Düşünyaz 6 Final Yazısı
"İnsanları
edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin
alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların
yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha
'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara
düşünce özgürlüğünün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu
sınırları dayatır." Noam Chomsky
Geçmişten günümüze kadar insanları bir araya getirip aynı yerde
toplayıp kontrolü sağlamak için birçok farklı yönteme başvuruldu. İnsanlığa
birçok ''-cilik ve -izm'' denettirildi. Bunlar kitlelerin ya barışına ya da
savaşına sebep oldu. ''İnsan, insanın kurdudur.'' diyor insanın doğa durumunda
kötü ve vahşi bir varlık olduğunu söyleyen Hobbes. Ötekini kendi yaşamına bir
tehdit olarak gören insanın, bu durumu fark edip ötekine egemen olma isteğini
özetliyor sanki. Chomsky'nin dediğine bakıldığında akıllara ''İnsan neden
itaatkarlaştırılmaya çalışıldığını göremesin?'' sorusu gelebilir. Bu noktada,
dünyaya gözlerimizi açtığımızda bizlerle olan din ve ahlak kavramlarını
düşünebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca bu kavramlar hep kitleleri yönetmek için
kullanılmıştır. Bu yüzdendir Marx'ın ''Din halkın afyonudur.'' demesi. Ağrı
kesici olarak kullanılan afyon eğer gerektiğinden fazla kullanılırsa uyuşturucu
etkisi gösterir. Bunu fark eden kapital düzenin çarklarının başındakiler
insanlara bu uyuşturucuyu fazlaca vermeye başladı. ''Laik devletlerin şeffaf tutumlu
siyasetçileri'' her işi ''Allah'' adını ağızlarından düşürmeden yapar oldu. Din
bireysel bir deneyim, bir amaç değil; başkalarını tatmin aracı, bir araç oldu.
İnsanlara dinle ahlakı aynı şey gibi gösterip kendi dinlerini kurarak
kutsallaştılar. Önce yaratıcıya secde edip boyun eğmeyi öğrettiler daha sonra
secde etmeye alışmış bedenlerin peygamberi oldular. ‘’İktidar öncelikle boyun
eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar.’' diyor Foucault bu peygamberlere
başkaldırırcasına. Aslında tek özgürlüğümüz olan seçim yapmaktan bu denli
uzaklaşıyor oluşumuzu gören ve bunu bir ütopik yaşam şeklinde algılamamızı
sağlayan fakat bizi bir distopyanın içine sürükleyen Reich’in bahsettiği büyük
küçük adamların dünyasında yaşıyor oluşumuzun sebebi eylemsizliği ve göz yummayı
masumlaştıran, boyun eğmeye alışmış bedenleri olan kişilerdir. O halde Goya’nın
bahsettiği aklın uykusu çoktan canavarlarını yarattı mı? Canavarlar
kutsallaşmış olabilir mi? Zaman algımızı yitirdiğimiz AVM’lerin yeni
agoralarımız olduğu, bizleri belirli bir standarda göre değerlendiren
‘’sosyal’’ medyanın vazgeçilmezimiz haline geldiği, ürünün emekten ve üreten
işçiden belirli bir –Marx’a göre- ‘’sus payı’’ karşılığında daha değerli
olduğu, ‘’kandırılan’’ yöneticilerin gece bekçileriyle dolan bir dünyada
yaşıyor ve buna ses çıkarmıyorken canavarlar aslında bizim sessizliğimizde
hayat buluyor olabilir mi? ‘’Kendimizi yaratabileceğimiz şeylerle değil
yaratmaktan sakınabileceğimiz şeylerle tanımlıyoruz: biz kendi kendimizin
inkarıyız.’’ diyor Todd May bir kişinin milyonlar adına konuşmasına ses
çıkarmayan günümüz insanına çağrı yaparcasına. ‘’Günümüzün sorunu artık ne
olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.’’ diye ekliyor
Foucault. Locke'a göre boş bir levha gibi dünyaya gelen insanın, en büyük
sancısı varoluş savaşıdır. Eğer varoluş bir sancıysa birkaç yıl yaşayacak olan
insan neden mağarasında kalıp gölge oyununu izlemek yerine ışığın gözlerini
acıtmasını ve beraberinde gelen seçiyor olmanın, özgür olmanın verdiği kaygı ve
bulantıyı tercih etmeli? Rutinlerle manipüle edilmiş zihinleri tıpkı Prometheus
gibi ritme sızarak aydırmayan insan ahlaksızdır. Yozlaşmış günümüz dünyasında
''ahlak eşittir din'' algısıyla beraber ahlaksızlık meşrulaştırılıyor.
Bulunduğu kaba göre şekillenen ahlaklarımız gece gibi kendimize karşı
işlediğimiz suçları örtüyor. Bir insanın tecavüze uğrayıp öldürülmesini geçmiş
cinsel yaşantısını, kullandığı alkolü, dışarıda bulunduğu saati sebep gösterip
meşrulaştırabiliyor ve ‘’ahlaklı’’ yaşamımıza devam edebiliyoruz. İçerisinde
bulunulan alacakaranlıkta Minerva’nın Baykuşunun kanatlarını kırmaya çalışan
kişi ve yandaşları masum mudur? Yoksa sadece ''kandırılmış'' mıdır? Sartre'a
göre belirlenmiş bir doğaya sahip olmayan, seçimleriyle kendisini oluşturan
insanın bir şeyi yapmak gibi yapmamanın da bir tercih olduğunu fark etmesi
gerekiyor aksi halde küçük beyinli, fakir ruhlu insanlar olarak ölmeye de göz
yumacaklar. Ama unutulmamalı ki sakat bilinçler çürük bir meyve gibi hem
kendilerine hem de etrafındakilere zarar verme potansiyeline sahiptir. Kişinin
kalabalıklar içersinde yalnızlaşmaya itildiği günümüz düzeninde çıkarmak üzere,
gerçek yüzlerimize taktığımız sahte maskeler zamanla gerçek maske sahte yüze
dönüşüyor. ‘’Maske takana kadar kimse beni umursamadı.’’ diye bir söz geçiyor
Batman filminde. Seçimlerimizi ve tercihlerimizi belirleyen popüler kültürün
tek tip insan yaratmaktaki ısrarcılığını çok güzel ifade ediyor. ‘’Bir maskeyi
uzun süre takarsan ardındaki seni unutursun.’’ repliği ise V for Vandetta
filminin, insanların nasıl kimlik bunalımına itildiğini, nasıl benliklerinden
uzaklaştıklarını çarpıcı bir şekilde ifadesi. ‘’Bir yerde herkes birbirine
benziyorsa orada kimse yok demektir.’’ diyen Foucault bu noktada hatırlanmalı.
Kendini varoluş savaşının içerisinde bulan insanın bu kadar dış etkenle beraber
Descartesçı bir tutumla yaşamında bir kere tüm bilgilerini kuşkuya koyup bilgi
kulesini bir kere yıkmasında fayda var. Varlığını bu kadar tehdit eden unsur
olan insan ontolojik güven problemiyle birlikte nefes alamadığı için
epistemolojik bilgi alanlarını genişletti. Zaten Aristo'nun dediği gibi
''bilmek isteyen'' insanın bu yaptığı pek tuhaf değil. İnsanın bilme ihtiyacı
olduğunu bilen otorite mercileri bu ihtiyacı kendilerine tehlike oluşturmadan
gidermek için insanı tüketmeye iten reklamlarla dolu televizyonlardaki pembe
dizilere, modadaki son ''trend''lere, sosyal medyadaki en popüler akıma
yönlendirdi. Bilme ihtiyacı bu şekilde sürekli kendini yenileyen popüler
kültürle karşılanan insan Chomsky'nin dediği gibi bu alan içerisinde
''özgür''dür. Sosyal medyadaki her gün bir başkası yaşanan tartışmaların ne
kadar muhalif olduğu önemli değildir. Bu sınırlar içerisinde ''özgür'' olan
birey aslında secde eden bireydir. Sınırlarını kabul etmeyen ve boyun eğmeyi
reddeden kişi sürüden atılır. ‘’Dışarıda bırakılmak içeri kapatılmakla aynı
şeydir.’’ diyor Foucault bu ceza yöntemini anlamamıza yardımcı olur gibi. Peki
sürüden atılan kişi mutlak bir mağlubiyete mi mahkumdur? Yoksa galibiyetini
kayayı her gün dağın tepesine umutla taşıyarak başkaldıran Sisifos gibi yaptığı
eylemin sonucuna katlanmayı seçerek kazanabilir mi? Bu kadar şeyle karşı
karşıya gelen insan bunların arasında varoluş savaşını unutmamalıdır. Bunlarla
karşı karşıya gelirken ötekinin bakışında hapsolmadan, din, aile, toplum gibi
kişiyi uçurumun kenarında güvende tutan zincirlerden kopup uçurumdan atlayarak,
Nietzsche’nin dediği gibi kendini alt ederek varoluşunu sağlayabilir mi?
Arşivci kafası dosyalama yöntemiyle filozofları düşünerek felsefe yapanları
filozoflarla düşünmeye yönlendiren bir sistem isteyen, alışılagelmiş şeylerle
yetinmeyip gelişimi kovalayan kişiler; Marek Skrobecki'nin Danny Boy adlı kısa
filmindeki gibi kafasız yığınının içerisinde karmaşadan güç alarak
‘’ilerleyen’’ başı kesik kişilerin irrasyonel körlükleriyle oluşturdukları
akılsız, hoşgörüsüz, sığ bir toplumda yaşadıkça ''düşüncenin öldürücü
yükü''nden kurtulmak için kendi icadıyla başını kesmeye devam edecek. ‘’Zihin,
parkta yiyecek arayan bir sincap gibi dönüp durur.’’ diyor Varoluşçular Kahvesi
kitabında Sarah Bakewell. Sürekli olarak bir çalışma içerisinde olan zihnin
neyle meşgul olduğu ve kim tarafından meşgul edildiği önemlidir. Başkalarının
seçimlerini yaşadığımız bir düzende Kafka'nın Samsa'sı gibi kendimiz için bir
şeyler yapmayı bırakırız. ‘’Yazıklar olsun kurtarıcı bekleyenlere!’' diyor
Bertolt Brecht. İnsanları rakamlardan ibaret gören bu düzen içerisinde bize
atanmış x haneli kodu kabul edip bize verilen kafeste kurtarıcı beklemek yerine
bir çocuk gibi her şeyi yeniden keşfetmeye başlamalıyız. ‘’Felsefe kişilerin
yaşamı merak etmesinden doğar. Yaşamı en çok merak eden çocuklardır.’’ diyor
Aristo. O halde herkes beyaz yakalarından kurtulsun ve bir çocuk olsun. Henüz
varolmadan yok olmak istemiyorsak Chomsky'nin uyarısını göz önünde bulundurup
ağrıyan boyunlarımızı kadırmamız gerekiyor. ‘’Eğer bir şey değişmezse
dağılır.’’ diyor Zizek. Tek sahip olduğumuz şey olan özgürlüğümüz doğrultusunda
kendi sınırlarımızı kendimiz çizerek Kant’ın dediği gibi kendi dünyamızın
kurucusu olmalıyız. Aksi takdirde kendimize karşı işleyebileceğimiz en büyük
günahı işlemiş oluruz.
Düşünyaz 6 İkinci Adım Yazısı
Düşünyaz 6 İkinci Adım Yazısı
"Bu dünyada bir arada yaşamak
özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta
olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada
olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de
ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)
Asırlardır öyle veya böyle
varlığını sürdüren varlıklarız biz insanlar. Bu süreçte hepimiz farklı savaşlar
verdik varolabilmek adına. Normal şartlar altında mükemmel bir düzen kurmuş
olmamız ve bu düzen sayesinde mutlu mesut yaşıyor olmamız gerekir. Peki neden
böyle olmadı? İşte burada işin içine kullandığım ''insan'' ve ''mükemmel''
kavramları giriyor. Mükemmel mutlaktır, gelişmez ve değişmez çünkü zaten
sonsuzluğa erişmiştir fakat insan sürekli değişir. Bundandır mükemmel düzene
ulaşamamış olmamız. Geçmişe baktığımızda mükemmel yani ütopik bir düzen adına
birçok farklı girişimde bulunulmuştur. Sosyalizm, kapitalizm, anarşizm,
komünizm gibi bir sürü farklı ekonomik sistem ve ideolojiler altında toplanmayı
denemiştir insanlar. Şimdi ise güzelce işleyen kapitalizm altında toplandık.
Peki gerçekten bu düzen altında toplandık mı yoksa ayrıldık mı? Hepimiz peluş
hayvanlara, bol bol amerikan rüyası içeren dizilere, sosyal medyaya ''insanlık''
bulmak ve bir şeylerde içimizi ısıtmak umuduyla koşmuyor muyuz? Kapitalin bizi
soktuğu kalıbın içerisinde bizi araç haline getiren telefonlarımızdan
başkalarına bakıp ekrana çift tıklamayı sevgi, yediğimiz yemeğin fotoğrafını
paylaşmayı paylaşım, yüzümüzde hiçbir kas kıpırdamadan ekrana bıraktığımız sonu
gülücüklü ve kalpli yorumları samimiyet olarak görüp yolda birbirimize tebessüm
etmeyi unutmuşken ütopik olarak adlandırdığım sorunsuz dünya düzenine ulaşmayı
beklemek ne kadar mantıklı? ''Kapitalist toplumda insanların bir yaşamı değil
ancak bir alınyazısı vardır.'' diyor Sartre günümüz dünyasına ayna olurcasına.
Hepimiz dini, ahlakı, ailemizi, okulumuzu ve bunun gibi şeyleri bahane ederek
bir şeyleri kabullenmiyor muyuz? Bunları bahane edip kendimize yabancılaşmamıza
ses etmez olduk. Işıktan korkup duvardaki gölgelere ve zincirlerimize
sarılıyoruz utanmaz bir şekilde. Kendimize ettiğimiz bu ihanetin hesabını kim
verecek peki? Kabul ediyorum, saçma bir soruydu. Şükranlarımızı sunduğumuz
kapital sistem hesap soracak bilince sahip olan birileri olmasını engellemek
için her şeyi yaparken ortada böyle bir sorun olacağını düşünmüyorum. Slavoj
Zizek ''Zor olan kaderi parçalamaktır.'' diyor kitabında. İster Sartre gibi
''alınyazısı'' deyin ister Zizek gibi ''kader''... Bir şeyleri kabulleniyoruz
ve bunu ahlaki değerlerimize ters düşmeyecek kılıflara sokuyoruz. Ötekinin
sebep olduğumuz acısına göz yumuyoruz önceki gün katıldığımız Afrika'daki
çocuklar için düzenlenen yardım yemeğindeki fotoğraflarımızı paylaşırken.
Hepimiz hayvanları çok seviyoruz evimizden kediyi köpeği eksik etmiyor fakat x
markasının makyaj ürünlerini almayı ihmal etmiyoruz. Hepimiz fakire yardım
etmek istiyoruz ama en güzel takılar bizim olsun istiyoruz. Belki de iyi
niyetiniz de tercihleriniz gibi başkalarının izin verdiği kadardır. Giydiğiniz
kıyafetleri, sürdüğünüz kokuları, yediğiniz yemekleri bile popüler kültür
belirliyorken ne kadar benlikten söz edilebilir? Hannah Arendt'in bahsettiği
masada oturanlar masayı sahiplenebiliyorken masayı yapan ya da masanın
etrafında olan ayaktakiler ne yapmalı? ''Kimse fakir insanların yaşadığı yerde
yüksek sesi umursamaz.'' diyor Zizek. Ahlakımız bu kadar göreceli ve çifte
standart dolu bir şekilde bize verilmişken ne kadar benlikten söz edilebilir?
Ekranlarda cinsellik, homoseksüellik görünce ortalığı ayağa kaldıran fakat
tecavüz, cinayet, bireysel silahlanma gibi şeyleri normalleştirecek kadar
yozlaşmış bir ahlaka sahipken cidden ahlaktan ve benlikten söz edebilir miyiz?
Kuklanın hareketlerinin sözde asaletiyle kör olup durumun ciddiyetini
önemsemeden sadece seyirci olabildiğimiz gösteriyi alkışlamaya devam ettikçe
çıplak kalıp kendimizle yüzleşmenin yaşattığı dehşetle beraber attığımız her
adımda yanarak çocukluğa erişmeyi başaramamaya devam edecek ve bunda bir sorun
görmeyeceğiz. Kalıpların içine sıkışmış bir vaziyette yaşamımıza devam ediyoruz
fakat sadece bize sunulan bir hayatı yaşadığımızı fark etmeden özgür olduğumuza
inanıyoruz. ''Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse
esir olamaz.'' diyor Goethe özgürlükler ülkesi bile olan 21. yüzyıl dünyasına
bakıp gülercesine. Hepimizin eşit olduğuyla ilgili saçmalıklar haykırıyoruz.
Eşit olan kölelerdir. Özgürlük varsa kimse eşit değildir. Eşitlik değil ''eşit
haklar'' verilmiş dolayısıyla eşit olmaktan uzaklaşmış ve onları eşitlikten
uzaklaştıran yönleri törpülenmemiş bireyler varsa özgürlükten söz edilebilir.
Bir bilinç başka bir bilinçten geçmedikçe bilinç haline gelemiyor Sartre'ın
dediğine göre. O halde ötekine ihtiyaç duyan bir bireyken sınıflara ayrılmış
toplum düzeni içerisinde burjuvanın işçi sınıfına sözde yardımları ve yaratmaya
çalıştığı eşitlik destekçisi imajdan sıyrılıp ötekine ulaşmak mümkün mü?
İnsanın kendisine bile ötekileştiği de göz önünde bulundurulursa imkansızı istemeye
çok da uzak değil. ''İnsan, insanın kurdudur.'' diyor Hobbes. Toplum
sözleşmesiyle bencilliğinin yerine adaleti, içgüdünün yerine aklı getirmiş
''uygarlaşmış insan''ın değiştirmeyi denediği fakat kendisinin de kurdu haline
geldiği modern dünyaya bir tokat atıyor sanki. Reich'in küçük adamlarının
zincirleri olan büyük küçük adamlara adeta tapması günümüzde de devam eden
ironik bir durumdur. Ebelik yapmaya çalışan Sokrates ve benzeri aydınlar,
Kafka'nın Joseph K'sı gibi varolmak adına başkalarından izin bekleyen insanlar
sadece kitaplarda kalmadıkça öldürülmeye devam edecek. At sineklerini ezmeye
devam ettikçe insanlar birbirlerine bağımlı fakat birbirlerinden habersiz bir
şekilde yaşamaya devam edecek. Toplumsal güvenlik veya terör adı altında
çocuklar parmaklıklar ardına atılıyorsa burada akla iktidar uğruna çocuklarını
yiyen satürn gelmelidir. Nietzsche'nin gözünde suçlu olmamalı neyse o
olabilmeli insan. Yenilen çocuklar, öldürülen at sinekleri, gül fidanı olmaya
zorlanan meşe palamutları olmadığında insanlar birlikte yaşıyor sayılabilir. O
zamana kadar birbirimizden bihaber bir şekilde zincirlerimiz bizi nereye
sürüklerse hep birlikte oraya gitmeye devam edecek ve özgür olduğumuz
yanılgısıyla yaşayacağız.
Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı
"Modern insan, dışarısı tarafından
sağır edildiği için dinginliği ister."Gilles Deleuze
Günümüzde dünya üzerinde
milyarlarca insan var. Sokaklar dolup taşıyor. Sürekli bir yere koşuşturan,
kafası eğik ve telaşlı insanlar var. Herkes birbirine yabancı ve tahammülsüz.
En önemlisi de kendine yabancı. Peki sosyal bir varlık olan insanın günümüz
haline sebep olan neden ne? Kapital sistem mi? Belki de. Düzenin içerisindeki
çarklardan birinin değersiz ve yeri doldurulabilir bir dişlisi gibi insanı
insan kavramından oldukça uzak bir kalıbın içerisine sıkıştıran bu sistem bunun
bir nedeni olabilir. '' Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır: Hayatın
anlamını kaybetmek.'' diyen Fromm bu durumu güzel bir şekilde özetliyor sanki.
Kendi oluşturduğu bir hayatı yaşamayan aksine bir başkasının ona hazırlayıp sunduğu
bir hayatı yaşayan birey hayatın anlamını daha elde edemeden kaybetmiş olur.
Sanırım Sartre günümüz dünyasında yaşasaydı pek hoşnut kalmazdı. Zira o ''İnsan
kendini tasarlayan bir varlıktır.'' diyor. İnsanın insan olduğunu fark etmesini
engelleyen, bizleri şekillendiren, seçim derdinden kurtaran bu sistem çok
zekice kurulmuştur zira insanın sorumluluktan kaçmasına ve hazır olan şeylerden
faydalanmasına odaklıdır. En büyük sorunlardan birisi değil midir seçim yapmak?
Her zaman kaçarız tercihlerden, bunun sebebi belki her seçimin bir kaybediş
olması belki de kolaya kaçma isteğidir. ''Biz onları yaşam hakkında düşünmek ve
özgürce seçim yapmak zahmetinden kurtaracağız.'' diyor Dostoyevski bir
kitabında. Herkesin hoşuna gitmez mi seçim yapmak zorunda olmadığı bir hayat.
Düşünsenize ne giyeceğiniz, nerede okuyacağınız, mesleğiniz, maaşınız, eviniz
hepsi hazır. Size sadece o hayatı yaşamak düşüyor. Zaten bu bahsettiklerim şu
anda olan şeyler. Herkesin ailesi çocuğunu hangi okula göndereceğine, hangi
markalardan kıyafetler alacağına, doktor ya da mühendis gibi hatrı sayılır ve
iyi maaşlı bir meslek seçimine, ona bırakacağı eve kadar her şeyi daha birey
dünyaya gelmeden düşünüyor. Birey dünyaya geldiğinde de buna göre
yetiştiriliyor. Peki bu birey ne kadar kendisi? Olduğu kişi hakkında gerçekten
''Ben buyum.'' diyebilir mi? O gerçekten kendisi midir yoksa ailesinin ve
toplumun bir tasarısı mı? Burada bahsettiğim birey varsayımsal bir birey değil
bizleriz. Bu gerçek bu kadar cesur bir şekilde dile getirildiğinde tokat etkisi
yaratıyor. Kaçımız ailenin ve toplumun etiketlerinden, ahlaktan, dinden ve
değerlerden sıyrılıp kendimizi oluşturduk? Bunları yapmak insanı tamamen
bilinmezliğe itecektir çünkü bunlar kendimizi güvence altına almamızı sağlar.
Bunlardan sıyrılmak ise bizleri uzaya sürükler ve biz uzayda hiçbir yere
tutunmadan süzülürüz. Ayaklarımız yere değmez ve tedirgin oluruz. Bu süzülme
durumu kişinin kendisini oluşturabilmesi ve benlik kazanması için gereklidir.
Bu süreç tamamlandıktan sonra kişi farkındalık elde eder. Mağaradan dışarıya
adım atar ve bilinç kazanır. Düşünün bir uykudan uyanıyorsunuz ve etrafınızda
milyarlarca insan kafalarına geçirilmiş bir gözlükten başkalarının yazdığı bir
senaryoyu izliyor ve bu onların hayatı. Acı verici bir durum olur. Bu yüzden
''Bilinçlilik ne kadar çoksa umutsuzluk da o kadar yoğundur.'' diyen
Kierkegaard'a katılırcasına ''Acı çekmek bilinçliliğin tek kaynağıdır.'' diyor
Dostoyevski. Çarkın değersiz bir dişlisi olarak yaşıyor ve bunda bir sorun
görmüyoruz çünkü sistem bunu normalleştiriyor. Günümüz agorası haline gelen
AVM'ler mesela... Herkes sözde sosyalleşmek için oraya gidiyor. Bir AVM'ye
girdiğinizde ya mağazalarda koşuşturan ya mağaza vitrini gezen ve o vitrinlerle
ilgili konuşup bunu sohbet sayan ya da acıkıp ''bizi çağıran ateşe'' doğru
gidip yemek yiyen insanlar görürsünüz. Karın tokluğuna çalışılan işteki mesai
saatleri dışında arta kalan vakit bu şekilde harcanır ve bu sosyalleşmektir.
Kişinin çarkın başındakiler için çalışırken yine çarkın başındakiler için harcadığı
yerlerdir. Bütün sistem bizi Marx'ın dediği gibi yabancılaşmaya itiyor. Durum
buyken kendine bile yabancı olan kişinin bir başkasına yabancılaşması pek de
ekstrem bir durum değil. Çünkü zaten değersizleştirilen ve yabancılaştırılan
kişi ötekinin bakışından kaçar oluyor. Ötekiyle gelişen ve ötekine muhtaç olan
insanın sosyal bir varlık olarak yaşaması çarkın başındakini yok olma
tehlikesiyle baş başa bırakıyor. Bu yüzdendir artık meydanların olmaması,
agoraların yerine AVM'lerin geçmesi. Yapısı gereği sosyal ve gelişmiş hayvanlar
olan insanları alıp bir mağarada tutmak ve objeyi sujeden daha değerli kılmak
çarkın başındaki, yerini koruyabilsin diyedir. Bu yüzden modern insan
''dinginlik'' diye bir mağaraya ve yabancılaşmaya bırakılır. Kafka'nın Joseph K.'si
gibi hayatımızı oluşturmak ve varolma savaşı için başkalarından izin almayı ya
da onay almayı beklersek son nefesimizi verirken elimizde sadece keşkeler olur.
Bu kadar büyük bir suçu işlemek göze alınabiliyorsa sorun yoktur. Fakat
birisinin böyle bir suçu işlemeyi göze alması pek de akla sığmıyor. Modern
insanın istediği dinginlik sadece bir sanıdır. Zira varoluşuna aykırı olan
bireysellik dinginlik değildir. Modern insan ötekiyle beraber dinginliği
bulmayı hatırlamalı ve çarkın değersiz bir dişlisi değil de çarkın başındakini
yok edebilecek potansiyele sahip bir varlık olduğunu görmelidir. Meşe palamudu
olmadığı halde bu dayatmayı gerçeklik olarak kabul etmemeli gül fidanı olduğunu
fark etmeli ve gül fidanı olarak yaşamayı seçmelidir. Bu dediklerimden yola
çıkarak estetik bir biçimde ona yaptırılan hareketleri yapan bir kukla olmak mı
yoksa ayaklarımız yere basmadan süzülerek, kaybolarak ve tüm çıplaklığımızla
yeniden varolmak mı? Unutmayın ki Sokrates gününün demokrasi oyununa sağır
kalmayı değil bir at sineği olarak ölmeyi seçti. Dinlerin ortak inancına göre
sırf özgürlük için düşmeyi göze alan Adem ve Havva eyleme geçti. Bu durumda
bizlerin eylemsizliği seçmemiz ironik değil mi? Bu iki sorunun cevabını her
insanın kendi yolculuğunda bulması gerekir. Herkes değersiz bir dişli değil de
at sineği olmayı seçebilir. Dinginlik ise ancak kişinin gül fidanı ya da at
sineği olmayı seçip ötekine de bunu göstermesiyle elde edilebilir. Kısacası
yalnızlaştırılıp sarılmaya itildiğimiz peluş ayılara sarılmak değil ötekine
sarılmak dinginlik sağlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder