10 Haziran 2008 Salı

Nietzsche'ye Mektup

“Belki 2000 yıl sonra insanlar kitaplarımı okumaya cesaret edebilir”
Bunun için yaklaşık 200 yılın geçmesi yeterli oldu Nietzsche… Yıl 2008. Günümüze en yakın filozoflardan biri olmanın da etkisiyle sana büyük bir ilgi duyuyoruz. Bizler senin öğrencilerin olma yolunda elimizden geleni mümkün olduğunca yapmaya çalışıyoruz. Her yeni gün bizlere senin bilmediğimiz görüşlerini getiriyor ve biz o her gün bir adım daha kendimizi aşıp ötelere gidiyoruz.
Kibar olmaya, acımaya ve barışa eğilimli bireyler olarak yetiştirildiğimiz günümüz dünyasında zaman zaman öyle olması gerektiği için öyle olunduğuna şahit oluyor ve hatta bizler bile zorla öyle olduğumuzun çünkü öyle koşullandığımızın farkına varıyoruz. Tabii işte senin büyük bir cesaretle yok saydığın üzerimizdeki güçlerin kendi istekleri ya da çıkarları doğrultusunda gerçekleşen bu durumun ne kadar ahlaki olduğunu senin kitaplarını okurken sorgulama fırsatı buluyoruz. Asıl en önemli problemin ise senin öğrencin olma yolunda ilerlerken dahi sadece görüşlerine katılmakla kalmak olduğunu fark ediyoruz. Sebep ise çok basit. “O da benim olsun…” dünyasının çocukları düşünüyor ama uygulayamıyor. Alışmak çocuğun filozofluktan çıktığı en korkunç evreyse ve bizler de sürekli alıştırılan ve özellikle de korkutulan bireylersek sıradan insan olma yolunda ilerlemekten kendimizi alıkoyamıyor bir bir filozofluktan eleniyoruz. Üstelik büyüdükçe diğerlerine benzediğimizi görmemize rağmen hiçbir şey yapamıyoruz. Yapmaktan korkuyoruz. Yani sorun şu ki; senin kadar cesur olamıyoruz Nietzsche.
Okul arkadaşlarının sana taktığı isim aklıma geliyor : Küçük Rahip! Ve küçük rahip büyüyüp filozof oluyor. hem de büyüyüp… Ya bizler?
“Babadan oğula, anneden kıza…” durumunu aşmada zaman zaman beklenilenin üstünde bir gelişme katettiğimizi düşünsem de babası rahip olanın filozof olduğu gerçeğiyle bugün karşılaşamıyoruz. Çünkü söz konusu anne ve baba… Hem duygusal anlamda hem de toplumun üzerimize kurduğu baskı(!) anlamında mimlenen olmak istemiyoruz! En azından bunun hiç olmazsa sadece duygusal anlamda gerçekleşmiyor olmasına ayrıca dikkat çekmek istiyorum…
Sen her ne değilsen o Tanrı ve erdemdi... O yüzden kibritler daha küçücük bir çocukken ellerinin içinde kül oldu. “Tanrı öldü!” diyenin de sen olduğunu düşünecek olursak her şey olma yolunda ilerlediğini, gücünün üstünde hiçbir gücü kabul etmediğini de anlamaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. Evet, Tanrı’ya olan inancını yitirmiştin. Ama Tanrı’yı aramaktan vazgeçmemiştin. Sonraları ise Tanrı’yı üstün insanda bulduğunu sandın… Bu değişikliğe kolay alıştığını söylemiştin, oysa ki kendini kolay kandırırdın… En çok dikkatimi çeken bu sözünün ardına düştüm. Ve kendi hayatına dair konularda çelişkiler içinde yuvarlandığını gördüm. Dinin hayatın can damarı olduğunu da düşünen sendin! Hayat Tanrı olmadan boş ve anlamsız geliyordu. Belki de, ahlaki olmasa da dinin insanların üzerindeki o büyük yaptırımcı etkisine bu dünyanın ihtiyacı olduğunu düşünüyordun. Sinir sistemin acı çekmeye dikkatle planlandığından daima mutsuz bir insandın. Belki bütün bu çelişkilerinde bunun da etkisi vardı. Belki sen de ölüm gününün yaklaştığını hissediyor ve bu sefer Tanrı’nın “Nietzsche öldü!” diye yollarda gezeceğini düşünüyor, yeni düşüncelerinin doğum sancıları diye adlandırdığın migren ağrılarını arttırıyor da arttırıyordun.
“İddia ederim ki benim üstün insan dediğime siz şeytan diyeceksiniz.”
Senin üstün insan dediğin bugün bir şeytan değil belki ama başlı başına bir ütopya Nietzsche! Yani, seni okumaya cesaret ediyoruz ama yeterince anlıyor muyuz? Ben anlamak istiyorum ve seni yakından takip etmeye devam ediyorum. Henüz öğrenecek çok şey var. Bu yolda her daim sana rastlamak umuduyla ilerlemeye ve düşünmeye devam ediyorum.
Kaptırdım kendimi, durmadan yazıyorum… Zaman zaman karşımda Nietzsche’nin olduğunu da unutuyorum. Son sözüm şu ki, senin kadar cesur olabilmeyi çok isterdim! O zaman belki sonsuza kadar çocuk kalabilirdim!
Cansu Yılmaz

Ademler ve Havvalar

İnsanlar seçemedikleri bir noktadan başlarlar hayata… Hiçbir insana hiçbir konuda seçim hakkı sunulmaz. Ve bu dünyaya doğabilmek için geldiğimiz yerde ölürüz.Daha sonra ölümün için yas tutamadan doğum şenliği içinde bulursun kendini.İlk doğduğunda biraz izin verirler o kadar.Çevrene baktığında yatakta ki o yorgun ama bir o kadarda mutlu kadının annen, başucunda duran ve sıranın kendisine gelmesini bekleyen savaş kazanmış gazi bakışlı adamın baban ve yatağın kenarına ilişmiş ne olduğunu tam olarak kavrayamadığı halde, seni deli kıskandığı her halinden belli olan çocuk, ağabeyin olduğunu anlarsın.ilk üç seneni çoğunlukla kucaklarda geçirirsin ve tüm ilgi senin üzerindedir. Hayatta ki en büyük zevkin annenin abur cubur yemene izin vermesi,babanın parka götürmesi, ağabeyinin oyunlarında senide arasına almasıdır.Dört beş derken düşünmeye çoktan başlamışsındır. Aslında…
…Sorgularsın mesela Tanrı’yı. Sorarsın ailene “Tanrı nerede?”. Ama çocuksun sen aklın ermez, demek yerine daha kibar bir cevapla “Hadi oyuncaklarınla oyna.” Ya da “Bilmiyorum” demekle yetinirler. Sanki yol tarifi istiyoruz. O günlerde insanların umurunda olan tek şey yaramazlık yapmaman. İlk engellenmeler ve çocukluğun etiğini kavrama çabası. Çevrende ki herkes çaldığıyla oynadığı farklı olan insanlar. İyi bir çocuk olmanı istiyorlar ama öyle davranmana da engel oluyorlar. Bu keşmekeşliğin arasında birinci sınıf geldi çattı. Anneler, ağlayan çocuklar, koşuşturanlar, oturanlar, somurtanlar birde benim gruptan şaşkınlar. Rast gele bir yere otur ve ilk söylenen “parmak kaldırmadan konuşma! Öğrenciliğin etiği bununla başlarmış. Başta öğretmenin olmak üzere herkes bu kuralları vermeye çalışır sana. Ve sınıfta öğretmenin çocuğu olduğu için her şeye torpil geçilen kızın öğrenci etiği çözülememiştir daha. Sana beş sene boyunca ilkokul öğrenci etiğini verecek olan öğretmen çoktan bir sıfır yenik başlar maça. İşte adalet kavramını böyle güzelce öğrenmeye başlarsın. Öğle aralarında yemek sırasında senden güçlü oldukları için önüne geçenlerde en güzel haksızlık örneklerini öğretirler küçük kardeşlerine. Ama suç onlarda değil önüne geçenlerinde önüne geçilmiştir zamanında. Bir biter iki gelir üç koşar dört durur beş sorar ama bu düzen hiç değişmez. Ezberlenmiş bir metin ve mesajı ‘çalış, çalış,çalış’ sevgiyi de öğrendik.Altı geldi yedi gitti sekiz uçtu dokuz kondu on kaçtı on bir yakaladı on iki bıktı.Arada çok olay geçti ,tabi farklı etikler.Arkadaşlık,aşk ve diğerleri.Yıllardır çalışılan bir sınav atlatılır. İyi veya kötü bir üniversite. Orası daha da beter kimse kimsenin umurunda değil. Küçük bir hayat stajı ne de olsa… Ve hayatın gerçek yüzü. Çevrende bir sürü insan. Diğerleri gibi bunlara da sen karar vermedin. Çıkarları peşinde koşan ve bu koşudan yorulmayanlar, hayatını zamanını hiç tükenmeyecek gibi harcayanlar, saygıdan bihaber olanlar, her insanla her konuda dalga geçme yeteneksizliğine sahip olanlar vs. vs. vs. Ve aralarında bir elin parmağını geçmesede senin gibi ne yapılmaya çalışıldığını hala anlamayan insanlar. Sende hayatın boyunca bir arada yaşamak zorunda bırakıldığın bu dünyayı benimserim yavaş yavaş. Başta konuşsan da, engel olmaya çalışsanda, büyük balık küçük balığı yer. Sende tıpkı diğerleri gibi yaşam tarzını Pavlov’un köpeği psikolojisiyle sürdürürsün.Ve boşa harcanmış bir hayat daha.Ölüm gelir dayanır kapına.Doğumun gibi bunu da kimse sormaz.Başka bir dünyaya doğabilmek için bu dünyada ölürsün.Tarih tekerrür etti dersin belki ama tekerrür eden tarih değil hatalarındır.Ve kafandaki soru işaretleri en çok bu gün çoğalır.İlk kez düşünürsün bekli de.Biraz geç olsa da sorarsın .İyi ne?Kötü var mı? Ben bu hayatı nasıl tükettim böyle? Ve yanıtlarsın sorularını. Aslında yıllardır biliyordun ama itiraf edememiştin kendine.”Zaman avuçlarımın arasından kayıp gitti. Hızlı yaşadım her şeyi. Tükettim, üretmedim. Hatta o kadar hızlı yaşadım ki ne için, kimin için yaşadığımı unuttum. Yaşamış olmak için yaşadım hep ve insanlığı unuttum. Düşünmeye ihtiyaç bile duymadım. Ezbere yaşadım. Hayvan olmayı ben seçtim ve insanlığıma dair bütün değerlerimi sıfırlamayı da. Erdemlilik ne imiş? Uğraşmadım bile. Yıllar yılı vicdanımı susturdum. Twenelis’ in dediği gibi “ hiçbir suçlu kendi yargıcından kurutulamaz. Hazlarımı öne aldım, hor kullandım. Sorumluluklarla kovalamaca oynadım. İradesiz olduğumu en başta kabul ettim. Dönüp arkama bakmadım bile varsa yoksa çıkarlarım. Meğer insan iradesiyle, özgürce seçermiş yapacaklarını; alırmış tüm sorumlulukları üzerine ve buymuş gerçek mutluluğun gerçek hazzı. İşte etik kavramı buradan doğar ve yayılır bütün dünyaya. Bu yaşamda hepimize tanıdık gelen bir şeyler var değil mi? Bir mutluluğu arayış vardı ama ne yapacağını bilememesi ve yıllardır susturulmuş olması beynini uyuşturmuştu. İnsanlar bu dünya ya geldiklerinde mutlu olacaklarına inanıyorlar. Aslında mutlu olabilmemiz için vazgeçmemiz gereken ilk şartlanmışlık bu olsa gerek. Çünkü her adımımızda ne yaparsak yapalım bu hayat bize mutluluğu vermek için tasarlanmamıştır. İşte bu sebeptendir yaşlıların yüzündeki düş kırıklığı. Tüm hayatı boyunca mutluluk beklentimiz o acımasız gerçeklik duvarına çarptığında tuzla buz olmuş umutlar kalır geriye. Mutluluğa ulaşmanın asıl yolu acılardan kaçmak değildir. Aksine acılarımızı zirveye çıkan merdivenin basamakları olarak görmeliyiz. Korkak tavukları gibi karanlıklarda eşelenmeyi bırakıp, gözyaşlarını tecrübeye dönüştürmeliyiz. Halbuki her birimiz iyi bir insan olarak çıkıyoruz yola ve amacımız daha da iyi olmak. Kimimiz sapıyor yolundan kimimiz ise devam ediyor ve herkes seçtiği yollardan hayatın onu yoğurmasını istiyor, sonunda da kendilerini gerçekleştirebilmeyi. Yola çıkarken aldığı kararları, yolun sonunda yerine getirmenin verdiği mutlulukla asasını teslim etmeyi. Ne pahasına olursa olsun öğreniriz hayat boyu. Belki kazık yiyerek, hor görülerek, dışlanarak, aşağılanarak ama öğreniriz her şeyin bir etiği olduğunu. Önümüze nasıl engeller çıkarsa çıksın ve karşımızda ne güzel örnekler olursa olsun. Doğduğumuz andan itibaren ayağımıza takılmış altın bir prangadır öğrenmek ve içinde bulunduğumuz durum binlerce benzer durumdan yalnızca biridir. Tüm insanlığın savaşı budur Adem ve Havva’dan beri. Çünkü cennet bahçesinden kovulan yalnızca Adem ile Havva değil; bütün insanlıktır ……..
Benam Yüksel