29 Haziran 2019 Cumartesi

Arda Erkan / TED İzmir Koleji / İzmir / Düşünyaz 6 Türkiye 7.si



Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler"  Bertrand Russell
İnsanlaşan Makineler ve Makineleşen İnsan

Aydınlanma Çağı'nın başlamasından beri insan hayatını kolaylaştıracak araçlar yaratıyor, icat ediyor ve bu icatları toplumla paylaşıyor. Da Vinci gibi öngörülü kişiler ise insanların hayatını kolaylaştıracak ürünler ortaya koymanın da ötesine geçerek, hayatımızın bir parçası haline gelecek ürünlerin ilk tasarımlarını yapıyor. Günümüzde ise yapılan tasarımlar geliştiriliyor ve yeni ürünlerin elde edilmesi sağlanıyor. Ancak bu amaç uğruna insan kendisinden bir parçayı kaybediyor. Bazen geliştirmeye çalıştığı makine, onun hayatına etki ediyor ve insan makineleşiyor. Hayatında bir amaç olmayan, hiç uğruna yaşayan insan makineleşiyor.

1- Makine Kavramı ve Günümüz Dünyası

Günümüzde makine kavramı aslında değerini yitirmiş durumda. İlk ortaya çıktığında, bu garip, buharlar çıkaran ve gürültülü bir şekilde çalışan aletleri tanımlamanın bir yolu yoktu. Bu yüzden, kökeninde Antik Yunanca bir sözcük olan ve "aygıt, makaralı kaldıraç" gibi anlamlara gelen "makine" sözcüğü bu yeni aletlere uygun görüldü. Ancak özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte tüm dünyada yaygınlık kazanması ile makine sözcüğü değerini yitirdi. Çünkü artık anlamınaa uygun şekilde makineler verilmiyordu. Ancak günümüzde, makine kavramı çok özel bir durumu ifade ediyor. "Makineleşme" dediğimiz kavram bize insanların tekdüze bir hayat sürmesi, sürekli bir şekilde aynı eylemleri tekrar etmesi, bir hayat amacı olmadan verilen bir işi sadece bir "makine" gibi tekrar etmesi gibi sorunları anlatan bir kavram oldu. Kavramın temelinde de insanın topluma olan yabancılaşması durumu yatmaktadır. Her ifadenin, bir döneme bağlı kalmadan; evrensel ve tüm zamanlara etki eden, ayrıca dönemine göre yeni bir anlam taşıması gibi, makine kavramı da günümüzde bazı insanlar için kullanılmaya başlandı.

2- Makineleşmenin Toplumdaki Yeri

Günümüz insanı, makineleşmeye yatkın olan insandır çünkü dönemin ihtiyaçları her zaman değişmiştir ve insan bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için farklı yolların arayışına girmiştir. Bu arayışta ihtiyacını karşılayabileceği bir kaynak bulduğunda ise bu kaynağa sıkı sıkı tutunarak yaşamını sürdürmüştür. Bu kaynağa bu kadar bağlanılmasının sebebi zorunluluktandır. Kişi kendisi istemese bile; ihtiyaç durumu, istek ve tercihlere ağır basabilir. Bu kaynağa ihtiyacı karşılamak için bağlanıldığında ve ihtiyaçların karşılandığı görüldüğünde artık kişi, farklı bir eylem içerisine girmeden, bütün yaşamını bu şekilde geçirmeyi, daha fazla zorlanmaya tercih eder. Kişi bu şekilde gittikçe toplumdan yabancılaşır. Yabancılaşma, görüldüğü üzere başta düşüncede ve arayışta başlamıştır. Arayıştaki yabancılaşma, insanın kendi doğasından yapancılaşmasıdır. İnsan kendi doğasında yabancılaştıkça, toplumdan da kopmuştur ve sonunda kendini insan yapan değerlerden yoksun kalmıştır. Bu durum, günümüzün yabancılaşma problemidir ve bu problem her anlamda makineleşen dünyanın başlıca problemlerindendir. Yabancılaşmayı en iyi özetleyenlerden biri Albert Camus olmuştur (2). Kendisi bu yabancılaşmayı "diyalog eksikliği" olarak ele alır. Sosyal bir varlık olan insan, her türlü duygusunu ve düşüncesini iletişim kurarak ifade eder ancak düşüncelerinde yabancılaşan insan iletişiminde de yabancılaşır toplumdan kopar. Bu makineleşmenin en somut örneklerinden birisidir.

Kişiyi topluma bir faydası dokunmayan ve hayatını bir döngü içerisinde yaşamasına sebep olan yine toplumdur ve kalıplaşmış düşünceleridir. Herkes faydalı işler, çeşitli meslekler yapabilir fakat kişiye empoze edilen yararsızlık duygusu bu imkanı ortadan kaldırır çünkü bireyler, bilmedikleri ve kendilerine güvenmedikleri konularda başkalarına güvenir ve onlara gösterilenlerin gerçekliğine inanırlar. Bu gösterilen kalıplardan çıkmaya da korkarlar çünkü daha farklı bir yaşamın nasıl olabileceğine dair bir fikirleri yoktur. Bu durumun örneğini Platon, İdealar Kuramı ile verir (3). Bu kuramda kişinin kendi kalıplarından çıkmaya korktuğu ve aslında çıksa nasıl bir ortamla karşılaşacağından habersiz olduğu için çıkmamaya karar verdiği görülür. Gerçeği ona gösterilen gölgeler zanneder ve bu gerçeği gösterene güvenir. Bu noktada asıl problem, kişinin kapasitesi ile ilgilidir. Düşünme ve anlama kapasitesinde sürekli aynı yerlerde bulunmaktan dolayı kayıplar yaşayan insanlar, yaşadıkları ortamı ve içinde bulundukları durumu sorgulama gereksinimi duymadan yaşarlar. Bu yaşayış insanı kalıplarından kurtaramayacağından ötürü kişinin gerçeklere ulaşması imkansıza yakın olacaktır.

3- Makinelere Neden Değer Verildi, Neden Nefret Edildi

Makineler, özellikle makineleşen insanlar, başka insanların hayatlarını kolaylaştırdı. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak adına, başkaları için canla başla çalışanlar bir makine olma yolunda güçlü adımlarla ilerlediler. İşverenler ise çalışanlarının bazı yollarla daha da makineleştirilebileceğini gördü ve bunları kullandılar. Bu yüzden işverenler öncelikle "makinelere" taptılar çünkü makineler "güzeldi". Bu noktada güzellik ile anlatılmak istenen, verilen ürünün güzelliğidir. Kendi yaşamından vazgeçenler ve tekdüze yaşayanlar kendilerini sadece işlerine adamışlardır. Bu adanmışlık ile işverenin kişi desteklemesi birleştiği vakit ortaya çıkan ürünler daha verimli, daha güzel olur. Bu yüzden işveren, çalışanına "tapar" çünkü çalışanın isterse o ürünü aşırı verimsizleştirebileceğini de gayet net biliyordur. Makinelere değer verdiler çünkü makineler güç sağladılar, istedikleri ürünü daha kısa sürede ve daha verimli bir şekilde üretebilme gücü ve bu yüzden makineler, işverenler için bir sayısal değerdi; gücün sayısal değeri. Onlara her ne kadar ürünlerinin yaratıcıları olarak değer verseler de, ceplerindeki paranın çıkmasını sağlayanlar olarak nefret de ettiler. Ayrıca bir noktada bütün ürünlerinin ve kendi ekonomik hayatının devamlılığının bu "makinelere" bağlı olduğunu bildiklerinden ötürü ürün sahipleri "makinelerden" tiksindiler de çünkü makinelerin onlara kölelik getirdiklerini düşünüyorlardı. İşveren, çalışanının kölesi olmak zorunda kalıyordu; ona para ödüyordu ve ona iş veriyordu ancak yinede kendisi tehlike altındaydı. Çalışanın makineleşmesi ve işverenin endişe duymasının temelinde kapitalizm yatar. Kapitalizm, pek çok sistem gibi özünde iyi fakat günümüz dünyasında kişilerin çıkarları için anlam değiştirmiş olan sistemlerden biridir. Yabancılaşma ve makineleşmenin temel sebeplerinden birisi de aslında bu sistemin çalışanlar üzerinde yarattığı etkinin aza indirilememesidir.

Makinelerin kullanıldığı tek alan tabiki de üretim değildi, güç ve kölelik dediğimiz zaman başta akla yönetimler ve savaşlar gelir. Nietzsche'nin "Güç İstenci" adlı eserinde de belirttiği üzere, güç istenci; doğal bir durumdur ve bu her canlı tarafından istenir. Tiranlık ve totaliterlik gibi bazı yönetimlerde iktidar, güç kullanılarak kazanılır. Bu güç, her anlamıyla, makinelerdir. Bu örneklerde toplumlar kendi içlerinde gruplanır ve bu iktidara sempati duyan bir kısım ile bu iktidarın karşısında duran bir kesim var olur. Tiran olan kesim, gücü bir sefer eline geçirdiğinde bırakma yetisine sahip olamayacağı için bu yönetimde güç asla paylaşılmayacak; hep tek bir kişi ya da kesimin elinde olacaktır. Bu şekilde tirana sempati duyan kesim de halk ile bir olacaktır ve tiran kesimi yalnız kalacaktır.

Tiran olan kesim, iktidarı elde ettiği makinelere tapar çünkü onlar için makineler güzeldir. Makineler olmasa bu kişilerin bu gücü başka şekilde elde etmesinin bir yolu yoktur. Tiranlar makinelere değer verir çünkü onlara iktidarı ve buna bağlı olarak halk üzerindeki güçlerini sağlayan bu makinelerdir. Halk ise bu makinelerden nefret eder çünkü onlar için makineler, kendi toplumlarındaki çirkinliğin kaynağıdır. Bu çirkinlik baskı yönetim ve yönetimin zorunlu kıldığı kurallardır. Halk makinelerden tiksinir çünkü makineler kendilerine köleliği getirmişlerdir. Kölelik sözcüğü burada en uygun sözcüktür çünkü tiranlar halkı kontrol altında tutmak ve onlara istediklerini yaptırmak için makinelerin gücünü kullanırlar. Ayrıca tiran bu baskı rejimini, "güçte hak sahibi olanı kontrol ve yok etmek için" kullanır yani halkı (1). Halk bu kurallara uymadığında ise cezaya çarptırılır. Gücün, genel olarak, toplumu tiranlığa karşı kışkırttığının en net örneklerinden birisi Coğrafi Keşifler döneminde yaşanmış. Coğrafi Keşifler ile birlikte Amerika'ya sömürgecilik faaliyetleri için giden toplumlar, bölgenin yerli halkı ile savaşlar yaşamışlardır ve yerli halk "beyaz insan" olarak isimlendirdiği topluluktan ve onların "makinelerinden" nefret etmiştir. "Beyaz insan" ise gücünü bu makinelerle sağlamıştır.

4- İnsanın İnsana İnsanca Davranması

Makinelerin yarattığı sorunlar günümüzde de net bir şekilde görülmektedir. Hala bazı toplumlar makinelerin "görünmez" güçleri ile baskı altında tutulmaktadır ve bu durum toplum içerisinde ve toplum ile dünyanın kalanı arasında ayrışmalara, yabancılaşmalara neden olmaktadır. Birbirinin hayatını ve düşüncelerini anlayamayan insanlar, birbirlerine saygı göstermemekte, ayrışmalara neden olmakta ve bu durumu düzeltmek için hiçbir çaba içerisine girmemektedir. İşverenler ile "makineleşmişlerin" ilişkisi ise daha kötü bir durumdadır çünkü hayat şartlarını iyileştirmek ya da olduğu gibi korumak bile yeterince zor durumda iken işverenlerin kapitalist etkiler altında çalışanlarından daha iyi bir çalışma beklemesi ve onları buna zorlaması makineleşmenin artmasına neden olmaktadır. Bütün bu sorunlardan kurtulabilmenin ve insanların hayatlarına renk katabilmesinin tek bir yolu vardır: İnsanların birbirine insanca davranması ve bazı yanlış kaygılardan uzak durması. Her dönemde bu toplumlara bir ütopya olarak görülmüştür fakat bunu yapmanın ilk yolu herkesin umudunu koruyabilmesindir. Makinelere değil insanlara değer verin ve yapacağınız her şeyi güzel ve yararlı sonuçlar için yapın.

(1) https://dusunbil.com/guc-istenci-uzerine/
(2) https://dergipark.org.tr/download/article-file/220202
(3) https://www.muhendisbeyinler.net/idealar-kurami-nedir/
(4) https://ozgurtoplumundegerleri.com/res/Ayn_Rand_Kapitalizm_Nedir.pdf



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau

Cidden mutlu olduğunuz bir an oldu mu? Bu anda hiçbir şey aklınıza gelmez ve sanki hayatınızda bir daha hiçbir problem olmayacakmış gibi hissedersiniz. Aslında bu doğrudur da ama bir de kriteri vardır: Mutluluğu sürdürebilmek. Eğer gerçekten bu mutluluk hayatınızda kalıcı bir şey olursa hiçbir probleminiz kalmayacaktır. Mutluluğu anlayabilmek ise çok ayrı bir durumdur ve bazı aşamalardan geçmek gerekir.

1- Etkinlik mi Duygu mu : Mutluluk

Mutluluk bizde olmadığı halde, başkalarına verebileceğimiz tek şeydir.
-Albert Schweitzer

Mutluluk ile ilgili tarih boyunca gerçekten de bir çok tanım yapılmıştır ancak hiçbir uzlaşıya varıldığı net olarak söylenemez çünkü nasıl insan düşünceleri ve düşünce yapıları değişiyorsa, mutluluğun sebepleri de bu şekilde değişkenlik gösteriyor. Aslında mutluluğun ne olduğuna dair bir ortak kanımız dahi yok. Aristotales, Etik adlı eserinde mutluluğu bir duygu değil etkinlik olarak tanımlamıştır ayrıca kriterlerini de dış etkenler olarak yani sağlık, varlık ve güzellik olarak nitelendirmiştir. Stoacılar ise bu kriterlere karşı çıkmış ve erdemli olan insanın mutlu da olacağını belirtmişlerdir. Dış etkenler de mutlu olmamızı sağlayan bir durum olsa da mutluluk aslında mutlu olabilme yetisinden gelir. Eğer bir insanın yüreğinde mutluluk kök salmamış ise dünyanın en iyi olayı bile olsa, o insan mutlu olamaz. Bu noktada erdemin de en önemli etkenlerden biri olduğu açıktır. Çünkü erdemli insan işte bu mutluluğun kök saldığı iyi yüreklerde yetişebilecek bir duygu, bir yetidir. Ancak Rousseau'nun da dediği gibi mutlu olmak gerçekten tanrısal bir durum gibi görünüyor. Öyle bir ruh hali içerisine giriyoruz ki bütün kötülükler yanımızdan gidiyor, çevremizdekiler de bu bulaşıcı duruma kapılarak durum oluyor ve bu durumun kaynağının kendiniz olduğunu bilmek bile çok özel bir durum gibi gözüküyor.

2- Değişime Tabi Olan Dünya ve Dünyaya Tabi İnsan

Değişmeyen tek şey değişim kendisidir
- Herakleitos

Her genellemenin makro ve mikro dünyaya uyarlamasının olduğu düşünülürse mikro dünyada gerçekten de sabit kalan hiçbir şey yoktur. Her an her şey bir devinim içerisindedir ve atom altı parçacıklar bu devinimin kaynağıdır. Makro dünyada da durum aynıdır. Aklımızın alamayacağı büyüklükteki cisimler, gezegenler her saniye hareket halindedir. Ayrıca devinim halinde olan bir başka şey de vardır ki o da insan ruhudur. İnsan ruhu her türlü iç ve dış etken ile büyük bir devinim içerisindedir. Ruhun hareketinin en büyük kaynağı ise mutlu olma durumumuzdur. Mutluluk hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak bedenimizi yıpratan bir durumdur. Çünkü bedenimiz anlık değişimlere hazırlıklı olmadığı için her hareket ona zarar verir. Ruhumuz için de durum aynıdır. Hızlı bir değişim ile dünya bize tozpembe görünmeye başlar ama mutluluk hali bitince bu duyguyu bir daha isteriz ve mutluluğa sapkın bir bağlılık durumu başlar. İşte biz de bu bağlılığı ve ruhumuzun devinimini bir dinginliğe çevirmeye çalıştığımız yolda kendimizi harcarız ve pek azımız başarılı olarak bu dünyadan ayrılır.

3- Açgözlülük Mutluluğu Engeller

Her konuda tedbirli olmalıyız, ancak; severken tedbirli olmak gerçek mutluluk için en zararlısıdır.
-Bertrand Russell

Mutluluk halinin kalıcı olmasının yanlış anlaşılması durumu, aslında en tehlikelisidir. Bu kalıcılığı sağlama yolunda gerçekten emek gösterenler, hayatını iyi standartlara kavuşturmaya çalışanlar ve çevresindekileri de kendiyle birlikte mutlu etmeye çalışanlar için bir sıkıntı yok fakat bazı insanlar vardır ki onu mutlu eden tek duruma bağlı kalır ve onu sürdürmek ister. Ancak insanın ruhu da açgözlüdür; yeni bir soluk arayan, yeni dünyalara yelken açmak isteyen bir ruhu tek bir duruma bağlı kalarak mutlu etmeye çalışmak yine bir hayalden başka bir şey olamayacaktır. Sürekli bir açgözlülük durumuyla hareket eden insan bu yüzden asla mutlu olmaz. Ruhun açlığını da dindirmek imkansız olduğundan, sevdiğimiz ve elde ettiğimizde mutlu olacağımızı düşündüğümüz bir şeyi elde ettiğimizde ya da üzerinden bir süre geçtiğinde göreceğiz ki o cismi yahut duyguyu artık sevmiyor durumdayız. Ayrıca her şeyi uçlarda yaşamayı seven insanlar bazen çok açgözlü olurken bazen de o kadar tok oluyor ki artık hayattan bir isteği kalmıyor veya çok şüphecilik ederek onu mutlu eden şeyin sonrasında onu üzeceğini düşünerek bu durumu ya da cismi sevmemeyi tercih ediyor. İşte bu tam da Bertrand Russell'in bahsettiği durum. Tedbirli olmak her durumda iyi değildir. Sevgi ya da mutluluk gibi "etkinlikler" için bazen sadece akışına bırakmak gerekir. Göreceğiz ki akışına bıraktığımızda mutlu olacağız.

4- Tasarılar, Hayaller ve Gerçekler

Mutluluğu; isteklerimi tatmin etmek yerine, onları sınırlayarak buldum.
-J. S. Mill

Güzel günler bizi bekliyor fakat tasarılarımız bizim bu güzel günlerimizi ve mutluluğumuzu sınırlıyor. İnsanın, geleceğini düşünen ve gelecek hakkında planlar yapan bir varlık olarak amacı bu tasarılarına ulaşmak olmuştur. Bu amaç uğruna pek çok şeyden vazgeçen insan sonunda tasarılarını elde etmek istiyor fakat tasarılar bir süre sonra hayaller oluyor çünkü tasarıların gerçekleşebileceğine dair umutlar yok oluyor, hayallerimiz de aklımızda yer ediyor fakat adı üstünde, "hayal" ; gerçek olabilmesinin düşük olduğunu bilerek yaşıyoruz. Sonrasında bir bakıyoruz ki gerçekler dünyasına geri dönmüş , bazı hayallerimizden de vazgeçerek başka hayallere yönelmişiz yahut hayal kurmayı kesmişiz.

5- Sonunda Mutluluk!

Mutluluk, her şeyin muazzam bir garip rüya olduğunu fark etmeye bağlıdır.
-Stephen King

Aslında mutlu olmanın formülü tam da Stephen King'in söylediği gibidir: Her şeyin bir rüya olduğunu fark edip bu rüyayı istediğimiz şekilde yönlendirebilmemiz ve isteklerimizi en aza indirebilmek, kendimizi tatmin edebilmek ve buna bağlı olarak mutlu olabilmek için en az şeye ihtiyaç duymamız mutluluğun tek formülüdür. Gerçek mutluluk da ne mal ne mülktür, mutluluk akıllı ve erdemli olabilme durumudur ( Aristotales) ve erdemli olan her insan mutlu da olacaktır. Akılla, erdemle ve mutlulukla kalın!



Düşünyaz 6, Birinci adım Yazısı

"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme
1-Beyin - Zihin - Bilinç İlişkisi

Zihnin varlığı tartışması da en az diğer varlık tartışmaları kadar uzun süredir üzerinde durulan, anlaşılabilmesi için pek çok uygulama ile anlatılmaya çalışılan bir tartışmadır. Bu tartışmanın çözülemediğini de göz önüne alırsak şu soruyu sormamız daha mantıklı olacaktır: Zihin ne kadar öğrenebilir, yani zihnimizin kapasitesi, sınırları ne kadar genişleyebilir?

Zihnimiz bilimsel olarak bakıldığında beynimizin oluşturduğu bir "yan üründür" yani beyin var olurken zihni oluşturmak gibi bir amacı yoktur fakat insan evrimi süresince beynini geliştirerek -düşünsel açıdan, beyin büyüklüğünün daha fazla bilgi depolayabilmek ya da daha akıllı olmak gibi bir etkisinin olduğu net bir çıkarım değildir- kendi varlığına zihin kavramını eklemeyi başarmıştır. Ayrıca üzerinde durulması gereken konu zihnin de bilinci yaratmış olmasıdır. Zihni olan her canlının bir bilinci var mı bilemeyiz fakat kendimiz için konuşmamız gerekirse hem bilincimizin hem de özbilincimizin olduğunu ve onları etkili bir şekilde kullanabilme şansına sahip olduğumuzu çok iyi biliyoruz. Beynimiz öğrenmeye başladıkça zihnimiz bunları süzgeçten geçirmeye başlar ve kullanmak için bir hedef arar. Bilincimiz ise çevremizdeki olayları algılayarak zihnimizin onları yorumlamasının ve üzerinde düşünmesinin önünü açar. Bu ilişkinin sonucunda şu çıkarımı yapabiliriz ki beynimiz öğrendikçe zihnimizin kullanabileceği bilgi kapasitesi artar ve bu da bilincimizin çoklu hedeflere yönelerek bizi daha çok şey üzerinde düşünmeye yol açmasını sağlar.

Ancak bu durumun da kötü yan etkileri olabilir. Çevresinin fazlasıyla farkında olan insanlar, doğru yolu göremeyen insanları anlayamaz ve kendisi bunları söyledikçe insanlar onu kendilerinden soyutlar çünkü diğer insanların kişinin söylediğini anlayabilecek kadar sosyal zekası yoktur. Anlaşılmayan insan toplum tarafından soyutlandıkça kendi kendine düşünmeye ve dünyanın kötü durumuna sessiz kalmaya başlar. İşte asıl korkunç olan da budur: Bu durumu görebilen insanın toplum tarafından bastırılması ve toplumun tekdüze bir düşünce sistemiyle varlığını sürdürmesi.

"Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır." Dostoyevski

2- Kendi Gücünü Fark Eden Bir Varlık : İnsan

İnsanın kendi gücünün farkında olması ve bu gücü iyi amaçlar için kullanabilmesi herkes adına çok mutluluk verici bir durumdur. Nietzsche'nin "kudret iradesi" kavramıyla bu konuyu açık bir şekilde ilişkilendirebiliriz. Nietzsche, insanlığın içinde müthiş bir güç bulunduğunu ve bu gücü dışavurma isteğinin her zaman olduğunu belirtir ve bu dışavurumun ancan yaratma eylemiyle olabileceğini de ekler, her türüyle yaratma eylemi. Bu yaratmanın da en önemli yolu kendi değerlerini ve kurallarını yaratmaktan geçer.

Kendi kurallarını yaratabilen insan kendini yönlendirebilecek fırsatı yakalar. Gücünün yettiğince, kendini sınırlamadan, kurallar koymayı başaran kişi; büyük bir gücün sahibi olur çünkü kendini hem sınırlardan kurtarmış hem de kendi hayatını yola sokabilmeyi başarmış, bu yolun iyi olması için gücünü kullanabilmiştir. Bu kuralların tek işlevi insanın kendine kılavuzluk edecek yolu bulmasını sağlamak olmalıdır.

Ayrıca insan gücünün farkında oldukça kendi sınırlarını da bilir ve bu sınırlar içerisinde hareket alanını kurarak kendisini daha rahat yönlendirmeyi başarma olanağına sahip olur. Bahsettiğimiz durumlar her zaman bir olasılık durumudur çünkü insan bu olanakları kullanmayı başaramazsa olanaklar heba edilmiş ve bir başarının daha önü kesilmiş olur. Hareket alanı kurduktan sonra amacı güçlerini iyiye kullanmak olmalıdır çünkü her kaynak gibi kötüye kullanılan bu kaynak da insanın sıkıntısının kaynağı olabilir.

Bir tip daha insan vardır ki ilk konudaki "iyi bir amaç uğruna" durumunun dışına çıktığından dolayı sıkıntı içerisindedir. Bu kişiler güçlerini kötüye kullanarak diğer insanlara veya canlılara egemen olmaya çalışan bir sınıftır ve dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı da bu tip insanlardır. Güçlerimizin farkında olmak ne kadar iyiyse, bir o kadar da kötüdür çünkü düşünce ve zihin kötü, karanlık oldukça; gücün yönü ve amacı da yanlış olacaktır. Bu gücü insan kaldıramadığında ruhunun iyi yanını bu güç ezer ve geriye kalan sadece kötü ve saf gücün var ettiği bir ruh olur. Bazı insanlar da bu gücün arayıcısı olur ve güçlünün peşinden koşarak kendini korumaya çalışır fakat bilmezler ki bu ilişki sadece bir çıkar ilişkisidir: Güçsüz korumasını güçlü sayesinde sağlarken, güçlü de kendi egosunu ve ruhunu tatmin etmeye yönelik isteğini giderir.

"Çoğu güçlü insanlarda, önünde eğilebilecekleri birini ya da bir şeyi bulmaya karşı doğal bir eğilim vardır. Güçlü insan bazen kendi gücünü kaldıramaz olur, ezer onu gücü." Dostoyevski

3- Doğal Düzende Yapay İnsan

Bilim, doğa bilimleri olarak yaşamına başlamıştır. İnsanlar ilk araştırmalarında günümüz bilimini ve felsefe iç içe kullanarak hem bir düşünce hem de bir araştırma sistemi geliştirmişlerdir. Günümüz felsefesinin temelleri de o zamanlarda bilimin ışığında, bilimsel bilgi arttıkça gelişmiştir. Birbirlerine bağlı oldukları için de insan, felsefe ile birlikte kendini ve çevresini yani doğal düzeni daha iyi anlamaya başlamıştır. Bu sayededir ki çok uzun bir süre için insan kendini "boş işlerden" alıkoyabilmiştir.

Doğa dediğimiz yapı zaman içerisinde değişiklik göstermiştir ve doğal yapı bir devlet yapısı olarak da sayılmaya başlanmıştır. Bu konuda Rousseau, Locke, Kant gibi pek çok düşünür çalışmıştır ve düşüncelerini ortaya koymuştur.

Locke bu konuda "doğa devleti" ifadesini öne sürer. Bu devleti bütün insan hükümetlerinin öncülü olarak kabul eder. Bu devlette de sadece doğal hukukun kanunları geçerlidir. Hukuku da din ile ilişkilendirerek bu hukukun ilahi yasalardan oluştuğunu söyler.

Rousseau ise Locke'un fikirlerini geliştirerek, daha metafiziksel bir anlayışla birlikte, her türlü adaletin kaynağı olarak Tanrı'yı gösterir ve bu ilahi hakların sonucu olarak insanların bazı değiştirilemez doğal hakları olduğunu söyler. Birey ile toplum arasındaki doğal ilişkiyi de "toplum sözleşmesi" ile bireyin topluma bağlanıp bir "genel iradenin" parçası olduğunu da dile getirir.

Kant ise bu fikirlerle yetinmeden insanı diğer canlılardan ayrı bir noktaya koyarak bir yorum yapar. Aklı, insan ile diğer canlıların ayrım noktası olarak alır. İnsanın bir iradesi olduğunu ve bu yüzden doğal düzende bir amaç için araç olarak kullanılmaması gerektiğini, her bireyin farklı bir amaç üzere var olduğunu söyler.

Bu fikirler insanın doğal düzeni anlamak üzere akıl yürüttüğü zamanlardan çıkmıştır. O zamanlarda insanın bir "boş iş" kavramı ile yaşamadığı yapılan çalışmalarla açık bir şekilde görülmektedir.

Bu noktaya kadar, hatta insanın kendi doyumsuzluğu içinde boğulmak noktasına geldiği ana kadar -ki o da yaklaşık 50 yıl öncesini işaret eder- "boş iş" kavramı, hatta can sıkıntısı kavramı şu anki kadar yaygın ya da içi dolu bir sıkıntı değildi. Ne zaman ki insan doğa hakkındaki araştırmalarının sonuna geldiğini düşündü, o zaman can sıkıntısı içine girdi çünkü bir noktada kendi hayat anlamını, araştırma isteğini kaybetti.

4- Zihni, Benliği, Gücü ve Çevresiyle İnsan

İnsanın bir bütün olarak ele alınabilmesi için hem kendini hem de çevresini anlayabilmiş olması büyük bir önem taşımaktadır. Kendini anlayabilmesi için sınırlarının, özellikle de zihninin ve gücünün sınırlarının, farkında olması ve yaşamını bu sınırlar içerisinde "özgür" olarak sürdürmesi gerekir. Bu noktada yaşamın tezatlığı gözler önüne serilmektedir. İnsan yaşamında hep sınırlara sahiptir fakat herkesin özgür olduğu söylenir. Her zaman sınırları hayatında barındıran insan için özgürlüğün bir görüntü, bir yanılsama olup olmadığı sorusu hala çözülememiştir fakat bu kanıtlara göre görüntü olması pek uçuk bir teori değildir.

Çevresini anladığında ise insan, kendini nasıl çevreye uyarlayabileceğini; günümüzün en büyük gereklerinden olan hızlı adaptasyonunu nasıl sağlayabileceğini çözmeye başlar. Kendini çevresi ile uyarlayan insan artık gereksiz ve anlamsız işlerden sıyrılmış ve iyi bir amaç uğruna çalışmaya başlamıştır. Herkesin bu uyumu bir gün yakalaması gerekecek ancak o gün geldiğinde insanın nasıl bir durum içerisinde olacağını bilemeyiz. O güne kadar kendinizle, "sınırlı özgürlüğünüzle" ve çevrenizle kalın.

Hiç yorum yok: