2 Haziran 2016 Perşembe

Eda Şemsioğlu / İzmir Amerikan Koleji / İzmir


"Bir insan için güçsüz deyince ne demek isteriz? Güçsüzlük sözü bir ilişkiyi, herhangi varlığın bir ilişkisini anlatır. Gücü ihtiyaçlarını aşan, bir böcek, bir kurt da olsa güçlü bir varlıktır; ihtiyaçları gücünü aşarsa, bir fil, bir aslan, bir fatih, bir kahraman, bir tanrı da olsa güçsüz bir varlıktır."  Emile - J.J.Rousseau

Dilde Tanımlamanın Öznelliği
İnsan iletişim kuran bir canlıdır ve iletişim sağlamak için çevremizi tanımlama ihtiyacı duyarız. Dilden çok önce, birden fazla insan aynı yerde bulunduğundan beri iletişim vardır. Bebeğin annesinin memesine doğru uzanması annesine süt içmek istediğini gösterir. Acı çeken birinin elini yarasının üzerine koyması karşısındakine yarasının nerede olduğunu iletir. Tehlikeli bir hayvan yaklaştığında yüksek sesler çıkaran biri yanındakileri tehlikeye karşı uyarır. Tüm bu eylemler birer iletişim türüdür. Yalnızca insanlar değil tüm hayvanlar bu tip iletişim kurarlar. İletişim temel ihtiyaçlarını karşılamalarını ve hayatta kalmalarını sağlar. Hayvanların iradelerinin olmadığının ve temel ihtiyaçları doğrultusunda dürtülerle hareket ettiklerinin varsayıldığını düşünürsek, iletişimin canlıların temel ihtiyacı ve dürtüsü olduğunu ve tüm hayvanların mutlaka iletişimde bulunduğunu söyleyebiliriz. İletişim, yalnızca birbiriyle aynı zaman diliminde yaşamış canlılar arasında gerçekleşmemiştir. Hayvanların arkalarında koku bırakmaları ya da insanların mağara resimleri yapmaları, hiç karşılaşmadıkları canlılarla iletişim kurmalarını ve onlara "anlatmalarını” sağlamıştır.

Temel içgüdülerimiz doğrultusunda kurduğumuz ilkel iletişimde aslında tanımlama ve betimleme yaparız. Tehlike için uyardığında, hayvan, aslında yaklaşan şeyi tehlike olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla iletişim başından beri hayvanların çevrelerindekini algılayıp, tanımlayıp, ifade etmesini içermiştir. Bu tanımlama süreci canlıdan canlıya farklılık gösterebilir. Hayvanın hem geçmiş deneyimlerine hem de algılarına bağlı olduğu için, tanımlama öznellik taşır. Bir köpek tanımadığı bir insana başta havlamayabilir ancak biri ona zarar vermişse, o kişi tekrar yaklaştığında havlayacaktır. Halbuki aynı anda onun yanında bulunan başka bir köpek aynı deneyimi yaşamadığı için tepki göstermeyebilir. Bu durumun hayvanlar arasında bile değişkenlik gösterebilmesi çok önemlidir. Çünkü insanlar daha gelişmiş bir algı ve yorumlama sürecine sahipken, hayvanlar daha ilkel bir süreç izlerler. Daha az karmaşık seviyede bile yorumda ve iletişimde farklılık görülmesi, insanların iletişimde bu öznelliğin çok daha fazla olacağını gösterir. İnsan dışındaki tüm hayvanlarda tüm tür aynı dille iletişim kurarken, hayvanların iletişimiyle ilgili şu ana kadar bildiklerimiz doğrultusunda, insanlarda kültüre bağlı farklı diller kullanılması, insanların kullandığı dilin daha karmaşık olduğunu, o yüzden öznelliğin yüksek seviyede olabileceğini kanıtlar.

İletişimdeki öznellik ve görecelilik bir kaç farklı açıdan incelenebilinir. Öncelikle bireylerin algısı ve tanımlaması kişiden kişiye farklılık gösterir. İnsanlar aynı varlık ve olayları farklı şekillerde değerlendirebilirler. Örneğin kürtaj bazı kişilerce cinayet olarak görülürken, bazı kişilerce hak olarak değerlendirebilinir. Dünyanın her tarafında fiziksel olarak aynı şekilde yaşanan bu süreç, kişilerin bakış açısı ve kültürlerine bağlı olarak çok zıt kutuplarda değerlendirilir. Empirizmi ve özellikle David Hume'nun bakış açısını düşünürsek iç ve dış algı beraberdir ve duyum ve algıyla bilgiye ulaşırız. Ya da rayonelizm ve empirizm arasınd aortak nokta bulan Kant'ın bakış açısını ele alırsak, varlık bilincimizin dışında varolsa da yine algılarımız ve deneylerimizle edindiklerimiz bilgiyi oluşturur. Bakış açımızı yaşadığımız çevreden edindiğimiz "a posteri" bilgiler ve kişisel deneyimlerimizin senteziyle oluştururuz. Kimsenin deneyimleri ve edindiği bilgiler tamamen aynı olmadığı için bakış açıları aynı olmayacaktır. Aynı zamanda kişilerin algıları da fiziksel açıdan tamamen aynı olmayabileceği için, tümden kişinin oluşturduğu bilginin, bu durumda tanımların, öznel ve kişinin algı ve deneylerine bağıl olacağını söyleyebiliriz.Aynı masaya bakan iki kişi masanın dört bacağı olduğu konusunda anlaşabilir, ama üçüncü bir kişi baktığı yerden perspektif nedeniyle dördüncü bacağı görmüyorsa, masayı önceki iki kişiyle aynı şeklide tanımlamayacaktır. "Gökyüzü mavidir." ya da "Dünya küre şeklindedir." gibi genel geçer yargı ve tanımlamalar, "mutlak doğru"lar mevcuttur. Ancak bunlar nesnel ve bilimsel kabul ettiğimiz alanlardadır ve zaman içerisinde bu tip yargıların bile değiştirildiği ve yanlışlığının ortaya çıkarıldığı olmuştur. Dolayısıyla dilden önce, bireylerin aynı olgu üzerine iletişimle aktarmak istedikleri tanımlamalar bireyden bireye farklılık gösterir.

İletişimde farklılığa neden olan bir sonraki konu dil ve varlık arasındaki ilişkidir. Dil, yanı var olanı yansıtmak için kullanılan tasarım, varlığın kendisi değildir. Tasarım, var olanla aynı mantık örüntüsünü takip eder. Fenomenolojiyi benimsersek, dil olmadan da varlıklar var olduğunu söyleyebiliriz. Varlığın var olan hali ile bilincimizdeki hali, yani bizim algıladığımız hali birbirinden farklıdır. Lakin eğer var olma ölçütünün olguların algılanmaları olduğunu öne sürersek, bu durumda varlıkları algılamamız doğrudan onların gerçekliğiyle bağlantılıdır ve o zaman varlığın bilincimizdeki hali, onun var oluşunu da etkiler. Daha önce de bahsedildiği gibi, varlığın bilincimizdeki hali bizim bakış açımız ve algılarımıza bağlıdır ve dolayısıyla bireyden bireye farklılık gösterir. Tanımlarımızın ve dilin doğrudan var olanı tanımlamadığı gibi, var olan da doğrudan dilimizi tanımlamaz. Dolayısıyla iletişim içinde ifade ettiğimiz ve gerçek varlık birbirinden farklıdır.Tanımlamaların birbirinden farklı olmasının önce, hiç bir tanımlama ve sözcük aslında doğrudan ifade ettiğimiz varlık değildir. Dolayısıyla sözcüklerle bir şeyi ifade ettiğimizde, aslında onun kendi bilincimizdeki halini ifade ediyor ve onun mutlak gerçekliğine ulaşamıyoruz. Bu durumda mutlak gerçekliği hiçbirimiz ifade edemiyorsak, ifade ettiklerimizin aynı olması ve herkes tarafından aynı şekilde anlaşılması pek mümkün değil.

Dil ve düşünce arasındaki ilişki dilde farklılığa yol açan etkenlerden biridir. Sözcükler yalnızca varlığın mantıksal sembolü değillerdir ve kişinin, sembolü olduğu varlıkla hayatı boyuncaki ilişkisini kapsarlar. Kişi masayı masa olarak tanımladığında, aslında hayatı boyunca algıladığı tüm masalar ve masaya ilişkili varlıkların ilişkisinde masa sözcüğünü kullanmaktadır ya da "uzun masa" derken, "ortalama olarak daha önce gördüğü masalardan uzun masa" ifadesini de içinde barındırmaktadır. Bireyler zaman içerisinde sözcüklerle ilgili kendi çağrışım haritalarını oluştururlar. Dolayısıyla hiç bir sözcük tüm bireyler için aynı düşünceleri ifade etmemektedir ve aynı sözcüğü kullanırken fakrlı düşünceleri ifade etmektedirler. Çağrışımlar yalnızca bireysel değildir. Farklı toplumlar, aynı dili farklı bir kültürel ve sosyolojik içerikte kullanır. Aynı zamanda, dillerin kendilerine has karakterleri de vardır ve farklı diller tümden farklı özellikler taşıyabilirler. Hayvancılıkla geçimini sağlayan bir toplululukta, şehirde yaşayan bir topluluktansa hayvan isimleri daha farklı bir duygusal ve düşünsel çağrışım yapacaktır. Duygusal süreç biyolojik ve psikolojik olarak ve farklı çağrışımlar doğrudan düşüncelerimizi ve bilgi oluşturma sürecimizi etkiler.Örneğin "tatil" kelimesini düşünürken önümüzde mavi bir tablo varsa mavi bize deniz çağrışımı yapacak, tatili anlık olarak deniz tatili olarak zihnimizde canlandıracak ve o şekilde tanımlayacağız. Mavi bir tablo yerine kişi ormanlık bir alanda olsaydı belki tatili zihninde başka bir çağrışımın etkisinde kalarak daha farklı oluşturabilirdi. Dolayısıyla zihnimizde oluşan çağrışımlar düşüncelerimizi ve tanımlarımızı etkiler ve çağrışımlar da yine bakış açılarımız, deneyimimiz ve dilimizin kimliğine bağlıdır. Diller arası farklılığın düşünce üzerindeki etkisine örnek vermek gerekirse, Türkçe'deki "Kolay gelsin." ifadesi yabancı dillerde yer almamaktadır. Türkiye'deki bir çalışan, yanından bir turist geçtiğinde onu "Kolay gelsin." ya da benzeri bir ifade ile selamlamadığında ve ona iyi dileklerini iletmediğinde, çalışan turistin kaba ve kibirli biri olduğunu düşünebilir. Halbuki turist dili ve kültürü nedeniyle böyle bir ifadeden haberdar değildir ve aslında kişilik özelliğinin değil, dilinin ve dille beraber edindiği kültürel yaklaşımı doğrultusunda hareket etmektedir. Topluluğun kültürel yapısı başta dili oluşturmuş olsa da zaman içinde dil, kültürel yapının aktarıcısı, öğreticisi haline gelmiş ve bir fenomen gibi zaman içinde kendi içerisinde gelişerek kültürel özelliklerin de belirleyicisi olmuştur. Bir toplumda belirli bir konuda daha çok betimleyici sıfat olması, oradaki toplumun o konuyla daha ilgili olduğunu ya da o konuyla daha ilgili olmasına neden olacak farklı bir bakış açısına sahip olduğunu gösterebilir. Aynı zamanda, o topluluğun dilini öğrenenlere o konuyla ilgili, daha farklı düşünmeyi ve o konuya daha çok odaklanmayı da öğretecektir ve dil kullanımının dışına çıkarak, öğrenen bireyin bakış açısını ve kimliğini de etkileyecektir. Dolayısıyla dilin yapısı, düşüncenin kendisi etkilemektedir. Dili kullanırken aslında dilin bütünündeki çağrışımlar, yapısal ve kişisel olarak oluşturulmuş, doğrultusunda dili kullanırız.

Sözcükler genel olarak kişinin algısı ve bakış açısının öznelliği ve dilin yapısı nedeniyle farklıdır. Ancak sözcükler de kendi içinde farklı özellikler gösterirler. İsimler genellikle doğrudan nesnel olarak varlığın türünü anlattıkları için, kullanımlarında çok fazla öznellik taşımazlar. Aynı şekilde eylemler de genel olarak daha nesnel kriterlerle analiz edilebildikleri için daha nesneldir. "Adam koşuyor." ifadesini duyanların çoğu adamın hareketi ile ilgili benzer bir fikre kapılacaklardır. Kişilerin zihninde canlanan sürat, ortam gibi özellikler farklı olsa da, eylem diğer sözcük türlerine göre oldukça homojen bir betimleme sunacaktır. "Adam"ın canlandırılmasında ise, biyolojik olarak erkek özelliklerine sahip biri olacaktır. Kıyafet, boy, kilo gibi özellikler kişinin kendi geçmişi ve kültürüne bağlı olarak değişse biyolojik olarak herkes bazı özelliklerde anlaşacaktır. Buna rağmen "Uzun adam koşuyor." ifadesinin ardından, zihinde canlanan resimdeki adamın boyunda oldukça çeşitlilik olacaktır. Sıfatlar kişinin öznel fikrine bağlıdır ve bu yüzden hem varlıkların tanımlanmasında hem de tanımlanan varlıkların anlaşılmasında kişinin zihni ve bakış açısı ve dilin yapısı çok etkilidir. Her ne kadar dilin matematik gibi evrensel bir anlatım tekniği olduğu düşünmek istesek de, farklı diller ve bireyler arasında sözlü ve yazılı iletişimde büyük farklılıklar vardır. Dolayısıyla bireyler tanımlamalarında kendi mantıksal çıkarımlarını yansıtırlar ve aslında sözcüklerin her bireyde yaptığı çağrışımlar farklıdır.

İletişimin yapısının ve öznelliğinin ötesine geçersek tanımlamanın yapısını da inceleyebiliriz. Herakleitos'un düşüncelerini takip edersek, aslında varlık zıtlıklıkların birleşimiyle olur. bir şeyi tanımlayabilmemiz için tanımladığımızın farklısına ve karşıtına ihtiyacımız vardır. Tek bir çubuk varken çubuğun uzun ya da kısa olduğunu söyleyemeyiz. Ancak başka bir çubukla "daha kısa/uzun" olarak değerlendirebilir ya da sadece ikisinin bulunduğu bir küme içerisinde "uzun/kısa" olarak adlandırabiliriz. Bunun ötesinde genel geçer bir tanımlama yapabilmemiz için, yani genel açıdan "uzun"/kısa" diyebilmek için, o güne kadar algıladığımız tüm çubukların boyunu göze olarak belirli bir ortalama belirler ve onunla karşılaştırırız. Bu durumda yine bir karşılaştırma ve bağıllık vardır. Ayrıca bu mutlak bir değerlendirme olmaz çünkü başka biri daha farklı bir genel gözlem yapmış ve daha fakrlı bir ortalama uzunluk algısına ulaşmış olabilir ve çubuğun boyunu daha farklı değerlendirebilir. Bir başka nokta ise, bu çubuğu bembeyaz bir boşlukta gördüğümüzde tanımlayamayacağımızdır çünkü elma, duvar, el, cetvel vb herhangi bir referans noktası olmadan uzunluğuyla ilgili bir bir bilgiye sahip olamayacağımızdır. Bunun bir çubuk olduğunu, rengini ve malzemesini söyleyebiliriz, çünkü bunlar doğrudan ezberlenmiş algı eşleştirmeleridir ancak daha ileri tanımlayamayız. Hatta çubuğun yanına 3 çubuk ve üstüne bir yüzey konulduğunda "çubuk", "masa ayağı"na dönüşecek, ve ilk adlandırmasını kaybedecektir. Tanımlamalar bağıldır ve bağıllık zıtlık ve farklılığın bulunmasını zorunlu kılar. Her şeyin aynı renk olduğu bir dünyada, "renk" kavramı var olmayacaktır. Farklılık varlıkları fark edilir kılar. Newton yer çekimini elmanın her seferinde düştüğünü ama güneşin dünyaya düşmediğini fark ettiğinde bulmuştu.

Günlük hayatta varlıkları tanımladığımızda, aslında varlıkları doğrudan betimlediğimizi düşünürüz. Aslında kendi bilgi birikimimize göre varlıkları bağıl olarak karşılaştırırız. Herhangi bir şeyi “güçsüz” olarak tanımladığımızda, aslında önce varlığı kendi bakış açımız ve algı kapasitemiz doğrultusunda algılar ve bilgiye dönüştürür, ardından tanımlayacağımız dil çerçevesinde onu değerlendirir ve eşleştirir, sonra deneyimimiz ve dilimizdeki “güçsüz” kelimesinin çağrışımları çerçevesinde güçlü ve güçsüzü karşılaştırarak “güçlü olma”nın tanımı yapar ve ne olduğunu belirlediğimiz nesne için güçsüz olmanın ne anlama geldiğine karar verir, ardından yine kendi algımız etkisinde varlığı kriterlerle eşleştirir ve onu tanımlarız.Bu tanımlamada yaptığımız değerlendirmelerin hepsi bireysel özelliklerimiz ve çevremizden edindiğimiz farklı özellikler çerçevesinde özneldir. Dolayısıyla bir varlığı “güçsüz” olarak tanımladığımızda, tüm insanlar için apaçık güçsüz olduğu ortada olan bir şeyi tanımladığımızı düşünürken, hayatımız boyunca algıladıklarımızın toplamında kendimiz için geçerli bir sınıflandırma yapmış oluruz.

Dil, insanlar arasındaki detaylı ve karmaşık iletişimi mümkün kılar. Sözcükleri kendimizi anlatmak ve başkalarını anlamak için ortak bir sembol olarak görürüz. Çoğu zaman kendimizi anlatır, pratik olarak uzlaşma sağlar ve uyum buluruz. Dilin düşünceleri, paranın da hizmeti takas etmeyi mümkün kıldığını düşünebiliriz. Ancak maddesel, homojen, belirgin ve her yerde aynıdır. Bir ürün 10 liraysa her yerde 10 lira olacak ve kimse 10 liraya farklı bir anlam yüklenmeyecektir. Ancak dil için aynı durum geçerli değildir. Dilin her ne kadar dil bilimsel ve somut bir yanı olsa da, dil aynı zamanda soyut bir kavramdır. Dil, soyut ve somut varlıkları yansıtır ve somut varlıkları yansıtırken bile hem insanın öznel bilincinden kaynak bulur hem de soyut çağrışımlar yaratır. Dolayısıyla sözcüklerle tanımlamalar yaparken, kendi bilincimizi yine kendi bilincimizle şekillenmiş bir bakıma öznel dilimizle anlatırız. Tanımlamalarımız algıladıklarımızı sınıflandırarak, algıladıklarımızı bağıl bir ilişki içerisinde zihnimize yerleştirmektir.

Hiç yorum yok: