18 Şubat 2008 Pazartesi

Baş veya Son Üstüne

“Boşluğun üstüne kuzeyi yaydı.
Ve hiçliğe dünyayı astı.”
Tevrat, Eyyub


“Onu yapmayı öğrenemiyorsam, yapmamayı öğrenecektim.”
Marifetler, Ursula K. Le Guin


Kahraman var eden midir, yok eden mi? Süregelen tarih yapısı ve toplumsal düşünceler bir yana kişi kendi içine baktığında da bu sorunun cevabını vermekte elbette zorlanacaktır. Doğduğumuzdan beri aşılanan yapma ve var etme fikirlerinin olumluluğu yüzünden bilinçaltımız bizi yanıltıyor belki de. Değilse, birçok şey açıklanamazdı, dürtüsel Vandalizm gibi, mazoşizm ve satanizm gibi, öldürenleri kahraman yapan ve bizim de karşı gelemeyerek duygusal olarak desteklediğimiz filmler gibi, destanlar, cinayet romanları gibi, çok izlenen tecavüz görüntüleri gibi… Çabam bunu yapanları kötülemek değildir, onlar insandır. Eleştirmeye hakkım olsaydı bütün bunları bize kötülük başlığı altında veren ama içten içe arzulayan riyakâr süregelişi eleştirirdim. Ne yazık ki benim düşüncem de bu süregelişe hizmet ettiği için sadece gözlemlemek yerinde olur. “Her ülkenin üstünde bir iyiler levhası asılıdır. Bakın, yengiler levhasıdır bu onların.”[1] Yengiden kasıt, mağlup etme, üstünden gelme veya savaş kazanmadır, dikkatli bakılırsa bunun her yerde böyle olduğunu ve olacağını fark etmek pek de zor değildir. Bunun üzerine defalarca kitaplar yazılmış (bkz: Patasana, Ahmet Ümit), konu filozoflarca tartışılmış ve insanın içindeki bu yıkma/yok etme arzusunun nereden geldiği sorgulanmıştır. Bu düzenin içinde olmasam ve yine aynı zihne sahip olsam belki de önermem şu olurdu: “ İnsan yapılmışlığın en üstü olduğu için, yıkmak zorundadır.” Daha açık konuşmak gerekirse, “ Eğer tanrı olsaydı, insan tanrının tam aksinde dururdu.” Ve bunun sonucu olarak, eğer düzen bir döngüyse, bu döngünün başa veya sona(hangisinin önce olduğu bilinemeyeceği için) ulaşmasını sağlayacak şey elbette ki en yapılmışın yıkıma uğraması ve yapımla aynı hızla yıkılmasıdır. İnsan’ın yıkma duygusunu bastırması, insansal zekâ ve yapay merhametle belki de süregeleceğe engel oluşturması olası değildir. Çünkü düzen, içindeki materyalin kurbanı olursa bu evren oluşumundaki ciddi bir hatadan kaynaklanmalıdır ve evrenin yani düzenin yani adı üstünde “düzen”in hata yapması, maddesel bir kusur işlemesi insani düşünceyi yerle bir eder, neden sonuç ilişkilerini, koşulsuz yaşama isteğini dolayısıyla yok etmeye karşı olan zaafı yok eder. Bir şeyin yol açtığı şey kendisi olursa belki de bunu kısır döngü diyebiliriz. Evrenin kısır döngü olması mümkün olabilirdi ama bunu benim gibi süregelenin içinde bulunan birinin kabul etmesi mümkün olmazdı. Öyle olsaydı, bu satırlar yazılmamış olurdu.

Düzenin kusursuz olduğunu var sayarsak, bu insanın içindeki yok etme arzusunun önüne geçilemez olduğu sonucunu doğurur. İnsanın insan formunda var kalabilmesi için diğer canlıları yemek durumunda olduğu da göz önünde bulundurulur, yaşama hakkının doğada güçle ve rekabetle elde edildiği düşünülürse düzenin de insanı yıkmaya zorunlu bıraktığı kanısına varılabilir. Güç ve rekabetin, yani doğal değerlendirmenin en üst belirleyici olduğu toplum yapısı, eşitlikçiler ve bir kesim özgürlükçüler tarafından insan aklından uzak kalmakla, ilkellikle ve merhametsizlikle eleştirilebilir. Ve hatta bu kişiler klişe bir deyişle edenin bulacağını, yarın öbür gün herkesin her koşulda bulunabileceğini, insaniyetin herkese her koşulda eşit haklar tanıması gerektiğini söyleyebilirler. Bilmezler ki, bu görüşün savunucusu aslında bunu ister, edenin bulmasını, kim ne ediyorsa onu bulmasını. İnsaniyete gelince, insaniyet iyi diye damgalanan birkaç duygunun ötesindedir belki, kim bilir.

Ve hızlı birkaç adım atarsak, boşluğa ulaşmış oluruz. Yapılanın yıkılacağını ve yıkılanın yapılacağını kabul etmek değil de, varsayarsak, en yıkılanı merak etmek kaçınılmazdır. Öyle ya, en yapılanı bulduğumuzu, en azından yaklaştığımızı, hiç olmadı oluşumunu bildiğimize göre en yıkılanı yani bizim için ulaşılması en mümkün olmayanı merak etmek insan adına gayet doğal bir davranış olacaktır. İnsan enlerine ve heplerine bir cevap bulmalıdır, sınırlar gerekli, zorunludur. İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda anlattığı üzre, boşluk teorisi var oluş üstüne ortaya atılan en demirbaş toplardan biri olup, dini sistemleri de kendine bir nevi köle etmiştir. Teist inanışlara göre tanrı dünya’yı boşluğun bir üst(veya alt) basamağı olan hiçten var etmiştir. Dolayısıyla varılacak en üst yıkım hiçlik olacaktır. Eğer kendimi konuşmaya layık bulsaydım, çekinerek bunun fazlaca ileri gitmek olduğunu söyleyebilirdim. Eğer hiçliğin varlığını hayal edebilmek şöyle dursun, bir düşünce kırıntısı olarak zihnimin herhangi bir köşesinde barındırabilseydim, benim için de ona inanmak vazgeçilmez bir güven olurdu. “Hiçlikten hiç çıkar.”[2] Üstüne bir şey söylemek belki de gereksizdir. Sırf insan mantığıyla hiçbir noktada çakışmıyor diye hiçliği yok saymak yersizdir belki. Ama düzenin içinde olduğuma, insan mantığına ve duyularına sahip olduğuma göre aksini savunmak çok daha yersiz, sanal ve hayali olurdu. Belki de gerçek olurdu. Baş veya son, son veya baş. Yerini kestirmek mümkün değil.

Cansu Hepçağlayan
[1] Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt
[2] Nietzsche, Böyle Buyurdu Zedüşt