2 Haziran 2016 Perşembe

Hüma Kocaarslan / Beşiktaş Atatürk anadolu Lisesi / Istanbul

"Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma." Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150

KÖR OLMAYI SEÇMEK
“İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!”

Toplum, tarihsel gelişme içinde, aynı toprak parçası üzerinde birlikte yaşayan ve ortak bir uygarlığı olan, yaşamlarını sürdürmek, birçok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan insanların tümüdür. Toplumlar kendi değerlerine göre şekil kazanırlar. Ve kazanılan bu şekil, içinde bulunan insanların o düzen etrafında kendilerine uygun parçaları almalarıyla gelişir. Bu insanların birbirleriyle olan zıtlıkları ya da benzerlikleri onları bütün haline getirendir. Arno Gruen’in de dediği gibi ‘’İnsan bedensel ve ruhsal gelişimi için diğer insanlara ihtiyaç duyan toplumsal varlıklardır.’’; biri diğeri olmadan yapamaz.

Peki toplum nasıl bir arada kalır? Toplumun bir arada kalabilmesi için belirli kurallar gereklidir. Bunlar bazen yasa bazen de etik şeklinde adlandırılır. Peki bunlar ne işe yararlar? Etik, insanlar için neyin doğru ve iyi olduğunun ortaya konmasıdır. Geniş anlamda etik, herhangi bir eylemin kabul edilebilir biçimde gerçekleştirilmesini sağlayan temel kurallar ya da değişkenlerdir. Etik, bir toplumun ahlaki açıdan kazandığı değerlerdir. David Hume’a göre ahlakın alanı insanın kendi duygularıdır. Ahlakın kendi prensiplerini ortaya çıkarabilmek için insanın kendisi üzerinde araştırma yapması gerekir. Ahlakın kaynağı duygular olduğuna göre, Hume duyguları analiz eder. Onun diğer duygulardan ayrı tuttuğu bir duygusu vardır: “sympathie”(duygudaşlık). Hume bir kişinin sympathie sayesinde başkalarının haz ve acılarını hissedebildiğini söylemektedir. Ahlakın amacının hazzı elde etmek ve acıdan kaçınmak olduğunu söyler ve bu noktada Hume’un faydacılığının açıkça hissedildiğini görürüz. Hume bir toplumun ancak insanların karşılıklı duygularını hissedebilmesiyle oluştuğunu savunur. ”Ahlakın temeli olan duygudaşlık birbirimizi anlamamızı ve dolayısıyla da bir toplum oluşturabilmemizi sağlayan şeydir. Bütünün, insanlığın çıkarını ancak biz sympathie sayesinde göz önünde bulundurabildiğimize göre, bir toplumun bütün kalabilmesini sağlayan şey, sympathie olmaktadır. Sympathie olmasaydı, insan egoizmin ileri sürdüğü gibi, sadece kendi yararını düşünen varlık olacaktı. Sympathie, diğer duyguları ve diğerlerinin duygularını anlamamızı sağlayan bir duygudur.’’ sözü ile bunu çok net gözler önüne sermiştir.

Devlet toplumsal sistemle özdeşleştirilmiş bir yapıdır. Platon’a göre insanın üç ayrı yanı vardır ve bunların kendilerine özgü üç ayrı zevk, üç ayrı buyruk, üç ayrı istekleri bulunmaktadır. Bundan dolayı başlıca üç çeşit insan vardır; bilgi sever, ün sever ve para sever. Platon devletin bu üç sınıfla birlikte bir düzen oluşturup bütün olması gerektiğini savunmaktadır. Devlet, içindeki insanların birbirleriyle zorunluluktan dolayı bir araya geldiğini söylemektedir. İnsanın varlığının, eğitiminin, ulaşımının, giyeceğinin, içeceğinin... vs. sağlanabilmesi için en az beş-altı kişi olmakla birlikte bir araya gelmeleri gerekmektedir. Platon, ‘’Biz devletimizi, bütün topluma birden mutluluk sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa bir sınıf ötekilerden daha mutlu olsun diye değil.’’ sözüyle toplumun temel amacının bir arada ihtiyaçların karşılanarak ortak mutluluğa erişilmesi olduğunu açıkça belirtmiştir. Platon insanların birbirleri için yaşaması gerektiğini savunurken, Ayn Rand bunun gerekli olmadığını şu sözleriyle savunmuştur. ‘’ Başkaları için yaşamaya kalkan kişi, bir bağımlıdır. Amaçları açısından bir asalaktır, hizmet ettiği kimseleri de asalak haline getirir. Bu ilişkiden doğabilecek tek şey, birlikte yozlaşmaktır. Kavram olarak imkansız bir şeydir bu. Gerçek hayatta buna en yakın olan şey, başkalarına hizmet etmek için yaşayan kişidir ki, o da köledir. Eğer fiziksel kölelik bile iğrenç bir kavram gibi gözüküyorsa, ruhsal kölelik bundan ne kadar daha iğrenç bir kavram olmalıdır!’’. Rand bu sözü ile insanların birbirlerini düşünmeleri, onlar için bir şeyler yapmasının kölelik olduğunu ifade etmektedir.

Bir toplumun oluşurken düzenini oturtabilmesi için bir erdeme ihtiyacı vardır; adalet. Platon, ‘’Kötülüklerin ilki ve en büyüğü, haksızlıkların cezasız kalmasıdır. Toplumun ancak iyiliklerin ve kötülüklerin adil bir şekilde karşılıklarını almasıyla varolabileceğini savunmuştur. İhering, ‘’Adaletin hedef ve gayesi eşitliği sağlamaktır.’’ demiştir. Adaletin bir toplumdaki düzeni ve birliği sağladığını savunmuştur. Birçok kişinin aksine Thrasymachus ‘’Adalet güçlünün çıkarından başka bir şey değildir.’’ diyerek adaletin sadece yöneten ya da üstün olan sınıfın işine geldiğini savunmuştur. Adalet gerçekten güçlünün çıkarı mıdır, yoksa düzenin ve eşitliğin sağlayıcısı mıdır?
İnsan başından beri özgürlüğü için savaşmıştır. Kendi hareketlerini kendisi kontrol edebilmek ister. Kimi zaman toplumun onu kısıtladığını düşünerek ondan kaçar. Ama farkında değildir ki onu kısıtlayan toplum değil kendisidir. Özgürlüğünü kendisi kazanır ve kendisi yaşatır. Onu bir bütüne döken, topluma yansıtan da kendisidir. Marx’ın da dediği gibi ‘’ Bir kimsenin özgür olarak gelişmesi, herkesin özgür olarak gelişmesinin şartıdır.’’. Özgürlük tam olarak nedir? Platon özgürlüğün insanın ‘kendi olma’ durumunu başarabilmesidir. Ve bununla ile birlikte insanın kendi yapısını seçme imkânı olarak felsefe sahnesinde yerini almıştır. Özgürlük Aristoteles’in bilginin eşlik ettiği tercihte bulunma gücü olarak karşımıza çıkar. Ne var ki Modern felsefede Spinoza’nın itirazlarına maruz kalır. Spinoza için özgürlük, insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur. Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Spinoza ‘’ Havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı.’’ sözüyle özgürlüğün zorunluluklara dayalı olduğunu savunmuştur. Hume’un ebeliğiyle yeniden doğan özgürlük, Kant felsefesinde reddedilemez, ama teorik olarak hakkında hüküm verilemez gizemli bir ahlaki koşul mertebesine çıkar. Marks ile birlikte tamamen toplumsal ilişkiler bağlamında siyasetin nihai amacı olarak felsefede yeni bir görünüm kazanır. Albert Camus felsefesiyle bir tür düşünce ve eylem belirleme gücü olarak bir kişi potansiyeli olarak belirir ve Sartre tarafından kişinin varoluşunun temel ontolojik kategorisi olarak kaçınılmaz ilan edilir.
İnsan özgürlük kavramının birey elinde tutulan ona özel bir şey olduğunu düşünür ve onu bu şekilde ister. Sanki toplumla birlikte özgürleşemezmiş gibi ondan kopup gitmek ister. İşte tam da bu sırada yalnızlaşır, bencilleşir ve beraberinde onu tamamlayandan (toplumdan) kopmuş olur. Özgürlük birey için değil; özgürlük toplum içindir. Lord Acton, ‘’ Özgürlük daha ileri politik bir sonucun aracı değildir. Kendisi en ileri politik sonuçtur. Özgürlük iyi bir kamusal yönetimin hatırına değil, toplumun ve özel hayatın en ileri hedefleri uğraşısının güvenliği içindir. ‘’ sözüyle bunu belirtmiştir. İnsanın en çok aradığı ve bulmak istediği özellikler olan; bağımsızlık, özgürlük tutukusu, adalet duygusu bireysel olduğu kadar da toplumsaldır. Marx’ın da savunduğu gibi bir kişi özgür olmadan toplum özgür olamaz. Bununla birlikte toplum olmadan insan olamaz.

Tüketilmek için üretilen kültüre kitle kültürü denilmektedir. Adorno ve Horkheimer’a göre, kültür; toplumu belirli kurumların bağımlılığı altına alarak endüstrileştirilmişti. Buradaki temel amaç kültürü metalaştırmak, bireyleri kitle kültürü dediğimiz eğlence ürünleri aracılığıyla ait oldukları statü gruplarına uygun tüketim biçimlerine güdülemek ve varolan ekonomik yapıyı haklılaştırmaktı. Teknik, ekonomik, örgütsel gereklilikler de kültür üertimini belirlemekteydi. Dolasıyla sanat ikincil amaç haline getirildi. Bu sistem tüketicilerinin gereksinimlerine uygun ürünler ürettiğini savunur ama asıl amacı üretimin tüketilmesi için üreticide yanlış gereksemeler uyandırmaktır. Böylelikle tüm kitle kültürü üretimi ekonominin çıkarları doğrultusunda programlandığından kültür endüstrisi ürünleri birbirlerine benzeyip, özgürlükten yoksundurlar. Kültür endüstrisi kişiyi düşünceye yöneltmez onu dünyanın hazır yorumlara maruz bırakır. Bu kişinin olgusal gerçeğine uygun düşmese bile onun tarafından kabul edilir. Çünkü o artık araç haline gelmiş düşünme yetisini kaybetmiştir. Belli bir noktadan sonra kişinin tüm içe ve dışa dönük davranışları kontrol altına alınmış olur. Durum, bireysellikten ancak en soyut düzeyde söz edilebilir bir hal almıştır. Kitle kültürü varken bireysellikten ancak görünüşte söz edilebilir.

‘’Frankfurt Okulu’nun kitle toplumu kuramında iki tema hâkimdir: 1- Yoğun ekonomik ve teknolojik gelişme karşısında geleneksel toplumsallaşma kurumlarının zayıflaması ve 2- İnsanın emek ve etkinliği sonucu ortaya çıkan nesnelerin insan kontrolünün dışında gözüken bağımsız, özerk güçlere dönüştüğü kültürün artan somutlaştırması. Böylece, kitle toplumu parçalanmış insanı “anlaşılmaz bir zorunluluk” tarafından yönetilmektedir”(Swingewood, 1996, s.32). Anlaşılacağı üzere kitle kültürü kendini dayatabilmek üzere bu iki çıkarımdan beslenir ve sonucunda toplumların algılarının değişmesinde olumsuz yönde, görülmez bir altyapı oluşturur.
Adorno’ya göre özellikle endüstri ürünlerinin sayesinde insanlar kaçmak istedikleri dünyadan uzaklaşır ve bir şekilde kendini uyutur. Ancak bu kaçış geçicidir ve gerçek değildir. İnsan bu davranışla sistemi sadece güçlendirmiş olur. “Kitle kültürü gündelik yaşamın bir kültürüdür. Gerçekliğin olumsuz yanlarından kurtulmaya yarayan, yapay mutluluklar üreten bir kültürdür. Popüler kültür de giderek kitle kültürü tarafından emilmiştir”(Oktay, “Türkiye’de Popüler Kültür”, 1993). Sözleşmeyle ortaya çıkan ve sonunu robotlaşmaya doğru götüren kültür, dayanağı olarak kitleleri ve bunun empoze edilebileceği tabakaları görmüştür. Bu kültürle birlikte insan benliğini, düşünme yetisini ve yaratıcılığını kaybetmiştir.

İnsan istediği bağımsızlığa ve özgürlüğe olan tutkusuna ancak fark ederek ulaşabilir. Fark etmesi için düşünmesi, sorgulaması ve araştırması gerekir. Çünkü insan düşündükçe varolur. Descartes’in de dediği gibi ‘’Cogito, ergo sum’’(Düşünüyorum, öyleyse varım). Kişiler düşünerek ‘kendi’leri haline gelirler ve farklılıklarıyla bütün halini alırlar. Nasıl bir yapbozun tek bir parçası bir şey ifade etmiyorsa kişi de tek başına bir şey ifade etmez. Onu güzel yapan tam yapan toplumdur; diğerleridir. Toplumdaki insanlar birlikte diyalektik bir düzen oluşturmuş olurlar.
İnsanın kurtuluşu toplum halinde kitle kültürünü yani tek tip insan olmayı yenmesidir. ‘’Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz. Bağımsız davranmaya çağrıldığımızda, düzenlerden, sistemlerden, otoritelerden yardım bekliyoruz. Eğer aydınlanma ve düşünsel ilerleme¬den anladığımız insanın uğursuz güçlerle, cinler ve perilerle, değişmez yazgıyla ilgili boş inanlardan kurtulmasıysa, kısaca korkudan kurtulmasıysa, o zaman bugün akıl denilen şeyin yadsınması da aklın yapa¬bileceği en büyük hizmet olur.’’ diyerek Max Horkheimer bireyin ve toplumun en büyük sorununu ne de güzel açıklamış...

Hiç yorum yok: