacını üretirdi. Para çıktı sonra. Fazladan üretimden haz almaya başladık. Kapitalist bir toplumlar bütünü oldu dünya. Birey açısından hiç sıkıntı yok zaten(!). Ama toplum bir sahteliğe bürünmeye başladı. Öz-biçim kargaşası çıktı. Ekonomik materyalist Karl Marx, bu olayı fiyatlar üzerinden açıklık getiriyor. Diyelim ki bir kalemi 1 TL'ye mal ediyorum. 1 TL verip yazma isteğimi yerine getirebileceğim anlamına geliyor bu değil mi? Yaşasın! Ama bu kalemin fiyati tüm kırtasiyelerde 3 TL... Özünde 1 TL değerinde kalem, biçimde 3 TL görünüyor. İşte belki de gösteri, simülasyon, yalanlar burada başlıyor. Sorduğumda ise kalemi yapana saygısızlık etmiş olurum muhtemelen. Zira o 2 TL fark; onun emeği, alın teri, iş gücü... Meta olmaması gereken şeyler satılmaya başlandı toplumda...
"L"imanlarımız, uçaklarımız, milyonlarca arabamız var. Hepsi gerekli mi? "Bana lazım." cevabını alırsınız. Herkes kendini düşünmeye başlamış anlaşılan. "Yabancılaşma"dan mı dersiniz? Jean Paul Sartre'a göre herkes birbiri için meta zaten. "Karşımdaki ne düşünüyor umrumda mı, ben mutluyum." zihniyeti bu. İnsanın elinde değil, çünkü aşk kırmızı, hüzün mavi, utanç yeşil değil. Görünmüyor benim subjektif bakan gözlüklerimle. Peki insan doğası dedim, bencillik de doğamızda mı? Bu bence topluma tepki göstermektir. Fizikte her madde "eylemsizlik"[1] içerir. Madde, gittiği hızda veya durduğunda; ne yapıyorsa ona devam etmek ister. Değişime tepki verir. Newton' un kabul ederek üstüne fiziğin en büyük çalışma alanlarından biri olan Dinamik'i kurduğu eylemsizlik fenomeni bence insana da yansımış. İnsanlar, toplum benim hakkımı yiyen kurtlarsa, Hobbes'un dediği gibi "İnsan, insanın kurdu"ysa, tepki olarak onları yabancılaştırması çok doğal insanın. Maddeler; masa, sandalye gibi şeyler, asla bana ihanet etmedi hem, değil mi? Yabancılaşma, daha çok evrenin doğasının insana yansımış hali bu şekilde. Değişime tepki vermek maddesel varlık olmanın şartı, ancak yabancılaşma sadece bunun bir sonucu. Doğamda olan pratikte yabancılaşmayı doğuruyor, diyebiliriz haliyle.
"D"eğindiğim yabancılaşma fenomeni, akla şu soruyu getiriyor: İnsan gerçekdışı bir toplumun parçası olmakta haksız mı? İlla değiştirmesi mi gerekir bu hali? Gerçekdışı toplumun parçası olmak elimizde mi, onu sorgulamalıyız önce. Sosyalleşme ihtiyacının sonucu olarak topluma girmek durumunda kalıyoruz. Bu elimizde değil, doğamız da değil. Sadece doğamızın pratikte uygulanınca doğurduğu bir sonuç. Bunun için evrene küfredebilirsiniz. Ancak insanın elinde olduğunu düşündüğüm bir şey var: Farkındalık. Eğer simülasyonu, toplumun şu halini fark edersem elimden geldiğince karşı koyabilirim. Dolayısıyla koyun gibi güdülmemek elinizde. Sorgulamalı insan. Şüpheci olmalı. Buradaki yaklaşımım Sokrates gibi bilgiyi tepeye koyan bir yaklaşım aslında. Bilgi erdemli olmanın, tüketim etkinliğinin oluşturduğu sahte ahlak kavramlarını yıkıp "kişisel ahlak" kavramını oluşturabilmenin ilk aşamasıdır. Bilgili insan ahlakını nasıl şekillendireceğini seçebilir, ve ahlak sözünü lastik gibi istediği yöne çekmeden olaylar karşısında kendi duruşunu sergileyebilir. Taş "yığın"ı olmuş halkın içinde parlak bir cevher gibi kendini gösterebilir.
"Ü"zerinde konuştuğumuz her şey, belki bireyin yığın toplum karşısında acizliğini, belki gerçek dünya için savaşması gerekliliğini, belki de var olan dünya değişmeyeceği için tembellik yapmayıp kendisini değiştirmesi gerektiğini göstermiştir size. Ancak inkar etmek anlamsız. Toplum çoğu insanı böyle bitirdi, böyle öldürdü kolektif hafızamızı; meşruiyeti tartışılan sahte ancak hayatımızda dominant gruplar adına. İnsana ne olduğu belli. Paragrafların baş harflerini bir araya getirerek görebilirsiniz bunu. İNSAN ÖLDÜ. Yazımı şu sözlerle, Zizek'in de kullandığı bir hikayeyle, noktalamak; belki de toplumun şimdiki halini açıklamaya yetecektir:
"İki Alman askerinden biri Sibirya'da iş bulur. Mektuplarının sansürleneceğini bilen asker, arkadaşına ayrılmadan önce şöyle bir not bırakır:
'Eğer mektup kırmızı mürekkeple yazıldıysa yanlış şeyler yazıyor, eğer mavi mürekkeple yazıldıysa doğru şeyler yazıyor olacak'.
Bir ay sonra ilk mektup gönderilir. Mektup mavi mürekkeple yazılmıştır:
'Burada her şey harika.Dükkanlar mal dolu.Yiyecek bol. Apartman daireleri geniş ve güzel ısınıyor.Sinemalar Batı'nın filmlerini gösteriyor.Sokaklar işveli kızlarla dolu. Burada tek bulunmayan şey kırmızı mürekkep...' "[3] İşte bunun gibi insanlar, mutluymuş gibi görünür. Mutsusluklarını dile getirmezler. Diğer tüm insanlar da her şey yolunda sanır...
-----------------------
[1]Burada eylemsizlik ilkesini birazcık daha anlaşılır kılmakta fayda var. Maddenin bulunduğu durumu değiştirmek istememe eğilimidir eylemsizlik. Hız "ivme" dediğimiz bir fiziksel değerle değişir. Madde bir kutu olsun ve içine de bir ağırlık koyalım. Uzayda, yerçekimsiz ortamda kutuyu bir kuvvetle çekersem tüm kutu ivmelenir.Net Kuvvet, ivmelenme için gerek ve yeter koşuldur. Ancak tahmin edebileceğiniz gibi kutunun içinde olan ağırlık kutu yüzeyine çarpana kadar bulunduğu pozisyonu koruyacaktır. İç yüzeye çarptığında ise TEPKİ olarak bir "eylemsizlik kuvveti" hisseder. Arabayla seyahat ederken sizi koltuğunuza doğru çeken şey bu kuvvettir. Siz bunun araba hızlanması yüzünden olduğunu söylerseniz kısmen yanılırsınız. Çünkü arabanın hızlanmasına maddenin tepki koymasıdır asıl neden. Önemli: Etkinin doğrultusunda değil, tersi doğrultuda hissedilir eylemsizlik kuvveti.

[2]"Ütopyanın 2 sahte anlamı vardır; biri hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğiniz ideal toplum düzeni olduğu, diğeri ise kapitalist bir ütopya, yeni ve sapıkça arzularını yerine getirmenize izin veren, hatta rica eden bir sistem. Gerçek 'Ütopya' aslında ölümle sınırlı yaşamınızın sınırları dahilinde olmayan çözümlerden çıkar. Ütopya saf hayatta kalma içgüdüsü sebebiyle icat edilen yeni mekandır. Özgürce hayal etme dünyası değildir." -Slavoj Zizek

[3]Eski Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde anlatılan bir fıkra. Zizek'in bu parçaya bakışı özgürlük üzerineydi. Benim bakışım toplumdaki sahtelik üzerine. O yüzden tam alıntı yapmak istemedim.


Berfin Su Kazaklı / Kabataş Erkek Lisesi – Istanbul

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno
İNSANLAR İÇİNDE BİR İNSAN

"Benim gibiler her yeri doldurmuş. Oradan oraya savrulup duruyoruz. Ne nereye gittiğimizi biliyoruz, ne neden gittiğimizi... Ayaklarımın altında binlerce ayak tarafından ezilmiş sıcak zemini hissederken başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Ben; herkesin arasında herkesten farklı olduğunu düşünen ben, diğerleriyle aynı kaderi paylaşacağımı reddediyorum."

İnsan ve hayvan arasındaki fark nedir ve insan neden kendisini üstün görür?
Bir tavuk fabrikasında kesilmeyi bekleyen tavuk ve topluluklar içinde ölmeyi bekleyen bir insan arasındaki farkı düşündüğümde, insanın bir iz bırakma, yani diğerlerinden farklı olma istencine sahip olduğunu görüyorum. Her ne kadar iki ayağı üzerinde duran birer memeli de olsa, insan diğer tüm türlerden farklı olduğunu düşünüyor, bunu da kimi zaman iradesine, kimi zaman da düşünebilme yeteneğine bağlıyor. Stefan Zweig'in Kızıl Hastası öyküsünde değindiği gibi, "İnsanlar hayatın anlamını kendilerine yontmuşlar."

Teknolojik gelişmeler olmasaydı, çok uzun bir süre annesinin korumasına muhtaç olan, pençeleri ve dişleri yetersiz, çıplak insan doğal hiyerarşinin alt basamaklarında kalırdı. Ancak insan düşünebilme ve üretebilme yetenekleri sayesinde basamakları hızla tırmandı ve en tepeye oturdu. Bu nedenle bu becerilerini üstünlüğünün temeli saydı. Fakat bence insanın kendisini üstün görmesinin temeldeki nedeni düşünebilmesi ya da iradesi değildir. Bunlar her ne kadar bir farklılık oluştursa da insanın üstünlüğünü kanıtlamaz. Çünkü biyolojik bir felakette hücre hem hayvanda hem insanda ortaktır, açlık hem insanı hem de hayvanı yok eder. Bana göre irade ve düşünebilme, insanın üstünlük arayışının asıl nedeninin üstünü kapatabilmek için icat ettiği maskelerdir.

Freud'a göre, insan hayvani yönü olan idini ehlileştirebilmek için süperegosunu kullanır. Toplumsal kurallara uyum sağlama çabası sonucu insanın bilinçaltında yatan cinsellik ve şiddet duyguları bastırılır. Narsisizm olarak adlandırılan kendini aşırı mükemmel bulma patolojisi aslında dipte yatan eksikliklerden kaynaklanır. Aynı biçimde kendini üstün görme de zayıflıklarının bilincine varmak istemeyen insanın inkar yöntemidir.

İnsan zayıftır. Doğa karşısında çaresizdir. Zayıflıklardan kurtulmanın bir yolu ise bir araya toplanmaktır. Platon gibi doğal devlet anlayışını savunanların aksine bence devlet yapay bir kurumdur. Hobbes'un dediği gibi doğada tek başına barınamayacak olan insanlar bir araya gelir ve çıkarları doğrultusunda bir toplum sözleşmesi oluştururlar. Fakat insan insanın kurdudur, bu yüzden asıl sorun burada başlar. Herkes birbirine üstünlük kurmak ister. En güçlünün yönetici olduğu toplumda da, güçsüz kitlelerin birleşip güçlü bir yönetim oluşturduğu proloterya bazlı toplumda da belli bir grup çıkarlarından vaz geçmek zorunda kalır. Dışarıdan bakıldığında insanı hayvandan uzaklaştıran bu sistemler, içten içe insan üzerinde baskı kurar ve çatışmalara neden olur. Şiddet ise insanın genlerine kazınmış olan belki de en hayvani yönüdür.

Zayıf olduğunu bilen insan, toplum sayesinde geniş kitleler halindeyken kolaylıkla yönlendirilebildiğini görür. Nietzsche'ye göre, insanın içinde tükenmeyen bir güç istenci vardır. O hep en iyi olmak ister. Fakat bunun için kendini zayıf olan hayvani yönünden soyutlaması gerekmektedir. İnsan bedenini reddetse de zaman içinde bu başına bir bela olacaktır. Hastalık, şehvet gibi hayvani yönümüz kimi zaman düşüncelerimizi etkiler. Knut Hamsun'un Açlık romanında incelediği de tam olarak budur. Karakteri açlıktan dolayı çalışamaz, gazetelere yazdığı makaleler beş para etmez. En sonunda düşünceleri bedeninin ihtiyaçlarına yenik düşer. Goethe de Genç Werther'in Acıları'nda aşkın bir genci nasıl intihara sürüklediğini anlatır.
Sonuç olarak zayıflıklarının farkında olan insan kendini hayvanlardan üstün görür.
İnsan kendini nasıl diğerlerinden ayırır?
Kendini hayvandan üstün gören insan, topluluk içinde de en iyi olmak ister. Tekdüzeleşmiş toplumda edindiğimiz hobilerimiz aynılaşmaya karşı pasif bir başkaldırıştır. Daha aktif başkaldırma yöntemlerinden çapraşık bir tanesi suç işlemek, bir başkası ise bireysel farklılığını marjinal bir grubun düşüncelerine bağlayıp grup çıkarları için hareket etmektir. Birinci tür birey devlet tarafından baskılanır, ikinci tür ise kaçış yolunun kaçmaya çalıştığı şeyden çok da farklı olmadığını fark etmez. Bir diğeri ise gelecek kuşaklara bir birikim bırakmaktır. Biliriz ki beden ölür, düşünce kalır. Bu nedenle etimizden yapılacak bir yemeği değil, bir yemek tarifini gelecek kuşaklara bırakmayı hayal ederiz. Aynılaşmaya karşı yapılan başkaldırılardan belki de en ses getireni bir dönem tüm dünyayı kasıp kavuran Nazi hareketidir.

Kendini üstün görme güdüsünün kafatasına bağlanması, yani bireysellikten çıkarılıp kitleleştirilmesi sonucu ortaya çıkan Nazi hareketi, aynılaşmaya karşı ötekileştirmiştir. Bence Yahudiler Hitler'e kendi zayıflığını hatırlattığı için Hitler onları ortada kaldırmak istemişti. Olaylara Victor Hugo romantizmiyle yaklaşan yanım, Hitler'in eski aşklarından biri Yahudi olduğu ve aşkına karşılık bulamadığı için onun Yahudilerden nefret ettiğine inanmak ister. Daha rasyonalist olan diğer yanım ise Hitler olmasaydı bir başkasının gücü eline alacağını, başka başka nedenlerle başka şekillerde belki de aynı şeyleri bir başkasının yapacağını kabul eder. Erasmus'un dediği gibi "Körlerin ülkesinde tek gözlü insan kral olur." Ve görmesini bilen bir kral mutlaka çıkar.

Peki ya insan kendisini kitlelerden ayıramazsa?
Pasif ya da aktif; bireyselliğini kazanabilmiş bireylerin yanında sistemler tarafından kitleleştirilmiş insanlar da vardır. Örneğin yaratıcılığa ve gelişime olanak tanımayan eğitim sistemleri, çocuk daha kişiliğini kazanmadan bireyselliğini yok eder. Grup çıkarlarını benimsemesi istenen kişi daha neye yenik düştüğünü bilmeden kendi "çıkarcı" doğasını reddettiği için kişilik bunalımları yaşar.
İnsan seri üretilen bir ürün değildir. Farklı parçaların tek tek birleştirilmesiyle oluşur. Bu parçalar benliğimizi oluşturan kültür, aile, eğitim, birikim, deneyim gibi etmenlerden gelir. Etmenler aynılaştırıldığında ise insan içindeki farklı olma duygusunu ne ile tatmin edeceğini bilemez. Tam olarak bu noktada önce dünyaya, sonra da kendine yabacılaşma başlar.
Kafka'nın Dava'sında başına nelerin geldiğini gören ama bunlara bir anlam veremeyen Josef K. bir sistem tarafından yabancılaştırılan bireyin portresini çizer. Ne olduğunu anlayamadan kendini idam edilirken bulduğunda ise elinden tek gelen kaçınılmaz ölüm anını beklemektir.

Bu yabancılaşmanın hiç mi çözümü yok?
Albert Camus, Sisifos Söyleni'nde kendisine yabancılaşan ve bunun farkına varan bireyin bu durumdan çıkış yollarını tartışır. Ona göre intihar sadece bir kaçıştır, kesinlikle çözüm değildir. Din ise kendini kandırmanın alasıdır. Absürt bir dünyada sorduğu soruya doğru dürüst cevap alamayan insan kendini akıntıya bırakmalı, Sisifos gibi her gün aynı şeyi yapsa da pes etmemelidir.
Her ne kadar çözümün ne olmadığı konusunda Cezayirli düşünüre katılsam da ne olduğu konusunda düşüncelerinin teoride kaldığına inanıyorum. Bence insan bu durumdan kurtulmak için sanata yönelmeli, içinden geçenleri, geçemeyenleri, geçmesini yasakladıklarını tıpkı zehri boşaltır gibi çeşitli yöntemlerle dışarı atmalıdır.

Toparlarsak...
İnsan zayıf olduğunu kabul etmek istemediği için üstün olduğu duygusuna kapılır. Ancak bu, bedeninin ihanetine uğradığı ana kadardır. Bunun çıkış yolunun toplumda ve gelişmelerde yattığını gören insan doğasına aykırı olarak bir sözleşme hazırlar. Bu sözleşme sonucu gücü elinde toplayabilen kişi kendini kitlelerden ayırmak ister. Bunun bir diğer yansıması da başkalarının elinden bireyselliklerini almaktır. Bunun için de çok katmanlı sistemler oluşturulur.
Topluluk içinde kendini gerçekleştiremeyen insan özüne yabancılaşır.
Diğer yandan kitlesellikten uzaklaşmaya çalışan insan örneklerde gördüğümüz gibi özünden iyice uzaklaşır. Bana göre seri katiller bu uzaklaşmanın en dişe dokunur örnekleridir. 18. YY'da İngiltere sokaklarında korku salan katil Sweeney Todd'un öyküsü, tam olarak bu noktaya parmak bastığı için etkileyicidir. Müzikalde Sweeney Todd berber dükkanına gelen müşterilerinin boğazını keser ve ortağı Bayan Lovett onların etini turtaların içine koyar. Onlara göre; insanların, mezbahada kesilmeyi bekleyen hayvanlardan farkı yoktur.
Büyük küçük tüm toplumsal felaketlerin özünde ister kitleleştiren olsun, ister kitleleşmiş; insanın kendi doğasını reddinin yattığına inanıyorum. Nitekim, "Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar." Kendi biyolojik reddinden dolayı hayvanların ölümüne içi acımayan insanların, kendinden daha alçak gördüğü diğer insanların ölümüne üzülmemesinde çok da absürt bir şey yoktur.


Defne Akşit / ODTÜ G. V. Özel Lisesi- Ankara
“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
YİYİN EFENDİLER YİYİN, BU HAN-I İŞTİHA SİZİN
Arthur Schopenhauer, insan ihtiyaçlarını doğru biçimde üç gruba ayırır. Birinci grupta, yaşamak için gerekli olanlar vardır. Öyleyse bu gruba salt yiyecek ve barınma girer. Bir insanın bu ihtiyaçlar ona sağlanmadan yaşaması mümkün değildir ve bu ihtiyaçların yıllar, hatta yüzyıllar geçse dahi değişmeyebilir. İkinci gruba doğal ve gerekli olan ihtiyaçlar girer ki, bu da cinselliktir. Üçüncü grup ise daha lüks ihtiyaçlar olarak tanımlanabilir. Bunlar insanın istekleridir, her ne kadar hayatında olmasını arzulasa da mevsimler misali sürekli değişirler. Tatmin edilmeleri imkansızdır, çünkü değişen topluma ve ilgi alanlarına uyum sağlarlar. Kesin veya sonunu görebileceğiniz bir liste değildir bu, özelikle de günümüz toplumunda insanların artık sürekli istemesi, istemesi ve asla durmaması yüzünden. Tüketim toplumu denilen oluşumun amacı budur. Üstelik tam da canevinden vurmasını iyi bilir. Sabah gazetesinde dokuz mayısta çıkan bir köşeyazısının yazarı, özel günlerimizi eleştirmiştir. "Anneler Günü (10 Mayıs), Sevgililer Günü, Doğum Günü, Yeni Yıl... Önüne kültürel değerlerimizi, arkasına da 'gün' sözcüğünü koyuyoruz, alın size 'Özel Gün'. İnsanları almaya alıştırmaktan başka bir şey değil bu." Bu yerinde gözlemi, günlük hayatımızın her bölümünde kendimiz de deneyimleyebiliriz. Sevgililer Günü'nde koca koca panolar sokaklara asılıyor: "Sevgilinizi mutlu etmek istiyor musunuz? Gelin, bu tektaşlardan alın! Bakın, şu kolye onun zarif boynunda ne kadar da şık durur! Sevgilinizi mutlu etmek istediğinizi biliyoruz. O zaman gelin haydi!" Bu günler artık endüstrilere dönüşmüş. Bir düğün ne kadar çok firmanın işine yarıyor: Fahiş fiyatlara tek bir defa giyilecek bir elbise satın alınıyor, pasta yaptırılıyor, resepsiyonlar, hediyeler, nedime kıyafetleri derken "önemli" olaya bir servet harcanıyor. Yılbaşı geldiğinde insanlar alışveriş merkezlerine koşuyor. Bir insan için para harcanmış olması, onlar için zaman harcanmış ve onlarla sevgi paylaşılmış olmasından daha önemli.
Tüketim toplumu, kişileri dıştan onlarca olasılıkla bombalarken, onların içten içe kendilerini yiyip bitirmelerini sağlar. Kişinin elinde zaten yaşamak için bütün gereksinimleri, hatta bazı lüksleri bile varken, sahip olamadıklarına bakıp kahrolur. "Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür." misali yani. Örnek vermek gerekirse, piyasaya sürekli olarak yeni telefon modelleri çıkıyor. Her telefonun bir öncekinden daha gelişmiş ve diğer marka telefonlardan daha iyi olduğu söyleniyor. Durum böyle olunca, kişi elinde "eski", "işe yaramaz" ve "modası geçmiş" telefonla kalakalıyor. O telefonun ne kadar eski olduğu da bütün ağırlığıyla omuzlarına çöküyor. Sözgelimi, iPhone 4 ve 4s'in boyutu tamamen aynı olmasına rağmen, iPhone 4 kabı 4s'e uymuyor. Yeni 4s'i almak yetmezmiş gibi, bir de ona yeni bir kap almak gerekiyordu. iPhone 4s'in piyasaya sürülmesinden sonra müşterilerin "Eski kabım yeni telefonuma uymuyor," şikayetlerine karşılık olarak, Apple şirketinden resmi bir bildiri yayımlandı. Bildiri tek sözcükten oluşuyordu: "Exactly (kesinlikle)". Bu bildiriyi, "Herhalde uymuyor, yeni telefon çıktı, yeni kap al bakalım," gibi algılıyoruz. Halbuki o telefon ve o kap da en az diğerleri kadar ihtiyaçlarımızı karşılıyordu. İşte Jean Baudrillard'ın "Similasyonlar" kitabında belirttiği durum burada ortaya çıkıyor. Baudrillard'a göre, günümüz insanının ezeli sorunu, marka takıntısı ve sürekli alıp tüketip, bir sonraki modele geçme ihtiyacı. Bu takıntıyı psikolojik arzuların tatmini olarak tanımlayan Baudrillard, sorunu bir örnekle açıklar.
Moda endüstrisini örnek verir. Ünlü markaların, mesela Levi's'in ürettiği kotların sağlamlığı, pazarda satılan kot pantalonlarla eşittir. Ama günümüzde pazardan alınmış kotu giyen genç bulamazsınız. Dikimine kadar aynı da olsa, onlar için önemli olan üzerinde altın yaldızlı harflerle "LEVİ'S" yazmasıdır. Bu pantalonu alınca daha sofistike ve daha önemli görüneceğine inanır. Picasso'nun bitmiş bir resmini kuruması için balkonuna koyduğunu gören bir arkadaşının "Ne yapıyorsun? Ya çalarlarsa?" diye sorması üzerine Picasso "Çalmazlar, daha imzamı atmadım." demiştir. Burada kastettiği şey, her ne kadar acı olsa da, resmin güzelliğinin veya estetik değerinin değil, ressamın imzasının değerli olmasıdır. Osmanlı'nın Batı'nın ilericiliğini sonunda kavrayıp çaresizce Batılılaşmaya çalıştığı döneminde, kapitülasyonlar yabancı ülkelere verilmişti. Bu durum da o ülkelerin Osmanlı'da mallarını pazarlamasını çok daha basit hale getiriyordu. Yabancı mallar piyasayı istila ettiği için yerli malı bir duvar dibine büzüşmüştü. Yerli malı daha ucuz olmasına rağmen kimse ondan almıyordu. Batı malları hazır insanların ayaklarına kadar gelmişken, Batılılaşmanın sadece taklitten ibaret olduğunu sanıp işin mental anlayış yönünü kavrayamayan insanlar "haklı olarak" Batı mallarına para döküyordu. Böylece Hint kumaşına bürünüp de sokaklarda kıvırtan kadınlar "sofistike", "güncel" ve "ilerici" oluyordu. Bu duruma bir başka örnek, Siemens'in o meşhur sloganıdır mesela: Siemens marka eşyayla döşenmiş mutfağında mutlulukla yemek yapan kadın ortadan kaybolduğunda, ekranda şu cümle beliriyor: "Siemens. Gelecek evinizde." Geleceğin tek teknolojisi Siemens. Siemens eşyanız yoksa geleceksizsinizdir izlenimi vermiyor mu?
Günümüz insanı hava atmak istiyor. Markasını göstermek, diğer insanları kıskandırmak istiyor. İçinde bulunduğumuz similasyon durumu da bu işte. İnsan, artık üzerindekiler veya sahip oldukları için bir vitrin mankeninden başka bir şey değil. Önemli olan yüzü değil, aklı değil, düşünceleri değil, vicdanı değil. Marka mı giyiyor? Tamam, ne istediğini bilen ve elde etmiş bir adam bu adam. Terry Pratchett, bir röportajında, "Eğer kediler kurbağalara benzeseydi, ne kadar çıkarcı yaratıklar olduklarını anlardık. Görünüş. İnsanların hatırladığı budur." demiştir. Bu söz günümüz insanına rahatlıkla uyarlanabilir. Belki de kişilerin, her daim sahip olduklarının arkasına saklanmasının; sokakta iken podyumda yürüyebilir konumdayken, felsefe ve sanat konularında bir konuşma ortamına girdiğinde bir köşeye büzülmesinin sebebi budur. Zihnen sahip olmadığını görünüşüyle tamamlamaya çalışıyor. Oysa görünüş, tatmin kaynağı olmayı bırakın, mutluluk kaynağı bile değildir. Fiziksellik, zihin açısından bizi geliştirmez. Kişi, soyunduğunda neyse, odur aslında. Çıplak kişi, üstündeki herşeyden arındığında zihinsel olarak ne biriktirmişse, ne biliyorsa, ne öğrenmişse, neyi savunuyorsa; odur. Bu durumu Goethe aşağıdaki dizeleriyle dile getirmiştir:

Halk ve hizmetçi ve ermiş kişi,
Her zaman kabul ederler ki,
Yeryüzü çocuklarının yüce mutluluğu
Sadece insanın kendisindedir.
- Doğu Batı Divanı

Terry Pratchett'ın kitaplarından birinde, Tiffany Sızı adında bir ana karakter vardır. Tiffany bir köyde büyümüştür, ama yaşının çok ilerisinde ve farkındalık bakımından ailesini rahatlıkla geride bırakmaktadır. Öykü gereği, cadılık zanaatını öğrenirken, "Kovan" isimli bir varlık tarafından zihni ele geçirilir. Kovan'ın fiziksel bir formu yoktur. Yüzyıllar boyunca öenmli insanların zihinlerini ele geçirip vücutlarını kullanarak hayatta kalmıştır. Onun için önemli olan tek şey güçtür ve bunu elde edebilmek için ele geçirdiği bedenleri öldürmek uğruna bile olsa, her şeyi yapmıştır. Bu yüzden Tiffany'nin zihnine el koyduğunda, kendi varlığında onlarca insanın düşüncelerini barındırmaktadır. Tiffany ele geçirilir. Ertesi sabah uyandığında, yatağının önündeki eskimiş botlarına bakar ve şöyle düşünür: Ben bu botları giyemem. Yeni olanları giymek zorundayım. Onlar rahatsız, ama parlak ve güzeller. İnsanlar güçlü olandan korkar. Ve ben, eski püskü, ayağıma büyük gelen botlarla güçlü olamam. Halbuki, ele geçirilmeden önce, Tiffany bu botlarını gururla giyiyordu çünkü ondan önce ablaları giymişti. Bu botlar iş görmüştü, yeni ve parlak olanlar gibi acemi değillerdi. Eski Tiffany, gücün görünüşten değil, işe yararlılık ve bilgiden geldiğini biliyordu. Ele geçirilmiş Tiffany'nin zihni ise yüzlerce insandan arta kalan düşüncelerle doluydu ve bu insanlar ayaklarının acımaları uğruna yeni botları giydiler çünkü bu botları giyen kişiye diğerleri saygı duyardı. Bu edebi örnek, Tiffany gibi insanların toplumumuzda ne kadar az sayıda bulunduğunun altını çiziyor. Büyük çoğunluk, "ele geçirilmiş" durumda.
Medya da bu konuda bu tür insanların yanında. Kapitalizmin en büyük araçlarından biri olan medya, topluma, istediğine ulaşmış insanların reklamını yapmakla meşgul. e2'de yayımlanan "Beverly Hills'in Zengin Çocukları" olarak Türkçe'ye çevrilebilecek bir program, Yukarı Manhattan'da yaşayan milyoner çocukların yaşamlarını ve onların "dertlerini" konu alıyor. Söz konusu dertler, on yedi yaşına basmış bir kızın yeni alacağı milyar dolarlık evin iç dekoresinin bütçesi kıvamında. "İki yüz elli milyonun üzerine çıkmamaya karar verdim," gibi cümlelere rahatlıkla rastlayabilirsiniz.
Toplum, bunun gibi program ve propagandalarla sürekli olarak bombarda ediliyor. Bize öğretiliyor ki, her şeye sahip olan hep mutludur. Onun yaşamının dertleri ev dekorasyonudur. Oysa tam da bu anlayışı körükleyen kapitalizm bile kendi kendisiyle sistem bakımından çelişiyor. Her şeye sahip olmak demek, aynı zamanda her şeyi korumak demektir. Bir patron şirketinin başına geçip bir sene akıllıca yatırım yapıp milyonlar kazanabilir. Ama başarısını devam ettirmek için gelecek sene daha çok çalışmalı, daha çok kazanmalı, paranın kendisine kalması için işçilerine daha az ödemelidir. Seneler geçer ve o başarısını korumak uğruna kendini yıpratıp durur. Kapitalizm bir fare tekerleği gibidir: Olduğunuz yerde duramazsınız, çünkü siz dursanız bile çark dönmeye devam eder ve siz, gerilemediğiniz halde ilerleyenlerin arkasında kalırsınız.
Passanger'in "Karanlığı Kaçırmak" adlı şarkısında dizelerden biri şöyledir: "Aptallaşıncaya kadar içiyor / Ölünceye kadar çalışıyoruz.". Arthur Schopenhauer, kapitalizmin dayattığı bu sürekli zorunlu çalışma düzenine ilişkin şöyle bir yorum yapar. İnsanların yaşlanıncaya kadar çalıştığını söyler. Ve belki de günlerinin sonuna yaklaştığında, eğer akıllıca birkaç yatırım yapmışsa, küçük bir servetin sahibi olabilir kişi. Ama bu onu tatmin etmeye yetmez; çünkü insanın asıl tatminkarlık kaynağı zihin derinliğidir. Buna rağmen insanlar fiziksel olarak giyinirken zihinsel olarak soyunuyor. Değerlerinden yavaş yavaş vazgeçiyorlar ve her şey para uğruna. Açgözlülük zamanı şimdi. Eşyaya ve paraya insandan daha fazla değer veriyoruz. Wall Street'te şirketleri olan patronlar özel diktirilmiş takımlarıyla kameralar karşısına çıkıp emeğe saygıdan, işçi haklarının korunmasından bahsederlerken, Çin'de işçiler iki üç kuruşa on bir saat ve bazen daha fazla çalışıyorlar. Kavramlar ve değerler yapraklar gibi rüzgarda bir oraya, bir buraya savruluyorlar. İçleri bomboş. Patronlar, Carolyn Meyer'in biyografisini yazdığı ve tarihteki en ünlü umarsızlık örneği olan "Kötü Kraliçe" Marie Antoinette misali, halkı açlıktan kavrulurken, onlara "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!" önerisini veriyorlar. Halk dünyanın bazı kısımlarında kendini ölümüne çalıştırırken ve patronlar onların haklarını çok bariz bir şekilde yerken emeğe saygıdan bahsetmek; 2. Dünya Savaşı sürerken çıkıp "Bence karadutların sözcüğünü değiştirmeliyiz, çünkü zenciler bu ismi incitici bulabilirler," demeye benziyor. O kadar halktan kopuk ve kendi işlerine dalmışlar.
Wall Street yatırımcılarından farklı olan bir insan, anarşizmin bir örneği olarak şu anda ülkemizde bulunuyor. Anarşistlere göre, ideal düzenin gerçekleşmesinin birinci basamağı basitleşme. İnsan her şeyin en sadesiyle, en basitiyle yaşamalı. Bir tane gömleğe mi ihtiyacın var? O zaman bir tane gömleğin olmalı. Bu anlayış Thomas More'un ütopyasında da benimsenmiştir: Orada da yöneticilerin özel mülkiyet hakkı yoktur. Böylece yöneticiler toprağa el koyamaz. Herkes sadece ihtiyacı olanlarla yetinse, o zaman kapitalizmin kökünü kazımaya yönelik büyük bir adım atılmış olur. Söz konusu sistemi savunan Köylü Ekrem, Eskişehir'deki bir dağda kendi başına yaşıyor. Kendini anarşist olarak tanımlıyor ve anarşistlerin etrafı bombalayıp binaları ateşe veren insanlar olmadığının en açık örneği. Liseyi bitirmesine ve istediği üniversiteye girmesine rağmen, eğitimini yarıda bırakmış ve yalnızlık içinde yaşamak için Eskişehir'in köylerinden birinde dağlara çekilmiş. O köylülere, köylüler de ona karışmıyorlar. Zamanını ağaçlardan heykeller oyarak geçiriyor. Dailymotion tarafından çekilmiş bir video/röportajında, Köylü Ekrem'in heykellerini Eskişehir merkezdeki bir üniversiteye götürüp sergilemesini izliyoruz. O günkü izlenimlerini bizlere şöyle aktarıyor: "Çocuklardan biri heykelleri incelerken yanlışlıkla birine çarptı. Heykel yere düştü ve bir kısmı kırıldı. Çocuk çok üzgündü. Benden defalarca özür diledi, önemli olmadığını söylediğimde de bana inanmadığını görebiliyordum. Ama gerçekten önemli değil. Nasıl önemli olabilir ki? Kırdığı şey bir ağaç parçası. Tekrar oyulur. Tekrar yapılır. İnsandan daha mı değerli? Onun üzülmesinden daha mı önemli? Alt tarafı bir... şey. İnsanla, bir 'şey'i karşılaştırabilir misiniz? Anlamadı."
Bu durumdan anlayacağımız şey şu: Arthur Schopenhauer uzun süre haklı kalamadı. İnsanın ihtiyaç sırası değişti. Artık markalaşma ve tüketim, lüks ihtiyaç seviyesinden kurtulup nefes almak kadar kadar doğal ve nefes vermek kadar gerekli olan ihtiyaçların düzeyine yükseldi. Sıramız kaydı. Önceliklerimiz artık çok açık bir şekilde ahlaki değil. Nietzsche'nin savunduğu gibi, ahlak kuralları ahlaksızlığı yaratır. Tüketim ahlakı, ahlak değil ahlaksızlıktır.
Tevfik Fikret'in 2. Abdülhamit döneminde üst düzey yöneticilere yönelttiği çok ağır eleştiriler içeren bir şiirini, günümüz kapitalizm patronlarına yöneltmek yerinde olur sanırım:

Han-ı Yağma (Kurtlar Sofrası)

Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!


Can Kahraman / Karşıyaka Lisesi – İzmir

Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir; yontucu, mermerdir, hekim, hasta.” Erich Fromm

VAROLUYORUM ÖYLEYSE VARIM

İnsan, modernizmin içinde kayıp giden bir yıldızdır. Modernizmin insana yön veren yapısı, insanın o en güzel gözüktüğü yerden gitmesine, kaybolmasına ve zamanla da sönmesine yol açar.
Sorunumuz şu ki, Sanayi Devrimi'nden beridir süregelen insan yalnızlığı, kişileri bunalıma sürüklemektedir. Bu bunalımın sebepleri insanın ikinci planda olması, otorite ve din baskılarıdır. Otoriteye veya dine göre insan mutluluğu veya kurtuluşu ödevleri yerine getirmekten geçer. Bu ödevleri koyanlar ise aslında başka bir çarka bağlı olan diğer ''özgür(!)''lerdir. Bir fabrika sahibinin parayı ve gücü elinde bulundurmasıyla mutluluk bulmasındaki sebep toplumda saygı kazanmış olmak, ailesine bakabilmek ve istediği arabaya binebilmektir. Böyle düşünüldüğü zaman kişinin kendini varettiği iddiasında bulunamayız. Çünkü, aslında geçmişten beridir dayatılmış olan para ve güç kazanma ödevini gerçekleştirmiştir yalnızca. Başkalarının verdiği ödevleri gerçekleştirerek başarılar kazanmış, para kazanmış insanlar, ruhsal olgunluğa erişemedikleri için de hırsa bulanırlar. Bu hırs onların daha tehditkâr bir otorite olmalarına yol açar. Bu hırs zamanla kişiyi yalnızlaştırır, insanın sevgisini bitirir. Sevginin bitimi, insanın kendine de verecek sevgisinin kalmaması kişiyi yalnızlaştırır ve bunalıma iter. Franz Kafka bu durumu ''Dönüşüm'' adlı eserinde çok iyi anlatır. Franz Kafka da, tıpkı yarattığı karakteri Gregor Samsa gibi aile baskısı içinde yılmış, sokaklarda, fabrikalarda yalnızlaşmış ve yalnızca ödevlerini yerine getirmeye çalışan bir bireydir. Samsa'nın böceğe dönüşmesi aslında insanın başkaları tarafından şekillendirilmesinin ne derece korkunç bir şey olduğunu anlatır. Bireyin, ondan istenilen şekle girmesi, erdem kazandıran özellikleri yavaşça terk etmesidir. Samsa'ya yapıldığı gibi otorite ve sistem kişiyi istediği kalıba sokmaya çalışır ve o kalıba soktuktan sonra da ondan nefret eder. Bu nefertin sebebi şekle soktuğu varlığın bir böcekten farksız oluşudur. Böcek de doğaya ve hatta insanlığa faydalı uygulamalarda bulunur. Ama erdemini yitirmiş bir canlıdır otoritenin gözünde. Gregor Samsa'nın zavallılığının, yalnızlığının, sinmişliğinin ve onu bunalıma sokan sebebin de erdemsizliği olduğunu söyleyebiliriz. Erdemsizlik de güçsüzlüğe ve itaate yol açar. Bir sabah, azaplı rüyalardan bir böcek olarak uyanır. Ancak daha önemli bir şey vardır. İşe geç kalmıştır. Yapılması gereken ödevlerdir çünkü, kendini bulmak değil. Kendini yitirdikçe de paranın ve gücün veremeyeceği akli aydınlanmalardan gittikçe uzaklaşır, tıpkı ağırlaşan ve soğuyan bir bulutun göğün sonsuzluğunu terk ederek tozlu ve kirli yeryüzüne düşmesi gibi.

İnsan bunalımının önüne geçilmesinin ilk yolu kişinin kendini merkeze koyarak varetmesidir. Öncelikli olarak Tanrı-merkeziyetçi yapıdan sıyrılıp İnsan-merkeziyetçi yapıya bürünerek bir varoluş gerçekleştirmelidir. Başta da bahsettiğimiz gibi Tanrı-merkeziyetçilik veya Diktatör-Merkeziyetçilik kişi için iyi olanı değil ödevleri yerine getirmeyi amaçlayan görüşlerdir. Ama hümanizmde ödevleri bir kenara bırakıp ''İnsan için iyi veya insan için kötü'' görüşü savunulmaktadır. Burada önemli olan insandır. Yaşama sanatının içinde bulunan yegâne varlık insandır. İrade sahibidir. Özgür irade veya erkin irade, kişinin eylemlerini, arzu, niyet ve amaçlarına göre kontrol altında tutabilme ve belirleme gücüdür. Kişinin belli eylem ya da eylemleri gerçekleştirmede ser­gilediği kararlılık; belli bir durum karşısın­da, gerçekleştirilecek olan eylemi, herhangi bir dış zorlama ya da zorunluluk olmaksı­zın, kararlaştırma ve uygulama gücü; eyle­me neden olan eylemi başlatabilen yetidir. Oysa kapitalist dünyada insan kendini yalnızca özgür sanmaktadır. Amaç ruhsal olgunluğa erişmek değil, patrona daha fazla para kazandırmaktır. İşte bu yanılsamanın dışına çıkabilmek için hümanizm ana düşünce olmalıdır.

Hümanizm ilk olarak insana ben'in önemini aşılar. ''Ben'' dediğimiz kavram kişinin dünyadaki yeridir. İnsan varoluşunu doğduktan sonra başlatır. Sartre'nın dediği gibi ''İnsan, özgürlüğe mahkumdur.'' Sartre bu sözüyle, insanın bütün kararları kendinin verebileceğini, kendini oluşturabileceğini belirtmektedir. Yeteneğinin bu yönde olduğuna inanan kişi isterse manav, isterse mühendis, isterse yazar olabilir. Sartre ve Erich Fromm'un burada kesiştiği bir nokta vardır. Yaşamak insanın yetkin olduğu şeye doğru gelişmesidir. İnsan doğduğunda boş bir tuvaldir. Fırçalar, renkler, paletler onun hayatta edindiği tecrübelerdir. Yaşam boyunca tecrübeleriyle, seçimleriyle, kendine göre iyi olanla ortaya bir tablo çıkarmaya çalışır ve insanın ölümüyle birlikte bu tablo da en mükemmel hâlini almış olur. Çünkü yaşama, mükemmele ulaşma değil, mükemmele ulaşma çabasıdır. Yaşamın içinde doygunluğa ulaşmak kazanılan erdemleri yitirmeye başlamaktır. İnsanın yetenekli olduğu şey hakkında kendini geliştirmesi, devamlı olarak yukarı seyreden bir çizgidir. İnsanı asıl mutlu edecek şey de işte budur. Oysa bu düzlemden hümanizmi çıkarttığımızda, Karl Marx'ın da belirttiği gibi insanın özünün varolmadığını ve öz dediğimiz şeyin toplumsal koşulların ürünü olduğunu anlarız.

Modernizm ve kapitalizm, hümanizmi reddetmektedir. Erdemli kişi, yeteneği doğrultusunda kendini geliştirmiş kişidir ve bu kişi kendini gerçek anlamda önemli bir hâle getirebilir. Modernizmin etkilerinin çokça hissedildiği dönemlerde Charlie Chaplin'in ortaya çıkması buna bir örnektir. Charlie Chaplin, kötü bir çocukluk geçirmesine ve imkanların kısıtlı olmasına rağmen bugün büyük bir sinemacı olarak karşımızda durmaktadır. Peki bunu nasıl yapmıştır ? Charlie önce öz annesini ve daha sonra üvey babasını kaybedince bir başına kalmıştır. Dönem şartlarında başka bir sürü işe girebilecekken, o yeteneği olduğunu düşündüğü tiyatro işine girmiştir. Azmi ve kendine duyduğu inanç ve kendini gerçekleştirme isteğiyle birlikte bugün sinemanın kurucusu olarak kabul ettiğimiz kişilerden biri olmuştur. Filmlerini yaparken de, erdeme ulaşmanın kişinin elinde olduğu fikrini birçok filmde belirtmiştir. ''Great Dictator'' filminin son sahnesinde de modernizmin insanın özünü ne kadar körelttiğini ve hümanizmi ne kadar benimsediğini anlatmıştır :
''Hayatın bize çizdiği yol özgürlük ve güzelliklerle dolu olabilir, ama biz bu yolu yitirdik. Hırs insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefret çemberine aldı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. Hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekamızı ise katı ve acımasız. Çok düşünüyoruz ama az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa gereksinimimiz var. Zekadan çok iyilik ve anlayışa gereksinimimiz var. Bu değerler olmasa hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.
Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı. Bunlar, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmaya, evrensel kardeşliği oluşturmaya ve hepimizin birleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Şu anda bile sesim dünyadaki milyonlarca insana, milyonlarca acı çeken kadın, erkek ve çocuğa, suçsuz insanları hapse atan, işkence eden bir sistemin kurbanlarına ulaşıyor. Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: "Kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın." Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. İnsanlar ölmeyi bildikleri sürece özgürlük asla yok olmayacaktır.''
Charlie Chaplin de tıpkı başta bahsettiğimiz şey olan modernizmin insanı hırsa bulamasını böyle özetlemiş ve toplumun oluşturduğu özün insanı nefretle donattığını ve bunun savaşlara, yıkımlara yol açtığını anlatmıştır.

Hümanizm ve modernizmin çatışma noktalarından birisi de gerçekçilik noktasıdır. İnsan doğası gereği hayal eden, üreten ve düşünen bir yapıdadır. Bu yapı ona sanat yapabilme özelliğini kazandırmıştır. Edebiyat, resim, sinema ve tiyatro insanın doğasının getirdiği şeylerdir. Oysa modernizm, bütün bu sanatları reddedip yalnızca gerçekçilik dediği görüşle, dokunabildiğimiz, koklayabildiğimiz ve bize para kazandıran, maddi faydada bulunan şeyleri kabul etmiştir. İnsan duygusal bir varlıktır. Pek çoğumuzun da bildiği gibi duyguların dışavurulmaması, halk deyimiyle ''içine atmak'' türlü psikiyatrik sorunlara yol açmaktadır. Sanat, aslında insanın ürettiği bir terapi biçimidir. John Fante'nin ''Toza Sor'' atlı eserindeki Arturo Bandini'de bunu çok rahat görebiliriz. Bandini, yalnız bir bireydir ve yazı yazamadığı zamanlarda büyük bunalımlara düşer. Bu bunalımdan da sadece yazarak kurtulmaktadır. Sanat yoluyla insan rahatlar, sevgisini ve üzüntüsünü, başka bireylerle paylaşır ve bir düşünce sürkülasyonu oluşturur. Birbirlerini hiç tanımayan insanların bilinç akışını sağlar. Modernizmin insanları bunalıma soktuğunun bir ispatı da buradadır. Sanat yapamayan insanlar iletişimde bulunurlar. Tarihi devirlerde, topluluktaki insanların sık sık bir araya geldiğini ve şenlikler düzenlediğini görürüz. Modernizm sanatı reddetmesinin yanında sosyal bir varlığı, kendi amacıyla asosyalleştirerek fabrikalara ve ödevlere hapsetmektedir. Böylelikle erdemlerini terk etmiş, boyunduruk altına girmeye hazır ve güçsüz bireyler meydana gelir. Yaşam içinde uygulayabileceği sanat, spor ve iletişim aktivitelerine bir set çekip çalışmaya ve sadece daha fazla tutsaklık için çalışmaya insanı itmek istemektedir. Bunu yaparken özgür tüketim manipülasyonunu ortaya atar. Örneğin haftasonu tatilleri çalışan kişilerin dinlenmesi için değildir. Modernizm insanı zamanla yarıştırır. Yorgun ve zamansız insan, işten çıktığı veya günlük ödevlerini bitirdiğinde gezecek durumu kalmaz. Bunun üzerine haftasonu tatili açığa çıkar. Amaç kişinin sağlığı ve konforu değildir. Kapitalist düzlemde tatilin amacı, kapitalizmden kazanılan parayı kapitalizme iade etmektir. Bu manipülasyon hak ederek kazandığı parayı dilediği gibi harcadığına inandırır insanı. Oysa durum bundan farklıdır. Temel ihtiyaçlar ve çağın gerektirdikleri dışında yapılan alışverişler tamamen bu manipülasyonun sonucudur. Kişiyi özgür hissettirmeye yönelik indirimler ve kampanyalar yapılarak, ihtiyaç duyulmayan şeylere karşı insan özendirilir. Bu noktada reklamların da çok büyük etkisi vardır. Televizyonlar ve radyolar ve bilgisayarlar çağımızın gerekliliğidir. Ama amacı insanları birbirine daha çok yakınlaştırmak olmalıdır. Oysa reklamlar ve tanıtımlar ve özendirilen hayatlarla donatılmış kutulardan ibaret olmuşlar modernizme ve kapitalizme itaat eden aletlere dönüşmüşlerdir.

Kendi benliğini oluşturarak varolma eyleminde hümanizmi benimsemek aynı zamanda dogmaları reddetmektir. Hümanizm bir din sistemi olmadığı için deizm ve ateizmle örtüşmez. Dinsel düzlemin dışında oluşturulmuş bir âhlâk sistemidir. Kendi benliğini oluşturmaya ve kendini geliştirmeye çalışan kişi, doğruyu bulma amacıyla yola çıkmıştır. Kişi görünür ve görünmez gerçekliğe olan bu arzusuyla bilimin ve mantığın kabul ettiği şeyleri benimser. Bu durumda da gizemcilik, mistisizm, gelenek ve bunlar gibi düşünce biçimleri reddedilir. Aynı zamanda kaderin yaşama üstündeki etkisini de kabul etmeyerek özgür iradenin hayatı tam anlamıyla şekillendirdiğini kabul eder. Yazar olmak isteyen kişi, öncelikle buna karar verir. Bu ben olmanın birinci aşamasıdır. Karar vermek. Bu karar hümanist ahlâk görüşüyle insanı iyi yapacak olan karardır. Çünkü kendine göre yeteneğin bu olduğunu düşünmüş ve doğruya ulaşma noktasında bu yolu seçmiştir. Yeteneği üzerine ilerlemeye başlamak ilk olarak kendine bir fayda sağlamaktadır. Bu yolculuk içerisinde özgür iradesiyle yazacağı her kelime ona ruhsal olgunluk katmaya başlayacaktır. Münazarada da pek çok konunun çıkış noktası kendini gerçekleştirmek-konforlu yaşamak çatışmasıdır. Konforlu yaşamak egoizmdir. Tamamen kendi çıkarlarını düşünür. Kendi çıkarlarını düşünürken de aslında otoritenin kuklasıdır. Böylelikle yönetilen bir bencillik ortaya çıkar. Kendini gerçekleştirme eyleminde ise kişi bir eser meydana getirir, bir kişilik ortaya koyar. Evet, ilk aşamada bu kendini tatmin etmektir. Fakat kendini tatmin etme noktasında bir kitap yazan, bir film çeken kişinin toplumun ruhsal olgunluğa erişmesinde de katkısı kaçınılmazdır. Sanat eserleri estetik zevklere hitap ettiği gibi, aynı zamanda düşünsel etkiler de bırakır. Bu düşünsel etkiler, insanın kendi doğrusunu bulmasında da rehber olur. Rehberiyle ve iradesiyle doğruyu bulan kişi de yine bir eser ortaya çıkarır, bir hastayı iyi eder ve bu sayede bu çark iyilik ve sevgi düzleminde döner. Kendinizi gerçekleştirme, yani varolma, burada hümanizmin insanı daha iyiye götürme çabasıyla kesişir. Bu çabalar sonucunda, kendini gerçekleştirme ve gelişme eyleminde bulunanlar mutlak otoritelerin boyunduruğu altına girmeyeceklerdir. Çünkü yolda olmak insana erdem kazandıracaktır.İnsan, kendi olma yolunda bütün bir insanlığın kahramınıdır. Nietzsche'nin görüşünde de üstün-insan yani erdemli insan olmanın yolu kendi ahlâk sistemini oluşturmak, bir nevi dogmalara karşı durarak kendi benliğine göre hareket etmektir. Kendini varetmeye başlayan insan da işte aynı bu şekilde dogmaların ve baskıların farkında olup onu eleştirebilecek niteliğe gelecek ve böylelikle güçlü bir kişi olacaktır. Böylelikle insan kendi gücüyle kendisi olabilme amacına ulaşacaktır. Kendisi olabilen de, nefret duymayacak, çünkü otoritenin ve sistemin istekleri ve boyunduruğu altına girmeyecek, toplum tarafından oluşturulmuş robot olmayacak ve içinde sevgi ve barış bulunduracaktır. Güçlü bir kişi olunca da erdem sahibi olacak ve kendinin yontucusu olan bir mermer olacaktır. Belki bu aşamada yalnız olacaktır ancak bu kalabık içinde bir yalnızlık değil, kalabalık bir yalnızlıktır. Çünkü biliyoruz ki, bir eşya nasıl ki alındığında değersizleşiyorsa, insan da sistemin kölesiyken öyle değersizleşir. Değersizleşen de benliğini yitirir ve benliğini yitirmek yok olmakla eşdeğerdir.

Varolmak, istediklerini yapabilmek, kendini varedebilmek insanı mutlu kılacaktır. Kendini bulabilen insanın içinde sevgi olacak ve insanları sevecektir. Sait Faik'in ''Bir insanı sevmekle başlar her şey.'' sözü hümanizm düşüncesini en rafine hâliyle özetlemiştir.

Varolmak, güçlü ve kendini bilen, hakkını gözeten bireyler yetişmesini sağlar. Gregor Samsalar değil. Hayatı bir böcek olarak yaşamaktansa, aklımızın ve mantığımızın derinlerden söylediği kendine faydalı olma çağrısına kulak asmalı, boyunduruktan kurtulmalı ve ucu hiç belli olmayan fakat ormanlarla, göllerle, gökyüzüyle, çocukların gülüşüyle çevrili bu yola çıkmalıyız. En sonunda biz de John Constable'ın Beyaz At tablosu gibi duru, yalın ve güzellikle dolu bir eser hâline getirebiliriz hem kendimizi hem de diğerlerini

O halde varoluyorum, öyleyse varım !


İzel Tetik / Eskişehir Anadolu Lisesi – Eskişehir

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
YAŞAMAK İÇİN DEĞİL TÜKETMEK İÇİN ÇALIŞMAK= KAPİTALİZM

İhtiyaç kavramının ne olduğuna açıklık getirmemiz gerekiyor öncelikle. İhtiyaç karşılandığında haz ve mutluluk veren, karşılanmadığında ise acı ve üzüntü yaratan bir duygu, bir istektir. Hayati ve sosyo-kültürel ihtiyaçlar olarak ayrılırlar, hayati ihtiyaçlar karşılanmadığında insan hayatını devam ettiremez. Bunlar birincil ihtiyaçlardır ve soluma, beslenme, giyinme, barınma, savunma gibi örneklendirebiliriz. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde ihtiyaçları 5 seviyeye ayırdı. Her seviyeyi tam olarak tamamlayan insanların ise "kendini gerçekleştireceğini" söyledi.
Baudrillard, 90larda yeni çağ ve gerçekliği sorgulamak için çekilen Matrix gibi filmlerin esin kaynağı olmuştu. Ona göre artık gerçekleri imgelerden ayırma yeteneğine sahip değiliz. Simulakra tanımını da Simulacres et Simulation'da şöyle yapmıştı: "bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm". Aslında hastaymış gibi yapan ve hastalığı herkese simule etmeye çalışan kişinin aslında hastalığın semptomlarını kendinde taşıdığını söyler. Üstelik düş gücünün de simülasyonla birlikte tarihe karıştığını ve bundan böyle gerçekle gerçek kavramı arasında düşsel bir beraberliğin de olmayacağını söyler.
Günümüzde Kapitalizmle birlikte insanlar yeni ihtiyaçlar uydurmaya başladı. Bunlar kesinlikle gerçek ihtiyaçlar değildi ancak insanların bilinçlerine öyle güzel işlendi ki kimse sorgulamaya çalışmadı. Kapitalizmden çıkar sağlayanlar yani günümüzde adı olmasa da burjuvalar, ortaya yavaş yavaş yemleri attı ve toplumlar bu yemleri güzelce çiğnedi. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde de basamakları çıkmak için gittikçe daha fazla paraya "ihtiyaç" yok muydu? 3.basamaktaki ait olma ve sevgi ihtiyacı genel kapsamda dostlukları, aile içerisindeki ilişkileri kapsar. 4.basamakta ise saygınlık gelir. Prestij, sosyal statü sahibi olma gibi özellikleri kapsar. Maslow da aslında kapital olana göz kırpıyor.
Ve işte bugün, tıpkı Baudrillard'ın dediği gibi "şey"lerle imgeleri ayırt edemiyoruz. Reklamlar bize imgeler ve markaları satıyor, etiket ve gösterişe para veriyoruz. Aslında kıyafet değil, markayla gelen prestiji satın almaya çalışıyoruz. Ve bu bunalım kapitalizmin zorunlu sonucu oluyor.
Eskiden insanlar yaşamak için çalışırdı, günümüzde ise tüketmek için... Çünkü sistemin hızlı bir şekilde tüketen ve tükenme arzusu hiç tükenmeyen(!) bireylere ihtiyacı var. Lenin “Feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. Eskiden ilerici bir niteliği olan kapitalizm, gerici oldu." diyor yeni toplumlar için. Meta toplumu kapitalist sistem içerisinde hızla evrimleşti, ve insanlar hızla ve hiç çaktırmadan yoğruldu.
İnsanlar iki senede bir, hatta bazen her sene veya senesi bile gelmeden telefon değiştiriyorlar. Bir üst modelini almak, daha güzeli ve daha işlevlisini almak için "akıllı" telefonların piyasaya sürüleceği günden önceki gece mağazanın önünde beklemeye başlayan yüzlerce insanın haberlerini aldık. O yeni modellerin hangi özelliği bizim gerçekten ihtiyacımız? Hemen açıklayayım. Arkadaşlarımız, akrabalarımız arasında bizi daha havalı konuma getirmesi için iphone 6ya ihtiyacımız var! Veya arabaları ulaşım ihtiyacımızı karşılamak için kullandığımızı savunuruz. Ancak çoğumuz bmw, lamborghini satın almayı hayal eder; çevremizde bizden bi' tık üst modeline veya daha pahalı bir marka arabaya sahip olanlara imreniriz. Onların o araçları nasıl aldığına, ne şekilde çalıştığına veya kişiliklerinin ne kadar sabırlı, çalışkan ve her ne özelliktelerse o özelliklere sahip olduğuna odaklanmayız. Sadece çevremizdeki insanların sahip olduğu metalara odaklanırız. Metalarla ilişki kurarız.
Bu at gözlüklerini gözümüze kapitalizm yerleştirmedi mi?
Belki de şu an yirmi yıl sonrasının telefonları hazır. Ancak piyasaya yavaş yavaş sürülüyor. Çünkü birilerinin daha çok telefon satmaya ihtiyacı var. Reklamlar ve medya mesajları da insanı ne bilgilendirmekte ne de insanla iletişim kurmaktadır, yalnızca insanların bilinçaltına yerleşmekte ve bunu aslında uluorta ama kimsenin gözüne batmadan yapmaktadır. Yirmi beşinci kare adı altında çıkan, gözlerimizin seçmediği ama bilinçaltımızın işlediği bir noktadan bahsedilmişti bir süre önce. Yirmi beşinci kareye gelmeden diğer yirmi dört kareye bakmalıyız aslında, asıl mesajları bize işleyen onlar ama onları o kadar normal kabul ettik ki yirmi beşinciye bakmayı daha ilginç karşıladık. Medyanın bu mesajları ve reklamlar bir referandumdan başka bir şey değil aslında. Üstelik bu düzenden yarar sağlayan reklamcılar, bilinçaltımıza ne kadar etki edebildiklerini reklam sunulmadan önce pretest yaparak ölçüyorlar. Kapitalin yönlendirilmesinde reklamın yeri tam da bu.
Bizler şu an burada kazananların bilgisayar ödülü alacağı bir yarışmada bu yazıları yazarak ter döküyoruz. Oysa hepimizin birer bilgisayarı olduğuna eminim, ancak hepimiz daha iyisini istiyoruz. Okullarımıza döndüğümüzde etraftakilere hava atmak istiyoruz.
İşte bunlar sayesinde kapitalizm kendi ahlak kurallarını yarattı ve dayattı. Tüketim toplumunun her ferdi tüketim kültürünün yeni ahlak algısını da kabullendi. Vahşi rekabet doğal algılanmaya başlandı. Küçük firmalar, marketler hipermarketlere teslim oldu. İnsanlar bunu yadırgamamaya başladı. Avmler virüs gibi yayıldı, insanlar da bir başka virüs gibi avmlere doluştu.
Ancak simüle edenin kendisinde, yani bu işten kar sağlayanların kendisinde de hastalık görüldüğü için, simüle edenin yalancılığının açığa vurulması imkansızdır. Çünkü kapitalizm, simüle edenlerin kafasında oluşan imgeleri yayma ve bu imgelerden kazanç sağlama, bu imgeler sayesinde prestij sahibi olma üzerine kurulu bir sistemdir.
Matrix filminin kahramanı Neo, matrixin içinde bir şeyler hissedebilmektedir ancak ne hissettiğini kavrayamamaktadır. Beyninde dolaşan belirsizlikleri ve aklındaki sorularını soracak biri aramaktadır. Bizim için bugün toplum, tüketim toplumudur. Tüketim toplumunun içinde prestij ve ayrıcalık ararken, onunla bütünleşiriz. İnsanlarla olan ilişkilerimize ne denli ket vurduğumuzun, hatta bu ilişkilerin neredeyse geçersiz olduğunu nadiren sezecek gibi oluruz; ancak hemen toparlanır, bunları birer "soru"ya ve de "sorun"a çevirmeden, gözümüzün önüne hayal ettiğimiz toplumsal sınıfı getiririz.
Bu noktada Karl Marx'ın dediğini uygulamamız gerek aslında: "Mademki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar; koşullar en insani şekilde biçimlenmelidir."(1) Ancak, "Enigmatik duruma gelmeyen hiçbir şey tamamen apaçık değildir. Gerçeğin kendisi doğru olmak için yeterince apaçık değildir."(2) diyor, Baudrillard. O halde bizi bir paradoksa sürükleyen bu döngünün gerçeğini belirlemeli; ve onu kendimize, insanlarla olması gereken insani ilişkilere göre yeniden biçimlendirmeliyiz. Peki ya gerçek simüle edenin hazzı ise? İşte orada tekrar paradoksa döneriz.
Bu hikayeyi Neo, Matrix'in sonunda şöyle seslenerek bitiriyor:
"Orada olduğunuzu biliyorum. Sizi hissediyorum, korktuğunuzu biliyorum. Bizden korkuyorsunuz. Değişimden... Nasıl başlayacağını söylemeye geldim. Bu telefonu kapayıp dişarıya çıkacağım. Sonrada insanlara görmelerini istemediğiniz şeyi göstereceğim. Onlara sizsiz bir dünyayı göstereceğim.
Kural ve kontrolün olmadığı sınırsız ve engelsiz bir dünya.. Her şeyin mümkün olduğu bir dünya..
Bundan sonra ne yapacağımız tamamen size bağlı."(3)

Kaynakça:
1) http://tr.wikiquote.org/wiki/Karl_Marx
2) http://tr.wikiquote.org/wiki/Jean_Baudrillard Kusursuz Suç (1993)
3) http://ozbery.blogspot.com.tr/2009/03/matrix-terminator.html


Özgenur Aydın / Ali Karasu Anadolu Lisesi - Bursa

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

DÜNYANIN FRAGMANI
Köleliğin kutsal bir hak ve devletçe onurlandırılmanın en üstün değer olarak kabul edildiği bir ortamda, insanlar geleceğini daha iyi bir hale getirmek için kapitalist süreçte 'özünü yitirme' noktasına gelmiştir. Halbuki insan bu noktada değil sadece doğa durumunda kendi özüne gerçek anlamda kavuşup 'insan' olabilir.
İnsan bu noktada her şeyi kendinden alçak görerek yok etmek ister: insanları ırkına, fiziksel özelliklerine, inancına, değerlerine göre ayırarak bu işlemi gerçekleştirir. İnsan, geleceğini daha iyi yapabilme amacıyla sadece kendi türünü değil bütün doğayı yok eder. Çevreyi, hayvanları, doğal kaynakları, türleri... Hepsini kendi için yaratılmış olarak görür halbuki biz doğanın efendisi değil sadece bir parçasıyız. Doğayı yok edebilmek, karşı gelebilmek için yapılan çalışmalar (nükleer enerji, gökdelenler, devletin tüm pragmatik merkezleri, mezbahalar..) sonu getiriyor. Farkında olan insanların; doğa durumunu getirmeye çalışmaları, hayvanların doğuştan gelen haklarının olduğunu söylemeleri, insanın özgür olması ve kendini gerçekleştirmesi gerektiğini diğer insanlara belirtince 'deli' olarak adlandırılıyor fakat doğa durumu gerçekleştiğinde o insanlar tarihi değiştiren insanlar olarak adlandırılacaklar. İnsan özgürülüğü için hiçbir şey köleleştirilemez; insan da, hayvan da, doğa da. İnsanlar yaşamayan nesnelerin sahibi olabilir, yaşayan öznelerin değil. İnsanların yarattığı yapay sistemler için yine insanlar köleleştiriliyor. Yaratılan teknoloji evrimi, insanın özü ve evrimini çok büyük bir farkla geçmiş durumda. Ahlaki yapımızı etkin hale getirmek için yapmamız gerekenlerin başlarında hayvan haklarını kabul etmemiz gerekiyor. Hayvanlar bizim yemeğimiz, kıyafetimiz, eğlence araçlarımız değiller; onlar bizim amaçlarımız için değil kendi amaçları için varlar. Ayrıca hayvan hakları sadece bir düşünce olarak kalmamalıdır, toplumsal hareket olmalıdır. Çünkü bütün canlılar yaşamayı sever, acı çekmek istemez, yaşamayı arzular, hayata değer verir, hiçbir canlı kafese girmekten hoşlanmaz ve bütün bilinçli varlıkların kendi arzularını özgürce tatmin etmekten hoşlanır. Bu nedenle insan doğada gördüğü bu durumu kendi toplum hayatının içinde de arar: toplumda gerçekleştirebilecek efendisizlik, bireyler arasında itaat etmeme durumu doğanın kendisini yansıtır.
Felsefe profesörü ve hayvan özgürlüğü savunucusu aktivist yazar Steve Best’in yaptığı konuşmada belirttiği gibi “İlerleme nedir?” sorusunu bir havyana sorsaydık bize vereceği yanıt: “İnsanlar için ilerleme hayvanlar için gerilemedir. ” olacaktır ve şöyle devam edecektir: “Hümanizm bizim için barbarizmdir. Aklın ışığı bizim için karanlıktır. Bilim bizim için sadizmdir. ” Durum bu kadar kaotik iken harekete geçmeliyiz. Kontrolsüz büyüme, azgın kapitalizm ve sürdürülemez iktisadi sistemlerin peşinden sürüklenmeyi seçmemeliyiz. Dünyayı yok eden jeofiziksel güç haline geldik. Edward O. Wilson dediği gibi ''Et sevdamız güneş enerjisini düşük verimlilikte kullanmamıza neden oluyor. Amansız besin arayışımız esnasında göllerdeki, nehirlerdeki hayvan hayatını iyice azalttık, şimdi de okyanuslarda aynı şeyi yapıyoruz. Her yerde havayı ve suyu kirletiyor, toprak altı su seviyesini düşürüyor, türleri yok ediyoruz.'' Edward O. Wilson'ın sözünden üzerine çıkardığım sonuçlardan birisi de, aslında zamanında Auschwitz kampında Nazilerin Yahudilere yaptığını biz hayvanlara yapıyoruz.
Gail A. Eisnitz’in “Slaughterhouse-Mezbaha” kitabında mezbahaları tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor: Sistem maksimum hız ve maksimum yeterlik peşindedir, burada amaç hayvanlara, işçilere ya da halkın sağlığını önemsemek değil, kazanç elde etmektir. Mezbahalardaki hayvanların büyük bölümü öldürme anında yeterince şoklanmamıştır, bu yüzden daha bilinçlerini kaybetmemişken zincire asılır, burun ya da anüslerinden kancalara takılır, yukarı kaldırılır, kanı akıtılır, parçalara ayrılır, derileri sökülür, kaynar suya atılırlar. Hayvanlar ölmeden önce mezbahanın içinde yarım millik bir yol gidilir, on dakikalık elektrikle şok verilir, dövülür ve nihayetinde tamamen ölmeden de adım adım parçalara ayrılırlar.Hatta ya da kapılarda yakalananların başları ya da bacakları ya kopar ya da yanar. ''Yirminci yüzyılın kanıtlayacağı gibi Amerika’daki mezbahaların endüstriyel itlafı ile Nazi Almanyası’nın montaj hattı seri itlafı arasında sadece bir adım vardı.'' dedi Charles Patterson. Nazi toplama kamplarında kullanılan endüstriyel öldürme biçimlerinin ABD mezbahalarında 19. yüzyılın sonlarında kullanılan tekniklerden model alındı.Yahudi soykırımı kurbanları hayvanların mezbahaya götürüldüğü aynı tren raylarında taşındılar, insanlar tavuk çiftliklerindeki tavuklar gibi bir araya tıkıştırıldılar ve Auschwitz gibi öldürme alanlarının kendi mezbahaları vardı. Hayvanların topyekûn nesneleştirilmesi ve masum canların mekanize bir biçimde öldürülmeleri insanlar için kitlesel öldürmelere yönelik bürokratik yönetimlerin ve teknolojilerin kolayca kendilerine de uygulanabileceği konusunda yapılmış bir uyarı anlamına gelmeliydi. Bu yüzden Theoro Adorno dokunaklı bir biçimde şu sözleri söyledi: “Auschwitz bir insan bir mezbahaya bakıp da “ama onlar hayvan” diye düşündüğü zaman başlar.” Nazi Almanyası'ndaki özgürlük isteyenlerin gaz odalarını yok etmesi nasıl ahlaken doğruysa biz de hayvanı amaç olarak gören, basit meta haline getiren her şeyi yok etmeliyiz. Sadece et yemeyi bırakarak bile acı, katliam dolu mezbaha sistem endüstrisinin sonunu getirebiliriz. Nazi Almanyası'nda açılan ilk toplama kampı olan Dachau Toplama Kampı'nda tutuklu olarak bulunan Edgar Kupfer-Koberwitz’in güzel bir şekilde ifade ettiği gibi, “Hayvan yemiyorum; çünkü başka canlıların acısı ve ölümüyle beslenerek yaşamak istemiyorum. Kendim o kadar acı çektim ki kendi acıma bakarak diğer canlıların acılarını hissedebiliyorum.” 2500 önce şu sözleri söylemiş olan Pisagor’u hatırlayın: “İnsanlar hayvanları katlettikçe birbirlerini öldürecekler. Gerçekten de cinayet ve acının tohumlarını ekenler neşe ve sevgi biçemezler.” Bu yargıyı anlayarak 'Artık yeter!' deme zamanı gelmiştir.
Son olarak Steve Best'in dediği gibi: Bu güzel, masum ve bereketli gezegende adalet olsun; Altı üstüne gelmiş şu dünya düzelebilsin; Artık bu lanetli, rahatsız, psikotik ve başarısızlığa uğramış tür yok olup gitsin; Ormanlar her ofisi, binayı ve alışveriş merkezini geri alsın; Okyanuslar şehirleri bassın, nehirler kasabaları götürsün; Makineler ve testereler yok edilsin, sesleri yok olsun;Kaplanların kükremeleri, kuşların ötüşleri, primatların bağırışları el değmemiş ormanları doldursun ve insan sesi bir daha asla duyulmasın.''
Steve Best'in dediği olmazsa insanoğlu ''ama onlar hayvan'' demeye devam ettikçe bütün insanlar Nazidir; hayvanlar için bu, sonu gelmeyen bir Auschwitz'tir. Dünyanın fragmanında mezbahlar gösterilseydi, hiçbir canlı dünyaya gelmek istemezdi!


Naz Çelebi / Özel İzmir Amerikan Koleji – İzmir

“Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir; yontucu, mermerdir, hekim, hasta.” Erich Fromm
Sonsuz olasılık alanı içerisinde yapılan her seçim seçilmeyen diğer olasılıkları engellerken başkalarını doğurur. Özgür insan seçim hakkını elinde bulundurur dolayısıyla iradesiyle gerçekleştirdiği her seçiminden sorumludur. Ancak bazı insanlar kendilerini özgür olmadıklarına inandırarak sorumluluktan kaçmaya çalışırlar. Kendileri dışında gelişen olaylardan yada yapmaya “mecbur” olduklarından bahsedip kendi hayatları üzerinde söz hakları olmadığını söylerler. Dolayısıyla kendi kontrolleri dışında akıp giden hayat içerisinde yalnız bir figüran, bir nesnedirler. Öte yandan bu insanlar eylemlerini kendi iradeleri dışında gerçekleştirdikleri için sorumluluktan, vicdan azabından ve suçluluk duygusundan uzak yaşarlar.

Ancak unutulmamalıdır ki insanin sahip olduğu özgürlük sınırsız bir özgürlük değil, dünya içersinde yaşama el veren bir özgürlüktür. Yani ölüm ile birlikte tüm bu sonsuz olasılıkların sonlanması yada insanların fizik kurallarını aşamaması insan edilgendir demek değildir. İnsanın seçimlerinin sonucuna katlanması özgürlüğün bir getirimidir. “Uçurumdan atlayabilirim ama atlarsam ölürüm.”

Aynı şekilde karakterin oluştuğu bebeklik döneminde insanın edilgen rol oynaması da özgür olmadığını göstermez çünkü insan nedensellik zinciri altında işleyen karmaşık bir makine değil yapacağı her eylemden sorumlu ve kendi ahlak sistemini bağımsız şekilde kurma gücüne sahip bir bireydir. “Dasein’ın söz konusu varlık karakterine, yani öylelik haline, Dasein’ın kendi şuradalığına fırlatılmışlığı diyoruz.” Yani insan kendi ailesini, soyunu yada içinde büyüyeceği ortamı seçemez ancak Heiddeger bunları katlanılması gereken durumlar olarak görür. Ve her şeye rağmen “Özgürlük bir buyruğun getirdiği yaratıcı edinimde ortaya çıkar.” / Sartre. Yani insan başına gelecekleri seçemese bile ne tepki vereceğini seçebilir.

Özgür olmamayı seçmek bile en başında özgürlük gerektiren bir seçimdir yani ne kadar kaçmaya çalışılırsa çalışılsın aslında insan özgürdür ancak seçim anına kadar etken rolde olan insan seçim yapıldıktan sonra yaptığı seçim altında yaşamaya başlar. Roller değişir; artık nesne insan, etken kuvvet ise seçimdir. Bu süreç her seçim için tekrarlanır ve bu döngüyle insan kendi hayatı üzerinde etken-edilgen roller oynayarak yaşar, her seçim diğer tüm seçimleri etkiler, olasılıklar alanını değiştirir, yani aslında her seçim gelismekte olan gelecek hayata yön verir. “Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir, yontucu, mermerdir, hekim,hasta.” Erich Fromm

Roller sürekli değişir dolayısıyla her insan hayatının bazı dönemlerinde kendisi dışarısında sürüp giden hayata tepki gösterememiş, nesne rolü oynamıştır ancak kendini etkileyecek kuvveti de özgür iradesiyle seçmiştir. Diyebiliriz ki; kendini gerçekleştirmiş,tutarlı sorgulamalar sonucu anlamını bulmuş birey otantik bireydir, sorgulamalar için özgürlük gereklidir yani bu birey aynı zamanda özgür bireydir. Kendini gerçekleştirmeye, keşfetmeye cesareti olmadığı için başka bir şeyin buyruğu altında yaşayan birey ise inotantik ve özgür olmayan bireydir.

İnotantik birey Nietzsche nin deyimiyle “sürü insan” dır. Kendini asketik ideale kaptırır. Toplumun ahlağını kendi ahlağı olarak benimser ve iyi olmak için değil kendi başına da aynısı gelmesin diye kötü eylemden kaçınır. İtiraz edemez, kendi hayatı üzerinde rol oynayamaz ve her zaman bir topluluk ile bir lidere ihtiyacı vardır. Bu kişi en temel “kendini gerçekleştirme” içgüdüsüne karşı gelmiş olan kişidir yani aslında sürüye uyabilmek için hayvani yanını, kendini bastırmaya çalışır. Kendini özgür olmadığına ve “mecbur” olduğuna inandırır. Sürü insan; inotantik ve sefil hayata dayanabilmeye çalışır, hayata, dünyada ve yaşıyor olmaktan öte anlamlar yükleyerek ona ihanet eder, yalnız zaman doldurup diğer ontik hedefe geçmek ve onu da tüketmek ister. Ancak bir yandan da kendini kandırdığının farkındadır ve bu gerçeği kendine dahi itiraf edemez. Bu döngü içerisinde bilir ki “o, fırlatılmışlığın içindeki sonlu bir varlıktır” yani her gün ölüme doğru yaşar ve bu farkındalığın arkasından ölüme doğru kaygı duymaya başlar, bu tamamen fizyolojiktir. (Korku ile kaygı arasında fark vardır. Ölümden korkulurken, ölüme doğru kaygı duyulur yani korkunun nesnesi bellidir ancak kaygının değildir.) Sürü insanı tüm hayatını yalancı hedeflerle tüketmeye çalışırmış gibi yaşadığı için ölümle karşılaşmasında korktuğu temel şey; “hiç olmak, hiç uğruna çabalamış olmak” tır.

Dasein dolayısıyla insan dünyaya “fırlatılmış”tır. Dünyada olmak demek belirli bir zamanda belirli bir toplumda olmak demektir. Dolayısıyla insan varlığının kendisi sürekli belirli, değişmez ve kendi isteğinin dışında bir yerde bulunur. Aynı şekilde dünya içinde olmak birlikte bulunmak, paylaşmak demektir. Tek başına, dünya içinde olmak dahi mutlak otantik durumda olmayı engeller. Hergünkülüğün içinde yaşayan insan birlikte olmak ve bazı zamanlar uyum sağlamak zorundadır. Ancak hayatının genelini inotantik durumda yaşayan insan ölüm kaygısıyla yüzleştiği zaman bu durumun üstesinden gelemez. Aynı hayatı boyunca başkalarının ve toplumun buyruğu altında yaşayan, bazı kararlar veren ancak asla kendini gerçekleştirmeye çalışmayan ve özgür olmayan İvan İlyiç in ölümle karşılaştğı zaman bu durumun üstesinden gelememesi, “geriye ne kalacak?” sorusuna “hiç!” cevabını vermesi gibi. Dasein dolayısıyla insan, hep kendini tasarlayan varlıktır, bir projedir, öznesi henüz oluşmamıştır ve varolduğu sürece kendini imkan olarak görür. Bu nedenle yaptığı her seçimle önündeki imkanlar havuzunu tamamen değiştirir. Aynı şekilde yaptığı her seçim hayatı etkiler ve dasein ın kendisini de değiştirir bu nedenle insan her seçimden önce otantik mi inotantik mi durumda olduğunu düşünmelidir ve bunun doğrultusunda karar almalıdır çünkü hiçbir seçim diğerinden önemsiz değildir. "Buna mecburum" ile tüm bir hayatı İvan İlyiç gibi yaşama arasında geçilmesi kolay çok ince bir çizgi vardır.


Elif Demir / Ankara Atatürk Anadolu Lisesi – Ankara

“Auschwitz, bir insan mezbahaya bakıp "ama onlar hayvan" dediği zaman başlar.”   Theodor Adorno

CEHENNEM BAŞKALARIDIR
X bir odada birkaç fotoğrafla oturuyor. Bazı fotoğraflar canlı ve renkli, bazıları eski, siyah beyaz ve hatta silik. Fotoğrafların bazılarına saatlerce bazılarınaysa yalnız birkaç dakika için bakıyor ve ardından arkalarını çevirip tükenmez ya da kurşun kalemle birkaç not alıyor. Sonra hepsini ait olduklarını düşündüğü albümlere yerleştiriyor.

Bu oldukça olağan bir durum. Hepimiz "ben"in dışındaki "diğer şey"ler hakkında yargılar oluştururuz. Çikolatalı dondurmanın tatlı olduğunu düşünürüz, muzun sarı olduğunu düşünürüz vb.
Ama bu yargıları muzdan daha karmaşık ve tıpkı bizim gibi bir bilince sahip yapılar için kullandığımızda ortaya bariz bir problem çıkar.
İnsan "albümlenemez". Çünkü insan sosyaldir, insan gelişir, insan değişir. Tek yönlü değildir. Bir bilince sahiptir.

Üstelik X'in yargıları alabildiğine özneldir. Ve aşikardır ki "X'in Y hakkında söyledikleri Y'den çok X'i tanımamızı sağlar."

Tarih boyunca bizler sınıflandırmalarla yaşadık. Bu sınıflandırmaları yer yer kendimiz seçtik (ideolojiler gibi) yer yer başkaları, hatta "talih" tarafından belirlendi.

Kendi koyduğumuz sınıflandırmalar yine bir şekilde mantıklıydı. Ne de olsa kendimizi ve düşüncelerimizi, nereye ait hissettiğimizi biliyorduk.
Oysa başka insanlar tarafından oluşturulan sınıflandırmalar mantık dışı olmaktan da öte barbarlığın kıyısındaydı. Bizden böylesine uzak başka zihinlerin yargıları üzerimizde bir hüküm gücüne sahip olmalarını haklı kıldırtacak kadar ileriye gidebilmişti.
"Beyaz adam onlara medeniyet getirdi."
Çünkü onları geri ve hayvansı buldu. Bu yargıyı kendi, kapalı "odasında" oluşturdu ve büyük bir kendini beğenmişlikle eyleme geçirdi.

Belki "beyaz adam" bize şu soruyu yöneltebilir: "Tüm insanlar eşit midir?"
Ve farklı örneklerle bize cevabın "hayır" olduğunu anlatmaya çalışabilir. (Belki çobanların oylarından bahseder.) Bu sorunun eylemlerini haklı çıkartacağını düşünür.
Beyaz adamın bilmediği bir şey var ki, cevap zaten "hayır"dır.


Tüm mesele bu "hayır" ile başlıyor. İnsanlar eşit değildir çünkü birbirlerine benzemezler. Klasik müzik sevmeyebilirler. Hayatlarında hiç kitap görmemiş olabilirler. Futboldan anlamıyor olabilirler.
İnsanlar eşit değildir çünkü matematiksel denklemler gibi değildirler.

İnsanlar eşit değildir, eşit haklara sahiptir.

Ne yazık ki adalet iktidarın elinde bulundurduğu bir çıkmaz sokağa dönüşmekte. Kafka'nın eserlerindeki yoğun bunalım bizi sarıp sarmalamış durumda aslında. İnsanlar bizi "Şato"lara sürüklüyor, hiçbir suçumuzun olmadığı "Dava"larda buluyoruz kendimizi. Eleştiriliyoruz, dışlanıyoruz. "Hancının karısı" oluyoruz bazen, isimsiz, sessiz, başkalarına ait. Özelliğimizi, "ben"imizi kaybediyoruz. Bize verilen rolü oynuyoruz.
Kendimiz olmaya devam etmek istiyoruz. Biz kendimiz oldukça, inat ettikçe, isyan ettikçe iktidarın insanlarının gözünde birer böcek oluyoruz.
Nasıl biri olmamız gerektiği, nasıl davranmamız gerekildiği bize çok küçük yaşlardan öğretiliyor.
Zincirleniyoruz.

"Her insan aynı oranda zincirli değildir." diyordu Sartre. Eğer şanslıysak, belki bir iş adamının çocuğu olarak, belki bir asilzade olarak doğduysak, güce yakınsak o zaman zincirlerimiz hafif bir sisten başka bir şey olmayabiliyor. Ama eğer fakir doğduysak, güçsüz doğduysak, onlara benzemiyorsak, yönetilensek; işte o zaman zincirler bizi sürüklüyor, bize sahip oluyor. Öz, hadsizce varoluşun ötesine geçiyor.
Ve insan "trrrrum, trrrrum, trak tiki tak!" makinalaşıyor.
Yazılımına uyması isteniyor ondan. Duygular mı? Duyguları mı olur makinenin?
İşte ait olduğu yerde duruyor. Keyfi yerinde olmalı. "Sahibi" onu olabilecek en iyi yere koymuş. Şükretmeli haline, uysal olmalı. Öyle değil mi?

Anton Çehov bir hikayesinde bir prensesten bahsediyor. Huzurevleri, kimsesiz çocuklar için yetimhaneler açan bir prenses bu. Halkını seviyor, onlar için en iyisini yapmak istiyor.
Herkesi zorla okullara yolluyor. Herkese şık kıyafetler giyme zorunluluğu getiriyor.
Köyden çok uzaktaki sarayından "insanlarını" izliyor ve hayranlık duyuyor kendine. Böylesine iyi biri olduğu için mutlu oluyor. "İnsanlarının" ne kadar şanslı olduklarını tekrarlayıp duruyor.
Derken bir gün denetleme için huzurevine gittiği sırada yıllar önce işten kovduğu aile doktorunu görüyor. Sıcak bir gülümseme bahşediyor ona. Bunu yaparken adamın şereflendirildiğini düşünmeden de edemiyor.
Ancak doktor bu "kutsal" gülümsemeye kötü bir bakışla karşılık veriyor. Güzel prenses şaşkın, nasıl olabilir böyle bir saygısızlık?
Doktor biraz duraksıyor, sonuçta otorite karşısında böyle dimdik durmak zor. Sonra tüm cesaretini toplayıp prensese olan öfkesiyle başlıyor konuşmaya. Tüm bu iyi yönetici tavırlarının, yapılan iyiliklerin birer güç gösterisi olmaktan başka bir şey olmadığını anlatıyor. İçinde bulundukları sözde "huzurlu" huzurevinin sadece denetim günlerinde böyle olduğunu aslında yaşlı insanların evlerine dönebilmek için yalvarmalarından geceleri uyuyamadığı, hastabakıcıların insanları dövdüğü bir zulümevi olduğunu anlatıyor.

İşte otorite tam bu hikayedeki gibidir. Bizim için neyin yanlış, neyin doğru olduğuna karar verir. Kim olduğumuza karar verir.
Bizim için "en iyisine" karar verir. Bunu yaparken bizi koruduğunu düşünmemizi ister.

Oysa mesele bu değil miydi? Zincirler bu kararlar, yargılar değil miydi?

"Sapere aude!"
Ve bırak herkes kendileri için düşünsün.

Çünkü insan yalnız kendi üzerinde verdiği kararlarda tam bir sorumluluğa sahiptir. İktidarsa, başkalarıysa bir sorumluluk almadan üzerimizde söz söyleme hakkında sahip olurlar.
Sorumluluksuz bir özgürlük, üretimsiz para gibidir.
Vurulan her zincirle kaybolurken insan, diğerleri güçlenir, büyür. Bu dengesizlik kendine güvensizliğe sebep olur.
Güçsüzleşir. Yabancılaşır.

Çeşit çeşit zincirle sarılır bilinci, bedeni.
Ama en kalın zincirler toplumun zincirleridir.

Velhasıl kelam "Cehennem, başkalarıdır".


Alara Buyuran / Ankara Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi – Ankara

“Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”  Jean Baudrillard / Tüketim Toplumu
İhtiyaç ibresinin gerçek-sahte geçişli skalasının üzerinde oynayışına karar verecek özne bilinci, günümüz tüketim toplumlarında özgür iradenin yokluğundan işgal altındadır. Burada söz konusu zorunlu bir tüketime itilme baskısı kendini yönetebilmek için öncelikli olarak şüphesiz insanın iradesinin sorgulanmasına ihtiyaç duyar.
Tüketim toplumları, tanımı itibariyle insanın keşfedildikten hemen sonra yönetilmeye en açık olduğu anlaşılmış zayıflıklarının varlığının en somut kanıtıdır. İnsanda özyönetimin, bir diğer deyişle iradenin yani karar verme yetisini yönetebilmenin , halatın incelmeye en eğilimli bölgesi olarak gösterilebilir. Bu doğrultuda bir toplum yönetmenin ilk kuralı öznenin, nesnenin zayıflıklarının bilincinde olmasıdır. Pessoa, denemelerinde insan ruhunun yalın olduğunu vurgular. Buradaki ruhun 'yalın olma durumu insanda dürtülerin de birbirine paralel olduğunu, dolayısıyla yetilerin aynı doğalara sahip olduğunu gösterir. Tüketim toplumlarının sayıca artışının nedeni insan psikolojisinin belirli yönetim sistemlerine benzer tepkiler göstermesinden ve eğiliminin dış etkenler tarafından yönetilebilmekte olmasındandır. Yapılan bir deneyde hipnoz sonrası, hastanın iddiasına göre ahlaka aykırı davranışlar sergilediğinden kendi dürtülerine uyduğunu düşündüğü görülmüştür. Bu durumda topluma dayatılacak bir ahlak yasasının varlığı insanları ona körü körüne uyduklarına inandıracak bir sisteme dönüşerek kişinin 'hamur' haline getirilebilmesini sağlar. Psikolojik olarak dürtülerini inkar edebildiğini ileri süren ve bu durumda iradesinin gelişmişliğine kendini inandıran birey yasalarına uyduğu ahlak bilincinin, etkisi altında olduğu kapitalist kural koyucular tarafından yontulmakta olduğunun farkına varmayarak onların dayatmalarının kurbanı olur. Yani birey yöneticinin koyduğu kurala uymayı ahlakının bir gerekliliği ve zorunluluğu sayar. Tüketim kavramı is bu noktada devreye girer. Kafası karıştırılmış -zavallı- , tüketmeye inandırılır ve iradesinin zayıflığı nedeniyle bir şeye 'inanma' ihtiyacını içgüdü olarak içinde taşıdığından şekil verilmeye yatkın bir hamur haline gelir. İnanç da insanı zayıflatan etmenler arasında ilk sıralardadır. Reklam sektörü de en çok bundan yararlanır. Ramazan ayında piyasada olan reklamları ele alacak olursak, çoğunluğu Müslüman bir toplumun oruç tutarken rastlaması muhtemel reklamlarda tüketmeye en açık olduğu anda tüketim ürününün reklamının yayınlanması insanoğlunun zayıflığının hileyle kullanılmasıdır. Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 distopyasında da bu hipnoz durumu ele alınmıştır. Devlet, insanların kitaplarını yakarak düşünmelerini engeller ve onlara dağıttığı haplarla halkını devamlı olarak uyuşturur. Hapların etkisi altında kalan bireyler devletin tüketilmesini dayattığı her bir hap için kendini daha ahlaklı zanneder ve kendini vatandaşı olduğu ülkenin en vazgeçilmez bireyi olduğuna inandırır. Bu örneklerden sonuçla 'irade özgür değildir ve özgür olmadığı için zayıftır' noktasına varılabilir. Devleti kabul eden ve onun yasasını bireysel ahlak yasası ve/veya birinci dereceden sorumluluk olarak gördüğünden iradesini kontrol edebildiğini düşünen birey tüketim dayatmasının altında gerçek iradesini ezdirir -ve kötü yanı-, bunu fark etmeden yapar. Kapitalist düzenin ilerleyişinde pazar olan tüketim toplumunun oluşması bireylerin ihtiyaç durumunu gözetmeksizin tüketmesi ve bir süre sonra ihtiyaç sorgusu aşamasını atlayarak devamlı bir alma eylemine yönelmesi yoluyla var edilir.
Söz konusu sistemin devamlılığının temeli toplumun sorgulamasının önlenmesinde -ki bu görevi üstlenecek kişi sistemin de kurucusudur- yani zihinsel tek tipleştirmede kök salar. Rousseau, Toplum Sözleşmesi kitabında ''Yasacı'' başlığı altında yasayı yapanın sahip olması gereken değişmez özelliklere değinir. Ona göre uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zeka gerekir. Sistemin belirleyiciliğinde ölçüt kural koyucularsa, kuralların yönetimde etkin olabilme gücü ancak var olan saf toplumu bir tüketim toplumuna dönüştürebilir. İnandırmayan hiçbir şey ardından kitleleri sürüklemez yani kuralların inandırma gücünün olması inkar edilemez bir gerekliliktir. Kurallara koşulsuz uyma eğilimi gösteren inanmaya aç bireyler kendi kendinin belirleyicisi olan ''toplumsal ahlak yasası'' na adeta sarılırlar. Tüketimin mutluluk getireceğine toplumun inandırılması ancak bunun ahlaka uygun bir yasa olduğunun bireylerin zihinlerine empoze edilmesiyle mümkün olabilir. Devlet yasaya uymayı bir dayatma olarak topluma, yasa tüketmeyi bir sorumluluk olarak kağıt üstüne geçirirken toplum yasaya uydukça mutlu olduğuna kendini inandırarak daha çok tüketir.
Yönetenin, yönetileni belirleyicisi olduğu kurallara uyarak ahlaklı olacağına inandırması ve irade özgürlüğünden yoksun bir organizmanın şu irade zayıflığından kaçarak bu irade zayıflığının altına sığınması, inanma içgüdüsünün altında ezilirken iradesinin onun sürükleyicisi değil, kendisinin iradenin efendisi olduğunu varsayması , yanında tüketimin ,hayatta kalmanın tek ve ebedi bir zorunluluk ve hayatta kalanların devlete karşı borcu adı altında sergilenmesi sonucu tüketen toplumları ve onların tüketen çocuklarını doğuran kısır döngü, tedavi edilmesi ancak hipnozdan kurtulmayla mümkün olan bir kanserdir. Tedavisi bulunmuş olsaydı günümüz dünyasında tüketim toplumları sayıca artışta olmazdı. Zaten bilindiği üzere, kanser vücutta açıldıktan sonra kabuk bağlayarak kapanmayı bekleyen bir yara değil, yayılan ve müdahale edilmedikçe büyüyen bir hastalıktır.


Yusuf Tunçdemir / Özel Gündüzalp Anadolu Lisesi – Manisa

“Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir; yontucu, mermerdir, hekim, hasta.” Erich Fromm

KENDİ ATÖLYEMİZDE BAŞKALARININ MUTLULUKLARINI YONTMAK

Yaşamak, var olan ve özgür yönelim yetisine (bilinç) sahip olan her türün, varlığının özünde bulunan, özünü oluşturan, istemden bağımsız olarak öz ile birlikte varoluştan gelen bir itki mekanizması; bu varlığın özünün kaynağı olan hammaddedir.

J.P. Sartre’ın varlık anlayışını açıklarken kullandığı taş örneğinde de olduğu gibi bilinç sahibi olmayan bir varlığın evrende kapladığı hacim miktarınca homojen bir doluluk olması ve bu doluluğun bilincinden ve varlığını biçimlendirme, yönlendirme güdüsünden yoksun olması ile bu cismi (taşı) gözlemleyen ikinci varlığın kendisinin ondan farklı olduğunu anlayıp bu kendinde-varlık formundan kendisini hiçleyerek kendisi-için-varlık konumuna yükselmesi, bilinç ve kendini biçimlendirme yetisi kazanması; kendinde-varlık ve kendisi-için-varlık kavramlarının ayırdının temelini oluşturur. Biz insanlarının ikinci gruptaki türden bir varlık olduğuna inanırız, çünkü buna inanmak için: bu ayırdı yapanın bir insan olması ve insan sözcüğünün bir türün yani temelde aynı özelliklere sahip olan varlıklar topluluğunun yerine kullanılması ile bu özelliğin tüm insanlarda bulunduğu sonucuna ulaşmak veya Descartes’ın “Cogito ergo sum.”[1] ilk önermesinde olduğu gibi kendimizi tüm varlıktan hiçlediğimiz açık ve seçik olarak varlığımızın bilincinde olmamız, sezgisel olarak bunu kavramamız ve yanlışlayamamamız gibi haklı, geçerli nedenlerimiz de var. Ama başta da belirttiğim gibi bu varlık türüne mensup olmak için şu iki özelliğe sahip olmak şart:

1- Varlığının bilincinde olmak,
2- Özgür yönelim yetisi tanımına uygun bir bilince sahip olmak.

Pekala birinci özelliği taşıdığımız yanlışlanamaz bir biçimde ortada fakat ya ikincisi? Yaşama özelliğini barındıran varlıklardan bahsederken yalnız biyolojik olarak canlılığın temel özelliklerini bulundurmaktan değil, aynı zamanda gerçek manada “yaşamak” sözcüğünün ya da Erich Fromm’un isimlendirdiği şekliyle “sanat olarak yaşam”[2] olarak tanımlanabilecek bir yaşamın özelliklerini bulunduran varlıklardan bahsediyorum. İlk tanım canlı bedeninin yaşam belirtileri bulundurması iken tıpkı ağaca tutunup sarkarak yalnızca bedenlerinin ihtiyaçlarını gidermek için hareket edip ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ise tekrar dallarına tutunup sözde yaşamlarına devam eden miskinler (tembel hayvan) gibi varlıkların yaşamlarını karşılarken ikincisi bedensel ihtiyaçlarını karşılamanın yanında bilim, sanat ve felsefe gibi alanlar oluşturup geliştirerek bilme isteği, duygularını dışa vurma isteği, merakını giderme veya onun peşinden koşma gibi istek ve ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olan kimilerinin ruh olarak tanımladığı bu sıfatlar, özellikler bütününü barındıran insan gibi varlıkları tanımlar. Öyleyse insan varlığının cinsi gereği yaşam denilen bir kap gibidir, kendi içini kendisi dolduran bir kap gibi. İnsan bu kaba müdahale edemez ama içini kendisi istediği şekilde doldurabilir, biçimlendirebilir. Bu kap (yaşam) insan türünün ortak özelliği iken; içini nelerin dolduğu, içinin dolduruluş biçimi veya içindekilerden oluşturup dışarı vereceği ürünler tamamen bireyseldir. Yani insan varlığı gereği, istese de istemese de özgürdür, düşünme, seçme, oluşturma yetilerine ve ihtiyaçlarına sahiptir ama tüm saydıklarım istemli hareketlerdir, bir ressam resmini bilinçsicze ve istemsizce bir anda yapmaya başlamaz, resim yapmaya karar verir, fırçasını alır ve çizmeye başlar. Bu da bu yeteneklerin istenildiği takdirde baskılanabileceği, pasif hale getirilebileceği anlamına gelir. Ama bunlar hem bir yetenek hem de bir ihtiyaç olduğundan yapılmadıkları halde çeşitli rahatsızlıklar baş gösterir: mutlu olmamak gibi. Peki mutluluk nedir? Mutluluk pekala şu şekilde tanımlanabilir:
Mutsuzluk nedir, bizi ne mutsuz eder?
Mutsuzluk, sahip olmadığımız bir şey(ler)in eksikliğini veya sahip olduğumuz bir şey(ler)in rahatsızlığını duymamızın sonucu ortaya çıkan duygu veya ruh halidir, kusursuzdan uzak olmadır. Mutsuz olduğumuz ölçüde kusursuzluktan uzağızdır. Öyleyse mutluluk da kusursuzluğun içindeki saf, bozulmamış ruh halimizdir. Ve bugün çevremize baktığımızda tam anlamıyla mutlu olan kimse göremeyiz, ancak kusursuzluğu yakalamış değilde kusurları görmezden gelen kişilerin mutluluğa yaklaşma çabalarını görebiliriz. Bu günümüze özel değil insanlık tarihi boyunca hakim olan bir hastalıktır. Fakat bu hastalığın tıpkı korku ütopyalarında (distopyalarda) olduğu gibi günümüzde çok uç seviyelere ulaştığından, çok yaygınlaştığından ve en azından artık bu hastalığın kısmen bilincinde olduğumuz ve tedavi etmeye çalıştığımızdan artık çokça bahsi geçmektedir. Peki bir tedavi nasıl yapılır? Tedavinin ilk aşaması teşhistir. Öncelikle hastalığın kaynağına inmek gerekir. Öyleyse ilk sorumuz “Mutsuzluğun kaynağı nedir?” olmalıdır. Yani neden mutsuzuz, bizi mutsuz eden ne? Tabi ki de bir kendisi-için-varlık olarak yaşam anlayışımızın değişmesiyle doğamıza karşı çıkmamız, yaşamımızın getirdiği ihtiyaçları tam olarak karşılayamamamız. Hem de en temel ihtiyacımız olan varlık türümüzün ismini aldığı kendimiz için yaşama, kendimizi oluşturma ihtiyacımız. Peki nasıl oluyor da bu ihtiyacımızı karşılayamıyor veya karşılamıyoruz? Öncelikle kendimizi oluştururken nelerden yola çıkarız? Erekler ve isteklerden, aslında ereklerin çoğu isteklerden doğmuştur zaten. Bir şeyleri istediğimiz için onlara ulaşmaya çalışırız çünkü çoğu zaman. Ereklerimiz ve isteklerimiz organiktir, yalnızca kendimiz, kendimiz için oluşturur, kendimiz benimseriz. Kendimizi oluştururken ereklerimiz ve isteklerimiz bizden alınırsa veya biz onları oluşturmayı bırakırsak ve yerine başkaları kendilerininkini koyarsa biz artık tıpkı kendinde-varlık gibi yalnızca biyolojik olarak yaşamamıza rağmen aslında gerçek manada yaşıyor olmayız. Dışarıdan gelen erek ve isteklerin sahipleri bizim bedenimizi kullanarak kendi benliklerine katar ve kendi benliklerini güçlendirirler. Biz yalnızca kap oluruz içimizdekiler bize ait olmaz, üretmeyi, düşünmeyi bırakırız, biz içimizdekileri oluşturup yönetecekken onlar bizi oluşturmaya ve yönetmeye başlar. Bu da hastalıkların en büyüğüdür ve sağlığın eksikliği olarak bizi kusursuzdan yani mutluluktan uzaklaştırır ve günümüzün en yaygın hastalıklarında biri olan depresyona sürükler. Yani günümüzde artık ereklerimiz ve isteklerimiz bize ait değildir. Artık insanoğlu aslında istediğini istemiyor, hedefleri aslında gerçek hedefleri değil. Baş ereğimiz ve isteğimiz zaten varoluşumuz gereği kusursuzluğu yakalamak eksiklikten ve kötüden uzak olmak yani mutlu olmaktır, hal böyle iken diğer tüm isteklerimiz nasıl aslında kendi isteklerimiz olabilir ki? Varlık, güç, otorite, başarı istekleri aslında bizim kendi oluşturduğumuz organik isteklerimiz olmadığından asıl isteğimizden uzaklaştığımızdan ve ereklerimiz, görevlerimiz, hedeflerimiz yine artık bize ait olmayıp varolan toplum veya düzenin bizim için biçtiği, hazırlayıp önümüze koyduğu görevler olduğundan mutsuz oluyoruz. Bunlara ulaşsak da mutsuz oluyoruz, ulaşamasak da. Bir an durup mantıklı ve etraflıca düşündüğümüzde tüm bu isteklerimizin aslında bize ait olmadığını, daha iyi bir yerde çalışmak, güç sahibi olmak vb. görevlerin ve daha çok para ve varlık isteklerinin aslında inorganik, yapay, sahte ve dışarıdan bize yüklenmiş istekler olduğunu bizim ise farkında olmadan bunları kendimizi oluşturuyoruz zannederek kendi benliğimize kattığımızı fark edebiliriz. Yaygın deyişle koyun sürüsü gibi ne yaptığımızın farkında olmadan ne olduğunu aslında tam olarak bilmediğimiz bir şeyin arkasından gidiyor ve uçuruma sürükleniyoruz ve tüm bunları yaparken de bunları kendi isteğimizle yaptığımızı düşünüyoruz. En tehlikeli olan da bu zaten: tehdidin farkında olmamız. Bizi bundan kurtaracak olan ise özgür olan isteklerimizin ve ereklerimizin ürünleri olan bilim, sanat ve felsefedir. Ancak bunlar bizi kendimize götürebilir çünkü bunlar diğerlerinin bize dayattıkları değil aksine tamamen kendi ürünlerimiz, ve ürün oluşturma atölyelerimizdir.
Yani Erich Fromm “sanat olarak yaşam” deyişini kullanmakla çok yerinde bir tanımın altına imza atmıştır. Çünkü sanat bireyseldir, özveri ister. Yaşarken sanat yapıyormuşçasına, bir müzisyen, bir ressam, bir yazar hassasiyetiyle özverili, bir biçimde kendi benliğimizi, bireyselliğimizi kaybetmeden yaşamalıyız. İşte o zaman kusursuza, tam bir sağlığa, mutluluğa yaklaşmış oluruz. Kendi benliğimizi oluşturma sürecinde dizginleri elimize alırsak, Erich Fromm’un da dediği gibi[2] kendimiz hem mermer hem yontucu, hem sanatçı hem sanatın objesi, hem hekim hem hasta olursak, bireyselliğimizi yok etmeye çalışarak hepimizi önce boş kaplara dönüştürüp özgürlüğümüzü, kendimizi oluşturma yetimizi elimizden aldıktan sonra kendi kapları haline getirmelerine izin vermezsek mutluluğu yakalayabilir veya en azından ona daha çok yaklaşabiliriz. Bu yaşam bize ait bir atölye bu atölyede kendi sanatımızı icra etmeliyiz, başkalarının mutluluklarını oluşturmak için oturup kendimizden uzaklaşıp benliğimizi yıllar içerisinde bir kenara bırakıp kendimizi o atölyede çürütmek yaşam sanatına yapılan büyük bir saygısızlıktır. Bir an önce uyanmalı ve kendi benliğimizi kurtarmak ve insanlığın yeniden “yaşamsını” sağlamak için düşünmeye, üretmeye başlamalı ve prangaları kırmalıyız.

1 Discours sur la méthode (Metod üzerine söylevler, 1637)
2 Man For Himself (Kendisi için insan, 1994 s.27)



Ceren Mengi / Kabataş Erkek Lisesi – Istanbul
“Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir; yontucu, mermerdir, hekim, hasta.” Erich Fromm
Bir ressamın önünden yüzlerce model geçer, ressamsa onların görünümlerini kağıdına aktarır. Modeller olmadığında ise ressam zihninin içinde oluşan yüzleri kağıtlara aktarır bu sefer. Her iki durumda ve her bir durumun kendi içinde, ortaya çıkan eserler arasında şöyle bir durum oluşur: Hepsinde, ''ressamın tarzı'' dediğimiz ve onu özgün kılan ortak bir vuruş vardır. Model alınan yüzler her ne kadar farklı olursa olsunlar, ressamın fırçası onları bir şekilde benzeştirir. Bunun ardında yatan neden, ressamın zihnindeki ''yüz'' kavramıdır. Ressam, ilk olarak kendi yüzünü görmüştür; en iyi tanıdığı, her hareketini bildiği ve kontrol edebildiği yüz, kendi yüzüdür. Karşısına çıkan her yeni yüz onu şaşırtabilir, farklı gelebilir, zira bu farklılık da yeni karşılaşılan yüz ve ressamın kendi yüzü arasındaki uyuşmazlıklardan kaynaklanır. Bu nedenle, ressam kağıdına bir simayı aktarırken, onu kendi bildiği yüz anatomisi üzerine oturtur ve karşısındakini bir nevi kendi yüzü üzerine inşa eder. Aynı durum hayali modeller için de geçerlidir. Yumruk edilmiş bir eli sadece düşünüp çizmektense kendi elini yumruk yapıp ona bakarak çizmek yeğdir. Ressamın tarzı dediğimiz şey, bu durumda ressamın ta kendisine dönüşmektedir. Aynı zamanda da ressamın portreleri, eserleri de ona dönüşür.

Bizler, bireyler olarak bilincimizi tek bir beden içerisinde taşıyoruz. Tanımadığımız veya hiç görmediğimiz birinin değil, en yakın arkadaşımızın veya doğduğumuz andan beri bizi gözlemleyen anne babamızın bile düşüncelerini, duygularını tam olarak anlayabilmemiz mümkün değil. Bertolt Brecht, her insanın kendi adasında yaşadığını söylemiştir, ve bu açıdan bakıldığında gerçekten de öyledir.

Yaşadığımız her küçük ayrıntı bilincimizin oluşumunda büyük adımlar attırıyor, ve bu bireyler arasındaki varoluştan beri süregelen farklılaşmanın uçurumlaşmasına neden oluyor. Bireyler arasında bu kadar büyük bir farklılık söz konusuysa, bireyin zorunluluğu yaşamı da aynı ölçüde farklılaştırıyor. Herkes dünyaya, kendi penceresinden bakıyor; bu da ortak dünyayı, bireyin ''dünyası''na dönüştürüyor. En iyi bildiğimiz kendimizi, az bildiğimiz dış dünyanın temeline oturtuyor ve ressamın yaptığı gibi onu kendi üzerimize inşa ediyoruz; yaşam, bireyin özgün yapıtı oluyor.

Erich Fromm ''Ancak kendimize inanç duyduğumuz zaman, başkalarına da inanç duyabiliriz.'' der. Yaşam binasının yapı malzemesi onun içinde yaşayan insansa eğer, insanın içinde bulunmayan bir unsur, ondan oluşan binada da olmaz. Örneğin içi boş malzemelerden oluşmuş bir tuğlanın ördüğü duvarın ısıyı geçirmemesi beklenemez. Ve aynı zamanda da kırmızı taş dökülerek yapılan bir yol da kırmızı olacaktır. Michel de Montaigne Denemeler'i yazarken bunun farkındadır ve yazdıkları için şöyle der: ''Kitabımın konusu kendimdir.''

Yaşamımızın şekillenmesinde tabii olarak çevremiz de çok önemli bir rol oynar, sosyal bir varlık olan insan ilk nefesini aldığı andan itibaren, ve daha da öncesinde, anne karnında ilk oluştuğu anda dahi etrafında olup biten olayların içine karışır, onlardan etkilenir. ''İnsanın kaderi insandır''.

Yaşam da bir nevi etki-tepki hareketi içerisinde geçer, kişiliğimizin oluşumunda küçük yaşta etraftan gördüklerimiz ve etkilendiklerimiz yola çıkış noktalarıdır. Daha sonraki yetişkinlik çağında bu olayların tepkileri dışavurulur. Mutlu bir aile içerisine doğmuş ve bu mutluluk ortamında büyümüş olan bir birey için bu ruh hali doğal olan olacaktır, mutluluk ''ressamın kendi yüzü''ne dönecektir. Bu tarz bir oluşumdan gelen bireylerin, daha sonraları kurdukları ailelerde de mutlu bir ortam sağladıkları iddiası toplumsal araştırmalarda büyük bir oranda haklı çıkmaktadır. Aynı durum tam tersi bir varsayım için de çoğu zaman geçerlidir. Bireysel psikoloji savunucusu Alfred Adler: ''Bir insanın devinimlerinin yöneldiği amaç, o insanın çocukken dış dünyadan aldığı izlenimlerin etkisi altında gelişip ortaya çıkar.'' demektedir. Fakat tüm bunlara bir de gestalt psikolojisininkine benzer bir perspektiften bakarsak, her bir parça tek tek bütünü göstermez. Yani yaşanan her bir olayın sonucunu doğrudan hayatımızın orta yerine çıkarmayız. Olaylar birleşir, çoğul bir yapıya gelir ve onlar da birbirlerini etkilerler; bireyler de onları kendi benliklerinde yoğurup ortaya yaşam denen bir yapıt çıkarmaya koyulurlar.

İçebakış yöntemi de bu doğrultudan çıkagelmiştir. ''Hayatın getirdiklerinin'' nedenlerini, nerden geldiklerini öğrenmek, farkına varmak için birey kendi kendini inceler. Çünkü yollar gerisin geriye takip edildiğinde bireyin kendisine çıkar. İlginçtir ki bu kendi içimizden kaynağını alan yol, dışarı uzanan kollarıyla çevrenin yaptırımda değişime uğrar ama benliğini de kaybetmeden yeniden kendi içimize geri döner. Yaşam denen de bu rotadır. Fakat bu yöntem sakat yanını da kendi içerisinde barındırmıştır, dışarıdan gelen etkilere adapte olan yolu tanımak dikkat verilmeden yapıldığında gözden kaçabilme riskini taşır.
Placebo etkisi buna iyi bir örnek teşkil eder. Kişi kendini hasta addeder; çevreden rahatsızlık duyar, sorunları olduğunu söyler ve çeşitli ağrılardan muzdariptir. Tüm bunların ardında aslında yalnızca ardından bakılan pencerenin gölgeli camı vardır; oysa dışarısı güneşlidir ve camı açıp açmamak sadece pencerenin ardında oturan kişinin karar verip yapabileceği bir şeydir. Verilen placebo etkili ilaç tıbbi açıdan tam anlamıyla etkisizdir ve iyileşmesi için vücuda biyolojik bir destek sağlamaz. İyileşmek isteyen kişi de iyileşeceğine inanır ve kendi gücüyle yeniden sağlığına kavuşur. Kendini hasta addeden kişi, kendini hastalığı iyileştiren güce dönüştürmüş olur. Montaigne de ''Bütün umudum kendimdedir.'' diyerek tam da bu noktaya parmak basar.

Hint felsefesi, ''yaşam sanatını insan icra eder'' düşüncesi üzerinde çok yol katetmiştir. Bireyselliğe eğilen bu felsefede yaşam öğretilemez ve öğrenilemez. İnsan ancak onu kendi içine bakarak bulabilir. Yaşamın sonunu bağlayacak kurtuluşun anahtarını insanın kendi cebine koyar. Yine aynı şekilde yaşamın gideceği yolu bireyin önüne çizmez de bireyin adımladığı yerde yol oluşur. Karma öğretisinde de ceza veren bir tanrı veya uyulması gereken kurallar yoktur; kişi, kendi kendini değerlendirir.


Yaşamın her bireyde farklı şekillenmesi, icra edilenle icra edenin benzeşmesinin önüne geçmiyor. Hem kendi varlığını gerçekleştirme açısından, birey varoluşunu tamamlıyor; hem de tekdüzelik, aynı geçen yaşamlar, sıkı kalıpları olan kurallar arasında şekillenen birörnek yaşamlar ortaya çıkmamış oluyor. Bunun olmamasının iyi yanı da şuradadır: ''Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada kimse yok demektir.'' (Michel Foucault)

Benim mesleğim ve sanatım, yaşamaktır. Montaigne'ne bir daha döndükten sonra, son bir noktaya daha değinmek istiyorum: Gnothi seauton. Yani, ''kendini bil!''. Apollon Tapınağının girişinde yazılı olan ve sonradan Sokrates'le atfedilen bu söz, gerçek değer taşıyan bilginin insanın ta kendisi hakkında olan bilgi olduğuna işaret eder. Zira eğer kendi malzememizden bir eser ortaya çıkaracaksak , malzememizin ne yapabileceğini bilmeli ve ne yapmak istediğimize de karar vermeliyiz. Çünkü:

''Nereye gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgardan fayda gelmez.''



İlayda Ilgın Yüce / TEV Orhan Çetin fen Lisesi – Edirne

Yaşama sanatında insan hem sanatçı, hem de sanatının nesnesidir; yontucu, mermerdir, hekim, hasta.” Erich Fromm
Çünkü Sen Bir Sanatçısın

İnsanlar... Hala çözümlenemeyen ve belki de daha nice yıllar çözümlenemeyecek sırları, her bir hücresinin en küçük parçasına kadar kazımış olan varlıklardır. Hala daha açıklanamayan milyonlarca sırların kodlanmasıyla oluşmuş varlıklar...
Özgün,akıl ve iradesi olan, mantıksal ve gerçekçi düşünebilen ancak bunun yanı sıra kendine ait inanılmaz bir evreni zihninde kurabilecek kapasiteye sahip hayalperest bir nesildir insanlar. Bu kadar gelişmiş bir nesil olmasına rağmen hayatlarına devam edip, belirli bir kapasiteye gelebilmek ve kendi türü içerisinde iyi bir yer edinebilmek için ihtiyaç duyduğu birşey vardır; Yaşam...

Varlığı varlık yapan, doğumdan ölüme kadar geçen süre içerisinde yaptıkları, yaşadıkları, edindiği deneyimlerden topladığı bilgilerden biçimlendirdiği yaşamıdır. Varlık ona göre hayatına yön verir kendi yaşama şeklini kendi yazar. Varlık o bilgileri nasıl değerlendirirse yaşamına o şekilde yön verir. Ancak değerlendirilebilmesi için varlığın belli niteliklere sahip olması gerekmektedir; bunlar düşünebilme, gözlemleyebilme, sonuç çıkarma ve yaşadıklarını kaydedebileceği uzun süreli bir hafızaya sahip olmaktır. Bu niteliklere sahip olan varlıklar arasında, yaşamını biçimlendirme özelliğine sahip olan akla yatkın tek bir nesil geliyor; İnsanlar..

İnsanlar düşünebilen, gözlemleyebilen, sonuç çıkarabilen, R.Gagne, Miller ve Piaget'tin temsil ettiği "Bilgiyi İşleme Kuramı'na" göre olağanüstü bir hafızaya sahip bir tür. O halde yaşamamıza yön verebilecek kapasitede bir varlığız... Biz yaşama nasıl yön vermek istersek o şekilde yön verebiliriz değil mi? Üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğratacağız ancak bu ne yazık ki yanlış bir düşünce..

Yaşama yön vermek bir beceridir, bir sanattır...

İnsanların her biri farklı bir özgünlüğe sahiptir. Farklı düşünür, farklı kararlar verirle. Birine doğru gelen bir diğerine yanlış gelebilir. Evet, insanlar gerekli niteliklere sahiptir ancak bu nitelikler her bir insanda farklı çalışabilmektedir. Her bir insan özgündür, taklit edilemezdir elbette benzerlikler olabilir ama hepsini birbirinden ayıran farklı düşüncelere sahiptirler çünkü her insanın içinde var olan 'ruh' dediğimiz kavram onlara farklılık kazandırır. O halde biz şunu diyebilirmiyiz? Yaşamı bir sanat olarak görürsek eğer tıpkı bir sanatçı gibi hayatlarını farklı teknikleri kullanarak yol veren insanları fark edebiliriz. O halde Herodot haklıdır!

"İnsanın ruhu onun yazgısıdır." -Herodot

Yaşam senindir ve aynı zamanda yaşamı oluşturacak olanda sensindir. Yazgını kendin yazar ve yaşamına o şekilde yön verirsin. Yazgını kendin işlersin.

Unutma! Senin yaşamın senindir. Sen işler, sen yönlendirirsin. O kurduğun yaşam içinde uzun süreli bir hayat yaşarsın. Eğer ki değiştirebilirsen de onu değiştirmekte sana bağlıdır çünkü sen onun içinde hem bütün yeteneklerini ortaya dökebilecek yenetenekli bir yazar hemde tertemiz yazılmayı bekleyen beyaz bir defter sayfası aynı zamanda arkasında siyah bir leke bırakmayı bekleyen bir kalem niteliğindesin. Eğer ki yanlış bir şey yaparsan...

Değiştirmekten korkma! Yeni bir başlangıçtan, üstünü karalayıp yeni bir cümleye başlamaktan korkma. Unutma ki...
"Hayat korkunun bittiği yerde başlar." -Osho

Yanlışı yapan sensen eğer düzeltebilecek olanda sensindir. Çünkü sen hem bir yara hemde bir merhem. Hem bir öğretmen hem bir öğrenci, hem bir sanatkar hemde bir sanatsınıdır. Sen 'insansın' sana verilen en büyük yeteneği kullan ve yaşama sanatını tüm insanlara göstererek onları da aynı sonuca varmasına sağla. Çünkü unutma ki her insan birbirinden etkilenir.

"Tüm yaşamımız, insanIarın birbirini karşıIıkIı etkiIeyebiIeceği varsayımına bağIı oIarak akıp gitmektedir." -A. Adler

Yapabileceğinin en iyisini yap. Kendi hayatında, kendin için en iyisi ol ve en iyi hayatı kur. Senin örnek alabilecek bir yol belirlemelerini sağla. Unutma ki her insanın yaptıkları şeyler farklı olsada çıkabilecekleri sonuç aynı olabilir.

Siz! Yaşamınızı sanata dönüştürün!
Çünkü siz bir sanatkarsınız..