1 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Tüketim Nesnesi Olarak Doğa


Bugün bilimsel bilgilerimizin, tekniğimizin ve teknolojimizin bizi getirip bıraktığı noktada; edilgen sandığımız muhatap, birdenbire, yok oluşumuz üzerine uyarıyor bizleri; ya da anlayabilenlerimizi.
Dünyanın akciğerleri Tropikal yağmur ormanları devletlerin onay verdiği büyük şirketlerin ellerinde hızla yok ediliyor. Bu kesimler aynı hızda devam ederse, 21.yy. sona ermeden tamamen yok olacağı öngörülmekte. Su kaynakları tükeniyor, kirleniyor. Hava kirlendi, iklimlerin etkileri değişti.Çöplerimizi nereye sığdıracağımızı şaşırmış durumdayız.
Doğa alarm veriyor. Ekonomik rekabet liberallerce kutsanmış, siyasi rekabet de tüm dünyanın düsturu olmuş. Nükleer enerji ve nükleer silah çılgınlığı her yanı kaplamış, gözümüz başka bir şeyi görmez olmuş. Oysa toplamda insanlığın sonu olacak bir nükleer savaş tehlikesi değil söz konusu olan. Nükleer tehlike, bir olasılık hesabının sınırları içinde ya vardır ya da yoktur. Yeryüzü gezegenimizin madde olarak tüketişimizin hazırladığı yok oluş ise, her türlü olasılık hesabının ötesinde ve dışında duran gerçek! Dünyadan yoksun kalabiliriz!
Doğa ve insan arasındaki çatışmanın sonunda insanın kazanacağı olasılığı yüksek değil ama dünya gezegeni, zekası ile hayatta kalma becerisi yüksek insanı yok edemeyecek olsa da, yüzeyinde istemeyecek! Virüslerle mi yoksa depremlerle mi olur bilinmez. İşte tehdidi algılayan biri ironik bir biçimde tasarlamış bile, ‘’Elektromanyetik gökdelenler’’ Birbirlerinin manyetik alanından etkilenerek havada yüzen bu gökdelenler insanların yeni yaşam alanları olacak! Gezegen kaynaklarını oburca sömürüp tüketen bugünkü nesillere lanet okuyan gelecek nesillerin yaşayacağı gökdelenler!
Gündelik koşuşturmalar içinde bir türlü aklımıza getiremediğimiz gerçekler, sırf biz düşünmüyoruz diye, sırf ‘’insani’’ gündemimizi işgal etmiyorlar diye gerçek olmaktan çıkabilirler mi ? Biz, adını ‘’İNSAN’’ diye yücelttiklerimiz, 9 milyar yıldan beri -yani ağaçlardan inip,arka ayaklarımızın üzerinde dineldiğimizden beri- bilimin daha bir 10 milyar yıl kadar ömür biçtiği gezegenimizi tüketmekteyiz. Hem ürüyor, hem tüketiyoruz; ürediğimiz ölçüde daha çok tüketiyoruz. Ama geleceği hesaplamadan tükettiğimiz doğa, düşleyemediğimiz atalarımız yokken de vardı, bizler bugün olmasak da varolabilirdi ve olacak çocuklarımızdan bir teki bile olmaksızın, yarın da varolabilecek; oysa biz onsuz varolamayız. İşte bunu iyice anlamak gerek.

İçinde yaşamadığımız için, onun düzenliliklerine ve gücüne göre düşünmesini öğrenemedik. Yeryüzünü kurtarmak yada yağmur ve rüzgar anlamındaki havayı kollamak için, uzun vadeli düşünmek gerekiyor. Oysa kısa vadeli yanıtlardan ve çözümlerden başkaca bir şey önermiyoruz, çünkü anlık yaşıyoruz. Bugün çevre hareketleri bile, tüketime dayalı ekonomik işleyiş tarafından dize getirilmiş durumda.
Doğayı korumaya gönülsüz yöneticiler iktidarlarını koruyorlar, medya ise günübirlik yaşamı üretip dayatıyor ve bilim de bize kalan tek gelecek projesini elinde bulunduruyor. Uzun vadeli bir girişimde, kısa vadeli araçlarla nasıl başarıya ulaşabiliriz? Anlık yaşayışlarımıza egemen olan siyasi iktidar, bilim ve medya tarafından bugün içimize yerleştirilmiş olan kültürü, kıyasıya bir şekilde sorgulayıp
yeniden gözden geçirmek gerek. Tek tanrılı dinler cephesinden bakarsak, insan aklıyla doğada ayrıcalıklı bir konuma oturmakta, diğer canlı cansız ne varsa tüm tanrı yaratımlarını da insan emrine vermektedir. Böyle olunca, insan diğer varlıkları kibirle doğrudan veya dönüştürerek tüketiyor. Tüm bu paradigmaların varlık algılarıyla yüzleşmeden insan, doğal bir varlık değil, doğanın üzerinde bir varlık olma ayrıcalığını yaşayarak, içinde yaşadığı doğanın sonunu getirecektir. Doğaya ve genel
olarak varlığa ilişkin algı yeniden oluşmalı. İşte tam burada Martin Heidegger’in varlığı ele alışı üzerinde durmak gerekir.
Heidegger, Platon’dan bu yana varlığın metafiziksel biçimde açıklanmakta olduğunu
işaret eder. Oysa doğa filozofları varlığı dolaysız kavrayıp açıklamışlardı. Onların
amacı sadece bilmekti.Orta Çağ’da da varlık İlahi Varlık olarak ele alınmış.Akıl Çağı
ve Aydınlanma’ nın aklın üstünlüğüne verdiği önemle artık, özne merkezli kavrama ve
bilme çabasını görüyoruz.
Bilmek ama onunla yetinmeyip, bilmenin verdiği olanakla dönüştürme, değiştirme çabasını.Bilip de kendine dönüştürmemek mümkün müydü bilmiyorum; ancak yeni bir algı ve ahlakın gerekliliği, geldiğimiz noktada kendisini dayatıyor.
Heidegger’e göre, Descartes’le başlayan Modern Batı felsefesi, varlığı bir metafizik anlayışla ele alıp açıklamıştır. Peki, Descartes’i neden modern felsefenin kurucusu olarak kabul ediliyor? Felsefenin akışı neden Descartes’le birlikte değişti? Descartes’i bu kadar önemli bir konuma getiren onun ‘’cogito’’sudur. (öznenin düşünmesi) Descartes’in ‘’cogito’’ su, varlığı kendisi için bilinen hale getirir. Descartes’te tüm var olanlar, kendi varlığının bilgisi de dahil, bilenin düşünmesine bağlanmıştır. Descartes sonrası çoğu filozof, felsefenin temeline cogito’nun (düşünmenin) değişik formlarını koyarak felsefe yaptı.İşte Heidegger için eleştirilecek olan budur. Özne odaklı epistemoloji bize varlığı kavratmaz. Bunu yaptıkça varlıkla aramıza bir perde iniyor.
Varlığı, özne merkezli kavradığımızdan dolayıdır ki varlıktan uzaklaşıyoruz.
Descartes’le başlayan modern özne temelli felsefelerin amacı, doğaya egemen olarak onda bulunan yasaları bilmekti. Modern felsefe ve bilim öznenin her şeyi kendisine göründüğü gibi inşa etmesi üzerine kuruludur. Bu haliyle de özne bilgi ve bilim her şeyi açıklayan konuma yükselmiştir.
Cogito her şeyi kendi tasarımı olarak ortaya çıkarmaktadır. Descartes’in akıl bağlamında önerdiği hakimiyet ve sahiplenme insanlığın yaşamına düsturu olduğundan beri, doğaya egemen olma ve onun yasalarını bilme isteği , öznenin kendini apaçık bilmesi üzerine temellendi.
Bu şekilde her şey özne metafiziği ve özne merkeziyetçiliği ile açıklanmaktadır. Modern bilim Heidegger’e göre metafiziğin son halidir. İnsan yaşantısındaki her türlü yaklaşım sanat, eğitim, siyaset, sanayi, her şey bilim ile temellendirilmeye çalısılmakta, her alan bilimin kesinliğine dayandırılmaktadır. Bu da metafizik yaklaşımın farklı bir halidir. Oysa Antik Yunan da ve Orta Çağ’da bilim yaklaşımı farklıdır. Yunan’da bilim doğanın gözlemlenmesidir, kesinlik arayışı yoktur. İnsan nesneye sahip değildir sadece nesneyi gözlemler ve onun hakkında bilgi sahibi olur; karşısına çıkan şeyi olduğu gibi açık bir şekilde kavrar. Orta Çağ’da ise Hristiyanlığın etkisi bilimde de
kendini gösterir. Bilim inanç tarafından şekillendirilmektedir. Modern bilim ise matematik ile doğanın bilgisinin araştırılması ve dönüştürülmesini içermektedir. Modern bilim kesinlik iddiası ile Ortaçağ’ın dinsel düşüncesinin yerini almış; iktidar olmuştur. Heidegger’e göre modern bilim real olana saldırır, bu şekliyle modern bilim, bilimin özüne ters düşmektedir. Bilim özü gereği, real olanı saf haliyle kavramaya çalışır.
Modern bilim adamı şeylerin olduğu gibi mevcut olmalarına izin vermemektedir. O, şeyleri ele geçirir, nesneleştirir ve karşısına koyup kendine göre şekil verir . Mevcut olan karşıda duran haline gelmiştir. Modern bilimin bu yaklaşımı, insanın doğayı karşısına alması anlamına gelmektedir. Artık insan doğanın içinde olmayıp, onu karşısına almıştır. Bu insanın kendisi ve dış dünya ayrımı yapması demektir. Böylece insan gerçekliği kendisine göründüğü şekliyle, ele alıp tanımlamaktadır; özne
metafiziği başlamıştır. Modern insan sahip olduğu rolünü oynarken, hesaplanabilir, denetlenebilir dünya da insanın karşısında duran bir resim haline gelmiştir. Modern bilim Heidegger’e göre bu anlamda özne olan insanın eseridir. Modern teknik de bu böyledir. Nehir üzerindeki kurulu hidroelektrik santrali, nehri doğal akışından koparıp kendi emrine vermiştir. Artık o bölgedeki doğal varlık alanı bir daha müdahale öncesine dönmeyecektir.
Modern dönem insanı her yerde özgürlükten yoksun olarak tekniğe bağlanmış durumda. Teknoloji, doğaya meydan okumaktır, ona hakim olmak demektir. Modern teknik tarafından doğa el altında duran haline getirilir, nesneleştirilir. Modern teknik varolanı açığa çıkartmak yerine,
onu denetlemeyi ve belirlemeyi seçer. Böylece varolanı özneye göre düzenleyen teknoloji, varolanı çerçeveler. Çerçeveleme, nesneyi emrinde gösterir, insana dünyanın efendisi olduğu dürtüsünü yaşatır. Yani Varlık ‘ ı özne metafiziği içinde yoğurup, her şeyin merkezine insanı ve onun bilgisini koyarak Varlık ’ı insanın ürünü ve yaratısı haline getirir. Varlık insanın belirlediği, bildiği bir nesne haline gelir. Diğer yandan çerçeveleme, insanın gerçeğe ulaşmasını engeller. İnsanın kendisi de bu
çerçevelemeden kaçamayacaktır. Nitekim insan da, el altında duran dönüştürülen tüketilen bir varlık haline gelmektedir. ‘’İnsan Kaynakları’’ nitelemesi bunu göstermiyor mu?
İşte insan bu çerçevelemeden kurtularak, doğanın bir parçası olduğunu hatırlamalıdır.
Dünya’yı esirgemek için aramızdaki barışa ve kendimizi esirgemek için de dünya ile barışa karar vermek zorundayız.
Teşekkür ederim.
(15 Ocak 2012 Karşıyaka Lisesi'nde yapılan liselerarası felsefe etkinliğinde sunulan metin)

Seda KEFELİ


Kaynakça
Michel SERES Doğayla Sözleşme YKY

A.K.ÇÜÇEN Heidegger’de Varlık ve Zaman