29 Haziran 2019 Cumartesi

Alp Ata Türkoğlu / ODTÜ GVO Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 6 Türkiye 6.sı


Düşünyaz 6, Final Yazısı


"İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam Chomsky
Noam Chomsky'nin bu sözü dikkatli incelendiğinde belirttiği olgunun ne olduğunu anlamak çok da güç değildir; Chomsky, iktidar yapılarının toplumun ve bireylerin fikir yapılarının içine girerek onları etkilediğini, dönüştürdüğünü ve sonuç olarak iktidarın devamlılığını sağlama yolunda başkaldırmayan, itaatkar bir toplum yapısı yarattığını ileri sürmektedir. Burada üzerinde durulması gereken nokta bu etkileyiş yönteminin George Orwell'in ünlü distopik romanı 1984'te olduğu gibi fikri ve fikir özgürlüğünü tamamen yadsıyacak totaliter bir biçimde olmadığıdır. Hayır, burada belirtilen "etkileyiş biçimi" 1984'tekinden çok daha tehlikeli bir olguyu temsil eder, çünkü burada yapılan işlem özgürlüğü tamamiyle yok etmek değil; onu bir illüzyon haline çevirmektir. Özgürlük bu durumda; yalnızca ve yalnızca mevcut normatif yapıyı etkilemeyecek biçimde, "bir şeylerin değiştiği" illüzyonunu vermek için vardır ve en korkuncu; bu "özgürlüğün" toplumun "rıza"sı ile oluşmasıdır. "Rıza" ya bağlı gelişen bu totaliter oluşumu anlamanın belki de en mantıklı yolu, rıza mevzusu üzerine kapsamlıca düşünmüş filozof Antonio Gramsci'nin düşüncelerine göz atmaktır.

Benito Mussolini'nin faşist rejiminin yükselişi sırasında İtalyan Komünist Partisi kurucuları arasında yer alan ve bu totaliter rejim tarafından mahpus hayatına mahkum edilen Gramsci, yapıtlarının büyük bir bölümünü ve en ünlü yapıtı olan "Hapishane Defterleri"ni bu mahkumluk süresinde yazmıştır. Yazdığı bu ünlü eserinde literatüre verdiği en büyük katkı olarak "hegemonya" kavramı gösterilebilir. "Hegemonya" kavramı literatüre ilkin Devrim Rusya'sında girmiş ve devletin işçiler üzerinde kurduğu baskıyı tanımlamak için kullanılmıştır. Zaman içerisinde literatürde yavaş yavaş kaybolan bu terim Gramsci sayesinde karşımıza yeniden çıkar. Gramsci'nin hegemonya kavramına verdiği ilk tanım "egemen sınıfın toplumun diğer sınıfları üzerinde kurduğu siyasal, politik,ideolojik ve kültürel baskı."dır. Gramsci'nin bu tanımının terimin orijinal anlamına ve Althusser'in -daha sonra bu tanım üzerinden oluşturacağı- "Devletin İdeolojik Aygıtları" kuramına çarpıcı bir yakınlıkta olduğu söylenebilir. Burada hegemonya, ezilen sınıf üzerinde tamamiyle ideolojik bir baskı kurmayı belirtir; egemen sınıf proleteryanın "beynini" baskılayarak onun kendisini(egemen sınıfı) yıkmasını önler. Terimin bu ilk kullanımı, yukarıda örneği verilen "1984" türü bir iktidar izdüşümü üzerinde ilerler ve bizim bu tartışmamız için mühim değildir. Asıl önemli olan nokta, Gramsci'nin bu terime verdiği ikinci bir tanımdır:"bir tür rıza-zor yönteminin sentezi". Bu ne demektir?
Gramsci bu noktada herhangi bir sınıfın toplumun diğer sınıfları üzerinde bir egemenlik sağlayabilmesi için ihtiyacı olan temel gereksinimlerden bahseder. Ona göre, batılı toplumlarda hiçbir zümre saf kadornist("kadornizm burada Gramsci'nin ünlü İtalyan general Luigi Cadorna'dan esinlenerek ürettiği, hiçbir ideolojik aygıta gereksinme duymayan; saf güç ile iktidarını sağlayan rejim anlamında kullanılmıştır) bir yaklaşımla diğer sınıflar üzerinde egemenlik kuramaz. Bunu ancak diğer sınıflarla göreli bir "müttefiklik" ilişkisi ile yapılabilir, bu ilişki de kısmen abanın altından sopa göstererek, kısmen egemen zümrenin kendi çıkarlarından ödün vermesi ve diğer sınıfların "rıza"sını kazanması ile gerçekleşir. 1929 yılı Büyük Buhran'ında buhranın aşılması için önerilen "Keynes'çi Uzlaşım" metodu hegemonyanın bu tanımına güzel bir örnektir. Bilindiği üzere Büyük Buhran talebin arza yetişememesi sonucu üretim fazlalığı ve akabinde dünya ekonomisinin bir anlamda çöküşüydü. Klasik Marksist paradigmaya göre böyle bir krizin devrimle sonuçlanmaması kaçınılmazdı, ancak gördüğümüz üzere bu gerçekleşmedi; çünkü Keynes'çi uzlaşımla egemen sınıf kendi çıkarlarından ödün vererek işçilerin ücretlerini arttırdı ve üretilen metalara talebi arttırarak kendi devamlılığını ve belki daha da önemlisi, proletarya üzerindeki egemenliğinin devamını sağladı.
Chomsky'nin yargısıyla bağlantılı olarak hegemonyanın bu tanımının ilişkisini ünlü Gramsci yorumcusu Perry Anderson'un temsili demokrasi ile ilgili yaptığı değerlendirmede görebiliriz. Ona göre "İktidarın kritik halkası tüm yurttaşların eşit haklara sahip olduğu, devlette kendisini temsil edebileceği iddiası", yani temsili demokrasinin kendisidir. Temsili demokrasi hegemonik bir oluşumdur (nitekim hegemonik bir oluşum olmasaydı bile temsili demokrasinin bir anlamda "krize" girdiği söylenebilmektedir, çünkü küreselleşme ve ulus-ötesi sermayenin gelişimi ulus-devletlerin etkisini kaybetmesine neden olmuştur ve temsili demokrasi ile belirlenen bu devletlerin dünya içersinde anlamlı bir şekilde söz sahibi olamaması, bu yöntemi anlamsız kılar), çünkü o bizlere politik sahnede yürüttüğümüz tartışmaların bir anlamı olduğunu, verdiğimiz oylar sayesinde yaşadığımız dünya üzerinde gerçekten bir etkimiz olduğu ve bu dünyayı özgür irademizle değiştirebildiğimiz sanısını aşılar. Bunun yanında temsili demokrasi hukuk devletinin gözünde her bireyin -ister burjuvazinin, ister proletaryanın bir parçası olsun- eşit olduğu(!), "kendi geleceğimizi kendimiz belirleyebildiğimiz" ve bu belirleme işleminde her bireyin oyunun aynı sayıldığı bu sistem içerisinde ezilen-ezen ilişkisinin olmadığı illüzyonuna kapılmamızı sağlar. Bu illüzyon en nihayetinde bizi "politik sahne" dediğimiz akvaryum içerisinde amaçsızca yüzen, arada bir egemen sınıfın fanusumuza attığı ve kutusunda "temsili demokrasi" yazılı yemler üzerinde savaşan japon balıklarına dönüştüren bir araçtır. İşte hegemonyanın gerçek anlamı budur; göreceli bir özgürlük içinde egemen sınıfın egemenliğinin devamlılığının sağlanması.

"Rıza" mekanizmasının iktidarın sürekliliğini sağlama açısından öneminin altını çizen bir diğer filozof "Batı Felsefesinin Süperstarı" Slavoj Zizek'tir. Zizek rıza üzerindeki bu belirtimini "Starbucks" adlı kahve zincirinin bir kampanyasının kritiğiyle gösterir. Hatırlanacağı üzere Starbucks geçmiş yıllarda alnınan her kahvenin gelirinin belirli bir miktarının Afrika'daki aç insanlara bağışlanacağı türevinde bir kampanya başlatmıştı. Bu kampanyanın-Starbucks'ın gerçekte ne olduğu ve bu açlığın oluşumu üzerindeki katkısı düşünülünce- oldukça ironik ve gülünç olmasının yanı sıra Zizek bundan daha önemli bir noktaya dikkat çekmek ister; bu kampanyanın ideolojik boyutu. Ona göre bu kampanyanını asıl amacı Afrika'daki insanlara herhangi bir yardımda bulunmak değil, kitlenin Afrika'daki insanlara yardım ettiğini düşünmesini sağlamak ve onların vicdanlarını rahatlatmaktır; çünkü vicdan çok güçlü bir duygudur. O her insanın içinde taşıdığı, acıya ve adaletsizliğe karşı başkaldırıya kaynak veren yüce bir histir, ve işte bu yüzden zapt edilmesi gerekmektedir. Birey Starbucks'dan aldığı her kahve ile beraber insanlara yardım ettiği, adaletsizliğe karşı durduğu ve bu adaletsizliği sağlayan kurum ve kuruluşlara karşı "muhalif" ve "eleştirel" bir tutum sergilediği illüzyonuna kapılmaktadır; oysa tek yaptığı kendi vicdanını tatmin ederek acınının ve sömürünün devamlılığını sağlamaktır. Bu bağlamda incelendiğinde Zizek'in bu fikirlerini bir seviye ileri taşıyarak sivil toplum örgütlerine karşı kritik bir tutum sergilediği yorumunda bulunmak çok da yanlış olmayacaktır. Hatta ve hatta, sivil toplum örgütlerinin "vicdanı tatmin etme" yönteminde sahip olduğu etkinin Starbucks gibi uluslararası bir şirket yapılanmasınınkinden çok daha fazla olduğunu söylemek zannımca yanlış bir yargı olmaz. Bunun sebebi Starbucks gibi bir yapılanmanın doğası göz önünde bulundurularak bu kampanyayı yapmadaki art niyetinin daha kolay tespit edilebilir olduğudur. Oysa sivil toplum kuruluşlarına yardımlarda bulunan insanlar gerçekten iyi bir şey yaptıkları ve gerçekten dünyayı değiştirme özgürlüğüne sahip oldukları yanılgısına düşerler, ancak burada sahip oldukları özgürlük iktidarın belirlediği kadardır; gerçek değişime sebep olabilecek herhangi bir devrimci hareketin bir tür şaşırtma taktiğiyle engellenmesi. Tabi ki burada belirtilmek istenen sivil toplum kuruluşlarına bağış yapılmaması ve onların tamamen yadsınması türünden bir söylev değil, yalnızca onların gerçekten ne olduklarının anlaşılmasıdır: Göreli olarak (yardım etme bağlamında) etkileri minimal boyutta olan vicdan baskılama mekanizmaları.
Bu yazıda Noam Chomsky'nin iktidarın itaati sağlama yolunda kullandığı "özgürlüğün var olduğunu hissettirme" metodunun çözümlemesi Antonio Gramsci'nin hegemonya kavramı, Slavoj Zizek'in "Starbucks Kampanyası" üzerine yaptığı eleştiri ve buna bağlı olarak sivil toplum örgütleri üzerinden incelenmiş; iktidarın bu "metodu" nasıl oluşturduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Bu yazıyı bitirmek için kendilerini "eylem bandosu" olarak tanımlayan enternasyonel anarşist grup bANDİSTA'nın "Özgürlüğe Manuş" adlı şarkısında sıkça tekrarlanan "Özgürlük içinde özgürlük kafanda özgürlük, özgürlük sen nerdeysen orada" dizelerine yer vermek gerekli gözükmektedir. Evet, özgürlük gerçekten de "biz nerdeysek orada"dır; ama yalnızca iktidarın makul gördüğü;bizi tabiri caizse "uyutmak" için gereksinme duyduğu kadarı.


Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)
Kamu İçerisinde Varolmak

Her ne kadar bağlamından bağımsız bakıldığında bunu saptamak güç olsa da Arendt'in bu cümlede üzerinde durduğu "şeylerden oluşan bir dünya" kavramı aslında kamuya ve kamusal alanlardan oluşan bir topluluk düzenine işaret eder. Bu sözü Arendt 'in aynı metinde yer verdiği başka bir sözü olan "Bir araya gelmemizi sağlayan bir ortak dünya olarak kamu alanı tabir caizse birbirimizin üzerine yıkılmamızı önler." sözü ışığı altında incelersek şöyle bir sonuca ulaşırız; Arendt' e göre her ne kadar kamu alanları bireylerin yaşamlarını sürdürebilmelerini olanaklı kılsa ve bizim "birbirimizin üzerinde yıkılmamızı" önlese de aynı zamanda bireyleri toplum içerisinde birbirlerinden uzaklaştırır ve birbirlerine karşı bir yabancılaşmaya neden olur. Bu yorumun iki kısmının da felsefe tarihi içerisinde destekçilerini bulmak mümkündür.
Toplumsal dayanışmanın ve kamusallaşmanın insan varoluşunun bir gerektirmesi olduğu fikri Antik Çağ'dan bu yana felsefe içerisinde süregelen bir düşünce çizgisidir. Tarihin belki de en iyi öğrenci-öğretmen ikilisini oluşturan filozoflar Platon ve Aristoteles' in her ikisi de insanların varlığı için bir devletin varoluşunun zorunlu olduğu düşüncesi üzerinde hemfikirdi. Ancak şüphesiz ki tarih içerisinde kamusallığın zorunlu olduğu düşüncesinin ilk kapsamlı savunucuları "Sözleşmeciler" olarak adlandırılan güruh olmuştur, ve onların içerisinde kamusallığı en katı biçimde işleyen filozof konumundaki Thomas Hobbes'un düşüncelerinin incelenmesi, Arendt'in "insanları birbirine bağlayan" olarak düşündüğü kamusal dünyanın anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Thomas Hobbes "Güller Savaşı" olarak adlandırılan İngiliz İç Savaşı'nı tüm gerçekliğiyle deneyimlemiş biri olarak siyaset felsefesini yaşadığı bu dehşet verici deneyimler üzerinde kurmuştur. İnsanların savaşta ne gibi korkunç eylemlere muktedir olduğuna şahit olmuş ve insanların doğası üzerine kesin bir yargıya varmıştır: ona göre "homo homini lupus", yani "insan insanın kurdu"dur. Bireyler doğaları gereği çıkarcı ve bencildirler, kendilerine yarar sağlayacak eylemleri tabiri caizse "kimsenin gözünün yaşında bakmadan" eylerler. Bu durum insanlar arasında çıkar ilişkilerinin hiç bitmemesinden doğan sürekli bir savaş ortamını oluşturur ve bu ortamda hiç kimse (ne kadar güçlü ve çıkarlarını elde etme konusunda ne kadar yetkin olursa olsun) doğal durumun onlara vaat ettiği kadar uzun süre hayatta kalamaz. Bu sebeple insanlar, sürekli savaş ortamından doğan güvensizlikten kurtulmak ve yaşamlarını sürdürebilmek için mutlak özgürlükleri pahasına da olsa, hayatları üzerindeki mutlak iktidarı (Hobbes'un İncil'deki Leviathan'a benzettiği) devlete teslim etmeyi kabul etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında Hannah Arendt'in "kamusal alanların insanları birbirlerine bağlayıcı" özelliğinin makuliyeti açıkça görülür, zira bireylerin kamu alanları çerçevesi içerisinde birleşmediği bir ortamda bireyler sürekli bir savaş hali içerisinde olacak ve " birbirlerinin üzerine yıkılacak"lardır. Peki, kamunun "bireyleri birbirinden ayırıcı" özelliği konusunda ne denilmiştir? Bu sorunun cevabını bulmak için gözlerimizi Gül Savaşları İngilteresi'nden 1970'ler Fransa'sına çevirmemiz gerekmektedir.
Batı felsefesinde 2. Dünya Savaşı'ndan sonra patlak veren post-modernist ve post-yapısalcı akımların en önemli temsilcilerinden biri Fransız Michel Foucault'dur. Foucault kapitalizm-sonrası gelişen toplumsal yapılarda kamu alanlarının insanları bireyselleştirmede ve onlar arasındaki bağları koparmada oynadığı rolü gözler önüne serer. Foucault' ya göre bu işlem belirli pratikler çerçevesinde gelişir; bu pratiklerden ilkine "söylemsel pratikler" adını verir. "Söylemsel pratikler" belirli bir davranış biçiminin özelliklerinin pozitif veyahut sosyal bilimler vasıtasıyla belirlenmesidir. Bu işlem sonucunda davranış biçimlerinden biri "normal" olarak belirlenir ve kitle tarafından diğerlerinden daha makul olarak kabul görür ve benimsenir."Söylemsel pratikler"in ardından "Söylemsel olmayan pratikler" belirlenir. Bu pratikler "söylemsel pratikler" çevresinde şekillenen normlar ve kurallar bütünüdür. Bireyselleştirme işleminin son ayağı olan öznellik ise kişinin, kendisini bilincinde "söylemsel pratikler"den oluşan bilgiler ve "söylemsel olmayan pratikler"den oluşan iktidar üzerinden yeniden kavramsallaştırması ve sonuçta toplumun kabul gören bir üyesi olduğu kadar diğer üyelerinden uzaklaşmasıdır. Eğer kişi bu aşamalara tabi tutulmayı reddederse toplum tarafından reddedilir ve bu sefer açık bir baskıyla toplumdan uzaklaştırılır. Bu üç ayaklı işlemi ve reddedilirse olacakları Foucault "delilik" olgusu üzerinden açıklamıştır. Öncelikle normal insanın akli durumu ve bu durumun olmadığı bütün akıl "hastalıkları" (şizofreni,sosyopati, bipolar kişilik bozukluğu) tanımlanır. Sonrasında bireylerin "sağlıklı" bir akla sahip olduğunu gösteren davranışlar çizgisi belirlenir ve en sonunda bireyler bu "normal insan" tanımından ve kendilerine çizilen yol üzerinden kendilerine bir kimlik belirlerler ve bu kimliğin "normal" insan kimliğine uymasına azmederler. Şayet bu işlemi başarıyla tamamlamayan veya tamamlayamayan kimseler ise "hasta" oldukları veya "toplumun düzenini bozdukları" gerekçesiyle akıl hastanelerine veya hapishanelere gönderilirler. Bu "tektipleştirme" işlemi her ne kadar bizi birbirimize benzettiği için birbirimize yakınlaştırıyormuş gibi görünse de aslında sebep olduğu şey farklılıklarımızı yonttuğu bizlerin birbirimize bağlı olduğumuz iplerin ucunu geniş bırakarak örgütlenmemizi ve gerçek anlamda birlik olup bağlanmamızı önlemek, farklılıklarımızı yontamadığı zamanlarda ise bizi tamamiyle toplumdan dışlayarak bu ipleri koparmaktır. Bu "ipleri koparma" işleminin edebiyatta en ünlü kurbanı ise Franz Kafka'nın "Dönüşüm" romanının başkahramanı Gregor Samsa'dır. Samsa, bir sabah uyandığında bir hamamböceğine dönüşmüş olduğunu görür ve hayatı bu andan itibaren tamamiyle değişir. "Söylemsel pratikler" çerçevesinde "insan" ve "hamamböceği" kavramları açıkça tanımlanmıştır:insan "memelilerden, iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik bir biçimde dolaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan, dille, sözle anlaşan, en gelişmiş canlı sayılan yaratık."olarak, hamamböceği ise "hamamböceğigillerden, temiz tutulmayan yerlerde üreyen zararlı bir böcek." olarak tanımlanmıştır ve her iki türün "söylemsel olmayan pratikler" çerçevesinde izlemesi gereken yollar da oldukça açık bir şekilde belirlenmiştir. Ancak Samsa "Söylemsel pratikler" ışığı altında bir hamamböceği olmasına karşın "söylemsel olmayan pratikler"in insanlar için çizdiği yolu izlemeye ve kendini öznesinde hem hamamböceği, hem de insan özellikleri açısından kavramsallaştırmaya çalışarak sistemin kabul etmediği bir birey haline gelir. Bunun sonucunda önce toplum, ardından da kamusal yapının temel taşı olan ailesi tarafından reddedilir ve dünyadaki tüm insanlardan koparılmış bir şekilde, yalnız ve çaresiz, ölüme mahkum edilir.
Sonuç olarak yazıya basit bir özet geçmek gerekilirse Hannah Arendt bu sözüyle kamusal alanın insan varoluşu açısından zorunluluğuna Hobbes'cu bir açıdan açıkça makul görülen bir şekilde değinse de kamusal alanın Foucault'un ve Kafka'nın eserlerinde değindiği bireyselleştirici ve yabancılaştırıcı unsurları açısından okuyucuyu uyarmayı da ihmal etmemiştir.



Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Modern insan, dışarısı tarafından sağır edildiği için dinginliği ister."Gilles Deleuze
Gürültüden Kaçış

Her ne kadar Deleuze bu sözü 20. yüzyıl insanı için sarf etmiş olsa da, sözün geçerliliğini 21. yüzyılda da sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Çağımız insanı sürekli bir gürültü içerisinde yaşar; iletişim çağının beraberinde getirdiği insan ve kaynak çokluğu, modern yaşamın içkin olarak sahip olduğu koşuşturmaca hali ve tüm insanlığın içerisinde kendini kaybettiği bir çoklu üretim ve tüketim çılgınlığı... Tüm bu gürültüler, modern insanı yaşadığı ortamdan uzaklaştırmak ve dinginliği aramasına sebebiyet vermek için yeter de artar bile. Peki, modern çağın beraberinde getirdiği bütün bu sesler topluluğunun sorumlusu nedir? Cevap aslında oldukça açık gözükmekte: Kapitalizm.

Kapitalizmin bu "ses kirliliği" sorunundaki sorumluluğunu anlayabilmek için öncelikle Marksist bir açıdan kapitalizmi incelemek yararlı olacaktır. Karl Marx'a göre insan ilişkileri temelde ihtiyaçları karşılama zorunluluğundan meydana gelir ve bu zorunluluk üretimle karşılanır. Üretimi sağlayabilmek için iki temel gerece ihtiyaç duymaktayız, saf insan emeği ve bu insan emeği sonucu basitçe işlenmeye başlanan hammaddeleri işlemek için kullanılacak belirli adet edevat ve/veya makineler. Marx bu tür makineleri "üretim araçları" olarak tanımlar. Üretimin saf bir "sağlanabilme" durumundan çıkıp verimli bir hale getirilmesi içinse belirli ilişkilere ihtiyaç duyarız, bu ilişkiler ise "üretim ilişkileri" olarak tanımlanmıştır. Bu üretim ilişkileri tarihin başlarında insanların toplu yardımlaşma ve işbirliğine dayalı bir sistem iken belirli kimselerin üretim araçlarını ele geçirmesiyle bir sömürü ilişkisine dönüşmüştür. Sömürü ilişkisine dayalı tüm toplumsal yapılarda bir sömüren sınıf ve bir sömürülen sınıfın mevcutluğundan söz edilebilir ve Marx'a göre varolan tüm toplumların tarihi sınıf çatışmasına indirgenebilir. Bu düşünceyi göz önünde bulundurarak kapitalizmin nasıl ortaya çıktığını daha rahat anlayabiliriz: üretim güçlerine tamamiyle el koyulma süreci ilk olarak kölelik-efendilik sistemini doğurmuştur, ancak bu sistem zaman içinde büyük köle isyanları sonucu yıkılmış ve yerini feodalizme bırakmıştır. Feodalizm sistemi de şu an burjuva olarak adlandırdığımız tüccar ve esnaf sınıfının üretim araçları kontrolünde aristokrasiye karşı daha büyük söz sahibi olmak istemesi sonucu yerini mevcut modern düzen olan kapitalizme bırakmıştır. Bu bakımdan incelendiğinde kapitalizmin ve onun beraberinde getirdiği modern yaşantının modern insana getirdiği ilk zararı görebiliriz : Sömürü. Sömüren sınıf, sömürülen sınıfın elinden en temel hakkı olan üretim araçlarını elinden almakla kalmamış, aynı zamanda onu sonsuz bir sömürü zincirine mahkum etmiştir. En basit anlamda düşünüldüğünde, sömüren kısım -yani modern anlamda burjuvazi sınıfı- sömürülen kısıma -yani modern anlamda proletarya sınıfı-, sömürülen kısmın ürettiği metanın (burada Marx metayı "Özellikleri sayesine çeşitli türden insani istekleri karşılayan şey" olarak tanımlar) asıl değerinden daha az bir meblağı işçinin emeği karşılığında ona verir, zira burjuva kar etmek zorundadır. Bu durumun açık biçimiyle saf bir sömürüden başka bir şey olduğu söylenemez. İşin daha da vahim olan yani, bu sömürü işleminin sürekli bir artış içerisinde oluşudur: Sermaye sahibi kişi başka sermaye sahipleri ile pazar içerisinde yarışmak zorundadır, bu sebeple de işçilerin ürettiği aynı metaya verdikleri aynı emeğin karşılığı sürekli azalmaktadır. Modern insanın bu kadar ciddi bir sömürüye maruz kalarak yaşayıp bu sömürünün acı ağırlığı karşısında sağırlaşması gayet tabii bir sonuçtur.

Peki kapitalizmin getirdiği bu modern yaşamın sömürüsünden ve gürültüsünden arınıp dinginliğe ulaşmak mümkün olabilir mi? Marx bunun toplumsal anlamda mümkün ve hatta zorunlu olduğunu söyler. Bunun sebebi kapitalizmin yapısı gereği yıkılmaya mahkum oluşudur; basitçe açıklamak gerekirse serbest bir pazarda burjuva sınıfının mensupları sürekli başka burjuvalar tarafından üretim yarışında altedilir ve iflas eder. Bu burjuvanın yaşamını sürdürebilmek için proletarya sınıfına katılmaktan başka çaresi kalmaz ve sayıları sürekli artan proletarya sınıfı sürekli azalan burjuvazi sınıfına karşı, uzun yıllar boyunca gördükleri sömürünün karşılığını vererek isyan ederler ve bir devrim başlatırlar. Bu "devrim kehaneti" şu ana kadar gayet akla yatkın görünmektedir, ancak cevaplamamız gereken bir soru var: Madem proletarya içerisinde bir devrim yapma fikri sürekli artarak ilerlemekte, neden kapitalizmin etkilerinin proletarya içerisinde belki de en ağır olarak hissedildiği dönemde devrim olmadı ve bu devrim fikri o zamandan bu yana bir azalma göstermiş durumda? Bu sorunun yanıtını 20. yüzyıl Marksistlerinden Antonio Gramsci'nin "hegemonya" kavramında bulabiliriz. Burjuvalar elbette bir devrim olasılığının farkındadırlar ve bu devrime karşı kendi içlerinde belirli önlemler alırlar. Gramsci'ye göre proletarya içerisinde gerçekleşen bu devrim dalgalanmalarını önlemenin iki yolu vardır: bunlardan birincisi bariz olarak şiddet uygulaması, ekonomik tahakküm ve işten çıkarılmanın tümüdür. Bu engelleme biçimi kendi başına kısa vadede kabul edilebilir ancak uzun vadede istenmeyen sonuçlar doğurabilecek bir yoldur, çünkü uzun vadede bu eylemlerin tek sebep olduğu şey işçilerin burjuva sınıfına karşı sahip olduğu mevcut nefret ve kini iyice arttırmak ve devrim sürecini hızlandırmaktır. İkinci yol ise işçilerin fikir yapısını kontrol etmek ve onu üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın çıkarları dolayısınca manipüle etmektir. Gramsci bu tür kitlesel manipülasyonları hegemonya olarak tanımlar ve bu manipülasyonların baş aktörü medyadır. Medya bir hegemonya olarak sürekli bir şeklide işçilere yönetici sınıfın ahlaki ve siyasi değer yargılarını yüklemekle yükümlüdür. Bu sürekli manipülasyon sonucu burjuva ahlakı işçilerin kafasında kendisine yer edinir ve işçilerin düşünce yapısında bir sağduyu niteliği kazanır. Bu kitlesel manipülasyonlara elbette bütün işçiler tutsak olmaz, ancak kitlenin çoğunun hegemonyayla kontrol altında tutulması burjuvalara karşı gelebilecek muhalif küçük gruplarla mücadelede birinci yolun kullanılmasını (şiddet,ekonomik tahakküm, işten çıkarılma) çok daha kolay kılar ve bu yolun uzun vadedeki zararlarını neredeyse yok eder. Bu çatı altında düşündüğümüzde Deleuze' un "sağırlaşma" kavramına yeni bir pencereden bakabiliriz. "Sağırlaşma" yalnızca kapitalizmin getirdiği sömürünün insana verdiği acıyı ve modern hayatın gürültülü durumuna karşı bir direnişi değil, aynı zamanda insanların yönetici sınıfın uyguladığı hegemonyaya karşı bir hezimetini de simgeler. Doğal olarak kabul ettirilen bütün bu çıkarcı ahlaki değerler ve bütün bu manipülasyon proletaryayı ve bu proletarya kitlesi içerisinde varolan bireyi düşünme yetisinden yoksun kılar, onun zihnini yönetici sınıfın dogmaları ile doldurur ve onu isyan edemeyecek, devrim yapamayacak bir makine haline getirir.Şu durumda söylenebilir ki hegemonya ile mücadele edilmeden ve ondan yararlanılmadan toplumsal sömürüden ve modern hayattan kaçıp dinginliğe ulaşmak mümkün değildir.


Hiç yorum yok: