15 Mart 2023 Çarşamba

DüşünYaz 9 (2023) 1. Adım Yüksek Puanlı Yazılar



NOT: Yazılar puan sıralamasına göre değildir.


Rüya Dönmez 

''Var Olmadığını Kabul Etmek İçin Önce Varlığı Kabullenmek Gerekir'' A. J. Ayer


KESİNLİK ARAYIŞI

Kesinlik kavramı ve ihtimal ile ilişkisi, filozofların zihinlerini uzun süredir büyüleyen bir konudur. AJ Ayer'in "Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz." sözü, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkinin inceliklerini araştırarak bilginin doğası hakkında önemli felsefi soruları gündeme getiriyor: 

Kesin bilgiyi oluşturan nedir ve ona nasıl ulaşırız? İhtimal, bir olayın meydana gelme olasılığının ölçüsü iken, kesinlik, bir şeye tam olarak güvenme durumudur. İkisi arasındaki ilişki bir labirente benzer ama bu ilişkinin doğası nedir? Olasılık, kesinliğin salt gölgesi mi, gelip geçici ve güvenilmez bir tahmin mi? Yoksa kesinlik sadece bir yanılsama mı, gelip geçici ve güvenilmez bir soyutlama mı?

 

Ayer'e göre bir şeyin olası kabul edilmesi için önce belirli bilgi veya gerçeklerin bir temeli olması gerekir. Neyin kesin olup neyin olmadığını nasıl belirleyebiliriz? Dünya anlayışımızda olasılık ve kesinlik fikrini nasıl uzlaştırabiliriz? Bu muamma, tarih boyunca filozofların, bilgi ve kesinliğin doğası üzerine benzersiz bakış açıları sunan Socrates ve Descartes gibi şahsiyetlerin de daimi bir meşguliyeti olmuştur. Ayer'in sözü, bizi varsayımlarımızı sorgulamaya ve bir keşif yolculuğuna çıkmaya teşvik eden bu eski felsefi bakış açıları bağlamında anlaşılabilir. Sorgulamamızın önceden var olan inançlarımızı basitçe pekiştirmek yerine, dünyayı daha derinden anlamaya götürmesini nasıl sağlayabiliriz? Ayer'in sözünün temas ettiği bu sorular, bizi bilginin ve kesinliğin doğasını düşünmeye bırakıyor.

 

 Sokrates, kendine dair bilinç ve kişinin kendi cehaletinin farkına varmasına vurgu yaparak, gerçek bilginin bilmediğimizi kabul etmek ve bir keşif yolculuğuna çıkmakla başladığını öne sürer. Sokrates'in "kendini bilme" yaklaşımı, Ayer'in olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilginin önemine yaptığı vurguyla aynı çizgidedir. Kendi sınırlarımızı tanıyarak ve neyi bilmediğimizi kabul ederek, tıpkı Sokrates'in önerdiği gibi, bilgi arama sürecine başlayabiliriz. Bununla birlikte, Sokrates'in öz-farkındalığa yaptığı vurgunun aynı zamanda insan anlayışının sınırları ve gerçek bilgiye ulaşma olasılığı sorusunu gündeme getirdiğine dikkat etmek önemlidir.

Mantıkçı pozitivist akımın öncülerinden Ayer, bilginin ancak gözlemden ve bu gözlemlerden çıkarımlardan elde edilebileceğine ve metafizik önermelerin hiçbir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağına ve bu nedenle bilimsel ifadenin dışında bırakılması gerektiğine inanıyordu. Öte yandan, bir rasyonalist olan Descartes, bilgiye ancak sistematik bir şüphe süreci ve aklın kullanılması yoluyla ulaşılabileceğine inanıyordu. Belirli bir bilginin temeli olarak ünlü "Cogito, ergo sum" (Düşünüyorum, öyleyse varım) ifadesini önerdi ve kişinin kendi varlığından şüphe duyma eyleminin şüphe edenin var olması gerektiğini kanıtladığını savundu.

Tanınmış bir mantıksal pozitivist olan başka bir filozof Rudolf Carnap da bilgiye ulaşmanın tek yolu olarak mantıksal tümdengelim ve gözlemin önemini vurgular. Rudolf Carnap'ın da "Les métaphysiciens sont des musiciens sans dons musicaux." sözü ile belirttiği pozitivist bakış açısı, metafizik önermelerin anlamsız olduğuna ve herhangi bir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağına ve bu nedenle bilimsel söylemden çıkarılması gerektiği inancını vurgular. Bu söz, bir araştırma alanı olarak metafiziğin bir eleştirisi olarak görülebilir ve metafizikçilerin bilgiye anlamlı katkılarda bulunmak için uygun araçlardan veya anlayıştan yoksun olduklarını öne sürer. Bu bakış açısı A.J. Ayer'in "Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz." sözü olasılığı anlamada kesin bilginin önemini, anlama arayışımızda mantıksal tümdengelim ve gözleme olan ihtiyacı vurgular ve aynı zamanda bilimsel bilgide metafiziğin sınırlılığı ve anlamsızlığı fikrini vurgular. Geleneksel felsefenin gerçekliğin doğası hakkındaki soruları gibi metafizik ifadelerin anlamsız olduğunu ve herhangi bir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağını ve bu nedenle bilimsel söylemden çıkarılması gerektiğini savundu. Bu bakış açısı, olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilgilerin önemini vurguladığı ve anlama arayışımızda mantıksal çıkarım ve gözlem ihtiyacını vurguladığı için Ayer'in bakış açısıyla uyumludur.

 

Şahsen, olasılık ve kesinliğin birbirini dışlayan değil, simbiyotik bir dansta iç içe geçmiş tamamlayıcı kavramlar olduğuna inanıyorum. Bir yandan olasılık, geçmiş deneyimlere ve istatistiksel analize dayalı olarak gelecekteki olaylar hakkında tahminler yapmamızı sağlar ve bize dünyayı anlamak için rasyonel bir çerçeve sunar. Öte yandan, kesinlik, bize bu tahminlere göre hareket etme güvenini veren ve bize dünyada bir faillik duygusu sağlayan bir ruh halidir. Başka bir deyişle, olasılık bize bilgi sağlarken, kesinlik bize bu bilgilere göre hareket etme yeteneği sağlar. 

Ayrıca, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkinin dinamik olduğunu ve yeni bilgiler ve yeni bakış açıları ortaya çıktıkça sürekli geliştiğini düşünüyorum. Kesinlik, tüm insan yapıları gibi, sabit ve değişmez bir varlık değil, sürekli değişen bilgi ve anlayış gelgitlerine tabi olan akıcı ve şekillendirilebilir bir varlıktır. Bu kavram, tez ve antitezin bir sentez oluşturmak üzere bir araya getirildiği diyalektik süreçle ilişkilendirilebilir. Bu durumda, olasılık ve kesinlik tez ve antitez olarak görülebilir ve sentez, bilinçli kararlar verme ve dünyada harekete geçme yeteneği olacaktır. Diyalektik süreç, farklı bakış açıları ve fikirler arasındaki gerilimi kucaklayan ve bir orta yol bulmaya çalışan bir dünyayı anlama yoludur. Benzer şekilde, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişki de farklı bakış açılarını ve fikirleri uzlaştırmayı ve iki kavram arasında bir denge bulmayı içerir. Sahip olduğumuz tek şey dünyanın geçici bir anlayışı olduğunda gerçekten kesinlikten bahsedebilir miyiz? 

Kanımca, kesinliğin sınırlarını kabul etmek ve yeni bilgilere ve bakış açılarına açık olmak önemlidir. Olasılık ve kesinliğin birbirini dışlayan değil, dünyayı anlayışımıza bilgi veren ve şekillendiren tamamlayıcı kavramlar olduğunu anlamak da önemlidir. Heraklitos'un, "Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz" düsturu bizim dünya anlayışımız için geçerlidir. Olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkiyi anlamak, dünyadaki belirsizliği yönlendirmemize ve bilinçli kararlar vermemize yardımcı olabilir. 

 

Ancak olasılığın öznel doğası ile kesinliğin nesnel doğasını nasıl uzlaştırabiliriz? Olasılığın öznel doğasını kesinliğin nesnel doğasıyla uzlaştırmanın olası bir yolu, kesinliğin dünyanın içkin bir özelliği değil, bir insan yapısı olduğunu kabul etmektir. Öte yandan olasılık, doğal dünyanın doğasında var olan belirsizliği ve rastgeleliği yansıtır. Kesinliğin insan algısının ve yorumunun bir ürünü olduğunu anlayarak, ona bir dereceye kadar şüphecilik ve yeni bilgi ve bakış açılarına açıklıkla yaklaşabiliriz. Ek olarak, olasılık ve kesinliğin tamamlayıcı doğasını kabul ederek, olasılığı dünya anlayışımıza bilgi sağlamak ve bilinçli kararlar vermek için bir araç olarak kullanabilir, aynı zamanda kesinliğin sınırlamalarını kabul edebilir ve yeni anlayışlara ve bakış açılarına açık olabiliriz. Bu, varsayımlarımızı sorgulamaya, kanıtlara ve mantıksal akıl yürütmeye güvenmeye ve olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilgilerin önemini kabul etmeye teşvik eder. Aynı zamanda bilgi arayışımızda öz-farkındalığın ve kişinin kendi sınırlarını tanımasının önemini vurgular. Bunlar, Ayer'in sözünün kışkırttığı, bizi bilginin ve kesinliğin doğasını daha derin bir şekilde keşfetmeye bırakan anlamlardır.


--------------------------------------------------------------------------------------------------


Aze Dilanur Telci


''Var Olmadığını Kabul Etmek İçin Önce Varlığı Kabullenmek Gerekir'' A. J. Ayer

Jostein Gaarder'ın Sofie'nin Dünyası'nda da dediği gibi insanlar bir tavşanın tüylerinin ucunda doğuyor, merak duygusu ile her şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu. En yukarıdan evren daha net görünüyordu ve anlamlandıracak çok fazla şey vardı. Bu yüzdendi ki çocukların soruları ve heyecanları yetişkinlerden fazlaydı. Ancak yaş almaya başladıkça o tüyün dibine doğru kaymaya başladılar. Merak duygularını yitirdiler. Daha az konuşmaya, daha az anlamaya çalışmaya ve çok daha az itiraz etmeye başladılar. Birden bire her şeyi olduğu gibi kabul eder olmuşlardı. Motamot dedeleri, babaları ne yapıyorsa aynılarını yapıyor sorgudan uzak yaşıyorlardı. Tarihin puslu sayfalarından bir ses yükseldi: ''Sorgulanmamış yaşam, yaşamaya değmez'' 

 

Sorgu penceresini aralayanlar bu tüyün ucuna tırmanmayı gaye bellemiş kimselerdi. Benliğini kabul etmiş, herkesten ziyade 'kendi' olmuş kişiler. Araştırdılar, gözlediler, deneyimlediler; kimisi suyun akışından çıktı yola, kimisi ateşin yok ediciliğini var etmesine bağladı kimisi hiç yapısı olmayan ve adının dahi konulamayacağı özden geldiğimizi savundu kimisi ise zıtlıklardan doğduğumuzu. Hepsinin özünde ise şu yatıyordu: kuşku ve anlam arayışı. Neden sorusunu sordular ve en büyük manevi savaşa adımlarını attılar.

 

Varlıkla başladıkları tırmanma serüvenlerine bilgi ile devam ettiler. Peki gerçekten de bir şeylerin bilgisinden emin olabilir miyiz  ? Bilgi var mıdır ? Bilmek gerekli midir ? Bilgi varsa dahi elde edilmesi elzem midir ? Asırlar süren bu kimi zaman uhrevi çoğu  zaman akli sorgulamaların özünde şu yatıyordu: kesinlik yahut şüphe. Bir tarafta bilgi vardır ve doğuştandır hatta onu kavramak için yapmanız gereken tek şey hatırlamaktır diyen Sokrates, idealar dünyası ile kesin bilgiyi sağlayan Platon; her şeyi deneyimleyerek öğreniriz, bilgiyi bile diyen Locke ve algısız kavramlar boş kavramsız algılar kördür diye seslenen Kant diğer bir yanda her şey hiçlikten var olmuştur diyen Nietzsche, hiçbir şey yoktur olsaydı dahi bilemezdik bilseydik dahi aktaramazdık diyen Gorgias. 

Kim haklı kim haksız kavgasına girmenin yersiz olduğu felsefe kuramında asıl olan şu yaklaşımdır: hangisi mantıklı. İyi temellendirilmiş olanlar kalıcılığı yakalarlar. Biz yüzyıllar ardında dahi birbirine karşıt bu fikirler üzerinde düşünüyor isek bunun yegane nedeni hepsinin olabildiğince iyi temellendirilmiş olmasıydı. Bir dayanaklarının olması. Bir şeyi bilip bilmemek değildi asıl olan bilsek dahi nasıl biliriz, bilemiyorsak neden sorularına hakkınca cevap verebilmekti. 

 

XVII. yüzyıla gelindiğinde tarih sahnesinde boy gösteri Rene Descartes. ''Tüm eskimiş malzemeleri inşaat alanından atmak istiyordu.'' Tüm her şey bir kenara ilk önce bütün moloz yığınlarını toplamak gerektiğini, sağlam bir zeminde hareket edilmesi gerektiğini savunuyordu. Genç yaşında insanın doğasını ve evreni anlamaya büyük bir açlık duydu ve felsefe okumasının ardından şunun farkına vardı, kendi bilgisizliği. Aklına güveniyordu ve az önce yazdığım sorular ve bunlardan daha onlarcasına cevap verecek bir felsefe sistemi kurmak istiyordu. Descartes'tan ve bilgi felsefesinden bu kadar bahsetme nedenim ise Descartes'ın önceliği olan bilginin kesinliği idi. ''Kesinlik'' kendi felsefi sistemini oluştururken öncelediği şeylerin başındaydı bir diğer konu ise sisteminin kendinden olmasını istiyordu. ''Gerçeğe varmak isteyen insan, yaşamında bir kez, o zamana değin edindiği tüm düşünceleri bir yana bırakıp bütün bildiklerinden yeniden ve tepeden tırnağa bir sistem kurmalıdır.'' diyordu.

Bu nedenle ondan önce yaşamış tüm fikirleri bir yana bıraktı çünkü amacı netlik, kesinlikti. Bunun için hepsinde ortak olan şeyi yaptı ve düşüncelerini sistematikleştirdi, temellendirdi ve gerçeklere dayandırdı. Bu şekilde modern felsefenin ilk adımlarını atmasını sağladı. Nietzche, Protogoras vb. düşünürlerin yanı sıra temellendirilmiş kesinliklerin tüm  evreni, anlamları kapsayacak olan o felsefi sistemi oluşturduğuna inanıyordu. Şüphecilerin aksine şüphe edilecek yok sayılacak olan varlığın dahi tümüyle yok sayılması için öncelikle var kabul edilmesine, kesinliğine inanıyordu. Yusuf Atılgan'ın da Aylak Adam romanında bahsettiği gibi tutamak sorundur. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Bu nedenle kesinliğin elzem olduğuna inanıyordu Descartes, eğer kesinlik olmazsa hiçbir şey ihtimal dahilinde dahi olmaz. Her şey yuvarlanır.

 

Kesinliği yok saydığımız ütopik bir evrende tüm evler kumdan zemine yapılmıştır. Çünkü kesinlik, dayanak ''temeldir.''  Bu ütopyada fikirler malzemelerimiz, binalar sistemlerimiz ve mühendislerimiz düşünürler ise depremler karşıt fikirlerdir. Her bir karşıt fikirde sistemlerin yıkılmaması için sağlam temeller en önemli ihtiyaçtır.

Şüpheciliğin varlığı kesin yargıların da varlığına engel değildir. Bunu en iyi şekilde Imre Lakatos'un şu mantığı ile açıklayabiliriz : ''Bir kuramı reddedebilmek için; yeni kuramın, eskisinin açıkladığı her şeyi ve daha fazlasını açıklaması gerektiğini söyler. A teorisi B'den fazla bilgi açıklıyorsa, B teorisi kabul edilmeye başlanır. Buna göre kuramlar arasında bir süreklilik vardır. birbirleriyle çelişmezler. birbirlerini içerirler.'' Sürekliliğin devamı için kesin yargıları kabulü gereklidir. Kesinlik olmadığı taktirde geri kalan hiçbir şeyin ihtimalinden dahi söz edemeyiz bunun nedeni ise kesinliğin, şüpheciliğin de var olmasını sağlayan bir sistem oluşturulmasında ana etmen olmasıdır. 

 

Arşimet'in de dediği gibi ''Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.'' Tüm evrensel, bireysel, kişisel yahut nesnel yorumlar, kuramlar, teoremlerin yaratılmasında ve geliştirilmesinde uygun ortamın sağlanmasında sarsılmaz temelleri olan kesin bir ütopya var olmalıdır.


--------------------------------------------------------------------------------------------------

 

İren Şerbetçioğlu

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.


Ozymandias

 

21. Yüzyılın en baskın gücünün kapitalist sistem olduğu kolaylıkla savunulabilir. Ancak kapitalist sistem sadece bir ekonomik sistem olmanın çok da ötesinde devrimizin insanının kendisi ve çevresiyle olan ilişkisini dikte eden bir düşünce yapısıdır. Sistemin insan ve doğanın üstünde tutulması nedeniyle bu ikisine de Balanuye’nin ifade ettiği şekilde zarar verilmektedir. 

 

“Fayda maksimizasyonu makinesi” olarak ifade edilen makine utilitaryanizmin spesifik bir türünü betimlemektedir. Utilitaryanizm, (maksimum yararı hedefleyen ahlak algısı) Kantçılık gibi ahlak felsefelerine kıyasla daha objektif, hatta matematiksel, bir ölçüt gibi gözükse de “yarar” ve “zarar” kavramlarının subjektivitesi nedeniyle belirsiz olabilmektedir. Kapitalizmin sunduğu maksimum faydacılık, insandan ziyade sistem lehine bir “yarar” algısını doğurmuştur. Sistemin sağlamlığı ve sürdürülmesi herhangi bir insandan daha önemli görüldüğünde doğal olarak makine uğruna sayısız insan feda edilebilmektedir. Dolayısı ile 21. yüzyılın kapitalizminin mizantropik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Şu an sistemin yararına olacak eylemler için hem bugünün insanı hem de geleceğin insanı harcanmaktadır. Maksimum üretim uğruna doğayı hızlı bir şekilde tüketmek, insanın ve geleceğin zararınadır; ancak o an sistemin yararına olacağından dolayı kapitalist bir bakış açısından “maksimum fayda”dır. 

 

Kapitalizm, insanlar üzerinden parazitik olarak yaşayan bir organizma olarak hayal edilebilir. Sistemin devamı insanların varlığına dayalıdır ve ironik bir şekilde insanlığın ömrünü doğaya verdiği zararla azaltan da kapitalizmdir. Faydacılık, maksimum ütilite ve açgözlülük nedeni ile geleceği yok ederek sistem kendisine zarar vermektedir. Percy Shelley’nin Erdal Ceyhan tarafından çevrilen Ozymandias şiirinde bir yolcu ıssız bir çölde bulduğu bir anıtta “Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım/ Ey güçlü olan,şu yaptığım işlere bak ve titre” ifadesi yazılıdır. Kapitalizm bir Ozymandias’tır; şu anki gücü nedeniyle sonsuzluk hissine kapılmıştır. Ancak tıpkı Ozymandias gibi etrafta onun gücüne hizmet edecek, gözlemleyecek bir insan olmadığında gücü hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Şiirin son dizesinde ifade edildiği gibi artık etrafında görülebilen tek şey “uzanıp giden yalnızlık ve kumlar” olarak kalır. Faydacılık uğruna sistem kendi içerisine çöker. 

 

Alıntıdaki “kozmosla kavgalılık” durumu insanın doyumsuzluğu nedeniyle doğayla ve kendisiyle çatışmada oluşunu ifade eder. İnsan belli bir iştaha ulaşınca kozmostaki her şeyle kavga etmeye başlar. Çünkü hiçbir şey yeterli hissettirmez, hırsını doyuramaz. Bu doyumsuzluk yıkıma ve gerçekliğe karşı bir pişmanlık duygusuna yol açar. Gerçekler, elde olanlar yeterli gelmemeye başlayınca daha büyük düşünmek, daha fazla ilerlemek ister insan. Bu ilerleme isteği nedeniyle bir sürü inovasyon da yapılmıştır, insanlığın en büyük atılımlarından bazıları kapitalizm sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Ancak bu ilerlemeler de yeterli gelmemeye başladıkça insan tanrıya yaklaşmaya çalışmaya başlamıştır. Kapitalizm; insana tanrı olabileceğini, eğer yeterince ilerlerse kozmosun en güçlüsü olabileceğini vadeder veya insan kapitalizme bu hayalle tutunur. Kozmos, doğa veya yanındaki insan ulaşmak istediği seviyeyi ona sağlayamayadığında beraber çalışarak doğal bir ilerleme kaydetmektense düşmanlık ve nefretle bir ilerleme isteğine dönüşür.

 

İnsanın bu doyumsuzluğu kendisi ile olan ilişkisini de etkilemektedir. Kapitalist sistemdeki “faydacılık” üretime ve dolayısı ile insanın üretkenliğine bağlıdır. İnsanın değer algısı üretkenliğe dayanınca insan kendisini bu sistem dışında yaratamamaya başlar. İnsanın sistemi içselleştirmesi sonucu varoluşsal felsefenin “öz” olarak tanımlayacağı özellikleri sistemden bağımsız olarak oluşamaz. İnsan kendini var edemediği zaman, “öz”ünü yaratamadığı zaman sistem için gerçek anlamda sadece bir çarka dönüşür. Sistem bu şekilde kendi içerisinde sürdürülebilmektedir: Sistem içerisinde doğan insan sistemden bağımsız kendini yaratamadığından sistemle bütünleşir ve devamını sağlar. Bu şekilde de Balanuye’nin bahsettiği “aşiret” oluşur: Sadece içine doğdukları sistemi bilen, tanıyan ve anlayan bir grup insanın sistemin yararına olan her şeyi kendi yararları olarak benimsemesi ve o an sistemin en üst yararına olmayan her şeyle kavga durumu. Kendi düşüncesi, otonomisi olmayan; bir aşiret gibi kendilerinden üstün gördükleri bir güce, sisteme, hizmet eden bir insan formu oluşur. Aşiretteki hiyerarşi doğal olarak oluşur, iki sınıflık bir kast sistemidir: en üst basamakta sistem ve altında da insanlar. 

 

Sistemin insanı kendi değersizliğine ikna etmesi sonucu insan varoluşundaki önemi de görememeye başlamıştır. Görevinin üretkenlik olduğunu içselleştiren bir insan bunun ötesinde kendini oluşturmaya, kendi “öz”ünü yaratmaya çalışmamanın ötesinde kendi “varoluş”unu da önemsiz olarak görür. Sistemin üzerinden beslenerek hayatını sürdürebileceği binlerce insandan biri olduğunu düşünen insan kendisinin “maksimum fayda” uğruna feda edilebilir bir piyon olduğunu düşünmeye başlar. Bu sayede de, bahsedildiği üzere sistemdeki yarar kavramı insanlığın, doğanın, kozmosun aleyhine ve sadece sistemin olabildiğince beslenmesi hedefinde bir algıya çevrilir. 

 

Umudum odur ki bir gün kapitalizm için diktiğimiz anıtları çok geç olmadan kendi ellerimizle indirebiliriz. Shelley’nin şiirindeki gibi sadece anıtın ardında kalan yıkımla karşı karşıya kalıp bir zamanlar her şeyden fazla değer verdiğimiz, uğruna anıtlar diktiğimiz, kendimizi ve geleceğimizi feda ettiğimiz gücün nafileliğini ancak çok geç olduğunda farkına varmamamız; bu noktadan önce kapitalizmin bizim üzerimizden beslenmesine engel olmaya başlamamız gerekmektedir.

 

 --------------------------------------------------------------------------------------------------

                                                                             

Hasan Volkan İnan Torun 

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

 

KOZMOS ANA VE İNSANLIK

Geçenlerde TedX'te Bhutan isimli bir ülke hakkında o ülkenin yöresel kıyafetleriyle konuşma yapan bir konuşmacıya denk geldim. Konuşmada genel olarak Bhutan'ın coğrafi konumundan ve bu coğrafi konumun onları ne tür yenilikler yapmaya ittiğinden bahsediyordu. Daha derin açıklamak gerekirse küresel ısınma sebebiyle artan deniz seviyesinin Bhutan'ı nasıl etkileyeceği hakkında bir farkındalık oluşturmak için bu konuşmayı yapıyordu. Marx'ın da savunduğu gibi bir grup sınıfsal azınlığın diğer çoğunluk yani Marx'ın deyişiyle proletaryanın işine yaramayacak ve onlara zarar verecek şeyleri sırf bu azınlığın işine yaradığı için zararlarının ve getireceği yıkımın önemsenmediği ayrıca getirdiği yıkımın da çoğunluktansa azınlığın işine yarayacak sebeplerinin olması durumu söz konusuydu. Fakat Marcus Aurelius'un da dediği gibi "Kovana iyi gelmeyen şey arıya da iyi gelmez."  Her ne kadar bu azınlıklar kendi çıkarları çevresinde yarışsalar da küresel ısınma gibi tehditlerin etkileyeceği tek sınıf çoğunluklar olmayacaktır. Bu etki büyük çaplı olacak ve eninde sonunda bu azınlığı da etkilemenin bir fırsatını bulacaktır. Bu fırsat belki de Nuh Tufanı gibi yıkıcı ve acımasız olabilir. Dikkat edilmelidir ki buna benzer büyük çaplı bir yıkımda bu sefer insanlığı bir gemi yaparak ve yanına hayvanları alarak bu tufandan kurtulmayı başaran birisi tarafından kurtarılabileceği kesin değildir.

 

İnsan Kendi çıkarları için kozmosu karşısına alırken aslında sadece kozmostaki kendi tanık olduğu durumların etkisini hesaba katar ama aslında bu durumların sadece kendisinin gördüğü bir kaç gölgeden ibaret olduğunu anlamaz ve bu da kibrine kibir katar. Platon'un deyişiyle ideaları kavrayamayan insan aslında gerçeği görmüş sayılmaz. Daha mağarasından çıkmamış bir insan duvardaki siyah gölgenin aksine kendi renkli ve üç boyutlu bedenini görüp kibirlenir ve aslında sadece gölgesini gördüğü bu idealara veya kozmosun gerçek yüzüne kafa tutabileceğini düşünür ama kozmosun karşılığının ona vereceği yıkımı daha kavrayamaz bile çünkü mağarasının içinden hala çıkamamış ve güneşi görememiştir.

 

Kozmosa kafa tutabileceğini düşünen insan daha bırakın kozmosun gerçek yüzünün ona vereceği tepkiyi, daha kendi içlerinde bu durumun sonuçlarıyla karşılaşacak ve bu suçu üstlenecek kadar olgun bile değildir. Aynı alman askerlerinin 2. Dünya Savaşı sonrası yarattıkları yıkımın sorumluluğundan kaçınmak için "Ben sadece emirleri uyguladım itiraz etme seçeneğim yoktu." demesi gibi. Aslında seçim yapmamak da bir seçimdir Sartre'a göre. Buna uygun olarak en başta alman halkı özgürdü hatta Hitler'i de kendi oylarıyla bizzat seçtiler. Bu durum, aslında onların sadece seçim yapmamayı ve Hitler gibi bir adamın emirlerini kuşkusuz uygulamayı seçtiklerini gösterir, onları asla suçsuz yapmaz. Her ne kadar vicdanlarını rahatlatmak için böyle bahaneler bulsalar da bu gerçek yüzlerine her vurulduğunda ve gerçeğin farkına her vardıklarında bir bunaltı içerisine girecekler ve yine seçimlerinin sonuçlarına katlanamayacaklar.

 

İnsanlar en başından beri ihtiyaçlarını karşılayan ve hatta taptıkları kozmosu; tüketmeye ,yok etmeye ve düşman olmaya kalkışmıştır.  Bu durum Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yorumlandığında kozmosun fedakar bir ana gibi insanları nasıl sardığını ve sonrasında da onların iyiliği için nasıl sarstığını bize gösterebilir. İnsan öncelikle temel yani fizyolojik ihtiyaçlarını direkt olarak doğa anadan karşılarlar daha sonra hiyerarşinin devamındaki gibi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için doğa ananın delik deşik vücudundaki mağaralara yerleşirler. Burada kendileri gibi insanlarla yaşarlar ve ilk kurumları oluşturarak birbirlerini severler ve bir o kadar da saygı duyarlar, en sonunda kendilerini kanıtlamak için girdikleri yolda kibirlerinin ve körlüklerinin etkisine kapılarak bir meydan okumaya girişirler. Bu meydan okuma Nuh Tufanı gibi yıkıcı bir sonuç verebilir ama aynı zamanda insanlığa kozmosun sarsarken bile bir ana gibi ne kadar öğretici ve şefkatli olabileceğini görebilirler. Bu sarsıntıdan ders çıkarabilir ve bunu öğreti olarak alabilirler. Sonuç olarak kendilerini gerçekleştirebilir ve daha farklı yollara gidebilirler. 

 

Bu öğretileri bir amaç edinerek Stoacılar gibi bundan ders çıkarmaya çalışabilirler. Doğa anayı kendi gördükleri tarafından ve kendilerinden yola çıkarak keşfetmeye ve tanımaya çalışabilirler. Bu keşiflerden öğretiler oluşturarak kendilerine birtakım dersler çıkarabilirler. Çıkardıkları dersler ile ıslah olabilir kendilerini bulabilir ve yararsız ,çıkarcı ,yıkıcı amaçlarından vazgeçebilirler. Kısacası doğa ananın öğrettiklerini sarsılarak öğrenmektense onu dinleyerek öğrenmenin onlar için daha iyi olacağını kavrarlar.

 

Tabii doğadan öğreti çıkaran veya öğretilerinde onu dinlemeyi öneren sadece Stoacılar değildir. Bunu bazı tek tanrılı dinler de yapar. Stoacılar gibi Tanrı'nın doğanın ta kendisi olduğunu düşünmeseler bile Mevlana'nın dediği gibi yaradılanı ,yaradandan ötürü severler ve gerek diğer canlılara gerek diğer yaradılanlara saygı gösterirler. Dinleyerek aldıkları öğretileri de sarsıntıyla aldıkları öğretilerden ötürü de sever ve sarsıntıyı gerek yazılı eserlerinde gerek sözlü anlatılarında saklarlar. 

 

Her ne kadar bu kavga Sun Tzu'nun konu aldıklarından biraz farklı olsa da öğretmeye çalıştığı gibi bu durum da bir nevi barış ile daha doğru bir şekilde çözülmesi sağlanabilir. Yakın zamanda yapılan araştırmalarla ve geliştirmelerle bunu amaçlayan ve bunun için uğraşan insanların yaptıkları da Sun Tzu'nun öğretilerine yakındır. Bu hem bizi böyle bir kavgadan alı koyar hem de buna sebep olan azınlığın ve onun tükenmez isteklerinin bir sınırlayıcısı olabilir.

 

Kısacası insanlar kozmos anaya saldırmak ve azınlık için kendilerini feda etmektense hem analarının hem atalarının izinden giderek uzlaşmacı ve daha zararsız bir yol izlemeye çalışmalıdırlar. Bu yol onlara tarihlerinde, felsefelerinde ve dinlerinde buyrulur.


--------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Giray Alkın Erdinç

 

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.


Tarihin merkezine konumlandırılmış uygarlık illüzyonunun; insanı tarihin ucundaki ütopyaya ulaştırmak yerine ona ütopyaların varlığını unutturması ironik olduğu kadar acı bir durumun da yansımasıdır. O uygarlıktır ki insana hak ettiği onuru vaat ederken yok saydığı ötekilerin varlığı sayesinde dimdik ayakta durabilmiş ve işin sonunda hem doğaya hem gerçeğe hem de insanın kendisine karşı kocaman bir yutucu ve iğdiş edici mekanizmaya dönüşmüştür. Bu noktada, ufacık bir azınlığın lüksü adına insanlık üretken bir makineye indirgenip yaratma yetisinden yoksun bırakılmış ve yaratıcı olarak kişi; kolu kesik, gözleri bağlı bir biçimde kendini üretime sunan saf bir üretici ile rızalı tüketici konumuna yerleşmiştir. Bu dönem, "tarihin sonunu" bir şekilde teşkil ediyorsa bu, ancak sakatlanmış yaşamların ilerlemeyi olanaksız kılan fakirliği ile kaybolup yeniden üretilen gerçekliğin geleceğe doğru yeni bir açılımı imkansız kılmasından ileri gelmektedir. Bu yazıda, çölleşen uygarlığın, kendisinin eseri olmayan unsurları sindirme süreci üzerinde durulurken insanlık aşiretinin hakikat ve evren ile olan kavgası da irdelenecektir. 

 

Duraklama olmaksızın sürekli üretimi mümkün kılmak, insanı denetlenebilir ve kaydedilebilir bir parçaya dönüştürmeyi gerekli kılmaktadır.  Bu durumun sonucu olarak, Byung Chul-Han'ın "Şeffaflık Toplumu"nda detaylıca ortaya koyduğu üzere her şey şeffaflaşmakta ve birer sergi ürününe indirgenirken enformasyon halini almaktadır. Maksimum fayda, her tür gizin elimine edilerek açığa vurulmasını gerekli kılırken yapbozun aykırı her bir parçasını da kurmuş olduğu global ve bir o kadar da mikro iktidarlar alanında sisteme entegre etmektedir. Kitle, bir "teşhir toplumu" halini alırken derinlik ile yavaşlık da yetersizliğin ifadesi olan birer negatif kavram halini almaktadır. İnsanın faydası için yaratılmış düzende, artık her tür organik unsur sistemin işleyişinin önünde köstek olurken imha edilmesi de zorunlu düşmektedir. Hal böyle olunca, insan ilişkileri de hayalî kimliklerin kol gezdiği ve gösteriye uygunluk kaygısıyla insanların çırpınıp imgesel kimliklerin birbirleriyle çarpıştığı bir arenaya dönüşmektedir. İnsan, hakikatin kaybolduğu yeni uygarlık düzeninde keyfini gönüllü olarak kandırılmakta bulmaktadır. Roland Barthes'ın "Çağdaş Söylenceler"de betimlediği üzere dünya, bir gösteri güreşi (Kaç) ringine bürünmektedir. Kişiler, hem kurgunun büyüsüyle sarhoş olup yapaylığın yarı bilinçli farkındalığıyla kendilerinden geçerken hem de oyunun fazla yapma ve sahte bir hal almasından hoşnut olmamaktadır.  Bireyler, imgesel kimliklerin radikalliğinden (iyiye karşı hain benzeri) zevk duyarken duyguların açıkça fakat -yapısına aykırı şekilde- bir o kadar da tekdüze gösterilmesinden haz duymaktadır. İmge ile duygular dahi artık mülk edinilir hale dönüştürülmekte, kategorik ayrımlar vasıtasıyla hem karakterden hem de derinlikten yoksun kalmaktadır. O halde, hakikat bayağılığı ve imkansızı yansıtırken mutlak verim üzerine kurgulanmış "Cesur Yeni Dünya"da sahip olmanın doruklarında olan kişi için gösteri ile sergiler, Huxley'in romanındaki sedatif somaların yerini tutmaktadır.  

 

Hızlı bir işleyişi öngören kârın maksimizasyonuna uyuşturma ve haz ile erişmek çelişkili görünüyor olsa da bireyin sistemli bir şekilde ehlileştirilme sürecine göz atmak, durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Foucault'nun analizini yaptığı disiplin toplumunda, panoptikonun varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Jeremy Bentham tarafından bir hapishane modeli olarak ortaya konan panoptikon, Klasik Dönemde iktidarların karakterini çözümlemek adına kullanışlı bir araçtır. Model, merkezde bulunan bir kule aracılığıyla gözetleyenin varlığından habersiz bir şekilde birbirinden ayrı hücrelerinde konumlandırılmış mahkumları ön görmektedir. Bu yolla, minimum masrafla maksimum düzen sağlanabilir. Toplum içinde sınıflandırılmış gruplar görünmez bir kuleden kendilerine gizlice fısıldanan emirlere göre kendilerini dönüştürmektedir. Herkes, görünmez bir prototipe en uygun hale gelmek adına çırpınırken durmaksızın gelişmek de bireyin temel gayesi olmaktadır. Diğer taraftan; bu anlayış, güç odaklarının görünmezliği ve dağılmışlığına rağmen hâlâ masraflı olmakta ve direnişlere yol açmaktadır. Kontrol süreci; teknolojinin de gelişimiyle beraber tahakküm aracından kontrol aracına ve en nihayetinde de herkesin bir diğerinin bekçisi olduğu modern uygarlıkta bir gönüllü teslimiyet halini almaktadır. Kişinin benliğini gönüllü teslimi ile keyif merkezli bir kontrol, her tür mekanizmanın en etkilisi olurken tamamen görünmez hale gelmiş bir iktidar sistemi ile arka plandan işleyen teknolojik süreçler de insanı ağında hapsedip sürekli üretmeye teşvik etmektedir. Devasa bir reklamlar ağı aracılığıyla insan satın almaya yönlendirilirken her şey satın alınabilir gözükmekte ve insanın kimliğini sahip oldukları belirlemektedir.

 

Tüketilenler, her ne kadar bireyi içten içe kuruyor olsa da vaziyet, en sonunda Erich Fromm'un bahsettiği üzere bir "nekrofili" (ölüseverlik) halini almaktadır. İnsan, satın aldıklarını kontrol edemez hale gelip piyasa manipülasyonun bir kuklası halini aldığında organik olana sırtını dönmekte ve o meşhur uygarlık, koca bir cesetler zinciri var etmektedir. Canlı olana karşı bir tür sırt dönüşün yansıması olan bu kopuş, hem simgesel hem de eylemsel boyutta uygarlığın evrenle olan küskünlüğünü de yansıtmaktadır. Bu dengesizlik hali; kendini iklim değişikliği benzeri küresel boyutta bir denge yoksunluğu formunda da görünür kılmaktadır. Fromm, bu noktada insanın önüne "sahip olmak" ya da "olmak" ayrımını çıkartırken temel antagonizmayı da formülize etmekteydi. Fakat ayrım, (her ne kadar sembolik de olsa) böyle bir ayrımla da sınırlı kalmamakta ve piyasa, Baudrillard'ın fazlaca üzerinde durduğu gibi kendi hakikatini kendi kurgular hale gelirken kendine has bir hiper gerçeklik boyutu da oluşturmaktaydı. Bu simülarklar düzeninde artık organik domatese gerek yoktu, hatta domatesin kendisine bile gerek yoktu çünkü "post-truth"un büyüsü kendine göstermekte ve simülarklar evreninde her şeyin anlam ile biçimi bir şekilde ters yüz edilirken üretimin, yalnızca üretmek için üretimin, sindirici yapısına eklemlenmekte ve "karnavalın ritüellerini" belirlemekteydi. Her zaman Batı'nın mülkü olmuş uygarlık, içinde bulunulan Antroposen Çağ'da dünyaya iyice ihraç edilir olmuş ve "öteki" kültürler de bu uygarlığın görkemi önünde erir hale gelmiştir. Bu karnavalın ve verimlilik ile üretim ekseninde şekillenen sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi imkansız hale gelirken Baudrillard'ın "Karnaval ve Yamyam"da ortaya koyduğu üzere aşirete dönüşmüş dünyada sistem, bir yamyam veya hastalıklı hücre misali hakikat ile beraber kendini de yok etmektedir. 

 

Zenginleşme amacı, her açıdan akışkan ve hızlı bir düzeni gerekli kılmaktadır. Fakat bu hız, bir yandan üretirken diğer yandan da düşünceyi yok etmektedir. Heidegger'in belirttiği tarzda düşünsel anlamda bir "çölleşme" meydana gelmekte ve bu kurak arazi, bir enfeksiyon misali insanın dört bir yanı sarmaktadır. Üretim fazlalığı, yaratımı dışlamakta ve her tür aykırı gerçeklik ile yaratımın yok sayıldığı bir vaziyet yeni gerçekliğe dönüşmektedir. Yaratıcının dahi ne hikmetse altı günde yaratıp bir günde dinlendiği bir evrende insan, her daim veriler tarafından sarılmış bir vaziyette sürekli meşguliyet halinde yaşamaktadır. Bu hız, milyonların sefalet içinde yaşamını sürdüğü bir düzende hem her türlü direnişin önüne geçmekte hem de Grimm Kardeşler'in "Tavşan ile Kirpi" masalındaki tavşan misali gözleri hırstan görmez olmuş bir halde kendini tüketip imha etmektedir. Dahası, yerinde duran kişi de hızlı birey de tanımlanabilir olmakta ve tanımlanabilir olan da yutulmaktadır. Kendisine uygun olmayanı dışarıda bırakan kapitalizm, Deleuze ile Guattari'nin ifade ettiği üzere insanın yer ile yurdunu da elinde almakta ve onu parçalara ayrıştırıp sistemin işleyişine entegre etmektedir. Dünya ufak bir azınlığa cennet olsun diye dünyanın ezici bir çoğunluğu sefaleti en uç noktasına kadar yaşamakta fakat herkesin payına düşen düşünsel zayıflık olmaktadır.

 

Ütopyalar artık hatırlanmaz olmuştur çünkü hakikat defalarca parçalanarak atomize hale gelmiş ve her tür organik, inorganik unsura yabancılaşan uygarlık, düşünsel bir kuraklık içinde kâr üretmek adına bireyi her şeyden yoksun hale getirmiştir. "Yer Altından Notlar"daki gibi insan, bir böceğe dahi dönüşemez olmuştur. Şeffaf dünya, evrene küskün koca bir aşiret olurken bir yamyam misali kendini sindirmektedir.  


--------------------------------------------------------------------------------------------------


Selim Karaot

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.

 

GÜÇ ONTOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: TEMİZ MİRASÇILIK

 

Üstünkörü şekilde inceleyecek olursak Balanuye bu söz ile Güç Ontolojisi bağlamında “etik” ve “politika” hakkındaki görüşlerini önümüze sermektedir. Gerçekten de kültürel karışıklıklar, savaşlar, devrimler, diğer kritik dönemler ve bunun gibi toplumsal değişiklikler yalnızca onları okuduğunuzda veya filmlerde tasvir edildiğini gördüğünüzde ilgi çekicidir. Bu ilgi çekici durumlar haricinde çoğu zaman “pragmatizm” hedeflenir ve yüzeyin altında yatan anlam yavaşça ortadan kaybolmaya başlar. Çetin Balanuye’nin de ele almış olduğu üzere “maksimum fayda”, algılar dahilindeki gerçekliğin arkasında yatan anlama düşmanca bir tutum takınır. Bu ifadenin doğruluğuna en önemli örneklerden biri: Eski Çin’deki “İlginç zamanlarda yaşayasın.” sözüyle gerçekleştirilen bir lanettir. Bu söz gerçek anlamı görmek ve kavramsallaştırmak için tutkuyla yanan kişilerin, fazlasıyla karmaşa yaşanan bir dönemde nasıl yaşamını sürdürüyor olduğunu anlatmaktadır. Ve sözlerinden anlaşıldığı üzere Çetin Balanuye için de böyle zamanlarda yaşamak, bir beladır. Bu tesadüf değildir, sözlerinden anlaşıldığı üzere Balanuye gerçekten de pragmatik bir düşünceden çok, olayların arkasında yatan anlamı sezme ve bunu içselleştirerek bir değer haline dönüştürme eğilimindedir. Yazımın geri kalanında metafiziksel unsurlarla maksimum fayda ve gerçekliğin anlamının önemini karşılaştırıp kavramların arkasında yatan zayıflıklara da fazlasıyla değineceğim. 

 

Yaşadığımız dönemi bir madalyonun iki yüzü olarak düşünecek olursak birinci yüz, ışık vurmayan karanlık bir yüzeye tekabül eder. İkinci yüz ise aksine hiç sönmeyecekmiş gibi parlar ve aydınlıktır. Birinci yüz, kapitalizmin en dip noktasında yaşadığımız dönemde kaybettiğimiz biyosferi, ciddi ölçüde yitirdiğimiz biyolojik çeşitliliği, durduramadığımız ama önlenebilir çevresel tahribatı, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu ve bireysel çıkarlar doğrultusunda ışığını yitirmiş insanlığı temsil eder. Kapitalizmin kâr maksimizasyonunu en temel hak sayan piyasa özgürlüğü de şahsi gelir artırmaya faydası olmayan hiçbir çabayı dikkate almaz. Bu tablo nedeniyle sınırsızca büyüme ve dipsiz maddiyat hedefi gözeten “azınlık”, sistemi kimi onarımlarla sürdürmek için devletlerle işbirliğini asla ihmal etmez. Maddi hedefler ve azınlığın sonsuz büyüklüğe ulaşma arzusu, madalyonun bu tarafındaki ışığı gölgeleyen cisimdir. 

 

Çıkarlarına göre karar veren azınlıklar, felaketlerin nedeni olacak olan bir “sonsuz zenginliği” sürdürebilmek için son derece ikna edici bir kültürel hegemonya (üstünlük) kurmuş durumda: Dünyadaki ortalama yaşam süresinin uzaması, bebek ölümlerinin tutarlı bir grafik uyarınca düşmesi, temel sağlık, eğitim ve teknolojiye tarihte hiç olmadığı kadar çok kişinin görece daha kolay ulaşabilir olmasını bu süreçteki olumlu kazanımlar olarak ileri sürüyor. Bu doğrudur ve bu doğru uğruna mücadele ederken de yanlış bir hareket yapılırsa Balanuye’nin bahsettiği durum çıkar. Medeniyet birden “tek dişi kalmış bir canavara”, yani bir “fayda maksimizasyonu makinesine” dönüşür. Sizin de bildiğiniz üzere herhangi bir ülkenin çoğu insanı birbirlerinden farklı demografik özellikler taşımaktadır, bu da hepsinin eğitim durumunun benzer olmadığını gösterir. Toplumsal olayların tümünde asırlardır iki uç taraf olarak “aydın” diye adlandırılan aklı daha erişkin ve eğitimli kimseler ile “cahil” diye adlandırılan aklı henüz yetişmemiş veya yetişmekte olan bireyler yer alır. Sonsuz maddiyat hedefleyen doyumsuz azınlıkların hedefi, her zaman “cahil” kişilere ve “aydın” kesimden de çıkarlarının uyumlu olduğu kişilere yönelik taleplerle gerçekleştirilir. 

 

Balanuye bu düşünceleri ile etkide bulunanlar ve etkiye uğramış olanların sonu gelmeyen karşılaşmalarının şekillendirdiği içkin gerçekliğin seyri için: Temel inançlarımızın ve bilgilerimizin çoğunu yeniden gözden geçirmeyi gerektiren olanaklı ama zor bir yol olduğu görüşünü sunar. Fayda maksimizasyonunun evrensel görünümü halkın ortak kararına dayalı özgürlükçü demokratik modellerin yarattığı problemlerin, özellikle son yüzyıllarda hatalardan felaketlere evrildiğini görmekteyiz. “Felaket” kelimesi uzun zamandır süregelen bir kaygı, telaşa yatkın insanları anlatmaktan çıkmış, soğukkanlı ve rasyonel akılcılık tarafından vurgulanır olmuştur. Yeri gelmişken, bu durum azınlıkların tutkunun etkisine girmesini kolaylaştırır: “Sıradan gözlemcilere” göre azınlıklar, o noktada duygu patlamasına neden olan kırmızı bayraktan başka bir şey fark edemezmiş gibi görünürler. Bu durumda neredeyse her şeyi yapabilirler: Neyse ki, birkaç saniyeden fazla sürmez. Bu durumda, azınlık dikkatini hızla aynı derecede çekici, ancak daha az tehlikeli başka bir nesneye çevirir. Çünkü çıkarları doğrultusundaki iki güçlü ihtiras aynı anda anlaşamaz. Bunu somut hale dönüştürecek olursak: Örneğin yönetimde söz sahibi olan bir azınlığın kendi çıkarları doğrultusunda halkın arkasından iş çevirdiğini hayal edin. Eğer herhangi bir şekilde bu olay duyulursa sadece birkaç saat içerisinde tüm medya kaynamaya başlayacak çünkü bu azınlığın “büyüleyici” etkisine kapılmamış olan ve olayları akıllarıyla parçalayabilen kişilerin eline bir argüman geçmiş olacak. Böyle bir durumda azınlık masayı tersine çeviremediğini fark ederse ilk yöneldiği yer, ilgi çekici başka bir problemi ortaya çıkarmak olur. Uygarlığın tüm yaşamı boyunca, ruhundaki ateş ve buz savaşı -ama ısısı ısıtmaz, aksine yakar ve soğuğu soğutmaz, bunun yerine donar- asla son bulmaz. Bu yüzden azınlıklar mecazi anlamda lava kurubuz atarak halkın ilgisini kendi sorunlarından onları ilgilendiren başka bir soruna çeker. Azınlığın seçtiği bu sorun genellikle ya toplumsal bir değişikliktir ya da kendileri gibi bir hata yapmış olan başka bir azınlığın -halk için aynı şekilde zararlı olan- sorunudur. Kendi bedenimizden ve aklımızdan ayrılıp bilinçaltımızın sesine kulak verdiğimizde bu çok basit psikolojik bir hile olmasına rağmen politika alanında her gün yaşanan alışagelmiş bir taktiktir. Kendi çıkarları ile hareket eden bir azınlığı dinlediğinizde, kişilerin sizden önce bir yaşam deneyimi elde ettiği iizlenimi oluşur. Eylemlerine baktığınızda bir kafaya kapılmanız mümkündür, mantıksal olarak hiçbir açıklamaya boyun eğmezler. Davranışlarının mantıksızlığı da sıklıkla çıkmaza girer. Bu azınlığın sadece kendi hatasıyla kilitlenebileceğini de söylemek gerekir. Bir başkası onu bir köşede yoramaz, her zaman dışarı çıkmayı başaracaktır: çarpışmadan ayrılmak, başka birini değiştirmek veya tüm köpekleri en çok saldıranlara asmak. Bu gibi durumlarda azınlıklar pratik olarak batmaz. Her iki lopatkiye ne kadar zaman ayırmayı başardıysa, tüm izleyicileri özverili bir şekilde bunun onların “muzaffer zaferi” olduğuna ikna edecek, o zamana kadar içindeki her şeye gerçekten inanılmayacaktır.

 

Gelelim madalyonun ikinci ve aydınlık yüzüne. Bu yüz, ideal devlet fikrinin somutlaştırılmış halidir ve tabii ki “ideal devlet” kavramı kullanıldığında akla gelen ilk isim Platon’dur. Platon’un devleti sınıfsal tabakalaşma üzerinde yükselmektedir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sağlıklı, düzenli bir kamu düzeni oluşturup, düşmanlarına karşı kendilerini güvende hissederek yaşayabilmesi için böyle bir görev dağılımının zorunlu olduğu varsayılır. Platon toplumu üç ana sınıfa ayırır. Bu ayırımda insan ruhunun bölümleri belirleyici olmuştur. Yönetici olanlar akıl ve iradeyi, askerler cesareti ve coşkunluğu, çalışan/üreten kesim ise haz ve itaatın karşılığı olmuştur. Platon “Devlet” adlı eserinde Balanuye’nin sözünde bahsettiği uygarlığın tam zıttı olan ütopik bir devleti anlatmaktadır. Yani madalyonun aydınlık yüzü, fayda maksimizasyonu ve pragmatizm karanlığından etkilenmeyen; insanlığın ve süregelen neslin altında yatan gerçek anlamı ele alarak oluşturulan ideallerin somutlaşmış halidir. 

 

Yine görüyoruz ki tarih boyunca insanlık, yaşadığı bu dünya ve ötesinde mutlu olmanın arayışı içerisinde bulunmakla birlikte, arzuladığı, hayalini kurduğu bu hedefe çoğu zaman ulaşamamış. Bilakis kurmayı düşündüğü dünya cennetine hiç ulaşamadığı gibi çoğu zaman da özellikle halklar için cehennem hayatının kurucusu haline gelmiştir. Çünkü insanlığın asi ruhu, Tanrı'nın kutsamasını gerektirir. Büyük olasılıkla, iyinin ve kötünün güçlerine sahip olmak ve onlarla savaşmak için yapılır. Ne yazık ki, çoğu zaman karışık sonuçlarla karşılaşılır. Bu tür insanlar, az ya da çok, kendilerini ilahi amaçlarına ulaşmanın araçları olarak, daha yüksek güçlerin seçilmiş yetkilileri olarak sunarlar. Bu arada, bu, kendini kısıtlamanın artmasına yol açar. Bundan sonra tüm eylemleri için onları yönetenlere cevap vermek zorundalarsa, bu kendi hedeflerine aykırı olmuş olur. 

 

Engelleri aşmak, zorluklara irade ve ruh gücüyle direnmek, aydınlığın dayanma ve direnme gücünün temel şartlarındandır. Ve tabii ki, ruhun direktiflerine ve ilham güçlerine tabi olan mesleği gereği özverili ve yaratıcı çalışma, burada özellikle saygı duyulan bir değerdir; toplumun seçilmiş, adanmış, manevi hayırseverleri, maneviyatın temsilcileridir. Son derece gerçeküstü ve somut olmayan maneviyatı somut sanatsal değerlere dönüştüren “ütopya”, kendi hazinelerini yaratır: dış dünyadan getirdiği güzel rüyalar, mitler, görüntüler ve öykülerden oluşan o koleksiyonu, en iyi şekilde toplar. Parlak, etkileyici ve çekici olan her şeyin etrafında yeşeren "çiçeklerin" etrafında bir kelebek ya da bir arı gibi “uçan” devlet, "nektarını" toplar ve "hücreye" taşır. Nektar, acı çeken her ruh için hayat veren ve iyileştirici özelliklerini zaman boyunca koruyan değerli bir maddedir.

 

Sözün enerjisi, büyük olasılıksal potansiyelle donatılmış ölümsüz bir insan ruhunun duygu şevkini ve sıcaklığını koruyan, uzayı ve zamanı aşan imgenin enerjisi ile yüksek bir hedefe ulaşabilir ve onu gerçeğin ışığıyla aydınlatabilir. Temiz enerjiyi geçmiş yüzyılların derinliklerinden çıkardı ve içinde en iyi olan her şeyden faydalanılmasını sağladı. Hatta bu fikir, William Shakespeare tarafından en iyi sonelerinden birinde (55.) kesinlikle muhteşem bir şekilde ifade edilmiştir:

 

“Ne yaldızlı hükümdar anıtları, ne mermer

Ömür süremez benim güçlü şiirim kadar;

Seni pasaklı Zaman pis bir mezara gömer,

Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar.

Savaşlar tepetaklak devirir heykelleri,

Çökertir boğuşanlar yapı demez, sur demez, 

Ama Mars’ın kılıcı, cengin ateş selleri

Şiirimde yaşayan anını yok edemez. 

Ölüme ve her şeyi unutturan düşmana

Karşı koyacaksın sen; yeryüzünü mahşere

Yaklaştıran çağların gözünde bile sana

Bir yer var övgüm seni çıkardıkça göklere. 

Dirilip kalkıncaya kadar mahşer gününde,

Yaşarsın şiirimle sevenlerin gönlünde.”

 

Tanrı, insanı kısıtlı yaratır, her gün gelişmesine izin verir  ve böylece insan günden güne geliştirdiği sezgilerini, duygularını ve düşüncelerini geleneksel olarak, geliştirilen teknolojiler aracılığı ile yüzyıllar

boyunca nesilden nesile aktarır. İnsanoğlunun bu

tarzda herhangi bir yatırıma veya yaratıcı çalışmaya

yönelik yüksek talebi, işin kalitesine, derinliğine ve

geçmişten gelen tecrübelerin özüne; mükemmel

uyum ve etkileyiciliği için ise içeriğin bilgilendiriciliğine 

ve somut kompaktlığına dayanır. İnsanın doğumundan ölümüne, geleceğe bırakmakla yükümlü olduğu temiz bir miras vardır. Temiz miras, şimdiki zamandan uzak geleceğe ve parlak zaman dilimlerine kadar en iyilerin, en parlakların, en saf ve yücelerin iletkeni olmaktır. Bu bağlamda bırakılan mirasın temiz olması için tecrübelerin ışıkla dolu olması, görüntülerin yüce, parlak ve mükemmel formda olması gerekir. Bunların hepsi insanoğlunun sorumluluğudur, dolayısıyla da insan bir kısıtlama altındadır. Bahsedilen kavram, insan neslinin en üst noktasıdır. Şimdiden daha iyi bir gelecek yaratarak insanlığa mutluluk getirmek ve kişinin bu asil görevde yer aldığını bilerek kendine mutluluk getirmesi, yüzyıllardır insanlığın aramakta olduğu bilgi olan hayatın anlamının ta kendisidir. Madalyonun aydınlık tarafının tam olarak tasviri bu şekildedir.

 

Son olarak sizden bir ricam olacak, sözcüklerin gücünden ve yaşamın arkasında yatan anlamdan kopmayınız. Gerçeklik görecelidir fakat asla sadece size ait değildir. Geçici dünya anlık heveslerle doludur ve dünyevi tutkularda kendimizi kaybetmiyor olmak, “hayat sınavı” diye adlandırdığımız kavramın kendisinden başkası değildir. Duyularınızı kapattığınızda gördüğünüz şey karanlık değildir, gerçektir. Maneviyatın gücü, ruhsal saflık ve düşüncenin büyüklüğü ile uzayı ve zamanı delip geçen kelimenin enerjisi, zamanın ilerisinde kalabilir, onu fethedebilir, en büyük bilgeliği ve en derin anlamı geleceğin en uzak zamanlarına aktarabilir. Uzayı aşmak, asırlar boyunca uçmak, görüntünün ve bilginin sürekliliği, güçlü, dinamik ve enerji açısından zengin halefini bulur ve kendi ütopyasını gerçekleştirir. Yol gösteren bu yıldız, sosyal ve manevi bir misyona dönüşür. Bu misyon yaşamın karanlığından sıyrılarak bir vizyonu oluşturur ve hayatın amacı bu vizyonu gerçekleştirmekte yatar. 

 

 --------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Şahpar Nil Özer

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.


-Uygarlıların ikilemi-

 

İnsan tanımında zaman -şu an için- tek yönde ilerler. Her zaman ileriye, daha da ileriye, durmaksızın, beklemeden, geride çok şey bırakarak, gelişmeyi umarak... "Üretkenlik daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapabilmektir" demiş Kafka. Bu görüş zamanın yapısıyla da uyumlu bir özellik göstermekte. Daha önce görülmemiş, bilmediğimiz bir zamanda yapmadığımız bir şeyler denemek bir tür verim, küçük bir dünyada yapılmamışı yapmanın hazzını yaratır. Ancak bu verim kendi içinde birçok kez döndüğünde zaman onu beklemez. Bir bakıldığında artık o üretimin başladığı yerde değil çok daha ötesinde ama baştaki hazzın çok küçük bir miktarını başka yararlarla idame ettirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Çetin Bey in “Fayda Maksimizasyonu Makinesi” olarak adlandırdığı uygarlık da böyle temellere bel bağlamış olsa gerek. Nasıl ki bir makine duracağı dinleneceği zamanı bilmezse, şöyle bir gözlerini açıp dünyaya bakacak donanımı bulamazsa böyle bir toplum da zamandan kopuk, sahip olmak için tüm gücü harcadığı donanıma erişemeden farkedemediği zamanın en ucunda bulur kendini. Bu sıkıntı aslında insan üretiminde olan her şeyle oluşur. Medyanın, besinin, sevginin ve daha birçok hayati unsurun tüketim hızı ayaklarını yerden kesmiştir insanoğlunun. Bu hızlı döngü içerisine sedece beşeri algımızı almaz, tüm kaynaklarımızı da döngüyü sonuna erdirene dek beraberinde götürür.

 

Günümüzde dünya, temelde Stoacı bir etik yapsında ilerliyormuş gibi gözükmektedir. Bilginin üstünlüğü ve insanoğlunun tüm zorluklar sonunda ulaşacağı “mutluluk” olgusuna olan bağlılık, çarkın dönmesine ve her bireyin kendini gerçekleştirmeye olan inancını sürdürmesini sağlar. Ancak günümüzdeki stoa etiği olarak adlandırabileceğimiz görüş, rasyonalite ve bilgi gücünün mutluluğa katkısından çok farklı bir yönde gelişmiştir. Gittikçe artan rekabetçi yapı ve sadece iyinin paylaşılmasının yarattığı kötünün aşağılanması, insanlar arasında ruhsal uçurumlar oluşturmuş, bu uçurumlar arasından tüm fırsatlar ve aranılan gerçek mutluluk akıp geçmiştir. Çetin Beyin anlatımındaki gibi ulaşılan her fayda, bu faydanın değeceği düşünülen bir yarımda sınırlı kesime hizmet etmektedir. Ancak yakından bakıldığında aşırı zenginleşmenin faydasını paylaşan bu insanların bile bu paylaşımı kendi mutluluklarını sağlayabilecek şekilde gerçekleştiremediğini görürüz. Tüm savaş ve anlaşmalardan sonra halen belli başlı gerginliklerin ortaya çıkması, bu kesimin her an başka bir huzursuzluk için hazır olduğunu gösterir. Oysaki temeldeki amaç kendi mutluluğunu sağladıktan sonraki süreçte sahip olunan erdemdir. İşte asıl sorun da o erdeme ulaşılmanın aslında hiç istenmemesi. Rasyonal bir kişiliğe bürünmek kişinin çıkarları ve belli sınırlarından vazgeçmesi gerekir. Hiçbir istek ve kıskançlık duymadan sadece mantığa bağlı ilerleyen kimse zenginliğin sonucu oluşan tatmin duygusunun kıyasını sağlayamaz ve buna bağlı hesaplarda bulunamaz.  Tamamen rasyonal bir düşüncenin etkin olamayacağı bir toplumda ise duygular, mantık adı altında olumsuz yönde evrilebilir. Bu evrim hırs ve bencilliğin insanda yarattığı bireysellik düşüncesi ve hedeflere yönelik odakla adeta bir makine etkisi yaratır. Rasyonal olmaktan uzak, negatif duygularla yüklü kocaman bir toplum ise içerisinde belli başlı güç dağılımları yaratır. Bu dağılımlar günlük mutlulukları belli bir değer görmeyen çünkü mutluluklarını ölçümünü yalnızca kendisiyle yapan farklı bir kesim de oluşturur. Tüm evrene olan ortak etki ise büyük karşılaştırmalar sonucu oluşan üstün kesimin ideallerini daha çok yansıtır. Bu idealler olumsuz duygularla yaratılan hedeflerle dünyaya ve evrene zarar verir.  

 

Makineleşme ve belli başlı şeyleri genele uygulanabilir hale getirmenin olumlu bir yönü de karşıtlıkların birçoğunu içerisinde barındıran insanın bir ürünü. Bu yönde birçok atılım sağlayan ve Japon iş başarısının da bir kanıtı olarak görülen “Kaizen felsefesi”;  ismini kai -değişim- ve zen -daha iyi- sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Daha iyiye yönelik bir değişimi söz konusu aldığı oldukça net olan bu görüş, iş dünyasında belirli bir zaman içersinde müşteri memnuniyetini maksimize etmeyi hedeflerken diğer yandan bir felsefi düşünce olarak her zaman iyileşme olarak tanımlanabilir. Bu felsefenin sonuçlarının maddi anlamda da kar getirisinin bu kadar net olmasının temelinde bu görüşün hangi amaçla uygulandığı vardır. Bu görüşe göre bir işi başarmadaki temel sır sürecin önemidir. Yani en başta bahsettiğim tek yönde yol alan zamanın etkisi en temelde ele alınmıştır. Düzenli bir ekip çalışmasının öngörülen süreçte tamamlanması ve grubun her bireyinin elindeki sorumluluğa en iyi şekilde bağlı kalması aslında toplumun oluşumundaki ve toplum içerisinde yaşama devam etmedeki en önemli ve temel sebebe ışık tutar. Sedece belli bir amaca ulaşmayı del aynı zamanda bu amacı oluşturmak için belli başlı problemlerin gözlemlerin de yapılması çok önemlidir. “Problemler gelişim yaratır” bakış açısı aslında problemleri farketebilmek için de bazen memnuniyetsizliğe hatta sadece olumsuzluklara odaklanmayı da içerisinde barındırır. Bu durumda aslında “Fayda Maksimizasyon Makinesi” aynı zamanda “Problem Çözme Makinesi”dir de. Çetin Beyin çoğunlukla değindiği çok küçük bir grup arasında paylaşılan fayda, para ve güç gibi özellikler taşıması sonucu aslında sadece zenginleşme yönündeki bir değişime değinmektedir. Ancak değişimin ve bir şeyleri geliştirmekteki bu denli başarının pozitif sonuçları da vardır. Zenginlik dışında her gün yaşadığımız problemler birçok farklı iş kolu içersindeki rekabet sayesinde ihtiyaç durumunda olan birçok insanın hayatını kolaylaştırmaktadır. Teknolojiyi ve gelişimi her zaman doğa ile bir kavga içersinde görmek bu kesimin medyada daha çok yer bulmasıyla ilgili bir sorun olabilir. Olumlu ve olumsuz sonuçları bulunan bu süreklilik değerlendirildiği bakış açısına göre bizi kozmosun çok daha ilerisine taşıyan bir araç ya da ondan gittikçe uzaklaştırıp kendi küçük evrenimize biz hapseden bir kin olabilir.

 

Bir sonuca varmak gerekirse hayatı kolaylaştırmak ve verimliliği arttıran birtakım kodları hayatımızda sürekli mevcut bulundurmak farklı sonuçlara neden olabilir. Bu durumun toplumun belli kesimlerini dışlayan bir eksende kullanımı, oldukça irrasyonel bir bencil bilinç sonucu uzun vadede yaşama birçok zorluk getirir. Sadece dünyevi ve maddi bir güç uğruna tüm toplumun kaynaklarının kullanılması bu kararı veren kesimin öngördüğü rasyonallik karşısında hırsına yenik düşmesinin bir sonucudur. Gerçek anlamda aklın özelliğini ele alan ve bu yolda mutluluğa da bağımsız bir iradeyle ulaşarak erdemi elde etmeyi hedefleyen stoacılık bu noktada bu kesimin bürünmek istediği bir karakter olsa da amaçların bencilliği ve stoacı düşüncenin asıl temelde aldığı doğaya uygun yaşamdan oldukça uzaktadır. Öte yandan bu düşünceyi gözlem ve problem çözme yeteneği ile elde bulunan bilgilerden titizlikle yararalanılması sonucu zamana verilen özele göstermeyi hedefleyen Kaizen bakış açısı, bir teorist olan kurucusu Masaaki Imai’nin rekabetçi başarıya doğal çözüm ahlakını gösterir. Bilgi ve gelişimi nasıl kullanacağına karar verme yetkisi en nihayetinde insanda bulunur. Bir toplumda bu iki aşık açısı da yer alıyorsa daha birçok iyi ve kötü yol için de ihtimal vardır. Kozmosun bize karşı sabırlı olmasını dilemek ve doğru yolu bulabilmek için kendimize dönmek en önemli çözüm yolu olacaktır. En nihayetinde her problem gibi kötülük problemi de çözümünde gelişimi getirir.


--------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Atakan Binokay 

"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."

Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.


Modern endüstriyel toplum ve bu vakıanın getiriverdiği sonuçlar ademoğlu için tarih sahnesinde çok büyük bir sorun teşkil etmiştir. Entegre haldeki ekonomik sistem, toplumu oluşturan bireylerin endüstriyel ürünlere ve otonomlara bağlılığıyla doğru orantılı bir şekilde pragmatist hale gelmiştir. "Sanayi Devrimi" adıyla anılan olay sonrası entegre iktisadi sistemin ilk para baronları günümüzdeki yerlerini almaya  ve aynı şekilde toplumda disorganizasyona sebep olmaya başlamışlardır. Bu para baronları öncelerinde işlerine basit başlamış, sonrasında normal bir bireyin medya aracılığıyla ulaşabileceği her türlü metanın(ticari ürünler) üreticiden alıcıya kadar giden uzun kâr yolunda bir hastalık gibi sirayet etmişlerdir. Aynı şekilde bu baronlar metalarla da yetinmekle kalmayıp politikaya, askeriyeye ve buralardan da neredeyse tüm Dünya'ya bulaşmışlardır. Pragmatist olan bu tür baronların çoğu(hatta neredeyse hepsi) materyalist ve immoralisttir. Bu baronlar kâr ve daha fazla ham madde için insan, maneviyat gibi günümüz toplumunca saygı duyulması ve korunması gereken kavramları ve değerleri bir hiç uğruna kesip biçerler. Bu baronlar dışarı karşı en güçlü silahları olan medyayı kullanarak sadece iyi gözükmekle kalmaz aynı şekilde taraftar da toplarlar. Realiteyi parmakları altında istedikleri gibi eğip bükebilen bu baronları oluşturan olay nedir? Materyal eşyalara bağlılık insanların en kutsal kabiliyetlerinden biri olan  empati ve vicdanı nasıl bu kadar efektif bir şekilde etkisiz hale getiriyor? Bu soruları cevaplamak için öncelikle bir baronun düşünme şeklini anlamak gerekir. Baronlar popülarite kazandıktan sonra, hayatları çok zor, çok güç bir doğa kazanır. Diğer insanların onlara gıpta etmesini, hayatlarını kendilerininki gibi uyarlamalarını isterler. Bu tablo öyle bir şekil alır ki, saf medya kölesi transhümanist birey bu baronun hayatı gibi hayat yaşamadığı zaman kendini başarısız hisseder ve bu birey "olduğunu" hissettiği zamanlar kümesinin dışında nihilist bir hava kazanır. Baronların bir diğer özellikleri ise içlerine kapanık narsist olmalıdır ama altını çizmek gerekir ki bu narsistlik kişilik bozukluğu düzeyinde değildir, sadece barona zevk verecek boyuttadır. Sahip olduğu inanılmaz miktardaki dünyevi meta ve sahip olduğu değerli materyallerle kendisini normal vatandaşlardan üstün görür, kendini birnevi onların ilahı, onlar için tapılacak bir nesne olarak alır. Baronların nasıl düşündüğünü anladığımıza göre şimdi bu iblisin vücut bulmuş hali olan "insanların" neden oluştuğunu ele alalım. İnsanlar doğdukları anda biyokimyasal imbalanslar veya dengeler dışında (ki bunlar "hata" olarak klaslandırılamaz") eşit bireyler, varlıklardır. Bireyler büyüyüp kendilerine ektikleri düşüncelerle, benimsedikleri idealarla ve aynı şekilde davranışlarıyla meritokratik bir sistemde değer kazanır. Baronlar da aynı normal insanlar gibi doğarlar, büyürler ve kendilerini elde ettikleri kazanımlarla entegre ederler. Normal bireyle baron arasındaki ayrım burada gerçekleşir. Normal birey istikrarlı bir hayat seçerken baron istikrar yerine daha dengesiz, daha kaotik, yüksek risk yüksek ödül veren bir opsiyon seçer. Bu dengesiz yolda başarısız olanlar, en başa geri döner, ya yeniden denerler ya da istikrarlı bir kariyer planı seçerler. Başarılı olanlar ise kariyerlerinin başında güzel motivasyonlarla ve mottolarla başlarlar ama sonrasında immoral bir adımla ne kadar para ve güç kazanabileceğini fark eden baronun aklı analitik ve çok boyutlu düşünce tarzından tek boyutlu  primitif bir hale doğru dejenerasyon işlemine tabi tutulur. Bu işlemden sonra gözü dönen baron,  materyalist ve immoralist bir doğa kazanır, ve küçük ilerleyişlerle  toplumun ve entegre ekonomik sistemin temellerine doğru sirayet eder. Şeyh gibi mürit toplayan, yaver toplayan bu baron artık tek başına değil, sadece ona çalıştığı zaman başarılı ve değerli hisseden köle bir kitleyle topyekün topluma saldırır. Peki bu tür bir vakıanın vuku olmasıyla Sanayi Devrimi arasında nasıl bir ilişki vardır? Sanayi Devrimi kağıdın üzerinde, yani teorik ortamda , insanoğlu için yararlı bir durum gibi gözükür. Sonuçta el işiyle yapılabilecek işlerin makinelerle yapılması, bu tür yorucu işlerin bitmesi ve aynı şekilde büyük kitlelere yetecek kadar ucuz fiyatta ürün oluşturmak gibi pozitif katkılar tarihin hiçbir sahnesinde insanlığa takdim edilmemiştir. Ama tabii olarak bu kadar büyük bir gücün, yetkinin getiri olarak insanlığa verdiği negatif etkiler pozitif etkiler yanında bir dağ gibi gözükür. Sanayi Devrimi'nin getiriverdiği kolay yaşam şartları ve aynı şekilde anlık dopamin hormonun salgılanmasını sağlayan(kısaca mutluluk veren) olayların  yaygınlaşması, insanlarda başarı denen olgunun "gidiş yolu" adı verilen asıl zor, asıl eğitici kısmının varlığının yadsınmasını sağladı. Bu tür bir olay ademoğlunda maneviyat ve değer gibi kavramları yavaşça oydu, içini boşalttı. İnsanları sadece baronların ürünlerini tüketen, materyalist, nihilist, immoralist zombilere çevirdi. Hayatlarındaki anlamsızlıkları sadece "ilah" olarak saydıkları baronlara karşı çalışmakla düzelebileceğini sananlar, işkolik kılıfıyla uyutulup ölene kadar baronların şirketlerine çalıştırıldı. Ne yapacağını bilmeyenler ise "Eğitimli Tinerci" yani bir diğer adıyla psikiyatristler tarafından  sertralin gibi kimyasallarla uyutuldular. Ve en kötü yanıysa bunlar sadece insan üzerine olan etkilerinden birkaç tanesidir. İnsan dışı alemlerde ise gerçekleşen yıkım ise insanların bu durumda ne kadar şanslı olduğunu gösterir. Natürel camia günümüzde kan ağlamaktadır. Ağaçlar ölmekte, hayvanlar pes etmekte, bir zamanlar oluşan mükemmel biyokimyasal döngü insanoğlunun beşeri etkileri altında çürümektedir. İnsanlar zayıf olmaya alıştırılmakta, hayatın önlerine sürdüğü çatışmalara, karşıtlıklara karşı gelmek, onları yenmek yerine onların şekline bürünüp minimal zayiata uğrama peşine düşmektedir. Peki bu transhümanist pragmatistik materyalist felsefenin karşıtı nedir? Bu karşıt felsefi akım efektif midir? Transhümanizme karşı olan felsefe Primivitism, daha ekstrem olarak ise Anarko-Primivitism'dir. Bu felsefe insanlığın geliştirdiği teknolojinin, belirli bir raddeden sonra insanlığın kendisi için zararlı olduğunu ve bir mertebeden sonra insan oğlunun teknolojik olarak ilerlememesini savunur. Bu akımın da tabi olarak  aynı transhümanist felsefe gibi hastalıklı ve şer yanları vardır. Ama Primivitism köken olarak bireyin doğanın içinde huzur bulacağını, ve teknolojinin beraberinde getirdiği radikal kapitalist sistemin, oluşturduğu kurum bazındaki monopolinin insanın doğasına uygun olmadığını söyler. Bu tür bir çıkarım tabii olarak doğrudur, çünkü insan 9 dan 5'e kadar bir köle gibi büyük şirketlere çalışmak için biyolojik olarak dizayn edilmemiştir ve aynı şekilde böyle bir uygulama insanlığın üzerine salınan çoğu psikolojik, patolojik ve aynı şekilde nörolojik bozuklukların, aksaklıkların önlenmesini sağlayabilir ama çubuğun bir diğer ucunda ise insanın teknolojik olarak gelişmemesinden dolayı , başarının "gidiş yolu" kısmını tamamen anlamsız kılacak raddede olmayan ama yapılacak fiziksel veya mental işi kolaylaştıran ögelere ulaşım neredeyse imkansız hale gelecektir ki bu durum modern toplumda önlenebilen çoğu olayın (örnek olarak tetanos, tüberküloz, kuduz gibi viral ve bakteriyel ölümcül enfeksiyon olan ama doğru kimyasallarla kolay bir şekilde tedavi edilebilen)  gereksiz yere zayiat vermesine, ve aynı şekilde bu çözümlere günümüzdekiyle aynı tesirde olmayan ilkel işe yaraması çok mümkün olmayan yöntemlerin oluşmasına sebep olur. Peki bu iki zıt kavram arasında tarafsız davranmak en mantıklı ve en rasyonel yol mudur? Rasyonel olması gerekli midir? İstikrarlı bir politika izleyen birey modern toplumun getiri olarak verdiği yararlardan yararlanır ve aynı şekilde kendine yetecek miktarda materyal varlığa veya metaya sahip olmaya çalışır. Gözü  dünyevi varlıklar üzerinde olmaz, anti-materyalist olur ama nihilizmin kara sularına da kaymamaya çalışır. Doğayla iç içe olur, doğaya zarar vermeden ondan yararlanır ve doğaya manevi ve maddi olarak saygı duyar, spiritüalist bir bakış açısıyla doğayı canlı görür. Rasyonellik kısmı ise bu argümanın mantık çerçevesine uygun bir olgu değildir. Bunu sırf rasyonelliğe uydurmak tamamıyla gereksizdir. Olayın özü bireyin doğayla ilişkisindedir, ilişkiyi nasıl bir yolla kurduğunda değildir.


--------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Eda Üçler




İnsanın eylem özgürlüğü

Oscar Wilde'nin bu konu hakkında yaptığı bir deneyden bahsederek konuya girmek istiyorum. ''Bir takım çiviler, raptiyeler ve iğneler bir mıknatısın yakınında yaşıyorlarmış. İçlerinden biri demiş ki: 'Bence mıknatısı ziyaret etmeliyiz.' Bir başkası, 'bence mıknatısın ziyaretine gitmek bizim asli görevimiz.' diye eklemiş. Tüm bunları konuşurken bir taraftan hızla mıknatısa doğru çekildiklerinin farkında değillermiş. Mıknatıs, için için gülüyormuş. Çünkü onların geleceklerini biliyormuş.'' Özetle bizler, hür irademizle hareket ettiğimizi zannederiz fakat bu sadece bir yanılsamadır. Bu konuda 1973 yılında yapılan bir deneyden bahsederek konuya devam edeceğim. Bir hasta,  (J.M.R Delgado) tam olarak ne yapılacağını bilmemekle birlikte deney için rıza vermiştir. Beynine, baş çevirme hareketlerini kontrol edebilen elektrotlar yerleştiriliyor. Kumandaya basıldığında hasta başını çeviriyor. Bu deneyi yapan sinirbilimciler, ne zaman isterlerse kumandaya basarak elektrotlara sinyal gönderiyorlar ve onun başını çevirmesini sağlıyorlar. Burada ilginç olan ise, kumande edildiğinin farkında olmayan hastaya neden başını çevirdiğini sorduklarında her zaman bir bahane bulması. 'Az önce neden başını çevirdin?' sorusuna 'yerdeki terliğimi almak istemiştim.' diyor. Tekrar kumandaya basılıyor ve yine başını çeviriyor. Bu sefer neden başını çevirdiği sorulduğunda ise 'köşedeki su bardağını alacaktım.' Şeklinde bir cevap ile karşı karşıya kalınıyor. Yani, olanların farkında dahi değil. Kendisine bu baş çevirme hareketini açıklayabileceği yanılsamalar yaratıyor. Tıpkı önem verdiğimiz değerler uğruna kendimizi kısıtlarken inanmaya çalıştığımız bahaneler gibi. 

  İnsanları memnun eden bir insan olmak dışarıdan güzel bir fikir gibi gelebilir. Ne var ki bu durum hem fail hem de çevresindeki bireyler için oldukça sorunlu bir davranış biçimidir. Memnun ediciler, (kimi zaman doğal bir biçimde) kendilerini başkalarının beklentilerine göre şekillendirmekten başka çareleri yokmuş gibi hisseden fakat içlerinde gizli ve bazen tehlikeli olabilecek her türlü çekince ve güvenme duygusunu barındıran kişilerdir. Aslında hiç istemedikleri şeylere bayılıyor gibi görünürler, hiç hoşlanmadıkları planları kabul ederler ve gerçekten neyi istediklerini ve neye ihtiyaçlarının olduğunu vaktinde cesurca belirtmeyerek etrafındaki herkesin kafasını karıştırırlar. Açıkça söylemek gerekirse memnun edici birey, bir yalancıdır. Acımasızca gelebilir ancak memnun ediciler üzücü şeyler için yalan söyler. Herhangi bir çıkar sağlamak için değil, başkalarını memnun edememekten korktukları için. Memnun edici bireyleri anlayabilmek ve duygularını olabildiğince paylaşabilmek için geçmişlerine bakabiliriz. Bu kişilerin neredeyse tamamı, çocukluklarının ilk zamanlarında anne veya babalarının çocukları hakkındaki bazı kaçınılmaz veya dikkat gerektiren gerçekleri kabul etmeye veya mazur görmeye hiç bir şekilde yanaşmadıkları korkunç bir dönem geçirmiş kişilerdir. Tıpkı Spinoza'nın öğretisindeki gibi: Her eylem, ondan önceki nedenlerin bir sonucudur. Richard Lewontin'in 'Üçlü Sarmal' adlı kitabında verdiği bir örnekle devam etmem gerekirse, 'Bir kek düşünün. Kek nasıl malzemelerden oluşur? Un vardır, yumurta vardır, şeker vardır… Farklı farklı maddeler bir araya gelip keki oluşturur fakat kek piştikten sonra siz keki bölerseniz tekrar kabartma tozunu elde edemezsiniz. Çünkü o parçalar aslında o kadar farklı bir şekilde ilişkiye girip örgütlenir ki ortaya çıkan bütün, onu oluşturan parçalardan daha fazlası ve farklı bir şey haline gelmiş olur.' Memnun edici birey de aynı bu şekilde, geçmişinde yaşadığı olayların karakter gelişimi üzerine etkisini fark edemediği bir durum içerisinde kaldığında tam olarak 'memnun edici birey' haline dönüşmüş olur. İnsan, zihin ve bedenden oluşan bir bireydir ama ikisinden biri değil, ikisi birin nedeni değil, ikisinin toplamı da değil. Çünkü bunlar sadece tek bir tözün kendini farklı biçimlerde gösterdiği sıfatlardır. Siz ne bedeninizsiniz, ne zihninizsiniz. 

  Belki de babanız en ufak bir anlaşmazsızlıkta ateş püsküren birisiydi. Muhalif bir dünya görüşüne sahip olmanın, başka bir şey yemek istediğimizi söylemenin, yorgunluğumuzu veya can sıkıntımızı belli etmenin bizim için anlamı yok olmaktı. Hayatta kalmak için, zamanla bizden istenenleri yapmak veya söylemek zorunda kaldık. 'Gerçekte neyi istiyoruz?' sorusu o sırada hayatımızın bağlı olduğu kişilerin isteyebileceklerini delirircesine düşünüp durma önceliğimizin epey gölgesinde kaldı. Yalanları her zaman korkudan söylemedik. Çoğu zaman da derin bir bağımızın bulunduğu kırılgan kişilere duyduğumuz sevgiden dolayı bu yalanları söylüyorduk. Yalanların arkasında yatan şey bazen eşimizle kavga etme korkusu, depresif olan anne babamızı sakin tutma arzusu ve zaten çok zor veya üzücü olan yaşamımıza fazladan bir yük daha eklememe isteğiydi. Sonuçta biz kimdik ki sevdiğimiz kırılgan birinin hayatını daha da zorlaştıralım? Davranışlarımızın kaynağı her ne kadar anlaşılır olsa da yetişkinliğin daha refleksif anlarında memnun ediciliğin bu zorlu örnekleri üzerinden üç çözüm yolu belirleyebiliriz. Fakat bunlardan önce, kendini farklı dallarca zenginleştirmiş bireylerin karşısında daha tatmin edici bir çözüm yoluna ulaşabilmek için bilimsel yollarla da onlaylanmış olan filozofların beynimizin nasıl çalıştığıyla ilgili argümanlarını sunacağım. 

  Yazının başında ve aralarında verdiğim Spinoza konusuna derinlik katacağım. Bizi, özgür irademiz varmış gibi düşünmeye iten temel sebep nedir? Ya da bu konudan bahsedildiğinde bizi bu denli rahatsız eden şey nedir? Bilinçli olmamız. Kafamızın içinde konuşan o içsel deneyimimiz. Fakat bu noktada bilincin ahlaki bir özellik olmadığının, fiziksel bir özellik olduğunun, bilinci oluşturanın da zaten beden olduğunun, düşün ve duyumun da özünde tek bir tözün farklı şekillerde görünmesi olduğunun hatırlanmasında fayda var. Yani hepsi en temelde tek bir töz olan Tanrı'nın -Spinoza'nın tanımındaki tanrı- kendini farklı biçimlerde yansıtmasıdır. Zaten bedenimiz determinizme tabii olup, zihnimizin olmadığını düşünmek oldukça saçma olurdu. Spinoza'ya göre, insan kısmi bir özgürlüğe sahip olabilir. Fakat bu ancak, onun eylemlerini belirleyen nedenlerin farkına varmasıyla, onları anlamasıyla oluşur. Çünkü nedenler, belirlenimler ve duygusal tepkimeler arasındaki ilişkiyi fark ettiğimizde, nedenlerin üzerimizdeki gücü azalır. Benim sunacağım üç çözüm yolunun temelini oluşturan fikir de budur.

 Amiyani bir örnek düşünmemiz gerekirse; Çok sinirlendiniz, birini döveceksiniz. Bu anda sizi bu eylemi yapmaya iten olaylar zincirini düşünmek, o kişi haksızsa, o kişiyi o kişi yapan ve bu hareketi yapmaya iten nedenler zincirini düşünmekten bahsediyorum. Tabi burada sonsuz bir etkilenim alanı var. Tek tek bütün nedenlerin bulunması imkansız çünkü bilinçaltında etkilendiklerimiz var. İlahi bir bakış açısıyla koşullar dizisinin tamamını görebilmemiz mümkün değil. Keşfedebildiğiniz kadar farkındalığı arttırmak ve nedenlerle tepkiler arasındaki bağlantıyı görmek izlenebilinecek en iyi yoldur. Ancak bu şekilde kısmi bir özgürleşmeden söz etmek mümkündür. 

  Aslında aşk dediğimiz duygu durumunun kimyasal bir açıklaması var. Google'yi açtığımızda bile aşık olduğumuzda beynimizde gelişen süreçlerin nasıl işlendiğini öğrenebiliriz. Aşkın, nörofiziksel ve nörokimyasal bir tanımı var. Fakat diyelim ki birine aşık oldunuz, duygularınızı çok yoğun hissediyorsunuz. Ben ise karşınıza çıkıp 'sen şu an beynindeki ve aslında özyaşam öykündeki x nedenlerine dayanarak bilinçaltına işlenenlerden dolayı böyle hissediyorsun.' desem, Yani size, sizde bu duygu durumunu ortaya çıkartan nedenlerin bir formülünü yazsam ve versem, 'artık nedenlerini biliyorum, o zaman aşık olmayayım.' der misiniz? Diyemeyiz. Çünkü nitekim kendini bir nedenler zincirinin zorunlu sonucu olarak ortaya koyar. Elbette aşk gibi her davranışın, duygunun, seçimin, tercihin kökeninde hem biyolojik, hem psikolojik, hem kültürel nedenler yani belirlenimler var. Nedenleri olmadığını düşünmek aslında saçma olurdu. Çünkü bu durumda belirlenmemiş, rastegele, kazara bir şeyden bahsediyor olurduk. O yüzden Spinoza'daki bu determinizmi sadece negatif bir noktada düşünmek yalnızca bizim seçimimiz. Bu durumu bambaşka açılardan da değerlendirmek mümkün. Tıpkı Spinoza'nın oldukça zorlu bir yaşam öyküsüne sahip olmasına rağmen, Spinoza'nın berberinin onun cenazesi için yazmış olduğu notta Spinoza için 'Mutlu Spinoza' olarak bahsettiği gibi. 

  Benim bahsedeceğim üç örnekten birincisi ise, iş arkadaşlarımızın, ve arkadaşlarımızın çocukluğumuzda kaygı duygumuzun ilerlemesine neden olan kişilerden tamamen farklı kişiler olduklarını kendimize hatırlatmaktır. Gereken nezaket gösterildiğinde bir çok kişi farklı bir fikirle, hoş olmayan bir bilgiyle veya sıradan bir reddedilme durumuyla kolayca başa çıkabilir. Küplere binmeyecek veya perişan olmayacaklardır. İnsanlığı bir bütün olarak temsil etmeyen bir grup insan etrafında çok özel bir şekilde dünyaya bağlanma alışkanlığı edinmiş haldeyiz. 

  İkinci bir çözüm ise, davranışlarımızın bilmediğimiz zararlı etkilerini kabul etmemiz. Niyetimiz gerçekten iyi olabilir ancak daha dürüst konuşmayarak etrafımızdaki herkesi tehlikeye atabiliriz. İş yerinde kaygı ve tereddütlerimizi gizleyerek kimseye hizmet etmiş olmuyoruz. İlişkimizde ise karşı tarafın biz olmazsak yaşayamayacağı düşüncesiyle birlikteliği sürdürmemiz kibarca değil. Elbette yaşayabilirler ancak biz duygusallığımızla onların epey vaktini çalmış oluruz. 

  Son olarak, zorlu mesajları iletme konusunda gereken ustalığı göstermekte kendimize güvenebiliriz. Aristoteles'in ahlak felsefesinde bahsettiği insan türü gibi. Aristoteles, nadir de olsa bu erdemli insanların var olduğuna inanıyordu. Biz neden kendimize inanmayalım? Çocukken göndermemiz gereken mesajları ayırt edemiyorduk. Ham haldeki acı ve ihtiyaçlarımızı işleyip inandırıcı açıklamalara dönüştürmeyi bilmiyorduk. Şimdi ise kararlı ve son derece güler yüzlü bir şekilde görüşlerimizi belirtmekte özgürüz. İyi niyetli olduğumuzu belirterek 'hayır' diyebiliriz. İnsanlara aptal olduklarını ima etmeden yanlış yaptıklarını söyleyebiliriz. Tıpkı Aristoteles'in erdemli insandan beklediği gibi, aşırılıklar arasındaki orta noktayı bulabiliriz. İlişkimizin bizim için önemini göstererek karşı taraftan ayrılabiliriz. Başka bir ifadeyle, memnun edici bir birey olmadan da memnun olmak, bizim için mümkün. 

  Schopenhauer'ın da felsefesinde belirttiği gibi, ''insan yapabileceklerini isteyerek yapmalı, ve çekmesi gereken acıyı çekmelidir.''

 

 --------------------------------------------------------------------------------------------------


Deniz Ali Demir



KAFESTEKİ ÇOCUĞA DÖNÜŞ: VAROLUŞ SANCISI VE ÖLÜM ÇIKMAZINDAN KURTULMA

"Bahçıvan bir gül fidanı besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez" diye anlatır Horney, Çalınan Çocukluk'u.  Çocukluğun getirdiği şeffaflık, Nietzsche'ye göre üst insanlık, onun meşe palamudu olmasına karar vermeye çalışılarak elinden alınır. Henüz dünyanın onun varoluşuyla ilgili yapacağı acımasız yargıları umursamadan gül fidanlığını bir gül fidanı gibi yaşayacak, zamanla dikenlerini de filizlendirerek gelişecektir fakat dünyanın insanın üzerine koyduğu varoluşsal bulantıyı temsil eden bahçıvana batar bu dikenler: Bahçıvan özgürlüğün getirdiği kafestir ve eline aldığı makasla "özgürlük" adı altında biçmeye başlar gül fidanını. Onu meşe palamudunun kafesine sokar, üst insanlığını elinden alır ve gülün tek tek kestiği dikenlerini, özgürlüğünün getirdiği sorumluluğun katlanması gerektiği sonuçlarıyla tehdit edercesine batırır güle. Kendisi olma olgusuna veda ederek psikolojik bir ölüm yaşar çocuk. Bulanmış, kayasının altında ezilmek üzere ya da meşe palamudu olmaya zorlanmış bir benlik girdiği bu kafesten nasıl çıkar? Bu deneme; insanın varoluşuyla yaşadığı çatışmayı ve onu kıpırdamasını engelleyecek, melek yüzlü şeytan edasıyla yaklaşacak olan özgürlüğün getirdiği kafese girişini varoluşçu düşünürler ve gizdökümcü edebiyattan örneklemeyle açıklayacaktır.

 

İnsan kendinden habersiz bir biçimde var olmuştur. Mümkün müdür ki ona sorulması var olmadan önce? Sartre'nin bulantısal tasvirindeki insana var oluş zigot olduğu anda onun başına konan ve ölene kadar uçmadan, gözünü kırpmadan duran bir baykuş gibi musallat olmuştur ve sürekli öterek karanlığı anımsatır ona. Çoktan var olmanın tutsağıdır ve var olmanın getirdiği bütün özgürlük ve sorumluluklar onu bir bataklıkmışçasına aşağı, zihninin anlamdan uzak derinliklerine çeker. Anlamsızlığın getirdiği nihilist kıvılcımlar gittikçe büyüyerek bireyin dünyayı kendi gözleriyle görmesini engeller. Benlik bir otorite gücü tarafından değil, kişinin kendi bulantısıyla kafese kapatılır. Asıl ve en acılı kafestir bu, kişinin kendi içinden çıkan. Varoluş öylesine utanç vericidir ki birey benliğiyle kararlarını özdeşleştirip, seçimleriyle bir gördüğü özü ile üstüne yıkılan tüm sorumluluklarının ona getirdiği dehşete karşı yenilir. Hayat boyunca gittikçe artar bu bulantı. Her gün yapılan yeni hareketler, verilen yeni kararlar dikenleriyle batar insana. Varoluşumuz içi hava dolu bir balon gibidir ve gittikçe batırılan iğne sayısı artar balona. Balon ise direnir patlamadan ve kendi deliklerini tamir etmeye çalışır.

 

Nietzsche'nin üst insan görüşünde insan hep eksik bir varoluş içindedir ve üst insan olmak için kendini aşmaya ve eksikli varoluşunu tamamlamaya çalışır sürekli üst insana ulaşmak için. Peki ya bu eksiklikler doğuştan mı gelir? İnsanın doğduğunda bir çocuk olarak üst insanı temsil ettiğini söyler Nietzche. Henüz hiç iğne batırılmamış bir balon, binlerce türden dünyevi kafesin içine henüz sokulmamış bir benliktir çocuk. Fakat Çalınan Çocuk'taki bahçıvan geldi mi ona da batıracaktır ilk iğnesini. "Sen meşe palamudusun!" diyecektir ona ve üst insanlıktan düşüşüne yol açacak domino taşı etkisinin ilk hareketini vurmuş olacaktır. Benliğin zihnine bir kere girer bu sözcükler ve artık dış dünyanın etkisi bile olmadan zehirlenen bu zihin kendi iğnelerini kendi üretmeye başlar. Uyuşturucuya bağımlı bir birey gibi insan beyni, kendine batıracağı bu iğneleri bir yolunu bularak elde eder ve kafesini kendi örmeye başlar: örgüden bir kafes çıkar ortaya. Dış dünyanın da tetiklemesiyle bu "üst insanlıktan düşüş kafesi"nin insanın tüm benliğini hapsetmesi kaçınılmaz hal alır.

 

Sosyal dünyanın bizim kafesimize eklediği örgülere baktığımızda hayatımız boyunca yaptığımız sosyal, siyasi ve toplumsal birleşmeleri sağlayan her türlü eylem bizi başka bir kalıp yargının kafesine sokar. Birlikte vakit geçirdiğin, herhangi bir düşüncesini olumladığın bir grup insanın diğer insanlar tarafından ön yargılaştırdığı niteliklere sen de sahipmişsin gibi görülür. Hayatımız boyunca örgüsünü devam ettiririz bu kafesin: politik örgüler, cinsel örgüler, varoluşsal örgüler, ... Hepsi birleşerek bizim için bir ön yargı algısı oluşturur. Kafesin dışarıdan gözüken kısmıdır bu.  Husserl’in fenomenolojisiyle var oluş ve tüm yüzeysellikler paranteze alınarak kalıp yargısal bakış açıların ötesine geçilmelidir. Birey kendine dair ön yargılarını, duyusal geçmişini ve yaşadığı akılda kalıcı olayların hepsini paranteze alarak ancak kafesin ötesini görmeye çalışabilir. Var oluşun ve  parantezin arasındaki tüm bulantıların içinde kaybolan o öz aranır durulur. İnsanın özü bir inciyse, kafesi açılması zor bir istiridye kabuğudur. İstiridye kabuğu da estetik olarak güzel gelebilir bir insana fakat inciyi görene kadardır yalnızca bu yanılgı. Kafesini beğendiğini sanan insan da kendi özünü gördüğünde ancak "kafesini beğenme kafesi"nden çıkabilir.

 

“Varım, varım, varım,” diye haykırır Sylvia Plath, Sırça Fanus adlı romanında. Var oluşunu olumlamayı amaçlarken kendini her türlü öznellikten arındırmıştır. Bu olumlama girişimi bireyi özünden uzaklaştırarak var olduğu gerçekliğinin bilinmez dünyasına çeker. Proust’un “Ben sadece atan bir kalptim.” sözüne de aynı biçimde bilinmezlikle özdeşleşmeye yol açmasından dolayı karşı çıkılır. Bu örneklerde varoluşun kafesi hissedilmekle birlikte sevilir, hatta onunla bir olmak arzulanır. Varoluş güzel gözükür insan gözüne bir istiridye kabuğu gibi ta ki özü temsil eden inci açılana kadar kabuktan.  Özünü gören insan kafes parmaklıklarının arasından dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışmayı bırakır ve kendine döner, kendini tanımaya ve meşe palamudu olmadan önce ne olduğunu hatırlamaya çalışır. Bunu yaptığında bir sihir olur adeta ve kendine bakan insanın kafesi, infaz edilen mahkumun asma ipinin kopması ve ölümden dönmesi gibi, görünmez oluverir. Kafes kalkar ortadan ve birey benliği ve özüyle özdeşleşir, şimdiye kadar kendi haricinde özdeşleşmeye çalıştığı onca şeyden sonra. Fakat insanın özünü bile terk etmeyecek bir gerçeklik çatışması vardır: Ölümün kafesi.

 

Sartre “İntihar dünyada var olmanın başka bir yoludur.” diyerek intiharı bir var olma aracı olarak görür. Oysa olumlanılması gerekilen şey özdür. Özsüz bir varoluş; kansız damarların, kalpsiz kanın işe yaramayacağı gibi işe yaramaz. Elde vardır fakat işlevsizdir, sadece vardır. Vücudunun objeleştirilmesini ölümle bir sayan Sylvia Plath, Lady Lazarus adlı şiirinde "Ölmek,/Her şey gibi, bir sanattır,/Bu konuda yoktur üstüme." diyerek yaşamı boyunca kapatıldığı cinsel kafesle her zaman zihninde olan ölüm kafesini birbirlerine benimsetmiştir. Asla bizi terk etmeyecek olan ölüm kafesi; bize bambaşka kafesleri anımsatır durur ve bireyin kurtuluşu gittikçe zorlaşır. İncisinin parantezlerinin arasından absürtçe parlayarak herkesin ağzını olası tüm eleştirel ve hayranlıkla dolu açılarda açık bırakmasına göz yumamaz sancılı. Gözlerini kapatıp üçüncü şahıs bakış açısıyla kendini düşündüğünde bilinmek için bekleyen bir öz değil, ağızsız ve gözsüz bir yüz görür; bu yüze hiçliğin bıçağını saplar. Gözlerini, ağzını baştan yaratmak yerine onu yok eder ve kanlarından alnına “ölümü seç” yazar. Öz, henüz çiçeklenmeden bulanmış ve kırmızıya boyanmıştır. Bütün seçim haklarının getirdiği bulantıya ölümü seçerek son verme çıkmazı, anlam arayışı labirentinin olasılıklarını ortadan kaldırmıştır.

 

Camus’vari bir çıkar yol bulacak olursak: Varolduğunu ve bunun nedensizliğini bilmek yeterlidir. Varsın, varsın, varsın: varız ve neden varolduğumuzu bilmemiz imkansız. Varolmak için bir aracı aramaya gerek yoktur. Varoluşumuz zaten bu dünyaya getirebileceğimiz en büyük isyandır. İntihar halatının sıkıca çekildiği noktayı tetikleyen tüm etkenlere karşı basit ve bunaltıyı savururcasına ortaya absürtlüğün farkındalığı konularak varolma araçları kenara itilir, varoluşçuluğun halatları kopartılır. Biyolojik evrim teorisinin son aşamasının bilişsel karşılığıdır bu: Ayaklanılır, baş kaldırılır, bireysellikle bağımsızlık ve kurtuluş elde edilir. Hiçbir şeyin mükkemmel olmayışını ve absürt oluşunu kavrayan insana bir konfor hissi ve sorumlulukları üstlenmeyi sorun etmeme umursamazlığı dalgası vurur, bulantıdan çıkış yolu gözükür. Artık absürtlüğün baş kaldırısıyla var olan kişi özündeki parçaları birleştirerek büyük resmi görür, Stoacı bir tavırla kendisinin en iyi halini ortaya çıkartır. Bir anka kuşunun yeniden doğuşuymuşçasına kusursuzluk ve sorumsuzluk, kalıp yargı ve öz, özgürlük ve mahkumiyet diyalektikleri sentezlenip birbirine dolanarak özün bilgilerini dengeler. Umutsuzluğun küllerinden yeniden doğar birey. Sahip olabileceği tek kurtuluşla hala buradadır ve dünyaya karşı sahip olduğu bu yeni bakış açısı onu kurtarabilecek tek şeydir. Camus’un “Hayatın asıl anlamı seni kendini öldürmekten alıkoyan şeydir.” sözüyle bulur kendini. Böylelikle tutunur insan dünyanın onu sürüklediği uç noktaların arasındaki dengeye ve bu dengeyle özünü baştan bilir, baştan görür daha önce görmesini engelleyen onca perdenin arkasındakini. Kafesin örgüleri bir bir çözülür, arkasında korkuyla bekleyen o küçük çocuğa varılır eninde sonunda. İçindeki küçük çocuğu sanki sen değilmişsin de senin çocuğunmuş gibi bir şevkatle yaklaşarak baştan tanımaktır kafesten çıkış.