29 Haziran 2019 Cumartesi

Yiğit Düzenlioğlu / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / Düşünyaz 6 Türkiye 3.sü




Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler"  Bertrand Russell
Makine ve insan: Kör Sisifos ve Farkında Sisifos

Uzun 19. yüzyıl sürecinin gerçekleşmesiyle insanoğlu üretim gücünün doruklarına çıkacağı bir yolculuğa başladı. Bu süreç boyunca insan, kendi ihtiyacını üretmeyi bıraktı ve "herkes"in ihtiyacı illüzyonu altında kendi karı ve imajı uğruna çalışmaya başladı. Öncül dönemlere kıyasla inanılmaz boyutta olan bu üretim kapasitesi, insana fiziki olarak imkansız olduğu halde zihinsel uzayda Tanrı hissiyatını verdi. Diğer bir deyişle maddi pragmatizm bağlamında kuşkusuz yararlı olan bu makineler, insanı duygusal ve ruhsal bir açmaza sokmuş oldu.
Pragmatik ve zihinsel uzayların oluşturduğu bu diyalektikte en önemli noktalardan birisi, makine ve insan ilişkisinin iki bağlamını da doğru şekilde karşılaştırarak sentez bir yargı çıkarabilmektir. Pragmatik uzaydan bahsedersek, insanlığın ilkel yaşamıyla teknolojik çağını karşılaştırdığımızda iki çağın insanı arasında günlük hayattaki pratiklik açısından makinelerin sağladığı insanın basit ihtiyaç endişesini bitiren imkanlar yadsınamaz. Bu durum makinelerin gücüdür: artık insan günlük hayatındaki basit işleri yapmaz, o bundan üstündür ve onun yerine bu işleri yapacak makinelere sahiptir. Bu yüzden, Bertrand Russell’ın da yorumladığı gibi, makineler güzel ve tapılası varlıklardır. Ne var ki makine ve insan ilişkisini bir tartışma haline getiren unsur insanın makinelerle birlikte tecrübe ettiği hayattır. Russell, insan doğasının ve duygularının makinelerin getirdiği sistemle uygun olmadığını savunur. Zira makinelerin getirdiği hayat anlayışı, bireyin mutluluğuyla sahip olduğu maddiyatın doğru orantılı olduğunu varsayar. Ruhsal tatminin yok sayıldığı bu yargıya kendini endeksleyen birey paradoksa girmiş olur. Tartışmayı diyalektiğin diğer ucu olan düşünsel uzaya taşıyan bu paradoks, felsefenin en temel sorunlarından birisi olan varoluş probleminin altında yatar.
Bireyin yeryüzündeki en temel motivasyonu, Sartre’ın varoluşun özden geldiği iddiasıyla paralel şekilde, ruhsal hesaplaşmayla kendi varoluşunu meşru kılmaktır. Bu anlamda bireyin varoluşu beşeri uzaydan uzak, yalnızca doğal uzaydan alacağı ilham ve kendi zihniyle sınırlıdır. Varoluşçuluğun ışığında ele alınınca, makinelerin dayattığı hayat anlayışının yarattığı çatışma açıktır çünkü -önceden de belirttiğim gibi- makineler bireyi maddiyat uğruna, dolayısıyla beşeri uzayda, yaşamaya zorlar. Buradaki ironi, insanın kendini Tanrı olarak addetmesinden sonra kendi yaratığının ürünlerine hapsolmasıdır. Bu hapisle bireyin yaşam motivasyonu yapay hale gelir. Diyalektiğin tezi ve anti tezi üzerine genel bir tablo çizdikten sonra diyalektiğin çatışmasını açıklamaya geçebiliriz. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nden bu çatışmayı açıklamak üzere bir alegori çıkarmanın mümkün ve son derece uygun olduğunu düşünüyorum. Kral Sisifos, tanrıları birçok kez kendi oyunlarına alet ettikten sonra nihayetinde asla bulunduğu tepeyi aşamayacak bir kayayı tekrar tekrar ve sonsuza dek yokuş yukarı yuvarlamakla nihai cezasına çarptırılır. Bu alegoride, sonsuz bir döngü içerisinde olan Sisifos’la makineler çağındaki insan karşılaştırması yapmak doğru olacaktır. Bu amaçla alegoriyi ikiye bölmenin uygun olacağını düşünüyorum: Kör Sisifos ve farkında Sisifos. Kör Sisifos, hayatını makinenin dayattığı pragmatist bakışla yaşayan modern bireydir. Bu birey, kör olduğu için yuvarladığı kayanın yeniden en başa yuvarlandığını farkında değildir. Her seferinde geri dönüp kayayı yuvarlamaya başladığında, yuvarladığı kayanın aynı kaya olduğunu bilmez. Bu yüzden kayayı yuvarlarken, yokuşu her tırmanışında farklı bir iş yaptığını sanar; tıpkı pragmatist bireyin hayat motivasyonunu ve mutluluğunu maddiyatla bir tutması gibi. Bu demek oluyor ki birey, durmadan maddiyat uğrunda çalışır ve ürünlerin nicel farklılıklarına aldanarak hayatında değişiklikler olduğuna kendini inandırır. Halbuki nitelik ve motivasyon bağlamında baktığımızda birey Sisifos gibi aynı kayayı durmadan yuvarlamaktadır. Bu bireyin yaşadığı bir başka problemse kimlik sorunudur. Birey, yaptığı işle kendisini o denli özdeşleştirir ki kendisini yaptığı işle tanımlamaya kadar varır. Bu kimileri için bir kimlik algısı yaratabilir fakat öyle bir durumda, makineleri yaratacak düşünme kapasitesine sahip insanı işleviyle tanımlayarak, insanı makine kabul etmenin çelişkisi tartışmayı ironik kılar. Dolayısıyla, ancak kendini keşfetmenin mutlak çıktısı olan kimlik kavramı, birey için fenomenlerle temeli atılmış, düşünceden uzak bir fanatizm halini alır. Russell’ın yargısı doğrultusunda yorum yapmak gerekirse, açıkça bu bireyin makinelere -en başta bahsettiğimiz pratiklik boyutunu defalarca aşarak kendisine kimlik yaratacak kadar- taptığını bu nedenle de köle durumuna düştüğünü net bir şekilde söyleyebiliriz. Şu ana kadar yaptığımız yürütmeler, çıkarımlar ve çürütmelerle Russell felsefesinin makine kavramına yakıştırdığı sıfatların hemen hemen hepsini nedensellikle temellendendirdik, şimdi neden makinelerin çirkin ve tiksinç olduğunu konuşmakta yarar var. Bu soru, körden ziyade ancak farkında Sisifos’un bakış açısıyla yanıtlanabilir. Farkında Sisifos, mitolojik uzaydaki Sisifos’la her zaman aşikar olmayan ciddi bir paralellik gösterir: Farkındalık. Bu yüzden farkında Sisifos, aslında günümüz Sisifos’u olarak ele alınabilir. Cezaya çarptırıldığının bilincinde olan Sisifos, ceza kavramının doğasında bulunan zorunluluktan dolayı aynı kayayı durmadan yuvarlamaya devam eder. Bu sürecin en kritik anı, Sisifos’un kayaya tepeyi aştırmak için emeğinin son damlasını sarf ettiğinde, kayanın Sisifos’un ellerinden kayıp yokuş aşağı yuvarlanmaya başladığı andır çünkü o an Sisifos yaptığı işin anlamsızlığını bir kez daha farkına varır. Bu pencereyi günümüz manzarasına çevirdiğimizde de aynı şeyi görürüz. Varoluş arayışındaki entellektüel bireyin hayat motivasyonunun makinelerinin çarklarının arasında ezildiğini görürüz. Bu birey kör Sisifos’ların kurbanıdır çünkü içinde bulunduğu sistem kör Sisifos’larca inşa edilmiştir. Bu noktada varoluşçuluktaki absürdün Sisifos’un geri yuvarlanan kayaya baktığı alegoriye bütünüyle yayıldığını görürüz. İnsan, varoluşunun hiçbir anlamı olmadığı bu evrende kendi anlamını yaratmanın anlamsızlığını farkına varır. Tam da bu noktada diyalektiğin çatışması en hararetli noktaya erişir. Bu makinelerin hükmündeki köle niteliğindeki kör Sisifos’la makinelerin çarkları arasında ezilirken anlam arayışından vazgeçmeyen farkında Sisifos’un savaşıdır. Pragmatizmle varoluşun savaşıdır. O yüzden makineler, farkında Sisifos’un gözlerinden bakıldığında tiksinçtir, o gözlerle bakıldığında çirkindir. Kör Sisifos’la farkında Sisifos göz göze gelmiştir.
Diyalektiğin tezi ve anti tezi arasındaki düşünsel çatışmayı açıkladığımıza göre sıra sentez oluşturmaktadır. Bu noktada bireyin çözümlemesi gereken iki nokta vardır: Sisifos’un intiharı ve kör Sisifos’un fanatizmi. Bu iki farklı doğrunun noktaları, aslında bu doğruların kesişimlerinde üst üste binmektedir çünkü temelde bireyin “Neden?” sorusundaki anlam arayışına verilen iki ayrı yanıttır bunlar. Birey neden yaşamaya devam etmeli? Sisifos bu noktada kendisini tıkanmış olarak bulmaktadır. Bu tıkanıklıkta önceden bahsettiğimiz kör Sisifos’la çatışmasını sağlayan ve çark algısını dayatan çevresel etkenlerin büyük payı olduğunu iddia eder. Zira bu tıkanıklık, Camus felsefesi doğrultusunda Sisifos’u makinelerin hükmünde yaşadığı tatminsizliğin tahrikiyle onu intihara teşvik eder. Kör Sisifos da tıkanıklık yaşamaktadır. Makinelerin anlayışına ve işine duyduğu tutkuyla muhakemesini kaybetmiş ve bu doğrultuda kendisi için oluşturduğu yapay ve fanatik kimliğin tıkanıklığıdır bu. Bu tıkanıklıkları açmanın yolu ara bulmaktan geçer. İki ucun gittiği nokta da -memnuniyetsizliğin intiharı gündeme getirdiği ve kimlik kaybının yaşandığı- çok uç noktalardır. Bu uç noktaların ortası arınmadan ve bireydeki insanlığı ön plana çıkarmaktan geçer. Sonuçta makineleri icat edecek zihnin anlam arayışına dair kapasitesi, şu an için makinelerin dayattığı sistemin tutku ve yapaylık tuzağına düştüğü için kaybolmuş değildir. Doğal uzaydaki beşerilik şu an için memnuniyetsizliğe ve ruhsal tatminsizliğe yol açıyor diye bu tersine çevrilemez değildir. Eğer Sisifos, anlam arayışına ve iyiliğe aç zihnini memnuniyetsizliğin caydırmasından dolayı girdiği uyuşukluk durumundan kurtarırsa ve kör Sisifos, elindekilerine müşteri olarak değil de yaratıcı olarak sahip olduğunu farkına varıp gözlerini açarsa; birey sorgulama yoluyla dayatmalardan arınmış anlam arayışı sürecine girebilir ve ortak bir gayretle, asla ilerlemeyen kaya, bir daha yuvarlanmamak üzere sıradaki tepeye doğru yol alabilir. 


Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihinin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz dayanıklılığını yenilgisinden almıştır. “ Horkheimer (Akıl Tutulması)
Doğruluk Problemi Üzerine Horkheimer Eleştirisi

Horkheimer kuramsal çerçevesini aklı temel alıp eleştirel kuramın temellerini atarak ortaya koymuştur. Kuramının doğrultusunda sosyal yaklaşımlara odaklanan Horkheimer, sosyal yapıyı rasyonelleştirmeye çalışmıştır. Bu çerçevede anlaşılması kritik olan noktalardan birisi, Horkheimer'ın geleneksel kuramı reddettiğidir. Descartes'la ivmelenen geleneksel kuram, gözleme, sezgiye ve objektif yoruma dayalı; evrene dair temel ön kabullerle hareketine başlayan ve tümevarım veya tümdengelim metotlarıyla genel teorilere ulaşan bir yapıdır. Bu yapının temel amacı öznellikten arınan genel yargıları bir evren tanımına entegre etmektir. Horkheimer'ın genel kuramı reddetmesi, genel kuramın beşeri alanların özne ve nesne ilişkisinde, özneyi gözlemci sıfatıyla sadece bir kaydedici olarak sınırlamasından kaynaklanır. Özne, gözlemci ve kaydedici olarak sınırlandığında meydana gelen olaylar ve olgular üzerinde etkisini kaybetmektedir. Halbuki etik, hukuk, siyaset ve epistemoloji gibi önemi inkar edilemez felsefeler sosyal yapının içindedir veya epistemolojide olduğu gibi kritik düzeyde sosyal boyutlar taşır (çünkü epistemoloji; ahlaki, siyasi ve hukuki değerlerin doğruluğu gibi sosyal boyutlar taşır.) Horkheimer'ın isyanı aslında bu felsefeleri inkar eden tutumlara karşı bir isyandır. Sonuç olarak, Horkheimer'ın eleştirel kuramıyla geleneksel kuramın metodolojik ve varsayımsal çatışması, ortaya birey ve doğa diyalektiğinden doğan doğruluk problemini atar.

İki yaklaşım birbirleriyle karşılaştırıldığında, görülür ki geleneksel kuram, inceleme yapan filozofun insani tarafını yok saymaktadır. Bunun sebebi, geleneksel kuramın objektifliğinin ancak filozofun incelediği uzaydan kendisini soyutladığında başarılacak olmasıdır çünkü geleneksel kuramın temel aldığı pozitivist anlayışta objektiflik ancak gözleyenin "dışarıdan bir göz" haline geldiğinde gerçekleşir. Bu sebeple geleneksel kuram analitik alanda gösterdiği başarıyı, sosyal alana taşıyamamaktadır. Biraz daha açıklamak gerekirse, analitik alandaki nesne ve özne ilişkisi (sayılar, denklemler, teoriler), insanın bulunduğu uzayın dışındadır. Bununla birlikte, doğal olarak yabancı uzayın gözlemi zorunludur ve gözleme dayanan objektif yorumlarla inşa edilen rasyonalite yanılmadığı sürece başarı kesindir. Fakat uzay doğal düzlemden beşeri düzleme taşındığında tutarsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Bu tutarsızlıkların öncül sebeplerinden ilki geleneksel kuramın varsayıma dayanmasıdır. Beşeri sistemlerdeki göz ardı edilmesi mümkün olmayan öznellik boyutu, beşeri sistemin gözlemlenmesiyle oluşan varsayımları devirdaim ederek haksız çıkarmaktadır. Bir diğer öncül sebep, gözlemci -insan- nihai üyesi olduğu uzayı -beşeri uzay- yorumlarken gözlemlediği uzayın bir parçası olduğunu yok saymasıdır. Bu durum objektifliğin önüne geçmesiyle birlikte aslında gözlemcinin, gözlemlediği uzaydaki gücünü de yok saymaktadır. Bu yüzden, geleneksel kuram kaçınılmaz olarak bir paradoks yaratır ve metodunun temel bileşeni deneyselciliği devre dışı bırakır. Sonuç olarak, geleneksel kuram beşeri uzayda, filozofu uzayından soyutlayarak, varsayımsal bir tutum izleyerek ve deneyselciliği ironik bir şekilde etkisiz kılarak doğruya ulaşmakta başarısız olmaktadır.

Horkheimer'ın eleştirel kuramına geldiğimizdeyse genel kuramla diyalektik bir ilişki taşıdığını görürüz. Konunun derinine inmeden önce, Horkheimer'ın rasyonelliği değil, rasyonelliğe ulaşmayı hedefleyen metoda karşı çıktığını vurgulamakta fayda var. Nitekim, Horkheimer'ın kuramının temel amacı da beşeri felsefede rasyonelliğe ulaşmaktır. Eleştirel kuramı incelemeye başladığımızda, beşeri uzay üzerine yorum yapmak için Horkheimer'ın öncelikle filozofun bu uzayın parçası olarak kendisini çok iyi tanıması gerektiğini vurgulayarak Kant'la aynı doğrultuda bir bireyselcilik yaklaşımı izler. Kimileri bu tarz bir "tanıma koşulunun" geleneksel kuramın varsayımsal yaklaşımından farkı olmadığını iddaa edilebilir, ki bir yere kadar haklılardır da. Fakat, zaten Horkheimer'ın beşeri rasyonelleşmesi ancak bireysel görüşlerin harmanlandığı bir toplu hareketle mümkündür, o yüzdendir ki Kant gibi 'tinin özgürleşmesi' gibi bir mutlaklığa bağlanmaktansa dinamik bir düşünce serüveninden yanadır. Bununla birlikte, Horkheimer'ın Nietzsche, Dilthey ve Bergson gibi yaşam filozoflarına bağlılığı da anlatılanların doğrultusunda okuru şaşırtmayacaktır. Fakat Horkheimer'ın bu bağlılığı bir noktaya kadardır. İçselliği (birey) aşırı boyutlara taşıyan, eylemin (politika ve hukuk) ve anlayışın (ahlak), nihayetinde aklın yok sayıldığı yaklaşımlar onun için kabul edilemezdir. Horkheimer için kabul gören tek anlayış aklın merkeze alındığı ve akıl yoluyla kişilerin bireyselliğinin beşeri uzayda aksamaya yol açmayacak (diğer bireylerin özgürlüğüne zarar verip kaos çıkarmayacak) düzeyde korunduğu rasyonel anlayıştır. Sözünde de aslında belirlediği bu metodolojinin doğruluk problemi üzerinden çizdiği izler haritasını açıklamaktadır. Filozofların tanımlanan metodolojiden sapmayarak kolektif bir biçimde katılım sağladığı 'doğru' kavramının inşası ancak filozofu doğruya götürür. Bu inşa sürecinde yıkımların ve "sakatlıkların" var olduğu ve olacağı yadsınamayacağı için 'doğru' kavramı filozofun peşini bırakmaz, "uğraştırmaya devam eder." Böyle kümülatif ve reflektif yapıdaki metodolojinin inşa ettiği 'doğru' her seferinde daha zor yıkılır ve sakatlanır çünkü "dayanıklılığını yenilgisinden almıştır."

Neticede, Horkheimer, genel kuramın beşeri uzayda, özne ve uzay ilişkisindeki soyutlama, varsayım yöntemindeki objektiflik ve deneyci yaklaşımda yasak dayatmalarına eleştirel kuramıyla karşı çıkmaktadır. Bunun üstüne, eleştirdiği kuramın yerine öznenin uzaydaki varlığını yadsımayan, kolektif varsayımlarla kümülatif yargılara ilerleyen ve bu yargıları akıl ve deney yoluyla süzen bir kuram inşa etmiştir. Bu yolla, beşeri felsefe algısına farklı bir boyut getirerek doğruluk problemine alternatif bir satirik yaklaşım sunmuştur. 



Düşünyaz 6, Birinci Adım yazısı

"Felsefe 'mantıklı isyan' gibi bir şeydir. Adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu halin karşısına düşünceyi çıkartır."Alain Badiou, Sonsuz Düşünce

Badiou, Felsefe, Etik, ve Mantık
Felsefenin doğası, epistomoloji ve ontoloji alanlarında kayda değer görüşler ileri süren Badiou için mantık, felsefenin ayrılmaz bir parçasıdır. Postmodern filozofların felsefenin ölümünü ilan etmesine, Batı Avrupa ve Amerikan'ın insan hakları bildirgeleriyle insanı yeniden tanımlayıp sınırlandırmasına karşı çıktığı gibi karşı çıkan Badiou bu argümandaki tüm iddialarını Descartes'ın ve Spinoza'nın yaptığıyla paralel bir şekilde ontolojik alanda matematiği "varlık" başlığının altına ve felsefeyi de bu varlık dünyasındaki tüm ilişkilendirmelerden sorumlu olacak şekilde metafiziksel bir boyuta taşıyarak temellendirmiştir. "Sonsuz Düşünce", "Varlık ve Olay" ve "Felsefe için Manifesto" kitaplarında kademeli olarak geliştirdiği felsefi iddialarının hepsi felsefenin yaşamaya devam ettiğine dair olan savunmasında birleşmektedir. Bu eserlerinin ve görüşlerinin doğumuna yol açan kilit nokta ise Badiou'nun felsefe için yaptığı tanımın altında yatmaktadır. Bir kere eserlerini inceledikten sonra Badiou'nun felsefeyi 'mantıklı isyan' olarak tanımlamasına şaşmamak gerekir. Bu bilgilerin ışığında Badiou'nun sözünü incelediğimizde felsefenin tanımı üzerine mantık alanının altında bir tanımın yol açtığı insanın sosyal yapıya nedenselleştirmeyi adeta bir silah olarak kullanarak baş kaldırması bu sözündeki kilit nokta olduğunu ileri sürebiliriz.

Felsefe, insanın olayları inceledikten sonra bu olayın oluş sebebini, oluşun sebep olduğu durumun statik veya dinamik etkilerini, oluşu takip etmesi muhtemel olan farklı olaylarla birlikte olayın 'doğru' ya da 'yanlış' olduğunu kişisel etik anlayışının etkisi altında nedenselleştirme çabası olarak sorgulamanın bir şablonunu vurgulayacak şekilde tanımlanabilir. Bu tanıma Badiou'nun da matematiksel ve bilimsel yaklaşımlara yatkınlığıyla karşı çıkmayacağını düşünebiliriz. Felsefeden ayrılması mümkün olmayan bir eylemin, sorgulamanın, bu yapısı -özellikle kişinin kendi etik anlayışından çıkışının mümkün olmamasıyla birlikte- insanı kendi ideal dünyasını yaratmaya iter. Argümanın daha derinine inmeden, bu bireysel bakış açısının temelinde sofistlerin temele oturttuğu görelilik kavramının yattığını not etmek önemli değer arz eder. Bunlarla beraber felsefe için yapılan tanımın adım adım incelenmesi her şeyi daha açık hale kavuşturacaktır.

Kişinin sorgulaması gözlem, nedenselleştirme ve çıkarıma ulaşma şeklinde tanımlandığında, bu tanımın Badiou'nun bu sözündeki toplumsal eleştirilerin sebeplerini su yüzüne çıkaran bir değer kazanır. Birey etrafındaki diğer bireylerin hareketlerini inceledikten sonra bu hareketlerin altında yatan motivasyonlar, sebep olunan oluş ve oluşun geleceğe dair sonuçlarını temel alarak kendisinin ve toplumun ahlak değerleri arasında diyalektik bir sorgulamayla dünyayı yorumlar. Eğer bireyin vardığı yorum kişisel ahlakıyla çatışıyorsa etiksel açıdan yanlış bulduğu bir duruma reaksiyon gösterir. Gösterilen bu reaksiyon aslında bireyin kendi felsefesi tarafından inşa edilen ideal bir dünyanın yansımasıdır. Badiou'nun bu felsefe tanımının yol açtığı nedensellik zinciriyle birbirlerine bağlı olan düşünceler dizisi kendisinin de tasvir ettiği gibi 'adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu halin karşısına' çıkar. Bu düşüncenin nasıl ortaya çıktığını inceledikten sonra neyin karşısına çıktığını, 'adaletsizliğin', 'dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu hal'in ne demek olduğunu anlamaya çalışmakta fayda var.

Badiou'nun etik anlayışı 'hakikatın etiği' adı altında saklıdır. Bunun sebebi, Badiou'nun etik anlayışını gerçekle temellendirmesidir. Bu temellendirmede kullandığı en kritik bağlamsa tutarlılıktır. Birey ister bir işçi, isterse bir biliminsanı olsun; eğer etiksel değerlerini veya hipotezini 'gerçek' olarak niteleyecekse tutarlılığını korumak zorundadır. Ancak bu tutarlılık sağlandıktan sonra birey bir 'hakikatin etiği'ne sahip olduğunu ileri sürebilir. Bu yöntemle oluşan hakikatın etiği, oluşları ve nedenselliğinin desteğiyle kazandığı tutarlılığı sayesinde yaşadığı dünya ve bulunduğu toplum ile arasındaki farkları net olarak ortaya çıkarabilir. Badiou'nun da 'adaletsizlik' ve 'kusur' derken kastettiği şey budur: hakikatin etiğiyle, dünyada ve toplumda yer almaya devam eden ahlak anlayışı arasındaki farklar. Bu durumda değinilmesi şart olan başka bir konuda Badiou'nun 'hakikat etiği'nin tümel değil, tikel anlamda kullanmasıdır. Bu düşüncesiyle birlikte Badiou, günümüzdeki ülkelerin 'iyi insan' tanımlarıyla tek bakış açısına odaklanan 'ahlaki terörizm'e yol açtığını savunur çünkü günümüz siyasetinin dayattığı ahlak anlayışını etiğin getirdiği nedensellikten yoksun, sadece oluşlara ve ister istemez bireyin yaptığı sorgulamada nedenselliğin -mantığın- göz ardı edildiğini etik ve ahlak arasındaki farkı göstererek iddaa eder. Hakikat etiğini tanımladıktan ve açıkladıktan sonra Badiou'nun günümüz dünyasındaki sadece ahlaka odaklanmış etik olarak yoksun anlayışın örneklenmesiyle bireyin 'adaletsizlik' ve 'kusur' kavramlarını nasıl arayacağını ve bulduğu sonuçların ne ifade edeceğini anladık.

Badiou, tarih boyunca süre gelmiş olan kişisel etik ve sosyal ahlakın farklılığı sonucunda doğan çatışmayı etik ve hukuk felsefesini temel alarak, adalet ve iyilik problemlemlerinde bireyin rölatifliğini göz ardı etmeden, 'adaletsizlik' ve 'kusur' kavramlarının nasıl ve neden ortaya çıktığını etik ve ahlak arasındaki farkın yanında tutarlığı ve hakikat etiği ilişkisinin nedenselleştirmeyle işbirliği içinde yarattığı sorgulamanın oluşturduğu felsefenin bu çatışmadaki izdüşümü üzerinden açıklamıştır.

Hiç yorum yok: