11 Haziran 2018 Pazartesi

Bahadır Çatal / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi/Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 1.si





Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Doğa gizlenmeyi sever" Herakleitos

Herakleitos'un ilgili sözde ne kast ettiğini anlamak için, öncelikle onun 'Doğa' ya da 'Physis' kavramını anlayış biçimini incelemeliyiz. Herakleitos'ta sabit ve durağan bir doğa anlayışı yoktur. Tam tersine varlık sürekli bir akış, bir oluş içindedir. Bu durumda -Herakleitos'un, Kratylos gibi bazı ardıllarının düştüğü hataya düşülerek- Herakleitos'un sanki aranabilir ve insan aklıyla anlaşılabilir bir Doğanın var olmadığına inandığı düşünülebilir. Oysa ki Herakleitos, elimizdeki fragmanlarından anladığımız kadarıyla, düşüncesini hiç bir zaman bu türden bir septisizme vardırmamıştır. Ona göre Doğa sürekli bir değişim içinde olsa dahi, bu değişim rastgele ve tutarsız bir değişim değildir. Doğanın değişimi tamamen Logos tarafından belirlenir. Yani bütün varlığın tabii olduğu evrensel ilke(ler) mevcuttur. Herakleitos'taki değişim kurallı bir değişimdir. Doğayı devindiren Logos, insanda da tecelli ettiğinden, Doğa bilinebilirdir.

Sözü daha iyi anlamak için, Nietzsche'nin ''Putların Alacakaranlığı'' eserinde yaptığı bir tespit üzerinden devam edebiliriz. Nietzsche, İlkçağ filozoflarının hep duyuların şahitliğini reddettiğini çünkü duyuların hep dünyayı değişken ve belirsiz gösterdiğini söyler; ancak Herakleitos apayrı bir istisna teşkil etmiştir. O, tam tersine, duyular nesneleri sanki kalıcı ve birlik sahibi olarak gösterdiği için duyuların şahitliğini reddetmiştir. Gerçekten de Herakleitos her ne kadar varlığın bizden uzakta ve aşkın olduğu şeklinde bir idealist eğilime sahip değilse de, Doğanın anlaşılması için duyulara başvurmayı yeterli görmemiştir. Duyular bize Doğanın aslını teslim etmez. Tam da bu düşünceyle Herakleitos bahsettiğimiz fragmanı yazmıştır: ''Doğa gizlenmeyi sever''.

Bu noktada Herakleitos'un düşüncesi bakımından hakikate, varlığın aslına nasıl ulaşılacağını soruşturabiliriz.

Öncelikle, filozofun içinde bulunduğu tarihsel ve kişisel koşulları göz önüne alalım. Herakleitos, kendi döneminin sayılı soylularından biriydi. Yeterince zengin ve mutlu bir yaşama sahipti. Onun zamanında Yunan dünyası çetin bir siyasi kargaşa ve belirsizlik içerisindeydi (İlgili durumun, ondaki ''sürekli değişim'' fikrine etkide bulunduğu iddiası da, spekülatif bir iddia olsa dahi değerlendirmeye alınabilir). Aynı zamanda Herakleitos'ta yoğun bir elitizm gözlemliyoruz. Ona göre yığın bütünüyle anlayışsızdır, Logos'un bilgisine ulaşamaz. Herakleitos'un içinde bulunduğu toplumda ve kültürde eleştirmediği bir şey neredeyse yok gibidir. Fragmanlarında özellikle döneminin siyasetçilerine, Pisagor ve Ksenophanes'e, çeşitli dinsel inanışlara, yığına ya da sürüye sürekli olarak eleştiriler getirmiştir. Buna rağmen önemli siyaset adamlarından saygı gören Herakleitos'a bir keresinde Pers kralı Darius'tan önemli bir yöneticilik görevi teklif edilmiştir, ancak Herakleitos sürünün alçak olduğuna dair görüşleri sebebiyle bu teklifi geri çevirmiştir. Onun hep toplumdan uzak, çoğunlukla bireysel bir yaşam sürdüğünü görüyoruz. Beğendiği ve takdir ettiği nadir insanlardan olan, yönetimde söz sahibi bir dostu, cahil yığın tarafından ülke dışına sürüldüğü zaman Herakleitos'un halka dair görüşleri daha da keskinleşmiştir. Hatta Herakleitos halka dair bu görüşlerinden dolayı, fragmanlarını oldukça karanlık bir dille yazmıştır. Onun fragmanları kelime oyunlarıyla ve kapalı, açıklanmaya muhtaç ifadelerle doludur. Bu sayede ancak fragmanları ciddi bir şekilde inceleyen ve üzerine iyice düşünen kimseler, orada açıklanan sırlara ulaşabilecektir.

Tüm bu biyografik ve tarihsel bilgilerden sonra, şimdi Heraklitos'ta bilgelik meselesine geçebiliriz. Herakleitos'a göre hakikatin bilgisine yığın ulaşamadığına göre, ancak bu yola baş koymuş bilgeler hakikate ulaşabilir. Fragmanlarda ''altın'' kelimesini, hakikati ifade eden bir sembol olarak kullandığını da göz önüne alarak, şu iki fragmanı inceleyelim: ''Eşekler samanı altına tercih eder.'', ''Altın arayanlar çok fazla toprak kazarlar ve çok az bulurlar.'' İlk fragmanda eşek ile kast edilen elbette aklını işletmeyen yığındır. Onlar altın, yani hakikat yerine samanı tercih ederler çünkü akıllarını kullanmaya yanaşmadıkları için neyin gerçekten değerli olup neyin olmadığını da bilemezler. İkinci fragmanda ise hakikati arama ve bulma işinin ne kadar meşakkatli olduğu vurgulanmıştır. Ancak, dikkat edileceği üzere Herakleitos altının hiç bulunamayacağını söylememiştir.

O halde altını (yani hakikati) kim, nasıl bulabilir? Bir başka fragman üzerinden ilerleyelim: ''Ares'in katlettiklerini hem tanrılar hem insanlar onurlandırır.'' Herakleitos burada bir kelime oyunu yapmıştır. ''Ares'' kelimesi ''arete'' yani erdem kelimesiyle aynı kökten gelir. ''Ares'in katlettikleri'' ifadesi ise savaşta cesurca savaşıp ölen askerlerin Ares tarafından kutsandığını belirten bir tür deyimdir. Aslında Herakleitos'un bu fragmanda kast ettiği, hakikatin yolunda erdem ve dürüstlükle ilerleyen, hatta bu yolda cesurca savaşan kişilerin eninde sonuna gerçeğe ulaşacağıdır. İlgili hakikat yolculuğunda ise bedensel hazlardan ve tutkulardan mümkün olduğunca arınmak gerekir. Bir başka fragmanda şöyle diyor Herakleitos: ''Ruhları nemlendiren haz ve ölümdür. Biz onların ölümünü yaşarız, onlar bizim ölümümüzü yaşar.'' Herakleitos insan ruhunun, tüm evrenin temelini oluşturan, aynı zamanda Logos'u da ifade eden ''Ateş''ten pay aldığını, dolayısıyla da sıcak olduğunu düşünüyordu. Bu bakımdan ruhun nemlenmesi ya da soğuması, onun Logos'tan uzaklaşmasını ifade etmektedir. Fragmanda Herakleitos, hazlara itimat edildikçe ruhun (yani Logos'un ve hakikatin) söneceğini, ruha ve akla yoğunlaştıkça da hazların söneceğini anlatmaktadır bizlere. O halde Herakleitos'ta ''gizlenmeyi seven Doğa''nın ortaya çıkarılması ve anlaşılması, ancak hazların esiri olmayıp aklın yolunda olmakla ve tüm istenci gerçeklik araştırmasına yöneltmekle mümkündür. Logos'un sesine kulak verirsek, Logos da bizim hakkımızı verecektir. Böylece gizlenen Doğa kendini bilgeye açar.

Herakleitos üzerinde yeterince durduğumuza göre, onun bu sözünde ifade edilen düşüncenin felsefe tarihindeki bazı izdüşümlerine göz atmakta fayda var. İlk olarak Platon'da gerçek varlık düşüncesine değinelim. Herakleitos'un düşüncelerinden de bir hayli etkilenen Platon, aynı onun gibi gerçekliğin duyulardan bütünüyle saklandığını söylemiştir. Elea okulu Herakleitos'un ortaya attığı probleme, varlığın gerçekte mutlak bir birlik olduğu ve duyuların nesneleri çokluk içinde gösterdiği şeklinde bir çözüm bulmuşken, Platon bir nevi Herakleitos ve Elea okulu düşüncelerinin sentezini yapmıştır. Platon'a göre içinde bulunduğumuz fiziksel dünyada gerçeklikten pay vardır (Herakleitos), ancak yine de asıl varlık değişmez ve sabittir (Elea). Bu sabit ve hakiki varlık alanına da Platon idealar alemi demiştir. Aslında Platon 'Physis'i -ki 'fizik' kelimesi de buradan, yani 'Physis'e '+ik' eki getirilerek ''doğaya ilişkin'' anlamında kullanılacak şekilde türetilmiştir- yani Doğayı duyulara hitap eden fiziksel dünyayla özdeşleştirdiğinden, Platon'a göre ''gizlenmeyi seven'' hakiki varlık 'Physis' değildir. Dolayısıyla onun kelimeyi kullandığı anlamıyla, Herakleitos'un bahsettiğimiz fragmanına bütünüyle katılmayacağını söyleyebiliriz. Ancak 'Physis' kelimesini Herakleitos'un kullandığı anlamıyla, yani gerçekliğin bütünü anlamıyla okuduğumuzda bu iki filozofun aynı paydada birleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Doğanın ya da varlığın bize hazır bir şekilde verilmediği, aksine onu anlamak için onun üstündeki giz perdesini kaldırmak gerektiği düşüncesi bağlamında Kant'ın adını da zikretmeliyiz. Kant'a göre varlığın anlaşılması için öncelikle aklın neyi bilebileceği ve aklın mahiyeti üzerine bir araştırmaya girişilmelidir. Yani öncelikle bir nevi aklın 'anatomisi' çıkarılmalıdır. Bu yapıldığında zaten görülecektir ki, ne akıl varolanı aracısız kavrayabilecek yetenektedir, ne de duyular fiziksel dünyayı doğrudan bize sağlayabilecek yeterliliğe sahiptir. Doğanın bilgisine sahip olmak için duyum, aklın kategorilerinden geçerek bize ulaşmaktadır. Yani akıl bir nevi filtre görevi görmektedir. Varlığın aslına, yani numen dünyasına ulaşmak ise asla mümkün değildir. İnsan ancak kategoriler aracılığıyla muhatap olabileceği fenomenler dünyası ile sınırlıdır. Bu yüzden Kant'a göre tam olarak ''Doğa gizlenmeyi sever'' yani hakiki varlık gizlidir ve hep gizli kalacaktır.

Son olarak, ''Doğa gizlenmeyi sever'' sözüne ciddi bir muhalif arayacaksak, felsefe tarihinde bu düşünceye karşıt bir tutumu Berkeley'de görebiliriz. Berkeley, bütün felsefi sisteminde, kendini adeta 'Doğanın insana kendini doğrudan açmadığı' düşüncesine karşıt bir pozisyonda konumlandırmıştır. Berkeley'e göre ''Var olmak, algılanmaktır.'' yani zaten duyulara hitap etmeyen, kendini açmayan herhangi bir şey var değildir, dolayısıyla ''Doğa''ya yani gerçeklik alanına dahil de değildir. Doğa gizlenmeyi sevmez, gizlenseydi zaten Doğa olmazdı. Bu şekilde Berkeley idealist kuramını oluşturmuş ve nesnelerin özünün algılanmak olduğunu, madde denen şeyin de aynı şekilde yalnızca bir duyu verisi olduğunu iddia etmiştir. Berkeley'e göre varlık ya da Doğa, Tanrının insanların ruhuna ilettiği bir duyumlar toplamından ibarettir. Sonuç olarak da Doğa her zaman için algılanabilirdir. Her tekil bireyin her şeyi algılaması beklenemezse bile, sonuçta var olan her şey gizden uzaktır ve herkes tarafından algılanmaya müsaittir.

''Doğa gizlenmeyi sever.'' sözüyle ifade edilen düşünce, yazıda da gösterdiğimiz gibi, İlkçağ'dan modern dönemlere kadar ciddi bir şekilde pek çok önemli filozof tarafından tartışılmıştır.

Dipnot:
Yazıda alıntılanan fragmanlar için kaynakça: http://felsefedefteri-hegesias.blogspot.com/2010/05/fragmanlar-herakleitos.html

Fragmanların çevirisi Cengiz Çakmak tarafından hazırlanmıştır. Ayrıca alıntıladığım fragmanlar için Cengiz Çakmak'ın Alfa veya Kabalcı yayınlarından çıkmış Fragmanlar çevirisine bakılabilir. 

DüşünYaz 5, 2. Adım yazısı

“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap
Montaigne'in bu sözünü iki kısma bölerek değerlendirebiliriz: İnsanların hepsinin birbirinden farklı, bambaşka olan küçük parçalardan oluştuğunu söyleyen ilk kısım, ve bu anlayış üzerinden temellenen, benliğimizin aslında başkalarından hiç de farklı olmadığını savunan, bir tür hümanizm öğretisi geliştiren ikinci kısım. İlk kısım ontolojik bir sav ileri sürerken, ikinci kısımda Montaigne ahlaki bir yargıya varmaya çalışmaktadır.
Montaigne, kendisine asıl ününü kazandıran denemelerinde, ontoloji gibi insan yaşamını doğrudan ilgilendirmeyen bir alandan ziyade insanın günlük hallerine, duygu ve alışkanlıklarına, bir takım ahlaki tutum ve öğütlere değinmiştir. Varlığı açıklamayı kendisine amaç edinen bir felsefe sistemi kurmak gibi bir çabası asla olmamış Montaigne'in, bu durumda bir varlık filozofu olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Montaigne'in fikirlerine genel bir kuşkuculuk hakimdir; o zaten varlığın özünün bilinemeyeceğini, insan aklının bu tür zorlu ve soyut konularda hüküm veremeyeceğini iddia ettiğinden, varlık ve metafizik üzerine fazla yoğunlaşmamış olması tabiidir.
O halde, ilk kısmının ontolojik bir sav ortaya koyduğunu söylediğimiz Montaigne'in bu sözünü nasıl değerlendireceğiz? Bu noktada sözün ilk kısmının daha çok ikinci kısma hazırlık amacıyla oluşturulduğu söylenebilir.
Montaigne'den önce felsefedeki varlık öğretilerine baktığımız zaman, ''küçük parçalar''dan bahseden öğretinin her şeyden önce Antik Yunan atomculuğu olduğunu düşünmeliyiz. Gerçekten de Montaigne, denemelerini atomcu öğretiyi ortaya atan ilk düşünürden, Demokritos'tan ve de atomculuğun Roma'daki en önemli temsilcilerinden biri olan Lucreitus'tan alıntılarla doldurmuştur. Yani Montaigne'in kendisinden önceki bir çok düşünce ve filozofla meşgul olması bir kenara, atomcu düşünce ile yoğun bir etkileşim içinde bulunduğunu ve onun bu sözündeki düşüncelerine de atomculuğun kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Ancak yine de onun ''bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden...'' şeklinde devam eden düşüncesinin atomcu bir düşünce olduğu söylenemez. Çünkü Demokritos'a göre bütün varolanlar aynı atomlardan oluşurlar ve varolanların tüm farklılıkları da bu atomların dizilişleri tarafından belirlenir. Montaigne'in söylediği ise bu düşüncenin tam tersine parçaların çok farklı olduğudur.
İşte tam da burada, bu zıt düşüncenin Montaigne'in kuşkuculuğu ile olan bağlantısını kurabiliriz. Demokritos'un bahsettiğimiz savı, aynı zamanda katı birer determinizmin ve de materyalizmin kabulünü gerektiriyordu. Oysa Montaigne, mutlu bir yaşamın hiç bir fikre sıkı sıkıya bağlanmamayı şart koştuğunu söylemiştir. O halde, her şeyin belirli ve net olduğunu söyleyen determinist dünya görüşü de Montaigne tarafından kolaylıkla elenecektir.
Montaigne'in bu düşünceleriyle belki atomculuk tamı tamına örtüşmemektedir, ancak felsefe tarihinde bu düşüncelerle örtüşen bir öğreti varsa, belki de bu ünvanı en çok Leibniz'in monadlar öğretisi hak eder. Leibniz, aynı atomcular gibi varlığın sonsuz küçük parçacıktan oluştuğunu söyler. Ancak Leibniz'de önemli bir farklılık vardır: bu parçacıkların her biri farklı ve özeldir. Hiç bir monad bir diğerinin aynısı değildir, her varlık sonsuz tane birbirinden farklı monadın bileşimidir. Leibniz bu monadların biricik olduğunu öylesine vurgular ki, her bir monadın birer töz olduğunu söyler. ''Bu yüzden, kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.'' Çünkü ''kendimiz'' olarak tanımladığımız şey her neyse, sonsuz farklı tözü içinde barındırdığından kendi içinde sonsuzca farklılaşır. Öyle ki bu farklılaşma, ''kendimiz''in dışındaki şeylerle olan farklılaşmadan daha az değildir.
Montaigne'in öne sürdüğü düşüncelerle bağlantı kurulabilecek bir diğer sistem ise, Spinoza'nın öğretisidir. Ancak Spinoza varlığın birbirinden farklı küçük parçalardan değil, tek ve ortak bir tözden müteşekkil olduğunu söylemiştir. Buna göre, her bir varolan tek bir tözün (Tanrı'nın) farklı tarz alışlarıdır yalnızca, özünde tüm varolanlar bizzat Tanrıdır. Yine de Spinoza'nın bu karşıt öğretisi, ilginç bir şekilde Montaigne'in sözündeki ikinci önermeyi doğrular niteliktedir: ''Kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.'' Her bir varlık aynı tözden çıkma olduklarına göre, Spinoza'ya göre zorunlu olarak bir şeyin kendisiyle arasındaki farklılık, başkasıyla arasındaki farklılığa eştir.
Sözünün ikinci kısmında Montaigne, bireyin öteki ile arasındaki mesafeyi kapatmaktadır. Kendimiz kendimizle nasıl anlaşabiliyorsak, kendimiz kendimizle nasıl zaten aynıysak (A=A mantık yasası uyarınca), dışımızdaki insanlarla da aynı şekilde anlaşabilir ve bütünleşebiliriz. Bu düşünceleri yine Montaigne'in bir başka sözüyle açıklamak daha iyi olur belki de: ''Bir insanda insanlığın bütün halleri vardır.'' Yani; ''insan, insanı, insanda tanır.'' Bu düşünceleri uyarınca Montaigne, ilgili sözüyle hümanizm felsefesini güçlü bir şekilde ifade etmiştir. Sokrates'in ''kendini bil!'' düsturu doğrultusunda, insanın kendini bilmesi, başkalarıyla etkileşiminden bağımsız değildir. Montaigne'in tüm insanları aynı çatı altında toplayan görüşü sonucunda, insanın kendini bilmesi de yine başkalarıyla mümkün olabilir. İşte tam da bu temelde insana üstün bir değer atfeden hümanist felsefe ortaya çıkar. Rönesans hümanizminin önemli temsilcilerinden Montaigne, kendinden sonraki kuşaklarda bu düşünceleriyle yoğun bir etki göstermiştir.

DüşünYaz 5, 1. Adım yazısı

"Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler. Uygulanan her bilgi çift yönlüdür; olumlu ya da olumsuz, yaşatici yahut öldürücü olabilir; her bilgi bu karşıtlığı barindirabilir. Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir. " Uluğ Nutku

Uluğ Nutku bu sözünde, ''Bilme ve sorumluluk arasında nasıl bir ilişki vardır? Bilginin hayatla ilişkisi nasıldır ve ikisi birbirini ne derecede şekillendirir? Pratik ve teori arasındaki bağlantı nasıl kurulmalıdır?'' gibi problemlere temas etmiş ve bu bağlamda; bilmenin sorumluluğu beraberinde getirdiğini, bilginin hayata uygulanma aşamasında teori ve pratiğin birbiriyle belli bir uzlaşım içinde olması gerektiğini söylemiştir.
İlk olarak, Nutku'nun bahsettiği bilgi, ''hayatı etkileyen bilgi''dir. Yani insan edimleriyle doğrudan alakalı olan bilgi. Bu nitelikteki bir bilginin, genel anlamıyla metafizik, aşkınsal ya da insani tecrübeyi hesaba katmayan nitelikteki bir bilgi olmaması gerekmektedir. Dolayısıyla, Nutku'nun bu ifadesindeki bilgiyi yaşama dair olan bilgi şeklinde sınıflandırabiliriz. Haliyle bizim de yazı boyunca işleyeceğimiz bilgi, insanın eylemlerini belirleyen veya etkileyen bilgi olacaktır.
Nutku, ''Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir." derken insanın düşünme süreci boyunca, düşüncelerin yaşama uygulanabilirliğini irdelemek gerektiğini ve pratik yaşamı da hesaba katması gerektiğini vurguluyor. Tarih boyunca aşkın hakikatlerle meşgul olmuş, evreni ve varlığı tüm çıplaklığıyla anlama isteğiyle hareket etmiş bir çok filozof gelip geçmiştir. Bu filozofların yanında, insanı, ahlakı ve yaşamın kendisini düşünce ve felsefenin merkezine alma çağrısında bulunan filozoflar da olmuştur. İlk gruba Descartes, Hegel, Platon gibi bir sistem kurmaya çalışan filozoflar örnek verilebilirler. Uluğ Nutku'nun düşüncelerinin daha yakın durduğu İkinci gruba ise Sokrates, Nietzsche ve varoluşçu filozoflar örnek verilebilirler. Özellikle bu ikinci gruptan, Uluğ Nutku'nun da fazlasıyla etkilendiği Nietzsche ilgili konudaki düşünceleriyle dikkat çeker. Nietzsche'nin düşüncesini, felsefenin yaşamla ilişkisi açısından incelemek bu durumda bizi aydınlatabilir.
Nietzsche'nin felsefesi, en başta bir hayat felsefesidir. Yaşamdan, burada olandan, insani olandan uzaklaşan her şey ona göre değerini yitirmektedir. Metafizik felsefe geleneğini de yine hayat tecrübesini dikkate almama yönünden eleştirmiştir. ''Öte dünya'' fikri onu hep rahatsız etmiştir. Öte dünya ile kast ettiği sadece ahiret inancı değildir, aynı zamanda duyumsanan ve algılanan dünyadan uzak kalan her şeydir. Örneğin, Kant'ın ''Kendinde şey''i (Ding an Sich) bile bu eleştiriden nasibini almıştır.
Bu noktada, insanı merkeze almayıp ''Öte dünya''yı temeline alan bir felsefe, zorunlu olarak teorik ve aşkınsal bilgiyi her şeyin belirleyicisi olarak tayin etmiş, dolayısıyla insanı ve yaşamı da bu öte dünyaya göre düzenlemiş olur. Yani pratik, teoriye tabii olmak durumundadır. Teori pratikten önce gelir. Böyle bir paradigmanın içerisinde, insanın, bilginin ortaya çıkaracağı sonucu ''önceden kestirebilmesi'' mümkün olmaz. Bunun yerine Uluğ Nutku'nun ifadesiyle, insanın ''olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi'' önemli hale gelir.
İnsan yaşamını dikkate alan bir felsefe yapma biçimiyse, sonuçların olumlu veya olumsuz olmasıyla ilgili ihmalkar davranmaz. Düşüncenin seyrini sürekli yaşamla kıyaslar, yaşamın gerçekliğinin ve tecrübenin sürekli olarak düşünceyi denetlemesine ve şekillendirmesine izin verir. Böylece teorinin gidişatı ve bunun pratik yansıması, önceden kestirilebilir.
Uluğ Nutku'nun henüz değinmediğimiz bir başka ifadesi ise: ''Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler.'' Bilme ve eyleme arasındaki bağlantıyı ilk kez kuran filozof Sokrates olmuştu. Sokrates'in akıl=erdem denklemiyle anlattığı şey, aslen doğruyu bilmenin doğruyu yapmakla aynı şey olduğuydu. Yani doğruyu bilen insan, aynı zamanda doğruyu yapmakla da yükümlü olmuş olur. Bildiğine göre eylemeyen insan, büyük bir tezatlık içindedir.
Peki bir insan neden bildiğine göre eylemez? İnsan her zaman ''iyi'' olarak gördüğü şeye yönelir. Bilmenin yüklediğini yerine getirmediğine göre, insan bildiğine uymamayı daha ''iyi'' olarak görüyordur. İşte tam da burada, uygulanan bilginin olumlu veya olumsuz olmasına değinebiliriz. Uygulanacak bilginin asıl iyi olarak görülmemesi, düşünmenin sonucu önceden kestirememesi dolayısıyla ortaya çıkan bir problemdir. Burada, yeryüzünde, yaşamda neler olup bittiğini önemsemeyen bir felsefe yapma tarzı, bilginin yaşama uygulanışını da önemsemeyecek ve ortaya çıkan sonucun iyi mi yoksa kötü mü olacağıyla ilgilenmeyecektir. Bu ise hayata ihanet etmektir.
Ancak burada üstünde durulması gereken bir başka nokta ise, bildiğine göre eylememe özgürlüğünün de insan için her zaman var olduğudur. Özgür olan insan aynı zamanda sorumludur. Bilgi arttıkça bilinç, farkındalık ve dolayısıyla özgürlük de artar. Özgürlük arttıkça insan daha yetkin bir eyleme alanına sahip olur. Bu da beraberinde sorumluluğu getirir. Sartre'a göre insan tamamen özgürdür hatta ''Özgür olmaya mahkumdur.'' Ancak iş sınırsız özgürlükle bitmez. Sartre'ın düşüncesinde aynı zamanda bir insan, değerlerini yaratma ve diğer her şeyi sırtında taşıma sorumluluğuna sahip olan bir Tanrıdır adeta. Yani bilebilen, özgürlüğe sahip olabilen tek varlık olan insan, bunun karşılığında sorumludur.
İnsan felsefesi üzerine de yoğunlaşmış bir felsefeci olarak Uluğ Nutku, bu sözüyle; hayat, bilgi, sorumluluk ve teori-pratik diyalektiği gibi kavramlar arasındaki bağlılığa işaret etmiştir. Bu yazıda onun özellikle yaşam ve düşünce arasındaki birliğe dikkat çekmesi üzerinde durduk. Özetle, yaşam tecrübesini ve insanın bilmesiyle beraber pratik hayatta üstlendiği sorumlulukları hesaba katmayan herhangi bir düşünce sistemi, insana ve yaşama dair çarpık bir anlayışın doğmasına sebebiyet vermektedir.

Aybars Önder / Özel Arı Anadolu lisesi / Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 2.si



Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

Platon'un hatırlama kuramından beri bilginin ediniminde zihinsel bir katkının gerekli olduğu anlayışı filozoflar arasında tartışılagelmiştir. Zaman ve uzayın algılanması ve nedenselliğin şüphecilikten uzak bir temele oturtulabilmesi ancak insan zihninde yerleşik olan belirli bir içgüdünün gerçeklikle kıyaslanması ve bir nevi sentezi ile mümkün olsa da bu, idealistlerin düşündüğü gibi gerçekliğin tamamen zihinde kurulmasını gerektirmez. Bu makalede öncelikle Kant'ın transandantal idealizmin eleştirilecek, daha sonra zaman ve nedensellik algıları insanda var olan farklı varsayabilme ve nedensellik içgüdülerinin Karl Popper'ın yanlışlanma prensibi üzerinden güçlendirilmesi aracılığıyla kanıtlanmasına çalışılacaktır. Bu şekilde noumenon-fenomenon ayrımına bağlı olmayan bir bilgi algısı oluşturulmaya çalışılacak ve fenomenalist temeller üzerinden bilgi doğrulanmaya çalışılacaktır. Böylece Kant'ın "Bilginin temellendirilmesinin tek yolu bilginin algılanan dünyanın dışında var olduğunu varsayacağımız noumenal objelerin insan zihniyle etkileşimi aracılığıyla ortaya çıktığını varsaymaktır." önermesi büyük ölçüde reddedilecek ama aynı zamanda insanın zihninde algılanarak var olan gerçeklik ve insan içgüdüsü arasındaki ilişkinin yanlışlanma prensibi ile mediasyonu sayesinde bilgiye ulaşılabileceği tezi desteklenerek Kant'ın önermesi bir dereceye kadar desteklenecektir.

Kant'ın transandantal idealizminde gördüğümüz problem, sisteminin içerisinde noumena hakkında bilgi edinilebilmesi için herhangi bir yer olmamasıdır. Noumenanın varlığını kabul ettiğimizde dahi bilginin temeli sadece noumenayla insan zihninin etkileşiminde yatınca ne noumenanın varlığı ne de bir noumenonun bir fenomenle etkileşimini temellendirmek mümkündür. Bu bakımdan Kant'ın sistemi, noumenayı insan bilgisinin ötesinde tutarak kendi kendisini doğrulayamaz ve hatta kendi kendisini yanlışlayan bir sistem haline gelmiştir, zira nedensellik eğer sadece fenomenal dünyada kesin olarak bilinebilirse fenomenler ve noumena arasındaki bağlantı da bilgimizin dışındadır. Biz, bu makale boyunca yanlışlama prensibini bilginin temeli olarak kullanmaya çalıştığımızdan ve nedensellik algımızı da buna dayandıracağımızdan Kant'ın yaptığı hataya düşmeyerek algılanan ötesindeki cisimlerin varlığını değerlendirmeye almayacağız. Bunun nedeni, yanlışlanma prensibinin kendisinin ampirik algılara dayanması ve metafizik olanın, fenomenal olanı açıklayıp temel açısından fenomenal olana dayanmakla beraber özünde fenomenal olanı farklı ve gerekirse sürekli büyüyen, test edilemez varsayımlarla açıkladığından fenomenal olanla yanlışlanamayacak olmasıdır. Yani bilinebildiği derecede dünya insan zihnindedir, insan zihninde kurulmak zorundadır.

Fakat nedensellik, ampirik algı temelinde de doğrulanamaz. Tıpkı Hume'un söylediği gibi, dış veya iç objelere bakıldığında objeleri birbirine nedensellikle bağlayan herhangi bir bağı algılamamız mümkün değildir. Bu noktada nedenselliği birbirine bağlı iki kategoriye ayıracağız: Anlık nedensellik ve uzun süreli nedensellik. Anlık nedensellik zihnimizdeki iki izlenim (impression) arasında anlık kurduğumuz, tümevarıma dayanmayan, içgüdüsel nedensel bağlantı; uzun süreli nedensellik ise tümevarıma dayanan nedensellik olsun. Birbirini takip eden iki izlenim arasında bağlantı kurmak, insan zihninde var olan bir içgüdü olup güvenilebilir bir temel olmasa da tümevarımla güvenli hale getirilebilir. Karl Popper'ın da öne sürdüğü üzere yanlışlama prensibi nedensellik algısını temellendirme yolunda zihinsel varsayımların gerçekle kesiştiği noktadadır. Yanlışlama prensibi ile anlık nedensellikler karşılaştırıldığında ortaya çıkan uzun süreli nedensellik, tümevarım probleminin ertelenmesini de beraberinde getirir ve bu "justified, true belief" tanımıyla bilgi algısının doğruluğunu sağlar: Tümevarımla temellendirilen, içgüdü nedeniyle inancı da beraberinde getiren bu modelde nedensellik bilgiyle temellendirilebilir. Bu şekilde, yanlışlanmayan ve tahmin etme gücüne sahip her nedensellik varsayımı, içgüdü ötesinde bir doğruluk temeline oturtulup tümevarım problemi çözülebilir.

Zaman problemine gelindiğinde ise aslında problemin bir değişim problemi olduğu görülür. Platon'un Parmenides diyaloğunda belirttiği gibi monistik bir evrende bir şeyin "yaşlanması", "gençleşmesi" anlamına gelir. Yani bir şeyin zamanda ilerleyişinin anlaşılması için herhangi başka bir şeyle karşılaştırılması gerekir, bu bizim algımız bakımından kendisinin geçmişteki izlenimi veya başka bir nesnenin izlenimidir. Her ikisini de ele aldığımızda karşımıza önemli bir problem çıkar: Zaman değişime bağlı olduğuna göre değişim içerisinde bir aynılık veya bir farklılık varsayımı bulundurmak zorundadır. Plato'nun Parmenides diyaloğunda ele aldığı problemin bir parçası da budur: Farklılık ve benzerlik problemi ve sınırın nerede çizilmesi gerektiği. Birinci örnekte aynı anda hem gözlemlemekte olduğumuz nesneyi özü bakımından (Burada bu sözcüğü Aristotelyan anlamında kullanmıyoruz.) aynı saymalı hem de değiştiğini algıladığımızdan farklılığını doğru kabul etmeliyiz, ikinci örnekte ise yeni gözlemlemekte olduğumuz objeyi önce gözlemlemekte olduğumuz objeden farklı saymalıyız. İkinci örnekte bir problem yoktur, zira farklılık ampirik olarak temellendirilebilir. Hume'un kendisi zaman tanımında bu algıdan yararlanmıştır. Asıl soru, aynılık varsayımının nasıl temellendirileceğidir. Algı sırasında yapılan her aynılık varsayımının temelinde objeleri aynı kabul edişi içeren ve Gestalt psikolojisindeki algılama yasalarında da görülen birlik ,kimlik algısını görülebiliriz. Fiziksel algımızı oluşturan fenomenler bizler tarafından gruplanarak kimlik algısı etrafında nesneler meydana getirilir. Bu algı, içgüdüsel olup aynı şekilde işe yaradığı sürece doğru kabul edilir. Önümüze Gestalt yasalarına göre iki farklı şekilde görülebilecek bir obje konulduğunda algılarımız aynı objeyi iki farklı şekilde algılar ve iki algılayış arasında gidip gelir. Bu algılayışlardan birisi diğer duyu organlarımızdan gelen algıya uyduğunda algımız bu objeyi o şekilde algılamaya başlar. Bu bakımdan bir algının diğer duyularımızdan aldığımız bilgilerle uyuştuğu sürece doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda nesneleri algımız da bir nevi yanlışlanma kuralına bağlıdır. İlk içgüdülerimiz bize aynılık fakat farklılık varsayımını verdiğinden yanlışlanma prensibi üzerinden bu yanlışlanmadığı sürece zaman algımızı doğrulayabiliriz. Bu şekilde kimlik algısını temellendirdikten sonra kolaylıkla zamanı da temellendirebiliriz çünkü dediğimiz gibi, birinci örnekteki aynılık varsayımı da doğrulandığında zamanda hareketin değişim olduğunu kolaylıkla göreceğiz.

Sonuç olarak Kant'ın önermesi bir dereceye kadar doğru olmakla beraber onun düşündüğü gibi transandantal idealizm temelinde doğrulanmaz, yanlışlanma prensibiyle desteklenen bir fenomenalizm temelinde doğrulanabilir. Kant'ın transandantal idealizmi kendi sistemi içerisinde doğrulanamayan varsayımlar içerirken onun metafizik varsayımlarının hiçbirisini içermeyen bu sistemde görüldüğü üzere yanlışlama prensibi üzerinden nedensellik sorunu çözülebilir, kimlik algısı açıklanabilir ve dolayısıyla değişim ve zaman algımız temellendirilebilir.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı
“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap
Var olmak karar vermektir. Bu karar aşamasında istencimizin yönünü belirleyen içkin ve onlara dayanan ereksel değerlerimizdir. Bu makalede Michel de Montaigne'den alınan yukarıdaki alıntı değersel pluralizm bakış açısından incelenerek özellikle hedonist monizme karşı bu alıntının tezi olan "Her kararımız birden fazla değerin birbiriyle ilişkisinin düşünsel veya maddesel sonucudur." savunulacaktır. Bu sırada insanların kimi zaman zevk için hareket ettikleri zaman darlığından ve bunun açık bir önerme oluşundan ötürü hızlıca birkaç argümanla temellendirilip kabul edilecektir.

Bu amaçla önce Montaigne'nin alıntısının yorumlanması hiç şüphesiz gereklidir. Montaigne yukarıdaki sözünde gördüğümüz "parçalanmış insan" olgusu, her bilinçli karar anında içimizde içkin ve ereksel değerlerin çatışmasını ifade etmektedir. Bu bakımdan alıntı, hem pluralist hem de monist bakış açılarından yorumlanabilir, zira pluralist bir görüşten bakıldığında her kararımızda içkin ve ereksel değerlerin kendi içlerinde adeta savaşta olduğu kesin iken monist bir görüşte tek bir içkin değerin ereksel yansımalarının çatışması görülebilir. Bizse bu alıntıyı pluralist bir bakış açısından yorumlayacağız.

O takdirde pluralist olarak yorumladığımız Montaigne'le neden aynı görüşte olduğumuzu açıklamamız gereklidir. İnsanların keyif tarafından motive edildiği çikolata yeme isteğine bakıldığında dahi görülebilecek, özellikle günümüzün hedonist kültüründe öne çıkmış, algılanması kolay bir olgudur. Buna rağmen Milton gibi bazılarınca savunulan tezlere karşın keyif tek değer değildir. Biz Platon gibi insan ruhunun üçe ayrıldığını savunmasak da bizce tıpkı onun "Devlet"te dile getirdiği gibi insan, birden çok isteğin, yani değerlerin anlık zihinsel yansımalarının, aynı anda pençesinde olan bir varlıktır. Bu önermenin çok sağlam ampirik temelleri olduğu şüphesizdir. Akla ilk gelen, kolay bir örnek, bağımlıların her bağımlılıklarına boyun eğdikleri anda yaşadıklarıdır. Psikologların yaptığı anketlerden ve görüşmelerden bilmekteyiz ki bağımlılıkta bağımlı olduğunuz şey kendi başına bir değer haline gelir. Bağımlılar bağımlı oldukları şeyi yapmaktan zevk almasalar da bunu sadece yapmak istedikleri için yaparlar. Oysa bir bağımlının bu içkin değerinin dışında zevk aldığı bir hayat yaşama değerine de sahip olduğunu kolaylıkla farz edebiliriz zira toplumumuzda pek çok bağımlı bu ikilik içinde yaşamaktadır. Burada birden çok içkin değerin varlığını görmek zor değildir.

Pluralizmi destekleyecek bir başka argüman George E. Moore tarafından hedonistlere karşı verilmiştir. Varsayalım ki insanlar hayatlarında zevk için de hareket ederler. İki dünya hayal edelim. Biri her türlü güzelliğin, diğeri her türlü çirkinliğin olduğu bir dünya olsun. Bu iki dünyadan biri var olacak. Seçim yapmamız gerekirse hepimizin bundan zevk almasak da güzel dünyayı seçeceği aşikardır. Bu da yine bir değerler çoğulluğunun olduğunu kolaylıkla gösterir.

Pluralizmi destekleyen bir başka argüman ise korkunun varlığıdır. Örneğin bir insan sadece keyif için koşabildiği gibi bir arslan gördüğünde düşünmeksizin, sadece saf korkudan kaçabilir. Bu noktada korkunun değil de gelecekte alacağı keyif için insanın kaçtığı söylenemez, zira karar anında insanın aklına gelen şey keyif değil, korkudur. Buna rağmen eğer bu noktada keyfin bir etmen olduğuna inananlar varsa verilmesi gereken örnek intihar eden bir insanın intihardan önceki son halidir. Hayattan keyif alma umudunu veya yetisini kaybetmiş, depresyondaki insanlar dahi intihar etmeden önce zihinlerinde değersel bir çatışma yaşarlar. Bu noktada bu çatışmada keyif değeri değil, insanların intihar istekleri ve ölüm korkuları çelişir. Burada kararda belirleyici olan etmen insanların hayatlarından ne kadar keyif almayı beklediklerinden ziyade ölüme atfettikleri negatif değer yani korkudur.

Burada pluralizmi temellendirdikten sonra "incommensurability" yani "karşılaştırmasızlık" argümanlarına da cevap vermek istiyoruz. Pluralizme karşı öne sürülen "karşılaştırılamazlık" argümanlarında birden fazla değer aynı karar anında aktüalize olduklarında, yani kararımızda bir faktör olarak yer aldıklarında, bu değerler arasında sıralamaya neden olacak başka bir üstel değer olmadığından karar verilemeyeceği öne sürülür. Buridan'ın eşeği argümanı, monist temeller üzerinden anlaşılabilmesine rağmen buna bir örnek olarak verilebilir. Aristoteles'te de görülen bu düşünce deneyinde bir eşit derecede aç ve susuz bir eşek hayal edilir. Bu eşek bir kova su ve bir balya samanın tam ortasındadır. Eşek ne yöne hareket eder? Bu deneyi pluralizm açısından incelememiz gerekirse öncelikle aynı sorunun monizmde de açığa çıktığını söylemeliyiz. Zira örneğin bir kova su yerine bir başka balya saman olsaydı aynı problemle karşı karşıya kalacaktık. Aynı şekilde hem açlığı gidermenin hem de susuzluğun hayatta kalma içkin değerine bağlı olduğunu düşünürsek bu argümanın monist değer yargılarında da etkisi olduğu açıktır. Bu ikisi içkin değerler monizminin de karşılaştırmasızlık sorununa tabii olduğunu göstermektedir. Düşünce deneyi ilk haliyle incelendiğinde ise asıl sorunu bir totoloji olmasıdır. İki isteğin eşit olduğunu yani değerlerin aktüalizasyonlarında eşit etkiye sahip olduğunu öne sürmektedir baştan argüman. Bu şartlar altında buna karşı çıkan birinin ya özgür iradenin varlığını kabul etmesi ya da eşeğin aç kalacağını kabul etmesi gereklidir. Fakat günlük hayatımızda içkin değerleri sıralama konusunda büyük sıkıntı yaşadığımız anlar olsa da sonunda bir karar alırız. Karşılaştırmasızlık argümanının zayıflığı da burada yatar: Argüman değerlerin kendisinin sıralanması için bir değer yargısının gerektiğini kabul eder. Oysaki bu doğru değildir. Belki de pluralizmin görüldüğü en açık örneklerden biri olan bağımlılık argümanını tekrar incelediğimizde bağımlılık nesnesi bir içkin değer olmasına rağmen başka içkin değerlerle karşılaştırmaya girdiğinde genellikle üstün çıktığını görürüz. Bunun nedeni gerçek hayatta birbirine eş iki değer olmaması, bir insanın kişiliğinin veya biyolojik durumunun isteklerine yön vermesidir. Değerlerin kendi hiyerarşisinin başka bir değerle açıklanması için bir sebep olmadığı gibi açıklanamayacağı da verilen örnekle kolaylıkla gösterilmiştir.

Sonuç olarak Michel de Montaigne öne sürdüğü gibi insanlar birden fazla değerin etkisi altında karar alır. Bunu kanıtlamak üzere George E. Moore'un argümanları öne sürülebileceği gibi bağımlılık veya korku örneği verilebilir. Bu teorinin yarattığı sıkıntılardan biri olan karşılaştırmasızlık ise her biri kesinlikle içkin olan birden çok değerin etkisinde karar verdiğimiz durumlar göz önünde bulundurulduğunda "Her sıralama değersel bir sıralama olmalıdır." ön kabulünün gerçeklerle uyuşmadığı açıkça ortaya çıktığından kolaylıkla çözülebilmektedir.

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı

 "Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler. Uygulanan her bilgi çift yönlüdür; olumlu ya da olumsuz, yaşatici yahut öldürücü olabilir; her bilgi bu karşıtlığı barindirabilir. Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir. " Uluğ Nutku

Geleneksel tanımıyla bilginin faktisitemizin önermesel açıklanışı olarak seçimlerimizi etkilemesi kaçınılmazdır. Bu makalede bilginin tanımı yapılacak, yukarıdaki alıntı etik ve fenomenal dünyaya dair önermeler açısında incelenecek ve Uluğ Nutku'nun öne sürdüğü "Bilgi sorumluluk yükler" tezine karşılık "Bilgi sorumluluğumuzu değiştirir." önermesi Sartre'nın felsefesine yakın bir doğrultu izlenerek savunulacaktır.

Öncelikle bilgiyi tanımlamak gereklidir. Burada epistemolojistler arasında birtakım nüanslarla kabul gören JTB yani temellendirilmiş, doğru inanç (justified, true belief belief) tanımı kullanılacaktır. Bu bağlamda elimizdeki alıntı incelendiğinde görürüz ki alıntı, bilgiyle beraber bilgimizden kaynaklı bir sorumluluğumuzun doğduğunu savunmakta, bilgilerin nedensel olarak iyi ve kötü sonuçlara bağlı olduğunu öne sürmekte ve eylemlerin sonucunun kestirilmesine değer atfetmektedir. Göze çapan bir varsayım ise gerçekten bilginin ekleyebileceği bir etik "sorumluluk" olduğudur.

Bu sorumluluk George Moore gibi analitik filozoflar tarafından varolan değerler üzerinden öne sürülmekte ve temellendirilmektedir. Söz gelimi George Moore, ideal faydacılık akımını öne sürerken zevkin (pleasure) tek değer olmadığını göstererek pluralist br değer anlayışı öne sürmek için güzel ve çirkin iki dünya hayal etmiş, güzelin her daim çirkine tercih edileceğini söylemiştir. Moore ve başka analitik filozofların bu tip düşünce deneyleriyle destekledikleri etik önermeleri bilgi tanımı çerçevesinde incelersek karşımıza çıkan iki soru olur: "Bu önermelerin temellendirmesi doğru mudur?" ve "Bu önermeler doğru mudur?". Keşfedilebilir bir "doğal etik" olup olmadığı sorusuna burada değinmeyeceğiz fakat bu önermelerin temellendirilmesinin yetersiz ve geçersiz olduğu bizce aşikardır. Bu ve bu tip yaklaşımların birbiriyle iç içe geçmiş iki problemi vardır: Değerlerin mutlak olmayıp seçim anında birbirlerine görece yeniden sıralanmaları ve değerlerin kültürden kültüre değişmekle beraber zaman içerisinde de değişim göstermeleridir. Farklı toplumların estetik anlayışının farklı olduğu bir Aborjin resmiyle Andy Warhol'un resimleri karşılaştırıldığında kolaylıkla görülebilmektedir. Bu da "güzellik" değerinin zamansal ve uzamsal olarak değiştiğini kanıtlar. Sadece bir değerin tanımları değişmekle kalmaz, değerlerin kendilerinin kendi içlerinde sıralamaları da, kimi zaman seçimde seçime, değişir. Örneğin içinde bulunduğumuz hipertüketim toplumunda maruz kaldığımız reklamlar kolaylıkla fikrimizi değiştirebilmekte, içkin olarak değer verilen objelerin görece değerini baştan tanımlayabilmektedir. Sağlığa önem veren birisi yeterince reklam bombardımanına tutulursa sigaraya değer vermeye, sigara içmeye yöneltilebilmektedir. "Tüketiyorum, öyleyse varım." ideolojisiyle hareket eden toplumumuzda bu her daim rasyonel ereksel bağlantılarla da yapılmaz, belirli bir içkin değeri duygularımıza hitap ederek daha değersiz ve daha değerli kılar. O halde değer yargısı rasyonel olmayıp değişken olduğundan bu filozofların etik önermelerini bilgi olarak kabul edemeyiz. Burada zaman darlığından ötürü a priori etik tartışmalarına girmeyeceğiz, ampirik önermeleri argümanlarımız dolayısıyla a priori önermeleri ise varsayım olarak reddedip etik önermelere "bilgi" statüsünü vermeyeceğiz.

Etik önermelerden sonra ampirik olarak algılanabilen dünyaya yönelik, günümüzde doğruluğunun tespiti daha çok bilimsel araştırmalara terk edilmiş önermelerden bahsedeceğiz. Karl Popper'ın bilim felsefesi argümanlarının gösterdiği üzere tümevarım probleminin (problem of induction) bir nevi "askıya alındığını" kabul ederek buradaki önermeleri "bilgi" olarak kabul edeceğiz zira bizce bilimsel metod yeterli bir "temellendirme" metodudur. Bundan hareketle Sartre'nın "radikal özgürlük" kuramına ve önermesel bilginin faktisiteye olan etkisine değineceğiz. Bilindiği üzere Sartre, Marx gibi kıtasal filozofların sosyolojik "benlik" analizlerine karşı çıkarak her bireyin değerlerini radikal bir özgürlük içerisinde tanımlayıp faktisitesi içerisinde bu değerlere uygun hareket ettiğini öne sürmüştür. Bu bağlamda biz bilginin insanın faktisitesini tanımlayan bir etmen olduğuna inanıyoruz. Fakat bunu söylerken Sartre'nın "faktisite" kavramı altında kalan olguların etki alanını genişletmek istiyoruz. "Faktisite"yi sadece insanların ereksel hareketlerini sınırlayan "arka plan" olarak değil ayrıca içkin değerleri de bir raddeye kadar belirleyen etmenler bütünü olarak görüyoruz.Görüleceği üzere bu faktisitenin kapsamını pek genişletmemekle birlikte ize yeni bir bakış açısı sunacaktır.Etik önermelerin bilgi olamayacağını dile getirmiştik ancak bilimsel yöntem ya da a priori çıkarımlar aracılığıyla ampirik dünyaya dair elde ettiğimiz bilginin faktisitemizi anlamamıza yardımcı olarak seçimlerimizi etkilediğini inkar edemeyiz. Bu Sartre'nın sınırlı faktisite anlayışında olduğu üzere ampirik dünyaya dair olan anlayışımız doğrultusunda, belirlediğimiz değerlerin izinde hareket etmemiz anlamına gelebilir veya genişletilmiş tanımımızda savunduğumuz anlayış doğrultusunda bilginin değerlerimizi değiştirmesiyle olabilir. Birincisine örnek vermek oldukça kolaydır, eğer uçmayı bir erek olarak kabul ediyorsam camdan atlamam, yerçekimi yasasının varlığı beni aerodinamik üzerine çalışarak bir planör yapmaya iter. İkincisine verebileceğimiz bir örnek ise elde ettiğimiz bir bilginin değerlerimizi değiştirmesi veyahut hepten yok etmesidir. Nitekim cadılığın gerçek olmadığı ampirik olarak kanıtlanmıştır ve buna bağlı olarak cadıların öldürülmesine ithaf edilen içkin değer yok olmuştur. Faktisitenin anlaşılması ile faktisite dışı değerler şüphesiz yok olur.

Peki bunun bilgi ve sorumluluk arasındaki ilişkiye olan etkisi nedir? Bu noktada bir raddeye kadar Sartre'yı takip ediyoruz. Sorumluluk bireyin kişisel değerleri içinde belirlenir. Sorumluluk değerlerine göre hareket eden bireylerin bu hareketin sonuçlarının nedenini kendi seçimlerinde ve değerlerinde aramaları ve bulmalarıdır. Bu anlayışta birey yaptığı her şeyden sorumludur. Fakat bilginin eklenmesiyle beraber yaşanan şey faktisitenin daha iyi anlaşılması ve dolayısıyla bireyin potansiyel sorumluluk alanının değişmesidir. Buna göre bilgi sorumluluğu artırmaz veya azaltmaz, sadece bireyin sorumluluk alanını genişletir. Faktisitenin anlaşılmasının bireyin seçimleriyle Hume'un tanımı çerçevesinde direk bir nedenselik ilişkisi kurmadığını göz önünde bulundurursak bilginin olumlu veya olumsuz oluşunun da insanların "radikal" özgürlüğüne bağlı olduğunu görürüz.

Sonuç olarak Uluğ Nutku'nun argümanlarına karşın bilgi, insanın potansiyel sorumluluk alanını genişletir, ona yeni sorumluluklar yüklemez. Bunun ana nedeni mutlak etik önermelerinin olmayışı ve dolayısıyla bilgi edinen insanın belirli bir doğrultuda hareket etme sorumluluğunu yüklenmemesidir. Sartre'nın felsefesini izleyecek olursak görürüz ki bilgi edinme faktisitenin açığa çıkışıdır. Açığa çıkan faktisite bireyin seçim alanını etkiler ve dolayısıyla bireyin kendi seçimleriyle nedensellik bağı bulunan olaylar değişir. Seçen kimsenin seçimlerinin sonuçlarını kendi eylemlerine nedensellik bağıyla bağlaması sorumluluk olduğuna göre bir kimse bilgi edindiğinde ancak sorumlulukları değişebilir, o kişi yeni sorumluluklar edinmez. Ayrıca öznenin sonuçlardan sorumlu olduğu düşünüldüğünde bilgiye olumlu ve lumsuz bir teleolojik değer atfedilemez. Kısacası Uluğ Nutku'nun tezleri gerçeği yansıtmaktan uzaktır.

Sena Demir / Galatasaray Lisesi/ Istanbul/ DüşünYaz 5 Türkiye 3.sü


Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Soruların gücü her zaman yanıtlardan başka bir yerden gelir ve çözülmeye gelmeyen serbest bir zeminin keyfini sürer." Gilles Deleuze

Felsefenin doğumu, dünyanın oluşumunun, insanın dünya üzerindeki amacının, mitlerin sorgulanmasıyla olmuştur. Bu ilk sorgulamalarla doğa incelenmiş, gitgide daha sistematik bir düşünce sistemine evrilen sorular ve cevaplar dizini, tüm dinsel/düşünsel dogmaları sorguya açık hale getirmiştir. Mitlerle cevap verilmiş her soruyu yeniden sorarak, akılcı yollarla yanıtlamaya çalışıldığında felsefe tarih sahnesine çıkmıştır. Felsefenin ilk adımı, soru sormaktır. Soru sorulmadan yanıta ulaşılamaz, soru sorulmadan yeni bilgiler elde edilemez, soru sorulmadan dogmalar yıkılamaz.
Sokrates öncesi felsefecilerin çoğu soru-cevap şeklinde doktrinler oluşturmaya yöneldiler. Evreni, maddeyi, doğanın kanunlarını sorguladılar ve sordukları sorulara hepsi kendi yorumlarıyla yanıt verdiler. Oluşturdukları mantık sistemiyle yanıtlarını desteklediler. Amaçları sorularına yanıt bulmak ve bu yanıtları insanlara empoze etmekti.
Sokrates, felsefeye yeni bir akım getirdi: doktrin oluşturmuyordu. Sorularına kendi yanıt oluşturup bunu insanlara aşılamak yerine insanları yönlendirecek sorular sorarak onların kendi yanıtlarını bulmalarını sağlıyordu. Sorgulayıcı düşünmeyi öğretmeyi amaçlayan Sokrates’in öğrencileri, Sokrates’in yardımıyla kendi içlerindeki yanıta ulaşıyorlardı. Bu durumda Sokrates’in amacı soruların yanıta en doğru biçimde ulaştıracağı soru sorma biçimini bulmak ve bunu insanlara öğretmekti.
Sokrates sonrası filozoflar da kendi doktrinlerini oluşturarak evreni sorgulamaya ve kendi yanıt arayışlarını öğrencilerine öğretmeye devam ettiler. Öğretilerinin temelinde belli soru-cevap ikilileri bulunmaktaydı.
Septikler ise bu öncellerinin ve çağdaşlarının doktrinlerinin hepsine karşı çıktılar. Onlara göre soru-cevap ikililerinin hiçbir anlamı yoktu, çünkü hiçbir şeyin doğruluğu kesin bir biçimde kanıtlanamazdı, bu durumda hani öğretinin yanıtlarının bir diğerinden daha kabul edilesi olduğunu belirlemek imkansızdı. Hiçbir şeyi öncül(premise) olarak almamak, yani hiçbir şeyi doğru varsayarak ilerlememek, bu saf sorgu bazlı düşüncenin yönteminin bir parçasıydı. Septikler, yanıtlardan çok sorulara odaklandılar, çünkü zaten yanıtların hiçbiri doğru değildi. Protagoras’la başlayıp Prryhon’la sistemleşen septisizmin amacı sadece sorgulamaktı.
Descartes şüpheciliği kesin doğru bilgiye ulaşmada bir yol olarak görmüştü: sorgulanamaz olana ulaşana kadar her şey sorgulanmalıydı. Tüm bilgiler sorgulandığında kesin doğruya ulaşılabilirdi. Yani septiklerin “son soru yanıtlansa da şüphe kalacaktır” şeklinde özetlenebilecek öğretisinin zıttı bir sonuca varıyordu.
En çok tanınan ve en fazla nüfuza sahip filozoflardan biri olan Kant’ın bilinemezciliği(agnostizm) de septiklerle paralel gitmiştir. Yeterli veriye sahip olunamadığı için kanıtlanamaz olan varsayımların sadece varsayım olarak kabul edilmesi ve şüphecilikle sorgulanmaya devam edilse bile bir sonuca ulaşmaya çalışılmaması gerekiyordu.
Sonraki dönemlerde nihilizmle yeniden ele alınan şüphe etme durumu, bu dönemde varlıktan şüphe etmeye kadar gitmiş, Descartes’ın ilk prensibini yıkarak insanın kendi varlığından dahi şüphe etmesi gerektiğini, herhangi bir bilginin varlığının Descartes’ın iddiasının aksine hiçbir şekilde kanıtlanamayacağını ve dolayısıyla bilinemeyeceğini, bilinse bile diğer insanlara açıklanamayacağını savunan bir düşünce yapısını temellendirmiştir.
Felsefenin ilk dönemlerinden günümüze kadar geçen sürede, felsefenin amacının ne olduğu her düşünce akımıyla yeniden tanımlandı. Tanımlanan her amaçta, kullanılan yöntem de değişti. Yine de, her yöntemin(tümdengelim, tümevarım vb.) temelinde yatan şey, soru sormaktı. Akımlara bağlı olarak soruların yönelimi ve cevaplanma biçimi değişse de, temel ve ortak olan, soru sorma eylemiydi.
Tüm akımların bulduğu veya bulmadığı, kabul ettiği ya da etmediği yanıtlar sorgulamaya açıktır ve herkes tarafından üzerinde uzlaşılabilir değildir. Soruların doğası ise farklıdır, bir varsayım öne sürmedikleri için doğruluğu, geçerliliği tartışılamaz, çünkü yargı bildirmezler-¬soru ve yanıtların farkının temeli bu gramer kuralında bile görülebilir.
Bu bağlamda, sorular güçlerini sorgulanamaz oluşlarından almaktadır.
Bir diğer durumda ise hatırlamamız gerekir ki sorular yanıtlara göre daha serbesttirler: bir soruya birçok yanıt getirilebilir, bir soru üzerine birçok yargı öne sürülebilir. Yanıtlarsa yargılardan oluştukları için sabittirler, yorumlanabilirler fakat öne sürdükleri tezin yorumlanabilirliğiyle gelen esneklik, sorulara verilebilecek yanıtların özgür evreniyle karşılaştırılamaz. Bir yanıtın yargısı sadece o yanıtı öne süren kişinin düşünce yapısı çerçevesinde yorumlanabilirken öne sürülen soruların her dönemde, her düşüncede yeniden ele alınıp yeni yanıtlara ulaşılabilir.
Kısacası, bir diğer bağlamda, sorular güçlerini serbest olmalarından almaktadırlar.
Ayrıca soruların düşünceyi özgürleştirdiği bir gerçektir. Mitler karşısında ilk sorular sorulmasa, felsefe oluşmayacaktı; sorular kabullenişe karşı çıkmaktan gelmektedir ve mitleri kabul etmemiş ilk filozoflar ilk soruları sorduğundan beri bu başkaldırı devam etmektedir. Yanıtlar ise kabullenişi simgeler, bir yargıya ulaşılmıştır ve kabul edilmiştir. Bu kabullenişin bir kısıtlamaya yol açtığı açıktır, çünkü verilen bir yanıtın kabullenilip içselleştirilmesi durumunda yeniden bir soru sorulana kadar o yargı sabit kalacak, bunun dışındaki yargıların kişi tarafından öne sürülmesini engelleyecektir. Sorular ise özgürleştirir, yanıtların oluşturdukları kalıpları yıkar, onların yeniden gözden geçirilmesine iter. Farklı düşünceler oluşturabilmek sorularla mümkündür.
Yani, sorular bir bakımdan da güçlerini özgürleştirici olmalarından almaktadırlar.
Tavuk-yumurta paradoksuna benzer gibi görülebilecekse de, aslında “sorular yanıt bulabildikleri için mi sorudurlar yoksa soru sorma durumunda yanıt daha sonra mı gelmektedir” sorusu sorulduğunda felsefe tarihi net bir cevap verecektir: hiçbir yanıt beklemeden ve yanıt almamayı kabullenmiş halde soru sormaya devam eden tüm filozoflar sorunun yanıt olmadan da var olabileceğini öne sürecektir. Soruyu yanıt elde etmek için bir araç olarak gören filozoflar varsa da, sorunun varlığınının yanıttan bağımsız olduğu, yanıtın varlığının ise doğrudan soruya bağlı olduğu bir gerçektir. Çünkü yanıt bulabilmek için önce soru sormak gerekmektedir. Bu bağımlılık durumundan dolayı bile soruların ve yanıtların kavramsal farkı gözlemlenebilir: yanıtlar tek başlarına var olamazlar, varlıkları cevapladıkları soruya bağlıdır, dolayısıyla güçlerini sorudan alırlar.
Bu bakış açısıyla incelendiğinde, sorular güçlerini bağımsız olmalarından almaktadırlar.
Sonuç olarak, soru sormak, temel ve ilkel olduğu kadar güçlü bir eylemdir ve her felsefi düşüncenin özünü oluşturmaktadır.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

“Kadınlar yalnızca yaşadıkları eşitsizlikleri yıkmaya ya da hafifletmeye ve kendi yaşamları hakkında özgürce karar verme hakkını elde etmeye çalışmamışlardı, aynı zamanda yeni bir takım sorunları ve yepyeni bir toplumsal-kültürel davranış alanını herkesin gözleri önüne sermişlerdi, öyle ki, günümüz düşünceleri çağdaş dünyayı, kadınların kendi üzerlerine düşünerek söylediklerini ve yaptıklarını temel almadan tanımlayamaz olmuştur.” Alain Touraine , Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, YKY

Kadının toplumdaki yeri bir zaman diliminden diğerine, kültürden kültüre değişen, tartışmalı olduğu tartışılamaz bir olgudur. Toplumun kelimenin tam anlamıyla yarısını oluşturan bir grubunun pozisyonunun bu derece değişken ve ihtilafa açık durumu modern dünyanın en önemli çatışmalarından biridir. Toplumda hak ettiği yeri alabilmek ve karşı cinsle eşit haklara sahip olabilmek için harekete geçen kadınların başlattığı feminizm hareketi, zaman içerisinde kadın hakları olgusunu aşarak ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığının her türüne, ataerkil toplum değerlerine, tek kelimeyle özetlemek gerekirse eşitsizliğin her tonuna karşı bir tepki haline gelmiştir. Feminizmin dünyayı değiştirdiği su götürmez bir gerçektir.

Tarihte felsefenin, düşünce özgürlüğünün ve demokrasinin doğum yeri sayılan Antik Yunan’da kadın haklarının örnek gösterilecek düzeyde olmadığını söylemek haklı olacaktır. Politikaya katılamayan kadınlar, döneminin en yenilikçi oluşumu olan demokrasiden ve Yunan toplumunun diğer ilerici şartlarından faydalanamıyorlardı. Bunu dönemin toplum yapısının ürünü olan ve o döneme yön veren felsefecilerin bakış açısından yorumladığımızda mantık kurulduğunu görebiliriz: Aristoteles’in Politika’sında da Platon’un Devlet’inde de kadınların erkeklerden daha aşağıda varlıklar olduğunu savunan kısımlar bulunmaktadır.
Antik Çağ filozoflarını aşamayan Orta Çağ görüşü de kadının erkeğin eşiti sayılamayacağını savunur fakat Rönesans sonrası filozoflar yenilikçi ve ilerici görüşler öne sürmüşlerdir. Yeni Çağ filozoflarının toplumun işleyişine dair radikal düşünceleri kadına olan bakış açısına da farklı bir yön öne sürmüştür. Hobbes’un Leviathan’ında kadının erkekle aynı sahiplik ve kontratlara bağlılık şartlarına tabi tutulmasıyla örneklendirebileceğimiz üzere, kadının doğa karşısında erkeğe karşı bir avantaja veya dezavantaja sahip olamayacağı öngörülmüş ve cinsiyete bağlı olmayan toplum-birey tanımları Yeni Çağ felsefesinin eşitlikçi bir yönelimi olduğu çıkarımını getirmiştir.
Yakın Çağ felsefesi ise eski dönemlerle karşılaştırıldığında çok daha net kontrastlara sahiptir: Bir yanda kadını Antik Çağ filozofları gibi sığ düşünceli ve sadece çocuk üretimi için gerekli bir varlık olarak gören Nietzsche(Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bu görüşü açık cümlelerle ortaya koymuştur), kadınların arkadaşlığını erkeklere tercih edişini kadınların göze hoş görünmesine bağlayan Sartre, diğer yandaysa kadının toplumdaki yerinin toplumun gelişmişlik düzeyini gösterdiğini savunan Marx ve onun bu görüşünün ilham kaynağı, kadın haklarının geldiği noktanın tüm toplumsal gelişmenin temel prensibi olduğunu öne sürmüş Fourier.
Daha önceki dönemde de kadın haklarını savunan veya karşıt görüş belirten felsefik yorumlar çatışmış olsa da, yakın dönemdeki tartışmaların çok daha keskin olduğu su götürmez bir gerçektir. Kadın haklarının savunulmasının teoriden pratiğe taşınmasıyla önceden farazi yapılan tartışmalar vücuda gelmiş ve kendini toplumun köküne yerleştirmiştir.

Yazının öncesinde de belirtildiği gibi, feminizmin aksiyona dökülüşü sonrasında kapsamı genişlemiş ve kadının toplum içindeki yerine sahip çıkışıyla beraber erkek dünyası aniden kadın görüşünü ciddiye almak zorunda kalmıştır. Bu yeni bakış açısı daha açık fikirli bir dünyanın yolunu döşemiş, bunun ardından gelen çeşitli hareketlerle her seferinde yeni bir dünya görüşü kolektif zihniyet tarafından tanınmıştır. Zincirleme olan bu değişimler, Alain Touraine’in “Birlikte Yaşayabilecek Miyiz?” kitabından alıntıda belirtildiği gibi, kadınların eşitsizliklerden çıkıp bunun ötesine ulaşmıştır. Feminist tarih sayesinde ataerkil toplum tarafından bastırılmış her grup gün yüzüne çıkmış ve çağdaş dünyanın temellerinin önceden düşünüldüğünden çok daha derin ve farklı dallarla uzanan köklerinin göz önüne alınmasıyla günümüz düşüncesi şekil almıştır.
Ataerkil toplumun ötekileştirdiği her bireyin baskılandığı yerden çıkışı feminizm sayesinde olmuştur, bu bireyler geçmiş dönemlerde ten renkleri, cinsiyetleri veya ataerkil normun dışına çıkan özellikleri sebebiyle toplumun alt tabakası olarak görülürken günümüzün feminizmden nasibini almış toplumlarında insan statüleriyle herkesle eşit seviyeye ulaşmışlardır.
Feminizmin öne sürdüğü ataerkil cinsiyet rollerinin kısıtlamalarından kurtulmuş toplum yapısı sayesinde daha özgürlükçü, ilerlemeye açık, bireysel tatmine ve toplumsal huzura yaklaşmayı benim fikrimce daha mümkün kılan uygulanabilir bir toplum düzeni fikri sistemleştirilmiştir. Bu fikri taşıyan insanların öne çıkmak, harekete geçmek ve sesini çıkartmaktan korkmadığı 1997’den bugüne gitgide daha açık bir biçimde görülmüştür, feminist görüş dünyayı değiştirmiştir ve değiştirmeye de devam etmektedir.

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
“Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman

İnsanların bir arada yaşamalarını sağlayan en genel geçer kavram toplum sözleşmesi, yani onların davranışlarını kısıtlayan ve herkes tarafından kabul edilen yasalar bütünüdür. Toplum sözleşmesinin temelinde zorunluluk vardır, bu zorunluluk toplumun bireylerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını kapsar. Kısıtlamalar da zorunluluk kavramının bir sonucu olarak karşımıza çıkar, her insanın bir diğerine karşı her davranışı, komünal yaşamın devamlılığı/toplum düzeni zorunluluğundan dolayı kısıtlanır. İnsan davranışına belirli sınırlar çizilmesini gerektiren toplum sözleşmesi, varlığını oluşturan bu kısıtlama temelinden dolayı özgürlük kavramının karşıtı olarak görülür. Peki, toplum sözleşmesinin olmadığı bir durumda, mesela tek insandan ibaret bir dünyada, mutlak özgürlüğe ulaşılabilir mi? Bu özgürlük, şu anki özgürlük tanımımıza ne kadar uyumludur? Özgürlük, kısıtlamalardan bağımsız düşünülebilir mi?
Çıkış noktamda özgürlüğün tanımı, insanın tercih yapma hakkıdır. Yani hak ve özgürlük kavramları modern toplumda birbiriyle iç içe geçmiştir. Bu tercihlerin diğer insanların özgürlüğünü ihlal etmemesi yasalar tarafından güvence altına alınmıştır. Özgürlük çerçevesinde alınan kararların sonuçları da nedensellik bağlamında insanların özgürlüğünün bir parçasıdır ve sorumluluk kavramını oluşturur: bireyler özgürlükleri dahilinde aldıkları her kararın sorumluluğunu üstlenmelidir. Bu durumda özgürlük tanımımızı daha da geliştirerek özgürlüğü insanın tercih yapma ve sonuçlarının sorumluluğunu üstlenme durumu olarak tanımlayabiliriz.
Yasaların bu işlevini göz önüne aldığımızda gerçek bir kısıtlamadan söz edilebilir mi? Diğer insanların haklarını koruma adına kişinin haklarının kısıtlanması, aslında kısıtlanan kişinin de haklarının diğer kişiler tarafından yapılabilecek ihlallere karşı güvende olduğunu gösterir. Yasaların buradaki işlevi, yanlış yapmayı seçen insanların sonuçlarını kabul ederek cezaya tabi tutulması ve toplumsal düzenin, bireylerle beraber, emniyet içerisinde devamlarının sağlanmasıdır. Güvence altındaki bu kısıtlı özgürlük, toplumun bir parçası olan her insan tarafından yeterli bulunmaktadır. Toplum sözleşmesinin kısıtlamalarını kendi için bağlayıcı bulmayan insanlarsa özgürlüklerinin sınırlandırıldığını savunarak karşıt bir ses oluştururlar. Dünya üzerindeki her toplumun birbirinden bağımsız yasal sistemleri olduğu için hangi sistemin daha özgürlükçü olduğunu tartışmak nedensiz olacaktır. Özgürlüğü daha teorik bir kavram olarak alıp kısıtlamalarla olan ilişkisini incelemek Baumant’ın sözünü açıklarken baz olarak alınmalıdır.
Baumant’ın sözüne kısa bir açıklama getirirsek, kişinin tercihlerinin sınırlanmasının onun bu seçimleri yapmasının özgürlük sayılmasının ön koşulu olarak alabiliriz. Kişinin yaptıkları sonuçlara sahip olduğu sürece özgürlük olarak değerlendirilebilir, tek kişiden oluşan bir sistemde kişinin yaptıkları kimseyi etkileyemeyeceği için bir sorumluluktan söz edilemez. Sorumluluk olmadığında özgürlük tanımımın bir kısmı karşılanmadığı için bu durumun özgürlük olmadığını savunabilirim.
Diğer filozofların özgürlük tanımlarıyla giderek de Baumant’ın tezini inceleyebiliriz.
Platon’a göre kişinin kendi yapısını seçme olanağı olarak tanımlanan özgürlük, kişinin seçimlerini ve bunlardan doğan sonuçları kapsar. Yapılan tercihler kadar elde edilen sonuçlar da insan özgürlüğünün kapsamındadır. Dolayısıyla Platon insanların kadercilik anlayışına karşı çıkarak herkesin kendi kişiliğini, yaşamını özgürlüğü sayesinde kendinin belirlediğini savunmuştur. Platon’un ideal devletindeki toplum da özgür iradeleriyle erdemli davranmayı seçen insanlardan oluşur. Bu durumda erdemli insanlar kendi iradeleriyle doğru davranmayı seçecekleri için yasalar bağlamında gerçek bir özgürlük kısıtlaması yoktur.
Aristoteles’in özgürlük tanımıysa Platon’un tanımının biraz daha spesifize bir halidir; Aristoteles’e göre özgürlük insanın bilgi eşliğinde tercihte bulunma gücüdür. Kişinin bilgisi dahilinde olmayan fenomenler onun özgürlüğü kapsamına girmez, yani sonuçlarından dolayı sorumluluk oluşturmaz.
Marx’ın tanımıysa Baumant’ın teziyle direkt ilişkilidir; MArx’a göre özgürlük, bir insanın, öteki insanlarla kömünal ilişkiler içinde kişinin öznesneleştirimini oluşturan arzu, yetenek ve becerilerin somut toplamını belirleyecek şekilde yaşamasıdır. Kişinin kendini gerçekleştirebilmesini toplumla olumlu bir ilişki kurmasıyla mümkün bulan Marx, toplum sözleşmesini kısıtlayıcı bulmaz, aksine kişinin özgürlüğünün arttığını savunur. Ona göre insanın özgür oluşu ancak diğer insanların katılımı ve yardımıyla sağlanabilir. Bu tanımla ilerlediğimizde Baumant’ın tezi doğrulanacaktır, çünkü o da kişinin özgürlüğünün diğer insanların katılımıyla var olduğunu savunmaktadır.
Hobbes’un tanımındaki zorunluluk durumuysa özgürlükle tutarlı bir ters düşme gösterir. Ona göre insan ancak doğal halde, yani doğada tek başındayken özgürdür ve hiçbir toplum sistemi özgürlüğü kısıtlamaz çünkü zaten yasa sistemi özgürlüğün üzerine kurulmamıştır, zorunluluk temellidir. Özgürlüğe bu bakış açısı Baumant’ın tezine ters düşmektedir çünkü zorunluluk ve özgürlüğün birbirinden bağımsız var olabileceğini savunmaktadır; bir yanda doğal durumdaki mutlak özgürlük, diğer yanda toplum sözleşmesini oluşturan mutlak zorunluluk.
yeni bir tanımla ilerlersek, kısıtlamaya tabi tutulmamış bir özgürlük gerçekten özgürlük olarak tanınabilir mi?
Baumant’a göre hayır, çünkü yazının başında da belirttiğim üzere yasalarla kısıtlanan özgürlük kavramı ancak birden fazla insana sahip bir sistemde mümkündür. Baumant insan özgürlüğünü diğer insanların varlığına bağladığı için özgürlük böyle bir kısıtlamaya bağlı tutulmak zorundadır.

Gülce Bilgin / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi/Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 4.sü



Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

Flamma Fumo Est Proxima

''İsteme, ilkelere göre eylemde bulunma yetisidir.'' der Kant. 'Akıl' kaynaklı olan istenç kavramı, insana mahsus olup insanoğlunun ilk çağlardan beri yaptığı tüm üretimlere ve yaratımlara ışık tutar. İnsan, isteyen, daha doğrusu 'isteyebilen' bir varlık olarak kozmostaki tüm canlılardan ayrılan bir yere sahip olur bu sayede. Bunun sonucunda doğanın saf ve el değmemiş halini alıp bir 'dünya' yaratma yeteneği kazanır. Lakin insan, yaratımlarını 'iradeyle' ya da Fernando Savater'in tanımıyla 'karar verebilip karar verdiğinin bilincinde olmak' anlamındaki 'özgürlük' kavramı ile var eder. Çünkü Hume'un da dediği gibi ''Özgürlük istençle başlar''. İsteyebilen insan, bilinçlenip ayaklanarak var edebileceği bir dünyayı sorgulamaya başlar. Sonlu insanın sonsuz aklıyla içine düştüğü bomboş bir dünya nasıl kurulabilir ki?

Dünyanın ne olduğu ve nasıl kurulabileceği konusunda Heidegger'in fikirlerine göz attığımızda 'earth' ve 'world' adındaki iki kavrama rastlarız. Earth, insanın dokunmadığı, yontulmamış, kendi varlığıyla bulunan cılız dünyadır. World ise insanın akıl ve yaratıcılık güdüsü ile iç betimlemelerini somutlaştırarak yarattığı gerçek ve güzel olan dünyadır. İşte bunun sonucunda Heidegger'in tabiriyle insan 'dünyayı dünyalar'. Bu eylem ancak insana tabiidir çünkü özgür olan insandır.

''Sapare Aude!'' diyen Kant, kendi aklıyla düşünebilen insanın sorumluluklarını, düzeni, ve ahlaksal olanı kavrayabileceğini belirtmiş, aklıyla ahlak yasalarını kavrayan insanlığın evrensel bir birlikteliğe adım atabileceğine değinmiştir. Bu bilince sahip bir varlık elbet dünyayı da bilmek(kurmak) isteyecektir. Fakat gerçek dünyaya bir göz attığımızda bilmek isteyen birçoğunun elinden kurma yetisinin alındığını(çalındığını) görürüz. Çünkü unuttuğumuz bir nokta vardır: İnsan Vahşidir.

Hikayenin en başına dönelim. Peter Watson, 'Fikirler Tarihi' isimli kitabında ilk insanların yaşadığı Serengeti Ovası'nda yaptığı incelemeler sonucu ilkel insanın sadece hayvan leşi yiyerek beslendiği çıkarımına ulaşır. Daha en başından vahşi doğada bu denli aktif olan bir canlı grubunun 'id'lerinin baskın olması bu noktada kaçınılmaz olacaktır. Topluluk olarak yaşayışı benimsedikten sonra da insanlık Hobbes'un tabiriye 'doğal durum'da yine vahşi, saldırgan, savaşa yatkın ve temel dürtülerini doyurma odaklı olacaktır. Böyle bir kaosun içinde bilinmek istenen dünyayı kurmak sonsuz bir bataklığa sürüklenmeye benzeyecektir. Birlikte yaşayıp kendini var etmek isteyen insanlığın da bu durumda aklına 'devlet' fikri gelecektir...

Buraya kadar her şey normal. İnsanlık bir yerde ortak noktada buluştu. Devleti, düzeni kurdu(kurduğunu sandı). Peki sonra ne oldu da devlet Leviathan'a dönüştü? Nasıl oldu da dünyayı bilip kendini gerçekleştirme yolunda nehirde kürek çeken insanlık bir uçurumun ucuna geldi?

İnsan, güç istencini bastıramayınca çıkar odaklı ezici toplumlar oluştu. Marx, devletin kökeninde yatan faktörün sınıf mücadelesi olduğunu belirtir. Tarihsel süreci incelediğimizde birçok toplumda bu durumun örneklerine rastlayabiliriz. Faşizanlık ve benzeri unsurlar sebebiyle meydana gelen totaliter rejimler amaçları mantık çerçevesinde irdelemeksizin araçlara odaklandığı, Horkheimer'ın tabiriyle 'öznel akıl'ı hakim kıldığı için kişisel çıkarlar toplumun üstünde tutulmaya başlanmış, 'özgürlük' tümüyle yok sayılmıştır. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin baş yardımcılarının ''ırkçılık,milliyetçilik ve emperyalizm'' olduğundan bahseder. Kavramları teker teker incelediğimizde birçok örneğe rastlayabiliriz.

Irkçılık ve Milliyetçilik, kindar birlikteliklerini katliamlarla taçlandırmışlardır. Irkından, renginden, dininden dolayı insanlar gaz odalarına, toplama kamplarına hapsedilmiş; 1994 yılında dış güçlerin kışkırtmaları sonucu Rwanda'daki Hutular ve Tutsiler arasında etnosantrik bir savaş başlamış, ezici gruplar sırf kökenleri sebebiyle komşularını dahi insansızlaştırmıştır.

Emperyalizm, insanı dahi 'şeyleştirmiş', kapitalist düzen kişilere 'sen ekonomik sermayenle varsın' düşüncesini empoze etmiş, doğa anayı dahi satılığa çıkarıp insanın değerini 'Tüketiyorum Öyleyse Varım'a indirgemiştir. Postmodern düzende ekonomik sınıflar arası tabakalaşma aşırı barizleşmiş, bunun sonucunda Olin Wright'ın tabiriyle sınıflar arası 'cam tavanlar' oluşmuştur. Alt sınıf üst sınıfın ayakları altındaki camı görebilmiş, ama oraya geçmeye çalıştığı an kafasını vurup ezici gerçekliğin içine düşmüştür. Kapitalizmin hünerleri bunlarla da sınırlı kalmamıştır, sermaye oluşturup gelirine gelir katmak isteyen ekonomik otoriteler kültürü dahi sömürmüşlerdir. Adorno'nun tabiriyle kültürel varlıklar kar dürtüsüyle standartize mallara dönüştürülmüş, köylünün çay toplarken zorlanmamak için giydiği şalvar bile bir moda ikonu haline getirilmiştir.

Baskıcı otoritelerin aktiviteleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. İktidar bir kere dünya kurmayı yasaklayınca kendi evrenini yaratarak tüm sistemi ele geçirmiştir. Durum sonuçta Foucault'un dediği gibi ''İktidar her yerdedir''e varmıştır. Devlet ideolojik aygıtlarıyla manipülasyon ve beyin yıkama tekniklerini layıkıyla uygulamış, Jeremy Bentham'ın 'panoptikon' olarak tabir ettiği gözetleme sistemini modern dünyaya adapte ederek evlerimize, iş yerlerimize, özel hayatlarımıza bir kamera kadar uzakta olmuştur. Ek olarak gerçeğimizi ele geçirmekle yetinmeyip medyaya, televizyona, sinemaya da dalarak Baudrillard'ın tabiriyle gerçekliği kendi ideolojisinin kalıbına oturttuğu bir hiper gerçeklikle yeniden sunmuştur iktidar. ''Çağımızdaki temel hastalığın adı: gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi denilen şeydir.'' der Baudrillard. Kitleleri bu denli yapay bir kurmacanın içine atan tekil sistemler sonuçta distopyaları gerçek kılmıştır. Peki eksik olan şey nedir? Dünyayı bilmek isteyenlerin elinde alınan özgürlük ve onu kurma yetisi nasıl geri verilebilir?

Bozuk sistemde eksik olan şey: Adalettir. Hak edene hakkı verilirse, adalet dağıtıcı ve düzeltici rolünü üstlenip bilgi ve erdem kaynaklı olursa ve evrensel ahlaka dayandırılırsa insan kendini gerçekleştirme yolunda refaha erişebilecektir. Dünyayı bilmek isterken halihazırda kurulmuş olup onu doğuştan 'ezik' olarak nitelendiren bir dünyada insan, Kant'ın ''İnsan kendi kendinden ne yapar?'' sorusuna yanıt bulamayacaktır.

Oysaki insan akıllıdır. Earth'ü yontup World'ü var edebilecek kadar, dünyayı dünyalayacak kadar akıllıdır. İstencini aktif kılabildiği sürece; yani 'özgür', 'hür' ve 'adil' olduğu sürece dünyayı başlatacak o ateşi yakabilecektir. ''Akıl'' ateştir, hareketi başlatır. Çıkacak dumanın rengini yani insanın kurduğu dünyayı belirleyecek olan şey ise ''özgürlük''tür...

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

“Bence korkusuz olmak başka, cesaretli olmak başkadır. Cesaret, ihtiyatlılık, pek az kimsede bulunan şeylerdir; düşüncesizce atılganlık, cüret, ihtiyatsızlıktan gelen korkusuzluk ise, erkekler gibi kadınlarda da, çocuklarla, hayvanlarda da, yani hemen herkeste bulunabilir. Bunun içindir ki insanların çoğu ile birlikte senin de cesaret dediğin işlere ben ancak düşüncesizce atılganlık derim.” Platon, Lakhes

Dimidium Facti Qui Coepit Habet
İnsanı insan yapan şey nedir? Şüphesiz ki insanın akli bir varlık olması bu soruya verilebilecek öncelikli yanıttır. Her şeyin en başında, insanın da tıpkı hayvanlar gibi yalnızca hayatını ikame ettirmek için gerekli olan avlanma ve barınak bulma gibi yetilerini kullandığı dönemde, Hobbes'un tabiriyle "doğal durum"da, korkusuzluğun hem insan hem de hayvan için ortak olduğunu görürüz. Burada "korkusuzluk" olarak tanımlayabileceğimiz kavram ihtiyaç uğruna aşırı olarak nitelendirebileceğimiz davranışlarda bulunmaktır. İnsanın ilkel durumda vahşi ve saldırgan bir hayvan olduğunu düşünecek olursak, bu durumda salt biçimde bulunduğunu söyleyebileceğimiz korkusuzluk kavramı, akli olmak zorunda olmamakla beraber çoğu zaman düşünmeden, içgüdüsel olarak yapılan davranışların kaynağıdır. İşte bu noktadan sonra insanın aklını kullanmaya başlaması ile, yani doğayı yontmaya başlayıp yeni bir düzene geçişi sağlaması ile cesaretin tohumları atılır. En basitinden ateşi bulmak belki de insanın devrim niteliğindeki ilk adımıdır. Çiğ et tüketmeyi bırakmak, tarımla uğraşmak, yerleşik hayata geçmek ve dolayısıyla da toplumsallaşmak insanlığın gösterdiği ilk cesaret örneğidir. Çünkü "cesaret", W. Lippmann'ın da dediği gibi "bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır".

İnsanın toplumsallaşması, kurumsallaşması, örgütlenmesi, şehirler kurması yani hayvanlarla paylaştığı birçok ortak noktasını ortadan kaldırması, onu kendi aklıyla düşünme cesaretini gösteren bir varlık haline getirmiştir. Fakat bu durum hep böyle devam edememiştir. İnsanın aklını kullanabilme yetisi beraberinde toplumsallaşmanın getirdiği olumsuzlukları doğurmuştur. Tarım toplumuna geçiş ile Marx'ın tabiriyle "artı ürün"ün ortaya çıkması, ticaretin başlaması ve dolayısıyla da insanın belirli otoriteler tarafından köleleştirilmeye başlaması insanın aklını kullanma yetisinin elinden alınmasına sebep olmuş, dolayısıyla da cesaret kavramının anlamını yitirmeye başlamasına yol açmıştır. Bu durumun örneklerini tarihsel süreçte siyasal ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde gözlemleyebiliriz.

"Cesaret" kavramının yeri siyasal anlamda çoğu zaman korkusuzlukla doldurulmaya çalışılmıştır. Fakat aradaki apaçık fark şudur ki cesur olan devrim yapar; korkusuz yalnızca konuşur. Sartre'ın dediği gibi özgürlüğe mahkum olan insan aklını kullandığı sürece tarihte birçok devrim gerçekleştirmiştir. Cesur insanlar Fransız Devrimini yapmış, Orta Çağ'da kilisenin baskısına karşı ayaklanmıştır. Korkusuzlar ise karşıt fikirleri susturmak adına cesurların canlarına kıymayı yeğlemiştir. Cesurları susturmanın yolları tükendikçe korkusuzlar teknolojinin gelişmesi ile birlikte birçok yeni yola başvurmuştur. Althusser'in tabiriyle Devletin (Korkusuzların) Baskı Aygıtları cesurları şiddetle susturmuş, Devletin İdeolojik Aygıtları ise medya ve basınla insanların beynini yıkamış, Baudrillard'ın "simülasyon" olarak tabir ettiği hiper gerçeklikle oluşturulan yapay dünyalar insanların gerçekliği unutmasına yol açmış, akıl köreltilmiş, dolayısıyla da "cesaret"in ışığı sönmeye başlamıştır. Öznel aklın hakim kılınmaya çalışıldığı yeni düzende teknoloji dünyaya egemen oldukça ekonomik otoriteler de insanın düşünme yetisini köreltmeye devam etmiştir.

Postmodern düzenin en saygın ve yüksek mertebeli üyesi Kapitalizm, insanı araçlaştırarak ona kendini özel hissettiriyormuş gibi gösterirken herkes adına söz sahibi olmuştur. Moda olanı, yani insanı "elit", "saygın", "özel" gibi statülere ulaştıranı tek elden düzenleyen kapitalist sistem doğaya dahi fiyat biçmiştir. Örneğin bungee jumping gibi bir ekstrem sporu moda yapan kapitalizm, doğanın sahipsiz dağlarına set çekip cebini doldurmuştur. Bu sporu yapan kişiye bir "cesaret madalyası" takıldığından herkesçe alkışlanılan şahıs aslında korkusuzluktan öteye gitmediğinin farkında değildir çünkü sistem onun zihnine çoktan uzaktan kumandalı bir kontrol cihazı takmıştır.

Teknolojinin bu denli egemen olduğu ve insanı kendine göre standartize edebildiği bir düzende bilim de es geçilmemelidir. Yine eskiye döndüğümüzde, bilimsel gelişimlerin filizlendiği dönemlerde cesurca yapılan keşif örnekleri türemeye başlamıştır. Lakin korkusuz sıfatlı korkak otoriteler bu cesur bilim insanlarını da baskılamayı bilmiştir. Örneğin bilinmeze adım atıp Dünya adına büyük keşifler gerçekleştiren "cesur" Galilei, onu vahşice idam edebilecek "korkusuz" otoriteler tarafından cezalandırılma evresine getirilmiştir. Buradaki asıl sorun "teknoloji varsa bilim de vardır" demenin doğru olmamasından kaynaklıdır. Günümüzde de birçok alanda araştırma geliştirme çalışmaları yürütülmekte fakat uygulamaya geçirilenler çok sınırlı kalmaktadır. Çünkü cesur olmak için insanın bir ufku olması gereklidir. Ufku olan insan da zihnini korkusuzların baskılarından arındıran, aklını kullanan insandır. Örneğin günümüzde Elon Musk'ın bir iş adamı olarak başlayıp uzay bilimlerine yönelik şirket kurması, Mars'a araç gönderebilecek teknolojik donanımın geliştirilmesine olanak sağlaması aslında aklın kullanıldığı sürece her şeyin mümkün olduğunu göstermektedir.

Öyleyse diyebiliriz ki toplumsallığın "korkusuzlukla" suistimali her ne kadar cesareti sınırlamaya çalışsa da, kendi aklı ile düşünme cesaretini gösteren, yani Horatius'un "Dimidium facti qui coepit habet" sözünü uygulayan insan var olduğu sürece cesaret de var olacaktır. Sorgulayan, araştıran, bilinmeze yolculuğa çıkmaktan korkmayan "cesur" insan her zaman korkusuz ile savaşacaktır. İnsan yalnızca cesur olmalıdır. Aristoteles'in de dediği gibi:
"Ne korkak ne de aşırı atılgan olmak, bunun yerine sadece cesur olmak"...

Düşünyaz 5, 1.adım Yazısı

“Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman
Özgürlük, hangi niteliklere bağlı olarak tanımını bulabilir? Özgürlük, tekilden uzakta çoğula yakın bir kavramsa beraberinde ahlaksal nitelikler de mi taşımalıdır?

'İyi' ve 'kötü' arasından iradeli bir şekilde seçim yapabilme yetisi olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük kavramı, birden fazla kişinin varlığına ihtiyaç duyar. Çünkü 'iyi' ve 'kötü', ahlaksal bir tanımlama sonucu oluşan kavramlardır ve ahlaksal olan, 'genellikle toplum tarafından geçerli sayılan norm ve davranışlar bütünü' olarak karşımıza çıkar. Bu durumda iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, kısacası hayattaki ve toplumdaki tüm kabulleri ahlaksal paradigmalar doğrultusunda uygulamaya geçiririz. 'Yaşamı insanca kılan şey, onu insan varlıkları arasında geçirmektir' der Fernando Savater. Bu durumu özgürlük bağlamında incelediğimizde, özgürlüğe tanım getiren ahlak kavramının insan topluluklarına ihtiyaç duymasından dolayı gerçekten de 'insanca yaşam' olmadan özgürlük kavramının oluşamayacağını görürüz.

Özgürlük kavramının ancak insanca yaşam ile var olabileceği sonucuna varsak da, konuya yaklaşabileceğimiz bir açı daha vardır. O da:
Her kavramın karşıtıyla var olduğudur.

Toplumsal yaşam özgürlük kavramını ortaya çıkarmış olsa da, Nazım Hikmet'in dediği gibi "Her özgürlüğün içinde bir tutsaklık vardır". Çünkü toplum ve devlet gibi kavramlar ortaya çıktıkça; otoriteler, kurumlar ve halklar arasında iyi-kötü çatışması yaşanmaya başlamıştır. Normalde, ahlaktaki amacın menfaat gütmeden, Kant'ın tabiriyle niyetten ibaret olması gerekirken; tarihsel süreçten günümüze uzanan zaman tünelinde niyet amacından sapmıştır. Normal şartlarda sadece ahlakın iyiliğe ve niyete bağlı bir gerekliliği olduğundan patronuna 'günaydın' demesi gereken çalışan, bugüne gelindiğinde zam veya prim talebiyle, yani çıkara ve faydacılığa bağlı bir hareketle patronuna selam vermektedir. Bu durum Horkheimer'ın tabiriyle amacı araçlaştırmaktır. Bu masum örnekten yola çıkıldığında durum çok vahim görünmese de, tarihsel süreçte bu araçlaştırmalar ciddi yıkımlara yol açmıştır.

'İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur' diyen Rousseau'nun haklılığını, toplumsal tabakalaşmanın başladığı yerde, yani Marx'ın tabiriyle 'Artı Ürün'ün ortaya çıktığı dönemde görmeye başlarız. Buğday gibi depolanması kolay ve dayanıklılığı güçlü olan ürünler, topluluklarda fazlalık yaratmaya başladığında ticaretin tohumları atılmıştır. Maddiyatın doğuşu, beraberinde insanı da bir 'mal' haline getirince her şey alınıp satılabilir hal almıştır. Köle-efendi diyalektiği bu şekilde doğunca kişi, toplumdaki rolünü göğüsleyerek 'birey' konumuna düşmüştür fakat bu birey, özgürlükten yoksun mekanik bir nesneden başka bir şey değildir. Özgürlüğün ilk sömürüsü bu şekilde başlarken, ilerleyen dönemlerde ahlak da sömürülmeye başlanmıştır.

Orta Çağ'da, Kilisenin iktidar konumuna gelmesi ve otoritenin Tanrı kavramına bağlanmasıyla halkın ahlaksal tanımları saptırılmış, dinleri olduğu için ahlakı reddeden kitleler ortaya çıkmış, ahlaksal olanı ve özgürlüğü elinde tutan kiliseye karşın hangi normlara uyacağını bilemeyen bir halk alacakaranlığa düşmüştür.

Modernizm dönemine gelindiğinde ise, ahlak ve özgürlük sömürüsü hız kesmeden eylemlerine devam etmiştir. Totaliter rejimler insanları dillerine, dinlerine, renklerine ve ırklarına göre kategorize ederek özgürlük kavramına bambaşka boyutlar getirmiştir. Arendt'in tabiriyle Totalitarizm'in baş yardımcıları olan 'Irkçılık,Milliyetçilik ve Emperyalizm' insanları gaz odalarına hapsetmiş, günde bir dolardan az ücrete çalıştırdığı işçilerin teriyle mâl ettiği ürünleri yüzlerce katı fiyatlara satıp ceplerini doldurmuş, kısacası ahlak ve özgürlük soykırımını layıkıyla yerine getirmiştir.

İnsanca yaşamın ve özgürlüğün katli yine bunlarla sınırlı kalmamıştır. Postmodern çağda herkese 'sen özelsin' diyen Kapilalist düzen, insanların eline ayriyeten bir 'nasıl özel olurum?' kataloğu koymuş, özel olmayanı dışlayarak herkesin özele maddiyatla sahip olmasını sağlamış, 'özel' olan 'herkes' de sıradanlaştığının farkına varmamıştır. Herkesi bulutların üstünde lüks bir yaşama davet eden kapitalizm, tabiat ananın ücretsiz dağlarına bile fiyat biçerek insanlığın olanı kendine mâl etmiştir. Ek olarak Postmodernizm 'Kültür Endüstrisi' kavramını ortaya çıkarmış, Adorno'nun tabiriyle "Kültürel varlıkları kâr dürtüsüyle standartize mallara dönüştürmüştür". Bir köylünün soğuktan korunmak için en kolay yoldan eliyle diktiği şalvarları fabrikasyon bir ürüne çevirerek yılın modası yapmıştır. Bu durumda insanlar ne yiyeceğini, ne içeceğini ve ne giyeceğini dahi seçemez duruma getirilmiş ve bu düzen renk seçebilme yetisini insanların ellerinde bırakarak ufak bir özgürlük simülasyonu yaratmıştır.

Sonuçta, özgürlük ahlaksal temelli olduğundan bir kitlenin varlığına dayanarak oluşmuştur fakat kitleler kavramı deştikçe yine insanca yaşamın bir parçası haline dönüşen tutsaklık kavramı filizlenmiştir. Maddiyat insanları sınıflara bölmüş, iktidarlar dini ve kültürü sömürmüş, kitlelerin varlığı olmadan adından dahi bahsedemeyeceğimiz özgürlük yine de kitledeki tekilin oyuncağı olmuştur. En sonunda durum Chuck Palahniuk'un dediği gibi "Ancak kaybedeceğin bir şey yoksa özgürsündür"e varmıştır...

Elif İmir / Beşiktaş Atatürk Anadolu lisesi/Istanbul/ Düşünyaz 5, Türkiye 5. si


Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

YAŞADIĞININ FARKINDA MISIN?
Kant'ın felsefesi bireyin kendi eliyle düştüğü ergin olmayış durumundan kurtulması üzerine kurulu bir felesefedir. Akılcı bir filozof olan Kant insanın gösterebileceği en büyük cesareti ''aklını kullanma cesareti'' olarak görür.
Günümüz toplumunun ortak sorunu kendi varoluşunu, kendi benliğini aramakla geçmektedir. Dünyayı anlamlandırmaya çalışan insanın asıl amacı koskoca evrende küçük nokta bedenlerimizin farkına varmaya çalışmaktır. Kendine has, kendine ait maximleri olan, kendi kurallarını kendi koymaya çalışarak bir dünya kurmaya çalışır. Nasıl ki bir varlığın bilgisine sahip olmadan, anlamlandıramıyorsam dünyayı kurmak isteyen insan en iyi şekilde onun bilgisine sahip olmalıdır. Kant insanın davranışlarını usa dayandırır. O halde ''bilinçli'' varlık olarak nitelendirdiğimiz insanın doğadaki asıl amacı nedir? ne olmalıdır? Peki ya Kant'ın da bahsettiği gibi acaba akıl kendi uykusundan uyanmış mıdır? Cevapsız bıraktığımız bu soruların cevaplarını da insan kendi aklıyla cevaplamalıdır. Çünkü ''aklın uykusu kendi canavarını yaratır.'' Kant da David Hume'dan etkilenerek akılcı felsefesinin yanında sentetik bilgiyi önemseye başlar ve hayatında büyük bir ''aydınlanma'' yaşar. Bunu şu şekilde dile getirir: '' Beni dogmatik uykumdan Hume uyandırdı.'' Kant Apriori yani aklın öngörüsü, bunun yanında da Apestriorinin, sentetik bilgi deney ve gözlemin de olması gerektiğini düşünür ve bu kavramlar '' fenomen evreni'' oluşturur. Evrende ''ispat'' vardır. Numen evrende ise ispat yoktur. Tanrının varlığına inanıyorsam tanrı o halde vardır. Aynı zamanda numen evren agnostiktir. Agnostik diyince Gorgias'ın rölativizminin ve kuşkuculuğunun kesin bir ifadesini görmekteyiz : ''Hiç bir şey yoktur, varsa bile bilinemez, bilinse bile başkalarına bildirilemez.'' Demagoji yapan Gorgias aklına, usuna güvenmekte midir? Bilinemeyen ''şey'' için bir dünya kurmaya çalışmakta mıdır ? O halde bakıldığında tek düze bir hayat sürmemek için aklı kullanmak kaçınılmaz olacaktır. Duyguların ve arzuların pazarlandığı günümüz dünyasında noktalaşmamak mümkün değildir. Peki kendi aklımla bir evren bilgisine sahip olmak istiyorsam ve onu ''yaratmak'' benim elimdeyse acaba kurduğum dünya gerçek midir? Akla uygun olan gerçektir, gerçek olan akla uygun mudur ? Acaba tanrı mı Adem'in aklının ürünü Adem mi tanrının ürünüdür?
Sokrates de rasyonalist bir filozoftu ve düşünceleri uğruna öldürülen ilk insan olduğunu görmekteyiz. Sokratese göre sorgulanmamış bir varoluş koyunlara uygundur, insanlara değil. O halde varoluşsal suçluluk bizim kendilik ve özbenlilik bilincimizi yitirmemizin ürünüdür.
İşte ah! Felsefe
Hem hukuk, hekimlik
Hem de ilahiyat ne yazık okudum hepsini hummalı hevesle
……
Gerçi zekiyim bütün o boşboğazlardan
Ne vicdan azabı duyuyorum ne kuşku
Ne cehennem ne şeytan korkusu
Buna karşın bütün sevincim bitti
Aklım hiçbir şeye ermedi gitti
İnanmıyorum, bir şey öğretebildiğime
İnsanları iyiye, doğruya yöneltebildiğime.
GOETHE
Goethe'nin bu mısraları insanın nasıl kitleselleştirilmeye ve yığınlaştırılmaya götürüldüğünün ve kendi elleriyle düşünsel boşluğa düştüğünü göstermektedir. Özbenliğini yitirmek bir insan için en vahim durumdur. Varoluşu deriniyle inceleyen Erich Fromm bunu şu şekilde dile getirir: '' Bilincimiz büyük ölçüde toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır. Oysa bilinçaltımız her birimizin içindeki evrensel insanı yansıtır.'' İnsan gösterebileceği en büyük cesareti göstermeli kendi kendiyle baş başa kalmalı ve kendi içine inmelidir. En önemlisi kendine ait bir dünya kurmalıdır. Ontolojik felsefeye bakıldığında zihindeki varlık AKILdır. O halde her şey zihinde olup biter. Örneğin ; İnsanlar orta çağda karanlık bir ortamda yaşıyorlardı. Fakat ortaçağ insanları kendilerini son derece aydınlık ortamlarda yaşıyor olarak görürlerdi. Bu dönemde yapılan Beoto de Liebena 'nın ''besinci suru üfleyen melek'' tablosu aydınlıktır. Zihinlerindeki sanata yansımıştır.Bakıldığında akıl ile imkansız yoktur. Matisse'in de yaptığı gibi hayal gücümü, aklımın sınırlarını zorlayarak her yere taşıyabilirim. Sapere Aude-> kendi aklını kullanma yetisidir. Bu yetinin farkına varmak ve bu cesareti göstermek, düşünce denizinde yelken açmaya benzer. İlerledikçe insan zihnini iyice kurcaladıkça hiç farkında olmadığı yerlerin , aslında kim olduğunun farkına varacaktır. Bu Kant'ın da deyimiyle ''aydınlanma'' dır. Einstein: '' Yeni düşünceIeri ortaya çıkaran hayaI gücü biIinçten önemIidir. '' der. Acaba ''bilinçli insan'' bilinçli olduğunun farkında mıdır? İnsanda farkındalık için anlayış olmalıdır. Kendine ait düşüncesi olan her zaman özgürdür. Rolla May '' Özgürlüğü tümüyle elinden alınan bir insana ne olur?'' diyerek sorgular. Bahsettiği özgürlük varoluşumun niceliksel olarak görünümü olan bedenimin özgürlüğü müdür yoksa niteliksel özgürlüğüm müdür? Düşüncesiz bir insanın özgürlüğünün yitirmesi mi daha korkunçtur yoksa herkeste olan bedenin özgürlüğünü yitirmesi mi daha dehşettir? Düşüncesiz insan çöl iklimine benzer. İçinde az kişi bulundurur. İnsanın da zihni çöl iklimi gibi bomboştur. Kurak, step . Özgür insan kendisinin farkındadır. İnsana özgü zayıflığın dar sınırlarını usun genişliğiyle aşmak istiyorsak içinde gezinebileceğimiz uzun bir zaman dilimi vardır. Özgürlüğümüzün farkına vardığımızda önemli olan işin işten geçmemesidir. Seneka insanlar yaşamlarının ne kadar kısa olduğunu bilmek isterlerse su an yasadıkları yaşamın ne kadar küçük bir bölümüne sahip olduklarını düşünmelerini sağlayın der . Sen yaşadığının farkında mısın? Minerva'nın Baykuşu gece alacakaranlıkta aktiftir. Oysa ki gündüz olanlar olup bitmiştir. İş işten geçmiştir. O halde Minerva'nın Baykuşunun uçuş zamanı ne zaman olmalıdır? Aristo da en iyi yaşam şeklinin aklımızın güçlerini kullandığımız bir yaşam olduğu sonucuna varmıştır. Aynı zamanda insanın homopolitikus olduğunu yani politik bir hayvan olduğunu söyler. Diğer insanlarla birlikte yaşayabilmeye doğamızın karanlık tarafını bastıracak bir adalet sistemine gereksinim duyarız. Peki insan napmıştır? Doğanın bizi özgür yaratmasına karşın kendini olmadık çemberler içine hapsetmiştir. Yani kendi eliyle bir ergin olmayış durumuna düşmüştür. Yine döndük mü gerisin geri ? Günümüz insanı uzun zamandır yaşama tehlike olmaktan çıkan bir yanardağa bakar gibi bakıyor, bu kayıtsız bakışlar kendini güvende hissettiriyor. Sartre yabancılaşma fenomeninde kayıtsızlığı detaylıca görmekteyiz. Yabancılaşmaya değinirsek aslında çağlar boyu sürüp giden bir imge olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun dayanağı olarak yabancılaşmaya(alevation ) ilk örneği tevratta görüyoruz: '' Gözleri var görmezler kulakları var duymazlar ey insanoğlu sen neden inanırsın?'' bu insanın ilk kendine olan yabancılaşması . Oysaki putları kendi elleriyle insan yapar. Kendine bile yabancılaşmış insan, yaşadığı evrenin bilgisine sahip olmaya çalışırken kendi içine inerek onu kurması kaçınılmaz olmalıdır fakat bu mümkün olamaz. Kendini tanımayan insan kendine ait bir dünya kuramaz. Yabancılaşma günümüzde toplumsal dünyanın nedeni değil, sonucudur. Önemli olan yabancılaşmış dünyayı DEĞİŞTİRMEKTİR. Whitman'' Ah yaşamak, hep yaşamak, geçmek arkada bırakmak cesetleri.'' sözlerini söylerken ölümseverliğe karşı bir duruş mu sergilemiştir, yoksa aklını yitiren insanın niteliksel varoluşunun önemsizliğine mi vurgu yapmaktadır? Eylemlerinin en özgür olanlarını bile (sevmek, nefret etmek) buyruk altında yapan insanlar evreni yeniden yaratabilirler mi? Baskı ve korku altında insan kendi bilincini yitirir. Oysa ki en sevdiğim varlık bana korkuyu öğretir:ANNE. Annesine tutkuyla bağlı olan çocuk tutkunun ve sevginin beraberinde getirdiği korkuyla bilinçsizce davranır. Örneğin Hitler'in kazanma ve yönetme tutkusu silahların gerçekliklerine ağır basıyordu. Bu nedenle gerçeği nesnel bir gözle göremiyordu çünkü hırs ve kaybetme korkusu onu bilinçsiz bir insan haline getirmişti. Camus ''Caligula'' adlı oyununda bu tür güç deliliklerini detaylı bir biçimde anlatır.
Doğanın, dünyanın bilgisine ulaşmak derken Descartes'in 20 yasında hayatta hangi yolu izleyeceğim sorusuna ''ne iyiki '' diye cevap vererek akıl anlama yolundaki düşünme mesleği yolculuğunu başlattığını görürüz . Fark ettiği en önemli bilgi ise insan doğasının birçok değişkene ve yapıya sahip olmasıydı. Eğer böyle olmasaydı evrendeki her canlı aynı düşünüyor, aynı hareketleri, sergiliyor ve sıradanlaşmış bir hayat sürüyor olacaktı. Ben kimim ? ya da ''ben ben olduğumu nasıl bilebilirim? Descartes bu kimlik arayışını şöyle cevaplamıştır. ''Şüphe ediyorum o halde düşünüyorum , düşünüyorum öyleyse varım.'' Düşüncenin ve aklın varlığının önemini burada da açıkça görmekteyiz. Peki ya sen ne yitirdiğinin farkında değilken kaç kişi varoluşunu yağmaladı? Özgürlüğün elinden alınırken sorumlu olduklarının farkında mısın ya da sorumlu olduğun için özgür olduğunun farkında mısın? Kant doğal ihtiyaç ve isteklerden kaynaklanan davranışları ''ödeve uygun'' davranışlar olarak nitelendirir ve ahlaklı davranışların karsısına koyar ve ödev duygusu yapmalısın etmelisin şeklinde kesin buyruklarla varlığını belli eder.
Bu nedenle kant özgür olduğumuz için sorumlu olmadığımızı tersine sorumlu olduğumuz için özgür olmamız gerektiğini savunur. Ödev ahlakında insanın topluma karşı görevleri, ödevleri vardır . Birey gelişmelidir fakat toplum da gelişmeli ve değişmelidir. Goethe : ‘’Ben on sekiz yaşındayken Almanya’da 18 yaşındaydı.’’ der. Goethe 40 yaşına geldiğinde Almanya 18 yasında kalırsa böyle bir toplumda özgür bir insan olarak yaşamak gerçekte olası mıdır? Nasıl ki bireyler gelişme ve ilerleme konusunda geri kalabilirse toplum da kalabilir. Bu insan yığını içinde önemli olan ''BEN''i tüketmemek ve yitirmemektir. Camus ‘’Yabancı’’ adlı romanında günümüz toplumsal yapısı içinde yaşamın anlamını arayan insanın sorununu anlatır. İnsan aklının farkına varmak için kendiyle başbaşa kalmalıdır. Kendiyle baş başa kalan insana akıl bir yol çizer. Anahtar-kilit ilişkisine benzetirsek anahtarlar sırayla düşüncenin kilitlerini açar insan kendi içinde uzun bir yolculuğa çıkar. Sizce bu yolun sonu var mıdır? Sarte şöyle der: İnsan zihindir . Ama zihin nedir? Zihin bendir. Ama ben nedir? Ben kendime bağlı olan kişidir, daha doğrusu ben, ilişki içinde bir içsel yönelme ve kendine dönüştür. İşte çağımızın insanı, kendi içine dönüşü engellenen insandır. Bunalımın nedeni budur : Var olmak ya da olmamak. Bu nedenle bakıldığında ergin olmama durumunda sorumlu olan kişi benim.Bahsettiğimiz gibi insanın ergin olmayış durumunu ele alan Kant'ta itaat yoktur. Sen kendi kendini idare etmek zorundasın. Zorunluluk deyince Kant'a göre evrensel ahlak yasası mümkündür. Fakat böyle bir yasa doğa yasası gibi olanı değil, olması gerekeni içeren bir yapıda olmasıyla mümkündür. Bu yasa bizim içimizde var olan iradeyle gerçekleşir. Otonomi olarak adlandırırız ve otonomi ''kendi içinde olmaktır.'' Bununla birlikte özgürlük ortaya çıkar. Yani insan kendi ahlak yasasını kendi belirler. Bu ahlak yasasına uymak zorunluluk değil önceden de bahsettiğim gibi bir ödevdir. Kendi yasasını kendi belirleyen insan zihninde ''ideal'' bir dünya kurar.
Persius'' kimse kendi içine inmeye çalışmaz.'' der. Bu cesareti göstermek çok güçtür. İnsanın bütün yaşamı nasıl yaşaması gerektiğini anlamaya çalışarak geçer çoğumuz ise yaşadığını sanan bedenleriz aslında. Düşüncesiz bir bedenin, ölü bir bedenden farkı yoktur. Oysa ki aslında insanın çağlar boyu bütün savaşı ölümsüz olmaktır. Her çağdan çoğu ressamın tablolarında kuru kafa görüyor oluşumuz bize ölümü hatırlatır. Yine bilinçaltımıza giden gizli bir yol sanat yoluyla insana ulaştırılmaktadır. Çünkü Ars Longa'nın da yorumladığı gibi '' hayat biter, sanat kalır.'' Zaman , yaşam sürekli devinim içindedir. Aslında zaman daha var olmadan var olmayı bırakır. Yaşamayı bilmeyenler günü geceyi beklerken yitirir geceyi de şafağın sökmesinden korkarak harcarlar. Bu nedenle her anı insan kendi için yaşamalı ve kendisini araçsallaştırmamalıdır. Sartre'a göre de benim varolma olanaklarımın ölmesi başkalarının özgürlüğünü yaşamama sebep olur. Praxislerin kendi aklımın öngördüğü şekilde ve insanın ''kendisi için varlık'' konumundan kendini ''kendinde varlık'' konumuna getirmemesi koşuluyla gerçekleşmelidir. Sokrates'in de Delphi tapınağının kapısında yazan ''kendini bil ''kavramının önemini görmekteyiz.
Kendini tümüyle sağırlaştırabilecek kadar yetkinleştirmiş insan tümüyle felç olduğunda bile normal bir insan gibi görünecektir. İnsan kendi aklını kullanmalı elinden geleni yapmalı ve özgürlüğünden kendini alıkoymamalıdır. Kafka ‘’Dava’’ adlı yapıtında Joseph K.nın suçluluğunun koşulsuz itirafı, ardına kadar açılan kapılar olarak simgelenir. Suçu yaşanmamış bir hayat yaşamaktır. YAŞAMAK VE VAROLMAK İÇİN başkalarından izin almayı beklemektedir. Kendi içinde dünya kurmak için insan '' kendi hayatını'' yaşadığının bilincinde olmalıdır. Gerçekte ne isen o olmak ve kendini kalıplara sokmamaya çalışmak, nesnelleşmemek yaşamın gayesi olmaldır. Nietzsche’ye göre özgürlük evet ya da hayır demek değildir. Kendimizi şekillendirme KISACA ‘’gerçekte neysek o olmak becerisi ve hakkıdır.’’
Platon '' düşünce ölümsüzdür.'' der. Beden varoluşunu yitirse bile düşünce yaşamaya devam eder. Bu kimileri için ''kısa'' yaşamayı bilenler için ise ''uzun'' olan yaşamda ise'' değişmeyen tek şey değişimdir.'' (Herakleitos). ''Panta rhei ''yani her şey akar, değişir. Önemli olan bu yolculukta kendini bulman ya da daha da önemlisi kendisinin farkında olan insan için kendini kaybetmemektir. Çünkü kendini kaybetmek demek yaşamın anlamını kaybetmektir ve dogma kurallardan sıyrılıp bir dünya kuramamak demektir. Erich Fromm'un dediği gibi '' Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır hayatın anlamını kaybetmek.'' Bu uzun yada kısa ,göreceli olan yol da aklım pili bitmek bilmeyen bir fener olmalıdır ve insan ne kadar ilerlerse ilerlesin önünü aydınlatmalıdır. Peki bu yolun sonu gelir mi?

Düşünyaz 5, 2.Adım Yazısı

 “Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap

ZANNETTİKLERİMİZ VE İNSANIN GERÇEKLİĞİ

İnsanlar kendi türü içinde birbirlerinden tamamen farklı varlıklardır. Her birimiz kendimiz olmaya çalışma mücadelesi verirken ve benliğimizi bulmaya çalışırken aynı zamanda hem kendimize yabancılaşırken hem de çevremize yabancılaşırız. Bazen nesnelleşiriz çoğu zaman ise nesnelleştiriliriz.
Taşıdığımız bedenin, sahip olduğumuz ruhun , duygularımızın , bakışlarımızın , insanı insan yapan olguların arkasında aslında insan bin parçadır. Dışımıza yansıyanlar ve içimizde yaşananlar birbirinden farklıdır ve insan bazen kendini bile tanıyamazken başkalarının hayatına müdahele etme eğiliminde bulunmaya cesaret gösterebilen bir varlıktır. Duygularımızın konuşmalarımızın hissettiklerimizin günü gününü tutmaması kendimizle zaman zaman çeliştiğimizin de bir kanıtıdır. İnsanın hayattaki en büyük şansının kendini tanımak olduğunu söylersek yanlış olmaz. Çünkü kendi içinde derinlere inen insan aslında tanıdığı ''ben''in tam olarak o olmadığını görecektir. Montaigne'e göre de insanın bir şey bulabileceği tek şey kendisidir. Kendimizle kendimiz arasındaki farklılar o denli fazladır ki aslında insanın kendiyle ne kadar çatıştığını gösterir. Benim diğeriyle olan ilişkilerimde ise yaşadığım çatışma nesneleşme ya da nesnelleşmeyi ve en sonda da yabancılaşmayı getirir. İnsan nesneye , çevreye , topluma en önemlisi de kendine yabancılaşır. İnsanlar birbirinden çok farklı canlılardır. Dünyanın vazgeçilmez kanunudur bu ve doğaldır. İletişim halindeki insan karşısındakiyle ne denli farklı olduğunu görür. Özellikle de düşünceleriyle varolan insanın farklı olmaması nasıl mümkün olabilir? Fakat yabancılaşma işte tam da burada başlar. İnsanların birbirlerinden ne kadar farklı olduğunu gören insan kendine yöneldiğinde aslında kendinin kendisine ne kadar yabancı olduğunu görür. Bu durumda insan kendi kendine yabancılaşır. Kişi yaşadıklarının , yapıp ettiklerinin, praxislerinin toplamıdır. Ona göre yaşam insanın ''tek başına'' kendi toplumsal boyutunu keşfetmesidir. Eylemlerimiz her gün hatta her saat birbiriyle uyuşmaz. İnsanda bedeni olmadan varolamaz. Bu durumda bir insanın duygularını düşünebiliyor musunuz? Bizi oluşturan yapbozun parçaları daima eksilir ve yeniden tamamlanır. Bir kısır döngü içerisinde daima insan kendisiyle çatışma içerisindedir. Ben artık ben oldum diyebilmek mümkün değildir çünkü insan tanıdığını zannettiği kendisinin aslında benliğiyle farklı olduğunu mutlaka görecektir. Platon '' Bedenler doğar ama varolmazlar.'' diyerek sürekli bir değişim içersinde olduğumuzu göstermiştir. Kendi kendiyle tam olan insanın konserve kutusundan farkı yoktur. Nesneler tamdır, değişmezler insan ise kendi kendisiyle bile ne kadar farklıdır. O halde insan bu farklılıkları gördükçe kendini tanıma yetisini mutlaka kullanmalıdır. Persius '' Kimse kendi içine inmeye çalışmaz.'' demiştir. Çünkü insanın kendisini aslında tanımadığını görmesinin müthiş bir acısı vardır. Sartre'a göre Cogitonun (bilincin) kendini fark etmesi bulantıdır. İnsanın en kötü durumu kendini bilemediği ve idare edemediği zamanlardır. Bu insanın kendi kendisiyle olan farklılıklarından kaynaklanır. Kendisi için doğru bildiği yolların aslında benliğine tamamen aykırı bir yol olduğunu gören insanın kendisinin aslında zannettiği ben olmadığını görmesi kaçınılmaz olacaktır. Her insan birbirinden farklıdır diyoruz. Karşılıklı insan ilişkilerinde ortaya çıkan sorunları, (sadizim, maşosizm saplantılı duygular ve bu tür güç deliliklerini Camus '' Caligula '' adlı oyununda çok doğru biçimde anlatır.) insanların birbirinden farklı olmasına bağlıyoruz. Fakat aslında insan en büyük mücadelesini kendisiyle vermez mi? Kendi kendimizle farklıklarımızı gördükçe karar verme yetimizi bile kullanamaz hale geliriz. En büyük kavgamızı kendimizle veririz. Çünkü aklımız başka konuşurken duygularımız ise bazen başka konuşur. Bilinmezlikler denizi içerisinde ''ben'' olmaya çalışırız. Kendimizi bulmaya çalışırız. Kendimizle olan farklılıkları kaldırmak, insanın kendisiyle olan çatışmasına son vermeye çalışırız. Fakat bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Çünkü insan daima değişir ve kendini keşfettikçe aslında kendisine daha da yabancı olduğunu görür. ''Bilincimiz büyük ölçüde toplumumuzu ve kendi kültürümüzü yansıtır. Oysa bilinçaltımız herbirimizin içindeki evrensel insanı yansıtır. '' Erich Fromm . Başkasıyla konuşurken konuştuklarımız bizi biz yapan değerlerin yüzde kaçıdır? Oysa kendimizle konuştuklarımız , bilinçaltımız hem kendimizle hem de başkasıyla olan farklılıklarımızı yansıtır. Hayata dair ilişkilerden, farklılıklardan bahsederken hep başkasına ihtiyaç duyduk. O halde insanda varolabilmek için başkalarına ihtiyaç duyar. Bir öteki de diğerine. Bu böyle devam eder. Çünkü başkasıyla olan farklılıklarının farkına varan insan kendi içine inmeye cesaret bulacaktır. Aristoteles insanın politik bir hayvan olduğunu söyler ve diğer insanlarla birlikte yaşayabilmeye doğamızın karanlık tarafını bastıracak bir adalet sistemine gerek duyduğumuzu belirtir. Bu nedenle BEN'in her zaman diğer bir BEN'e ihtiyacı vardır. Bedensiz de var olamayız. O halde diğerininde bedene ihtiyacı var. Beden bakışı, bakış utanç-gururu beraberinde getirecek ve duygular devreye girecek. İnsanlar arasındaki farklılıklar duygularla ortaya çıkacak ve insan kendisinin de kendisiyle farklı olduğunu keşfedecektir. Eylemlerimiz , praxislerimiz bilince (cogitoya ) dayanır. Bu durumda özgürlük ise cogitoya dayalı praxislerini yaşamaktır. İnsan özgür düşünebildiği durumlarda farklılıkları görebilmektedir. O halde kendi kendimiz arasındaki farklılıklarıda bu yolla görebilmemiz mümkündür.
Ovidius '' Yaşıyor ama bilmiyor yaşadığını.'' İnsan yaşamını kendi isteklerine göre yaşadığını zannederken aslında kendini tanımadığını görünce yaşadığının ölü bir yaşamdan ibaret olduğunu görecektir. İç dünyasında binbir parça olan insanın kendisiyle arasındaki farklılıkların bir diğer kanıtı ise budur. Başkasıyla aramızda olan farklılıklarımız bizi biz yapar fakat aynı zamanda kendimizle olan farklılıklarmız ise bizi yanılgıya düşürür. Benliğimizi bulmaya çalışmak kuşkuya düşmemize neden olur. Oysaki insan bir bakımdan hayatını devam ettirebilmek için değişmek ve gelişmek mecburiyetindedir. Değişmeyen insan yenik düşmeye mahkumdur. Ve insan hiçbir koşulda tam bir varlık olamaz. Tam olan tek şey nesnedir. Önemli olan insanın kendine tamamen yabancılaşmamasıdır. Kendini samimi tanıyan bir insan istediği kadar kendinden söz etme cesaretini kendinde bulacaktır. Bu kendini beğenmişlik değildir. Fakat bu insanın kendisiyle arasındaki farklılıkları görmesiyle yalnızca gerçekleşebilir. ''Sevginin ve Şiddetin Kaynağı'' adlı kitapta söz edildiği gibi insanın amacı narsisizmini yenmektir. Çünkü unutulmamalıdır ki insan kendi kendine bile farklıdır ve bazen sandıklarımız gerçeklerin karşıtıdır.
İnsanın kendi bilinçaltına inmesi ve kendisiyle arasındaki farklılıkları görmesi kendisinin farkına varması ve benliğini keşfetmesi insan için en geçerli kurtuluş olmalıdır. Hayat bize her zaman başardın demez. Bazen bu başarıları kendimiz bulmamız gerekir. Bunun için farklılıklarımızın yapabildiklerimizin bizi oluşturan parçaların kendimizin kendimize bile ne kadar farklı olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Bizi oluşturan parçalar aksine bizi parçalamak yerine bizi tamamlamalıdır. 

Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı

 'Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini.” Manly Palmer Hal

İNSANIN BENLİĞİ

Koskoca evrende tek bir nokta olan insan bir varoluş çabası içinde yıllar boyu kendini bulmaya çalışıyor. Benliğimiz bazen asimile olmamızı engelliyor, bilinç sahibi olmamızı kendimizin farkında olmamızı sağlıyor.
İnsan içinde bir yerlerde kendinden bir şeyler bulursa bu evren için önemli olduğunu hissediyor. Bugün duyguların ve arzuların pazarlandığı dünyada insan şeyleşiyor , nesneleşiyor. En önemlisi kendini noktalaştırıyor. Mikroskop denen icatla insan göremediklerini görmeyi öğrendi. İnsanlar anlamadıklarına daha çok inanır bu sebeple insan derine indikçe yakından gördükçe farkında olmadığı varlıkları keşfetti , farkındalık önem duygusunu beraberinde getirdi. Bilinç yönünden zenginleşmeyi sağladı. Teleskobun icadı ile insan koskoca evrende yalnızca bir nokta , bir nesne , bir şey olduğunu gördü. İnsan bu ikilemin , kararsızlığın içinde varoluş sancıları çekerek kendini yıllardır bulmaya çalışıyor. Kendini tanıyan , ruhunu bilen insan kendi benliğinde derinlere indiğinde ne kadar önemli olduğunu görür. Bu evrende tıpatıp ona benzeyen aynı fikirleri , duyguları , hareketleri , varoluşları olan başka bir nesne göremez böylece kendine değer vermiş olur.
İnsan kendini yalnızca akıl yoluyla bulabilir. Varoluşunu akıl ve duygularıyla kavrayabilir . Bilinci ve aklıyla insan değerli olduğunu hissedebilir. En mutlu insan kendini tanıyan kendinden emin olan en önemlisi de kendinin farkında olan insandır. Kendini daima başkalarıyla kıyaslayan insan elbette kendini eksik hissedecektir. Zaten tam olan varlık yalnızca nesnedir. İnsan kendisi için varlıktır yani eksik bir varlıktır tam olan yalnızca bir şeydir. İnsan kendisini şeyleştirmemek amacıyla daima kendini geliştirmelidir. Fakat aynı zamanda sürekli kendini dünyanın içinde küçük , eksik , noksan , çaresiz bir varlık olarak gören insan kendini geliştirmek yerine daha da geriye götürecektir. Bu yüzden insan benliğinin yapabileceklerinin farkında olmak için aklıyla kendini keşfetmelidir. Kendi kendini tanımak bilgeliktir bilmediğini bilmek için insanda anlayış olmalıdır. Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için onu itmek gerekir. Sınırları zorlamak yapabileceklerinin farkına varmak gerekir. Platon '' Bedenler doğar ama var olmazlar.'' demiş. Çünkü insan sürekli değişim içindedir. Felsefenin de amacı zaten dünyaya değiştirmek için bakmaktır. Kendini geliştirmek , değiştirmek , değerli hale getirmek insanın bilinci içinde gerçekleşir. Bir karınca tepeden bakıldığında ne kadar değersiz görünse de kendi varoluşunda harika bir canlı olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle insan kendine ne kadar uzak olursa o kadar kendinden uzaklaşmış , varlığını değersizleştirmiş olur. Kendine yabancılaşan insanın bilincinden bahsetmek mümkün değildir. İnsanın kararsızlık muğlak durum içerisinde kendini var etme çabası doğasında vardır. Bir varlığın kendi varoluşunda kendi içinde değerli olduğunu aynı zamanda ise koskoca evrende küçük bir nokta kadar yer kapladığını görürüz. Bu durum bizi bazen olumlu düşüncelere bazen olumsuzluklara sürükler. Olumsuzluklar içinde kaybolursak , kendi özgürlüğümüzü yitirirsek başkasının özgürlüğünü yaşamak zorunda kalırız. Doğa bizi özgür ve bağımsız yaratmış biz ise kendimizi olmadık çemberler içine hapsediyoruz. En ufak bir rüzgarda savruluyoruz , bilincimizi kaybediyoruz hatta bazen bilinçsizliğimizin farkında bile olmuyoruz. İnsan bazen düşüncelere yabancılaşıyor yabancılaşmayla beraber düşünceleri yitiriyor , olmadık anlamlar yüklüyor. Benliğini kaybeden insan şeyleştiğinin farkına varamıyor. Bir zamandan sonra yemeklerden bile tat almamaya başlıyor. Çünkü bilinçsiz insan duygularını zevklerini düşüncelerini yitiriyor kendini noktalaştırıyor , şeyleştiriyor. ''İnsan düşünce ile görür ve duyar , her şeyden yararlanan , her şeyi düzene sokan , başa geçip yöneten düşüncedir. Geri kalan her şey kör , sağır ve cansızdır.''( Epiharmus ). Bu nedenle insanı insan yapan düşüncedir , kendini fark etmesidir yoksa bir teleskopla baktığımızda milyar tane nokta görürüz . Bunların hepsi birbirinin aynısı gözükür hepsi bir nesne durumundadır. Yakına indikçe farklılıkların farkına varırız bu varlığa önem katar. Buket Uzuner'in ''Su'' adlı romanında bahsettiği gibi Defne adlı karakter şeftali çekirdeğini arkadaşına gösteriyor ve : '' İşte seni bu kadar seviyorum.'' diyor arkadaşı hışımla masadan kalkıyor fakat şeftali çekirdeğinin anlamını bilmiyor. Yalnızca küçük, değersiz bir çekirdek , varlık olarak görüyor. Oysaki şeftali çekirdeği dünyanın merkezi anlamına gelmektedir. Hayatı , dünyayı temsil eder. Bu sebeple yüzeysel olarak bakıldığında bir varlığın değerini saptayamayız onu en ince ayrıntısına kadar tanımak gerekir. İnsan da kendini en ince ayrıntısına kadar tanırsa yeni ve değerli şeylerin yaratıcısı olabilir. Evrende her şey neden sonuç ilişkisi içerisindedir. Örneğin duygularımız kendi kesin olmadığı için sorunumuzu kesin olarak çözemezler öyleyse akla başvurmak gerekir ama akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz. O halde var olan her şeyin bir neden sonuç ilişkisi içerisinde var olduğunu görürüz. İnsan kendi kendinin de yaratıcısıdır. Kendini keşfettikçe yapabileceklerinin farkına varır. Böylece bilinç kendi kendini yaratır. Evrendeki milyarlarca insan arasında insan kendini değersiz hissedebilir. Montaigne'nin de '' Denemeler'' adlı eserinde bahsettiği gibi kendine değerinden az değer biçmek korkaklıktır. Kendini samimi tanıyan bir adam istediği kadar kendinden söz edebilir. Bu kendini beğenmişlik değildir. Bu nedenle kendini tanımak yapabileceklerini görmeyi kendini geliştirmeyi sağlar. Matis'in yaptığı gibi hayal dünyamızı her yere taşıyabiliyoruz. Bu bize insanın kendi beynine , zihnine indiğinde ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. George Perec'in ''Şeyler'' adlı kitabında bahsettiği gibi isteklerinin, arzularının ve bunları tamamlayan insanın kendinin farkında olmaması insanın nesneleşmesini tek düze bir hayat yaşamasını sağlar. Böylece insanı önemsiz bir varlık haline getirir. Bir bütün olarak toplum ele alındığında her birey kendi içinde , kendi benlikleriyle var olurlar. İnsanları birbirinden ayıran yalnızca derinlere indiğimizde farkına vardığımız farklılıklarıdır.
İnsan kendini en iyi bir şekilde tanımalıdır. Çünkü aydınlanma ancak böyle meydana gelebilir.
Yoksa insan bu kalabalık evrende benliğini kaybeder, kendini kalem ucu gibi zaman geçtikçe tükenmiş hisseder.