2 Haziran 2016 Perşembe

Ahmet Berke Duman / Meram Fen Lisesi / Konya


"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150


Birey tarih boyunca sürekli olarak toplum içinde yaşamamıştır. Toplumların olmadığı ancak küçük aile ve ileri zamanlarında kabilelerin bulunduğu bir dönem olan ilkel komünal dönem, insanın tarihte, maksimum oranda 'birey' olarak yaşama şansı bulduğu bir dönemdir. Tabii ki, insan; her zaman etrafındaki insanlarla, onlarla birlikte veya onlara rağmen yaşamak zorunda olmuştur. Ama bu rağmenin genişleyerek toplum formuna dönüşmesi uzun zaman almıştır.
Toplum olarak isimlendirdiğimiz yapı içinde pek çok farklı genetiği, düşünceyi, kültürü barındırır. 'İnsanlık namına' derken aslında kasıt edilen insanlık kültürü, onuru, şerefi adınadır. Türk toplumundan kasıt memetik birikimin genetik olarak pekiştirilmesiyle oluşan, özünde dil ve kültür temasında ortaklaşan bireylerin varlığıdır. Toplumların genetik olarak oluşum süreci (fenotip benzerlikleri) genellikle ırklar ve dinler üzerinden okunur. Örnek vermek gerekirse bir kişiye esmer dersek o kişinin ya Mezopotamya ya da Latin kökenli olduğunu düşünülür. Bu düşünme biçimi insanoğlunun beyninin kestirme yollar bulma çabasından başka bir şey değildir. Oysaki bir Latin diğer bir Latin ile o da Latin diye beraber olmaz. Bu iki kişi dilleri, kültürleri, düşünceleri benzerlik gösterdiği için beraber olur. Irk veya millet olarak adlandırılan genetik köken, bu benzerlikler sonucu beraber olarak yeni nesiller oluşturan bireylerin ve o nesillerin yüzlerce yıllık birikimiyle oluşur. Irk denilen genetiksel biçimleniş insanoğlunun kendisine benzeyenle beraber olmak istemesinden oluşmuş ve sonraları sosyolojik olarak isimlendirilmiştir. Bu sayede toplum dediğimiz yapının aslında genetikle doğrudan alakasının olmadığını anlarız. Çünkü genetik sonradan sonraya şekillenmiş ve belirli alanlarda benzer olarak kümelenmiştir. Şimdi de bu dediklerimize ''Sen 'ırk'ın da 'toplum'un da, indirgenerek dil ve kültür dediğimiz ortak paydalardan oluştuğunu söylüyorsun, yani bu ikisine aynı şey diyorsun'' diyerek karşı çıkacak kişiler olacaktır. Fakat en başında da söylediğim gibi toplum dilin ve kültürün çeşitlerinin bulunmasıyla oluşur; dil ve kültürle ırk oluşuyor diyorsak farklı ırkların, millet oluşuyor diyorsak farklı milletlerin bir arada bulunmasıyla oluşur. Farklılık engellenir ise toplum diyalektiksel ilerleyişini sürdüremeyecek, Portekiz'de İspanya'da gördüğümüz gibi en sonunda iç dinamikleriyle veya Almanya ve İtalya'da gördüğümüz gibi kendi tek tip barbarlığının sonucu olarak yok olup gidecektir. Yahut da ilkel komünal dönemdeki gibi az olarak kalmak istemeyecek ve yeni yüzler tanımak isteyecektir.
Toplum ve insan sürekli olarak değişim içinde olan iki yapıdır. Toplum daha büyük ölçekli olduğu için değişimi yavaş, insan daha küçük ölçekli olduğu için değişimi hızlıdır; tıpkı her an 1300 kilometre/saat hızla dünya üzerinde döndüğümüzü fark etmememiz gibi toplumsal değişiklikleri de 'an' içinde fark edemeyiz. Bu toplumsal değişikliklerin iyi olana doğru gitmesi tarih boyunca bilge kişiler tarafından farklı yollarla da olsa öğütlenmiştir. Bu öğütleri tutan mürşidler sürekli olarak denemişlerdir ancak uzun süreli bir başarıya muvaffak olamamışlardır. Bunun nedeni büyük toplumsal devrimlerin hızla yapılmış olmasıdır, tıpkı öğütlendiği gibi. Lakin İnsan bu hıza uysa da toplum uyamamıştır. Böyle olunca modernizasyonun işe yaramadığına inanılmış ve post-modernist anlayış geliştirilmiştir. Ünlü bir öyküye sahip, kişinin dünyayı değiştirmek istiyorsa kendisinden başlaması gerektiği kuramı da bu post-modernist dönemin bir sonucudur. Bu kuramda Post-modernistler toplumla insanın dinamiklerine aynı şey demiştir ve birbirlerini etkileyeceklerini anlatmışlardır. İşin ilginci ise modernistler de çok farklı bir şey söylemiyordu. Onlar sadece devlet aygıtı veya başka tür erklerle toplumdan bireye şekillenişin gerçekleşmesi gerektiğini söylüyorlardı. Post-modernistler ise kişinin kendisini, çevresini, toplumu ve en sonunda dalga etkisiyle erki biçimlendirmesi gerektiğini söylediler. Toplum ve bireyin aynı kökten geldiğini zaten Hegel ve Marx açıklamışlardı. Hegel tinden ve 'mutlak geist'ten bahsederken Marx maddeden bahsediyordu. Post modernistler kendileri bulmuşlar gibi birey-toplum dönüşümünü terse çevirip ortaya koydular. Liberal ve küresel yapının günümüzde evrimleştiği neo-liberal siyasi altyapılar; siyasi üstyapı ve kamusal kurumlarını bu post-modernist, görünüşte bireysel lakin özünde 'bencil' doktrinle sardılar. Bu doktrinin zararı toplumculuğun unutturulması oldu. Pratik uygulamalarında sıkıntılar olan Marksizm bu sıkıntılar bahane edilerek Marksizmle alakası olmayan sevecen(!) bir şeye dönüştürüldü adına da post-Marksizm dendi. Altı boş kalan bu yeni icat da Habermas, Zizek, Marcuse gibi düşünürler tarafından dolduruldu. Hegelcilik ise merkez sağ-merkez sol çıkmazında eriyip gitti.Yaratıcı olduğu kavramların izleyicileri Hegel'i unuttu. Marksizm kadar heyecan verici olmayan Hegelcilik kimse tarafından ilerletilmek istenmedi. Eğer birileri çıkıp Hegelcilik'e momentum kazandırmazsa ileriki dönemlerde Hegel felsefe sohbetlerinin konusu olmaktan öteye geçemeyecektir.
Modernizmin kaybedişleri ile fırsatçılar kollektifçiliği ve kitleciliği Hitler çekirdeğinde faşizmle özdeşleştirdiler. Bu büyük bir yanlıştı. Bu özdeşleşme yazan-çizen dünya insanları tarafından benimsendikten sonra da Marksizm ve Marksist pratikler bu özdeşleşmenin getirdiği anti-toplumculuk üzerinden yerin dibine sokuldu. Post-Marksistler ve liberal sol ortodoks Marksizm'in yerine geçirildi. Yeni yerini yadırgamayan gruplar komünist, sosyalist, paternal otokrat ve parlamentoların bu tipteki kanatlarını hedef aldılar. Siyasi olarak oluşan yeni konjonktür bakımından değil de felsefe tabanlı düşündüğümüzde de durum tam bir felakete dönüştü. Çelişkiler ile biçimlenen ve ilerleyen felsefe birçok dalda tıkandı. Proudhon, Hegel, Marx, Kant gibi beğenmedikleri bir esere eleştiri adı altında kitaplar yazarak kümülatif birikimi sürekli ilerleten filozofların yenileri yetişmedi. Felsefe mirasının ilerleyişi birkaç filozofun tekeline düştü.
Modernizmi sadece Hegel ve Marx üzerinden değil de Taine, Toynbee, Gasset gibi filozofların üzerinden de okumak mümkündür. Ortak noktaları toplum yanında tarih filozofları da olmak olan bu insanlar toplum ve bireyi çok farklı açılardan ele aldılar. Kimisi bir taş koyalım bir sıva yapalım dedi, kimisi taşları hemen dizelim sıvası en son iş dedi. Ortak amaçları ilerlemek ve duvarı bitirmekti. Daha sonradan gelip her bir taş aslında kendi başına bir duvar bu yüzden her taşın mükemmel olması duvarın yapımını kolay hale getirir demek hayalperestlik değil de nedir? Aynı zamanda toplumsal değişimlerin yavaş olması gerektiğini düşünüyoruz diye uzun yıllar boyunca beklemek ve büyük bir olasılıkla hiç o günleri görememeyi göze almak kişinin heyecanını kırmaz mı? Aydın kişinin heyecanı kırılırsa halktan o dönüşümü beklemek ne kadar doğru olur? Belki aydın kişi birkaç yüzyılın evren, dünya ve canlılık için kısa bir süre olduğunu büyük atılımların ancak böyle gerçekleşebileceği konusunda kendini ikna edebilir ama herkesi kesinlikle ikna edemez. Destek görmeyen bu tip bir dönüşümü de Voltaire'in dediği gibi ''Halk için halka rağmen'' şeklinde yapmak post-modernistler için kendileriyle çelişmekten başka bir şey olmayacaktır.
Bireyin ve toplumun nasıl refaha huzura ereceği konusunda Platon'dan Aristoteles'den beri çalışılınıyor. Farklı ideolojiler, öğretiler geliştiriliyor. Hepsi de kendi dönemlerinde olan düzenin ideal olmadığını ama ideal olması gerektiğini söylediler. Bazıları tarihte idealinin bulunduğunu ona dönmemiz gerektiğini söylediler. Bu ideal olmayan, olamayan düzenlerin sebepleri ise zaman-mekan ayırt etmeksizin aynıdır: Var olan durumdan çıkarı olan ayrıcalıklı çevreler. Feodal ağalar, imparatorlar, burjuvazi... Azınlığın çoğunluk üzerindeki mutlak tahakkümü... Bu tahakküm insanlığın maddi manevi olarak olabileceğinden çok daha yavaş ilerlemesine sebep olmuştur. Bu topraklardan örnek vermek gerekirse Cemil Meriç ''Bir elinde kılıç bir elinde Kur'an tutan Osmanoğlu düşüncenin kıpırdamasına izin vermedi'' der. Osmanoğlu gibi, Aslan Yürekli Richard ve feodal beyleri de, İngiltere Kraliçesi Victoria da, Alman Şansölyesi Otto von Bismarck da izin vermedi. Bugün demokratik gözüken ve hatta demokrasi götürme iddiası taşıyan ülkelerde de statükonun, üstündeki porselen çay fincanını taşıyan duvarlarında gedikler açılmasına izin yoktur. Bu verilmeyen izni savunan bunun gerekli olduğunu söyleyenler sayesinde onlardan kurtulunsa bile bizzat erk aygıtları ile yamalamalar sıkı sıkıya yapılacaktır. Belki bir gün yamalamaya hiç gerek kalmayacaktır. Aldous Huxley'in dünyasında olduğu gibi her taş yerini doldurmuş olarak fabrikadan gelecektir.
Hastalıklı düzenlerden çıkar sağlayan çevreler kendi aydınları sayesinde toplumculuğun ve kollektivizasyonun tek tipleştirdiğini, özgürlükleri kısıtladığını, insanlık için iyi olan erdemleri baskıladığını anlattılar. Soyut ama ihtişamlı özgürlük ve erdem kavramlarını toplumculuğun somut ama cılız özgürlük ve erdem kavramlarının yerlerine koymaları kolay oldu. Birey yüceltilirken toplum unutuldu. Kutuplaşma olmasın, aman tadımız kaçmasın diyerek düşüncenin önüne setler çekildi. Bütün bunlar olup biterken, her şeyin değişeceği zamana kadar insanlara düşen akıl sağlıklarını korumak ve anlatmak. Her zaman da söze başlamadan önce hatırlatmak ''De Te Fabula Narratur'' (Anlatılan, senin hikayendir).

Hiç yorum yok: