29 Haziran 2019 Cumartesi

Güney Gürler / ODTÜ GVO Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 6 Türkiye 6.sı




Düşünyaz 6, Final Yazısı
"İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam Chomsky
Sosyal Farkındalık ve Aktivizm

Günümüz dünyasında insanlar tarihte eşi benzeri olmayan bir derecede yönetimde söz sahibi. Demokrasinin yükselişi ve monarşik düzenin yıkımı ile geldiğimiz şu durumda, artık her birimiz devlet politikalarını değiştirebilecek olanağa sahip. Fakat hala gözardı edilen bir şey var ki o da günümüzün özgürlük çağı olmaktan ne yazık ki çok uzak olduğu. Demokrasinin insanlara devlet yönetiminde sınırsız söz hakkı verdiğini düşünmek -her ne kadar çekici gelse de- yanlış olur. Günümüz toplumunda insanların aldığı fikirleri kendi çıkarları için manipüle edebilecek ve eden pek çok aygıtlar ve kurumlar var. Buna ek olarak, yapılan seçimlerin bazı durumlarda herhangi bir etkisinin olduğundan bile şüphe edilebilir. Amerikan başkanlık seçimlerinde Trump'ın popüler oyda çoğunluğu alamaması fakat kongrede koptuk sayısı ile başkan olması bu durumun güzel bir örneğidir.

Noam Chomsky, dilbilimi dalında yaptığı, ve ona 'modern dilbiliminin babası' ünvanını kazandıran, çığır açıcı çalışmalarının yanısıra, bir politik aktivist olarak ikinci bir hayat daha yaşamaktadır. Yüzden fazla kitabı ve çok ses getiren fikirleri ile Chomsky uzun bir süredir Amerikan ve dünya kamuoyunun önemli bir parçasını oluşturur. Chomsky'nin dünya siyasetine yaptığı önemli bir katkı, aslında ideal demokrasinin işlediği bir dünyada yaşamadığımızı, devletlerin belirli aygıtlar yoluyla insanlara yalan söyleyip kamuoyundan gerçekleri gizlediklerini herkese göstermesi, ve bu şekilde sorulması gereken bazı soruların gerçekten de sorulmasını sağlamasıdır. Chomsky, politik aktivist olarak hayatına MIT'de çalıştığı dönemde katıldığı Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerle başlamış, bu gösterilerden birisi sırasında tutuklanmasının ses getirmesi ile politik dünyada ismini ilk kez duyurmuştur. O gün bugündür muhalif çizgisinden ödün vermeyen Chomsky'nin, yarım asırı aşkın kariyeri boyunca devletle bek çok defa başı belaya girmiştir.

Devletin ve sistemin koyduğu sınırlar dışına defalarca çıkan Chomsky, insanlara her zaman göstermiştir ki, devlet politikalarına karşı eleştirel olmak yetmiyor. Edward S. Herman ile birlikte yazdığı kitabı, "Rızanın İmalatı"nda, devletlerin, isimden de anlaşılacağı gibi, halkın eleştirel olduğu politikalarda rızayı nasıl 'imal' ettiğini anlatıyor. Bu kitapta bahsettiği şeyler, medya kuruluşlarının nasıl bazı önemli haberleri halktan gizleyerek kamuoyu tartışmalarına konu olmalarını engellediği, mesela Amerika'da hükümetin işkence konusunda bir yandan beyanlarda bulunmasının, diğer yandan da Küba'da bulunan hapishanede işkence yapmaya devam etmesinin halk tarafından medyanın sessizliği sebebiyle fark edilememesi -kitap, 1988 yılında yazılmış olduğu için konunun ancak günümüzde tartışılmaya başladığından bahsetmiyor- insanları siyasi farkındalıklarını sorgulamaya teşvik etti ve etmeye devam ediyor.

Konuya dönecek olursak, Chomsky'nin bu sözünde bahsettiği şey, aslında her birimizin fark etmeden düştüğü bir tuzak, çünkü hepimiz, bazen, devleti ve sistemi eleştirirken aslında yaptığımızın 'eleştiri için eleştiri' olduğunun ve bunun sonunun hiçbir yere varmadığının farkında olmuyoruz, bu şekilde muhalefet olduğumuzu düşündüğümüz devlete, gün yüzüne çıkmasını istemediği konuları gizli tutmasında yardım etmiş oluyoruz. Bir devlet, bu şekilde, insanlara sınırlı ve görece daha etkisiz konularda konuşma özgürlüğü sağlayarak hem insanların özgür bir devlet düzeni olduğunu düşünmelerini, hem de halkın onayını alamayacak olan kendi politikalarını hayata geçirmeyi başarır.

Bu durum Hannah Arendt'in ve Jürgen Habermas'ın kamusal alanlar konusundaki kaygılarını akla getirir. İkisi de demokrasinin işleyebilmesi için kamusal alanların ve kamuoyu oluşmasının vazgeçilmez olduğu konusunda anlaşır, ve bu sistemin işlevini kaybetmesi sonucunda istediğini yapabilen zorba bir devletin ortaya çıkacağını söyleyerek bizi uyarırlar. Hannah Arendt'e göre despotluklar işte bu düzenlerde görülür: insanların etkili iletişim kuramaması sonucu ortaya çıkan boşluğu devlet herhangi bir muhalefet ile karşılaşmadan ülke politikalarını tamamen ele geçirerek değerlendirir. İnsanlara özgürlük illüzyonu oluşturarak arka planda yapmak istediği her işi kolaylıkla başarabilir. Mesela, Arendt'in de uyardığı gibi bir devlet terör korkusunu kullanarak halkı manipüle edebilir, ve bu şekilde normalde tartışma konusu olan şeyleri bir anda halkın konuşma özgürlüğü alanından çıkartarak tamamen kendi insiyatifine alabilir. 2001 yılında Amerika'nın 9 Eylül olayları sonrasında yürürlüğe soktuğu Ortadoğu planları buna örnek gösterilebilir. Bu sebeple kamusal alanlar önemlidir; buralarda gerçekleşen tartışmalar, insanların devletlerin yaptıkları ile ilgili fikir edinmesini, ve eğer onaylamazlarsa karşı çıkmasını sağlar. Fakat devlet bir şekilde kamusal alanlarda yapılan tartışmaların belirli bir sınır içinde gerçekleşmesini sağlayabilirse, bu sefer insanlar ne kamusal alanların eksikliğini hisseder, ne de devlet düzenindeki sorunları tartışır; sonuçsuz bir muhalefet yaparak görevlerini yerine getirdiklerini, davada söz hakkına sahip olduklarını düşünürler, fakat aslında önemli konularda tamamen edilgen kalmışlardır.

Habermas ise duruma daha farklı bir açıdan, iletişim araçları açısından yaklaşmakta. Habermas, Chomsky'nin de birkaç defa yankıladığı bir fikir olan, medya kuruluşlarının siyasi tartışmalara yön verdiği fikrini öne sürer kamusal alan tartışmalarında. Habermas'a göre, kamusal alanlarda etkin tartışmaların gerçekleşebilmesi için, özellikle globalleşme çağında olan günümüz dünyasında medya çok önemli bir yer tutar. İnsanların bilgi kaynağı olan medya herhangi bir kişisel veya kurumsal çıkar için çalışmaya başlarsa, insanların o konuda etkili bir fikir beyan etme olanakları olamaz. Bu sebeple, devletlerin duyulmasını istemedikleri şeyler medya tarafından halı altına süpürülür iken, ki yakın tarihte bunun bir örneği de Türkiye'den MİT Tırları şeklinde çıkmıştır, insanların buna sessiz kalması düşünülemez bile. Fakat gerçekler beklentilerden çok farklı olarak gelişmekte, çünkü şu anda insanlar durumun farkında bile değil -herkes yapabildikleri eleştiriler sebebiyle herhangi bir manipülasyon olmadığına, konuşma özgürlüğünün varlığına ve kişinin ülke yönetiminde payı olduğuna ikna olmuş durumda ve sistemdeki sorunlar sadece daha gelişmekte olan ülkemiz gibi ülkelerde tamamen göz önünde.

Politik tartışmaların etkin yapılamaması ile ortaya çıkan bir başka sorun da, Henry David Thoreau'nun "Sivil İtaatsizlik" adlı kitabında yaptığı çağrı ile ilgilidir. Thoreau, bu eserinde devletin görevlerinden ve sınırlarından bahseder; daha kitabın ilk sayfasında, "Hükümetlerin en iyisi hiç hükmetmeyendir" der, halkın, sınırlarını aşan bir devlete karşı direnmesinin meşru olduğunu açıklar. Thoreau'ya göre, devlete karşı pasif bir tutum takınmak ve sorunların çözülmesini beklemek gerçekçi bir çözüm yolu değildir, kişi devlette ve düzende gördüğü herhangi bir adaletsizliğe aktif bir şekilde direnmelidir. Fakat neye direneceğini bilemeyen birisi, gerçekten bunu başarabilir mi? Gerçekten de, günümüzde Thoreau'nun öne sürdüğü ilkeleri kabul etmek, istediği sonuca ulaşmaya yetmiyor. Devlete karşı bir direniş göstermek için önce devletin ne yaptığını bilmek gerekirken, insan nüfusunun çoğu bu farkındalığı gösteremiyor. Sonuçta, insanların günlük hayatlarında ulaşımları olan tüm bilgi kaynakları devletin ve çıkarı devlet ile bir düşen kuruluşların elinde olursa, ve bu kuruluşlar insanlara özgür bir ortamda yaşadıklarını düşündürecek kadar alan tanırsa, hiç kimse sahne arkasında yapılan kötülükleri fark edemez.

Tartışmanın bir diğer boyutu, günümüzde kıtalararası ticaret yapan büyük şirketlerdir. Bu şirketler, özellikle bu konularda daha hassas olan yerlerde, kendilerini özgürlüğün, ilerlemenin ve eşitliğin yüzü olarak göstermekten geri kalmaz, fakat okyanusun ötesinde, ürünlerini çok ucuz fiyatlara çocuklara imal ettirir. Alıcı, sosyal sorunlar ile ilgili şirketlerin verdiği mesajdan çok hoşnut kalmış olsa da, asıl sorun çözülmemiştir, sadece çözüldüğü sanılmaktadır. Bu iki farklı sorun ortaya çıkarır: ilki, insanların iyi mesajlar veren şirketlerden, mesela doğa dostu bardaklar sattığını iddia eden Starbucks, alışveriş yaptıklarında, dünyaya olan sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünmeleri, bunun üzerine herhangi bir ek çaba göstermemeleri; ikincisi, kendilerine ürün satmak isteyen bu şirketlerin üzerlerine geçirdikleri 'dost' kılıfına aldanıp, sebep oldukları sorunları görmezden gelmeleri. Burada da geçen tartışmalar oldukça sınırlı bir alan içerisinde ve değinilen sosyal sorunlar gerçek olsalar da tamamen reklam amaçlı kalmaktadır. Nike markası ünlü sloganlarının 30. yılı için hazırladığı reklamında toplumsal sorunların çözümüne destek verdiğinde satışları büyük oranda bir artış gösterdi, ama sonuçta hiçbir şey değişmedi. Asıl sıkıntı ise insanların hem bunu fark edememesi, hem de gerçekte bir şeylerin değiştiğini düşünmesiydi.

İnsanların seslerini duyururken sadece bunu yaptıklarını sanması fikri kurguda da sıkça yer bulmuştur. Aldous Huxley'nin "Cesur Yeni Dünya" kitabında çizdiği iç karartıcı dünya buna örnektir. Elbette her distopya gibi burada da ana sorun günümüzde gördüğümüzün abartılmış bir halidir, fakat bu şekilde Huxley, bizim günümüzde fark edemediğimiz problemleri kolayca gözümüzün önüne serer. Romanda halkın kullanmak zorunda olduğu mutluluk hapları, insanların bilinçlerinin nasıl devlet elinde olduğunu, topluma nasıl düşünecek, tartışacak, fikir beyan edecek alan kalmadığını gösterir. Sürekli aldıkları bu hapın etkisi altında olan insanlar da bu durumu değiştirmekten aciz kalırlar. İşte romanda insanlar nasıl sahte bir mutluluk aldıkları için devletin gerçek mutluluklarını ellerinden almasını önleyemiyorlarsa, günümüzde de, sahte özgürlükler ile kandırılıp gerçek özgürlüğümüzün elimizden alındığını fark etmiyoruz bile.

Sorulması gereken en önemli soru, bu durumda ne kaybediyoruz? Farkında olmayarak, devletin politikalarına müdahale edemeyerek ve sisteme muhalefet etsek dahi en önemli konularda edilgen kalarak aslında gerçekleştiremediğimiz şey nedir? Chomsky'e dönecek olursak, kendisinin en çok dikkat çektiği sorun, insanların değişim istemelerine rağmen değişim olmaması, kandırmacalar ve yalanlar ile sürüp giden bir kısır döngüde insanın kendisini kaybetmesidir. Değişim için, Thoreau'nun da savunduğu gibi, aktif uğraş gerekir, ve bu aktif uğraş için kişinin neyin yanlış olduğunu bilmesi gerekir. Eğer birisi dünyada neyin sorunlu olduğunun farkında değilse, o sorunu düzeltmeyi de bekleyemez. İşte bu sebeple, günümüzde karşılaştığımız en büyük sorun aslında olan bitenin bilgisine ulaşmanın zorluğu, ve bu sebeple aktif bir şekilde bu olan bitende söz hakkına sahip olamamamız. Arendt ve Habermas'ın üzerinde durduğu kamusal alanlar, Chomsky ve Thoreau'nun savunduğu aktivizm ve Aldous Huxley'nin "Cesur Yeni Dünya"sında sunduğu sorunların çözümü temellerini farkındalığa dayar; insanlar yeterli bir siyasi farkındalığa ulaşamadığı sürece, bunların hiçbiri tam anlamıyla mümkün olamaz.



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)
KAMUSAL ALANLAR VE TOPLUMSAL TARTIŞMALAR

Kamusal alanlar, halkın her kesiminin erişiminin olduğu, kamu ile ilgili tartışmaların gerçekleştiği ve en sonunda bir kamuoyunun oluştuğu alanlardır.

Hannah Arendt, modern zamanların kamusal hayat üzerinde çalışan en önemli filozoflarından biridir. Nazi Almanyası'nda yaşamış bir yahudi olarak faşizm ve totalitarizm ile ilk elden deneyimleri olan Arendt, kötülük ile ilgili fikirlerini bu ortamda yaptığı saptamalara ve daha sonra eski naziler ile ilgili çalışmalarına dayandırmıştır. Arendt'e göre bir bireyi kötü davranışlara iten, kötü etkilerden çok yapılanın kötü bir şey olduğundan haberdar olmamaktır. Yani aslında bir toplumda sağlanması gereken en önemli şey politik bilinçtir. İşte burdan yola çıkarak Arendt kamusal alanları insanların aktif olarak düşündükleri ve politik tatışmalara girdikleri yapılar olarak tasarlamıştır. Antik Yunan toplumlarındaki "Polis" yapılaşmalarından ilham alan bu tasarı, Arendt'e göre insanlığın özgürleşmesi ve sağlıklı bir toplumsal yapı oluşturması için vazgeçilmezdir.

Fakat günümüzde, artık sıklıkla görülen sınıfsal hareketler, işçi, kadın veya her türlü azınlık hareketleri bu kamusal alanları kuşatmış, ve aslında politik tartışmada yeri olmaması gereken, Arendt'in özel alan olarak niteleyeceği türden tartışmalar kamusal alana hükmetmeye başlamıştır. Bu durumun doğurduğu sıkıntı ise sınıf hareketleri ekseninde dönen tartışmaların kamusal alanları bireysel kimliklerin yadsındığı ve toplum psikolojisinin egemen olduğu, ortak dünya ile ilgisiz ve çıkarcı tartışmaların yürüdüğü alanlar haline getirmesidir. Konuya bağlamak gerekirse, dünyada ortak yaşamak demek olan kamusal alanlar, modern anlamıyla hem insanları birbirlerine bağlar, hem de ayrıştırır. İşte bu da Arendt'in modernizme olan eleştirisidir.

Kamusal alanlardan bahsederken değinilmesi gereken bir diğer önemli düşünür Jürgen Habermas'dır. Ortaya attığı iletişimsel eylem teorisi ile kamusallık ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi açıklayan Habermas, Arendt'ten farklı olarak, kamusal alanların çöküşünün sebebini medya kuruluşları başta olmak üzere, kamusal hizmet veren tüm özel kurumlarda bulmuştur. Arendt'e benzer bir şekilde kamusal alanları adil ve özgür bir demokraside bireyin herhangi bir otoriteden korkmadan fikirlerini ortaya atabileceği bir yer olarak tanımlayan Habermas, yine Arendt'e benzer bir şekilde bu sistemin yozlaşmasını özel çıkarlarını takip eden gruplara bağlasa da, bu gruplar toplumsal değil, kapitalist gruplardır.

Habermas'a göre, kamusal alanda gerçekleşen etkileşim iletişim üzerine kuruludur ve bu sebeple kapitalist dünyada özel faliyetler gösteren medya kuruluşlarının varlığı kamusal alanlar için zararlıdır. Noam Chomsky'nin de katılacağı üzere, kamusal alanlarda gerçekleşen medya aktiviteleri, özel çıkarları olan güçlü aktörler tarafından kontrol edilmektedir ve böylece iletişim temeli üzerine inşa edilmiş olan kamusal alan işlevini kaybeder. Chomsky bu durumu Amerikan siyasetindeki gizcilik üzerinden örnekler: halkın eleştirisini toplayabilecek tüm politikalar medya tarafından bastırılır ve etkin bir şekilde bu konularda kamusal alanlarda bir fikir oluşmasının önüne geçilir. Gerçekten de Noam Chomsky'nin uzun kariyeri boyunca televizyon kanallarında toplam on iki (12) dakika ekran süresi almış olması bu durumun kanıtı niteliğindedir.

Bir tarafta kimlik siyasetinin kamusal alanlarda tartışılması gereken asıl sorunların önüne geçtiğini savunan Hannah Arendt, diğer tarafta ise kapitalist toplumun özel çıkarlar doğrultusunda kamusal alanlara müdahalede bulunduğunu ve manipüle ettiğini savunan Jürgen Habermas ve Noam Chomsky. İki tarafın buluştuğu en büyük ortak nokta ise modern dünyada kamusal alanların işlevlerini gerektiği gibi yerine getiremedikleri fikri. Hangi açıdan olaya yaklaşılırsa yaklasılsın, şu bir gerçek ki, günümüzde gerçekleşen kamusal tartışmalar aslında devletlerin esas politikalarına herhangi bir etkide bulunamamakta. Yani gerçekten de işleyen bir demokrasi için yapılması gereken şeylerden ilki, kamusal alanlar ile meclisleri tekrardan birleştirmek ve halkın devletin politikalarından haberdar olup bunlar hakkında fikirlerini duyurmalarını sağlamaktır. Toplum değişim istiyorsa değiştirmesi gereken ilk şey kamusal alanlarda yapılması gereken politik tartışmaların ve kamuoyunun oluşumunun önüne geçen etmenleri, gruplaşma olsun, özel çıkarlar olsun, kamusal alandan ayıklayarak gerçek bir politik bilinç kazanmak ve burada gerçekleşecek tartışmalar ışığında devletin aldığı kararlarda söz sahibi olmak için çalışmaktır. Otoriter devletlerin kullanabileceği belkide en tehlikeli metod, ortada bir baskı olmadığına halkı inandırmaktır. Halkın kendi aralarında yaptıkları etkisiz tartışmalar süredursun, devlet sahne arkasında vatandaşların hayatlarını tümüyle kontrol altına almıştır bile. Olağan Şüpheliler filminde Verbal Kint'in de dediği gibi: "Şeytanın başardığı en büyük iş, herkesi var olmadığına inandırmaktı."



Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Felsefe 'mantıklı isyan' gibi bir şeydir. Adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu halin karşısına düşünceyi çıkartır."Alain Badiou, Sonsuz Düşünce
DÜŞÜNCENİN BAŞKALDIRISI

Her çağda, toplumlar altında birleştikleri otoriteleri ayakta tutmaya çalışmıştır. Otoritelerin bir tür seçilim sürecinden geçmesi sonucunda bu mekanizmayı en etkin kullanabilen sistemler ayakta kalmayı başarmış, yani halkı en çok birleştirebilen, amaçları uğruna en etkili şekilde harekete geçirebilen yönetimler var olmaya devam etmiştir. Bu yönetimler, dini inançlar temelinde halkı aynı çatı altında toplamış, mutlak iktidar altında da tek bir emir mekanizmasına bağlamışlardır. Bu mekanizmanın omurga kemiği ise devletlerin halklarını birleştikleri çatı altında tutmasını sağlayan aygıtları olmuştur. Yani devletler, halkın bütününe büyük bir kuvvet ve çabayla kabul ettirilen inanç sistemleri ve bu sistemlerin gardiyanları olan asker ve polisleri olmadan bütünlüklerini koruyamaz hale geleceklerdir.

Devletlerin otoritesinin vazgeçilmez bir parçası olduğundan, toplumun inançları ve adetleri kutsallık mertebesine yükseltilmiş, devlet tarafından onlara dokunulmazlık, sorgulanamazlık verilmiştir. Fakat felsefe, doğası gereği, otoriteye boyun eğmek ile değil, gerçekliği öğrenmek ile ilgilenir. Devletlere en ölümcül zehir olan sorgulama ve öğrenme, tam da felsefenin hayat damarıdır. Toplumun inançlarını ve bu inançların ayakta tuttuğu devlet otoritesini sorgulamak da bu durumda felsefenin gerçeklik için çıktığı yolda yapması gereken bir şeydir.

Felsefenin ilk çağlarından beridir devam eden sorgulama ilkesi, ortaya çıktığı günden bu yana felsefeyle uğraşan her toplumda etkilerini göstermiştir. Her filozof gerçekliği aramış, Sokrates'in soruları insanların rahatını bozarken Plato ve Aristo yaptıkları adalet tanımlarıyla adaletin insan hayatında mutluluk için gerekli bir koşul olduğunu anlatmışlardır. Plato "Devlet"inde, en sağlıklı devlet düzeninin adalet üzerine kurulu olacağından, Aristo ise tanımlamasında adaletin bir devletin işleyişinde ne kadar önemli olduğundan bahseder. Adalet arayışı, halkın devletten adalet talebi, devletlerin istedikleri her şeyi her an yapamamalarını sağlamış, kendi çıkarları gözetilmeden çizilen adalet resimleri devletleri belli bir ölçüde kısıtlamıştır.

Gerçeklik tam da gerçek olduğu için otoriteye karşıttır. Çünkü otorite inançlar üzerine kurulu ve otorite sahiplerinin her davranışını meşru kılmaya yönelik iken, gerçeklik ne otoriteye boyun eğmekte, ne de devletlerin işledikleri vahşetleri meşru kılmaktadır. Felsefedeki gerçeklik arayışı bu sebeple mutlak hakimiyetin ve bükülmez otoritenin emellerine ters bir yol izler. Yeniçağın sonunu getiren de yine bu olmuş, insanlar mutluluk ve refah arayışları içinde kralların egemenlik haklarını sorgulamışlardır. Aydınlanma hareketinin bir sonucu olarak gelişen halk hareketi, eskiden mutlak olduğu düşünülen inançları bir bir yıkmıştır.

Fransız Devrimi'nden bahsederken, pek çok diğer etkilerinin yanı sıra, dünyaya duyurduğu ilke ve ideallerden bahsetmemek mümkün değildir. Her ne kadar farklı açıdan tartışılırsa tartışılsın, Fransız Devrimi'nin ruhu bir başkaldırıdır. Filozofların "mantıklı isyanları"ndan ortaya çıkan bu başkaldırı, adaletsizliğin, kötünün ve yanlışın karşısında bir duruş sergiler. Halkı harekete geçiren de sonunda dönemin filozoflarının vardığı ortak sonuçtur: özgürlük, hak ve hukuk her insanın yaşamının vazgeçilmez parçalarıdır, ve krallar ve kiliseler aslında bu doğuştan gelen haklar üzerinde oturmaktadır.

Nasıl Fransız Devrimi otoritenin doğrularını sorgulamış ve aslında temelsiz inançlar olduklarını keşfetmişse, gündelik bir düzeyde de felsefe aynı amaca hizmet edebilir. Toplumun içinde yaşamak, zorunlu olarak topluma asimile olmak için bir baskıya maruz kalmayı beraberinde getirir. Bu durumda toplumun inançlarına başkaldıran da yine felsefe olur. Belki de en ünlü örneğini Diyojen'in köpek ahlakında bulan bu durum, devletler kadar kapsamlı olmamakla birlikte, kişinin hayatını belki daha da fazla etkiler. Diyojen'in topluma olan tutumu, belki pek çokları için aşırı olmakla birlikte, aslında kuralların ne kadar hayali olduğunu gösterir bize. Yani felsefe, hem bireysel bir düzeyde toplumun inançlarını; hem de toplumsal bir düzeyde otoritenin inançlarını sorgular.

Kurulu düzene olan isyandan bahsedildiğinde, anarşizmden de bahsetmek gerekir. Anarşist felsefe, otoritelerin güçlerinin meşruiyeti ile ilgilenir. Bu meşruiyet sorgulandığında ise genelde ortaya çıkan durum, aslında ortada haksız bir iktidar olduğudur. Bu yüzden anarşist felsefenin amacı, bu gayrimeşru iktidarın ortadan kaldırılması ve insanların daha özgür olabilecekleri bir düzen oluşturulmasıdır. Pratikte uzlaşılamasa da, bu ilke aslında adaletsiz ve otoriter rejimlere karşı gelmesi yönünden yine bir "mantıklı isyan" sergilemektedir çünkü anarşist felsefede de gerçeklere ulaşmak için yapılan sistematik bir sorgulama mevcuttur.

Bütün bu örnekler göz önüne alındığında ortaya çıkacak olan sonuç, bilgi arayışının ve hikayeler ardındaki gerçekliğin otoriteye ve toplumsal inançlara zarar verdiği, bu sebeple de adaletsizlik ve yalan ile işleyen devletlerin ve baskıcı ve muhafazakar toplumların panzehrinin de sorgulama ve gerçek arayışı olduğu olacaktır. Soru sormak, cevapları gizlemek ile işleyen sistemleri tıkayacak, sıkıca bağlanılmış inançlardan toplumları arındıracaktır. Tam da bu yüzden denilebilir ki, felsefe mevcut durumda kusurlu ve işlemeyen ne varsa hepsine karşı bir isyandır aslında, çünkü kusurlu işleyen sistemleri ayakta tutmak için gereken inançların ardındaki gerçekleri ortaya çıkartır.

Hiç yorum yok: