29 Haziran 2019 Cumartesi

Beyza Sarı / KDZ Ereğli İbrahim Süheyla İzmirli Fen Lisesi / Zonguldak / Düşünyaz 6 Türkiye 5.si



Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler"  Bertrand Russell

ÖNSÖZ
Sevgili okur, belirtmek isterim ki şu birkaç kağıt üzerinde temellendirmeye çalıştığım şey buna hayatını adamış insanların koca ömürlerinde uzanıp yattığı için köklü bir düşünüşün felsefesi birkaç kağıda sığamaz. Burdaki amacım varolan bir felsefe için kendimce bir aksiyom oluşturmak olmakla beraber kurtarıcı bir zihniyeti daha anlaşılır bir sadelikle işlevselleştirmeye çalışmaktır. Ve bir şeyin işlevselleşebilmesi rasyonel temellere oturtularak doğru anlaşılabilmesine bağlıdır. Şu birkaç kağıt içinde bir isyanın, karşıtlığın, doğrucu zihniyetle temellendirilmiş bir diyalektiğin varlığını göreceksiniz. Kalemimin koca bir felsefenin panaromasını bir parça olsun yansıtabilmek amacından dışarı çıkmadı, kelime oyunu abartısına düşmemeyi yanılgısına düşmemek için çabaladı ve kör topal da olsa cümleler yığınına noktayı koydu. Eğer içtenlikle söylemem gerekirse en hisli yazılarımdan birini noktaladım, çünkü bu sayfaları iki sene önce kazanma yoluna baş koyup yüze yüze sonuna geldiğim bir organizasyon için oluşturdum ve benim için mücadelemin sonucudur. İlk kez gördüğüm bir şehre beni taşıyan kalemim ben olmak ve tamamlanması mümkün olmayan bir gelişim sürecinde birkaç adım daha atabilmekten başka amaç gütmedi, bana beni ve zihniyetimi bir kez daha kanıtladı. Bunları belirtmeyi bir borç gibi omzuma taktım çünkü birazdan okuyacağın her kelimenin arkasında samimi bir zihniyet yatıyor. satırların arasında onları gerçekten özgürce ve hissiyatla oluşturan ben yatıyorum. Keyifli okumalar...

Makineleşmeyen Dogmalar
Makineye tapmak, olağanüstü bir programlanmışlık güdüsüyle yapılan maddi güce ulaşma isteğiyle ilintilidir. Bir güdünün de ötesinde varoluşsal bir sancının, hayatını idame ettirme arzusunun ve gereken doyuma ulaşmamış olan maddi ihtiyaçların bir sonucudur bu durum. Ama Russell'a göre asla bir dogma değildir. Doğuştan programlanmış olduğumuz şey; risk, tutku ve tutarsızlığı gerektiren tinsel kısmımızı doyurmaktır ve bu makineyle mümkün olamaz. Şiddetli bir çekişme vardır makine ve duygu saflarında. Duygu, çıldırasıya bir şiddetle düzene ve sistemliliğe karşıdır. Makine de çelişkili ve akışına bırakılıp programlanmamış durumlara. Birbirlerini baskılarlar. Manevi boyutumuzun anarşik yapısı bir akıcılığı doğuran, grameri ve kuralları reddeden bir oluşken sistemlilik ve robotik bir evreni beraberinde getiren yüzyıllar güç kavramını doğurur. Güç diyalektiğinin determinist bir kavramı olan kölelik, diyalektiği içinde barındıranların farkında olduğu bir durum olmamakla birlikte baskılanan tüm güdüler gibi taşmak için pusudadır. İşte bu taşma noktasında alıntıda bahsedilen tiksinme belirginleşir. Bu tiksinmeyi bir argüman olarak temellendirebiliriz. Maddi doyuma ulaşmışlık tinsel dürtülere yerini bırakınca makine tiksinç bir materyal olarak karşımıza çıkar çünkü taşma zamanı gelmiştir. Güç diyalektiğindeki agnostik farkındasızlık, gücün sistemlilik maskesi altındaki kölelik ortaya çıktığında toplumda savaşa ve katliama neden olur. Algısal bir güncellemeyle maddeci bilinç özbilince akınca doyuma ulaşma arzusundaki duygularımızı görürüz, ve tabi makinenin kölelikle aynı şey olduğunu.

Russel tiksinme durumunu anlatırken bağlam 19. yüzyıl çerçevesidir. 19. yüzyılda toplumun çoğunluğu tarafından sevinçle karşılanan makine egoyu doyurcu bir süreçtir. Bunun erekbilimsel olarak incelenmesi gerektiği kanısındayım çünkü maddi arzuları hareket ettiren bir dogmadan ziyade ortada ulaşılması gereken bir fiziksel doyum ereği vardır. Makinenin büyüsüne kapılmamaksa maddi doyumun makineyle karşılaşmadan önce gerçekleşmiş olmasıyla mümkündür. Russell'e göre makinenin önemi hayatta kalma konusunda pragmatik olmasıdır ve buharla birlikte gelişen makineleşme sürecine, başlarda yalnızca asıl ihtiyaçlarımızın ve dogmalarımızın sezgi ve duygu içerikli olduğunun farkında olan estetikçiler karşı çıkmıştır. Onlara göre makine yalnız fiziksel ihtiyaçları doyuma ulaşmış olanlara gücü zerk eden bir enjektör görevi görmektedir. Enjektör gücü zerk edince moraliteyi, etiği de içerden çekmektedir. Bu durumda fiziksel doyumuna ulaşmamış birisi makinenin büyüsüne kapıldığında oluşan tehlikeli insanları görürüz. Çünkü otorite tanımayan anarşik güdülerimizi bir usulsüzlük zannedip panzehir olarak materyalist bir yaklaşım uzatmak insancıl bir yöntem değildir. Russell özellikle de bunu eleştirir. Eğer maddi bir doyumsuzluk varsa temele inip onarılmalıdır. Şayet eğer makine mutlulukla orantılı artıyor yanılgısına düşülürse özbilincimiz bu zihniyetteki kırık ve çatlaklardan daha şiddetli fışkırır. teknolojini kölesi oluş toplumdaki insani ilişkiler zayıflar ve bu daha şiddetli, insani olandan daha uzak, daha motomod, daha mekanik katliamlara neden olur. Katliamı, feci sonucu önleyecek şey temele inmekte yatar. Bu da öncelikle insanların fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla yapılırsa bilişselliğin pragmatikliği ön plana çıkar. Fiziksel ihtiyaçları giderilmiş olan insanlar tözümüzde gizlenen entüisyona, insanlığa ulaşmaya daima hazırdır ve böylesi biri maddenin büyüsüne kapılmaz. Maddeyi paranteze alıp fenomen olan insani değerlere yeniden ulaşır.

Russell'e göre bilim bunu sağlama ereğinde kullanılmalıdır zira makinenin beraberinde getirdiği zihniyete tabii olanlar için bir maddeden daha mutlu edici olan tek şey birden çok maddedir. Russell'in özellikle bilimle ve temele inerek düzeltilmesini öğütlediği şey de bu zihniyettir: Mutluluğun maddeyle orantılı olduğu zihniyeti. Bu algıyla mutlak güce ve huzura ulaşılamamasının sebebi insanın makineyle fiziksel ihtiyaçlarını doyurduktan sonra asıl olan derin duygu açlığını fark etmesi ve diyalektikteki iki karşıttan güç kavramını içselleştirdiğini fark ederken aslında gücün kölesi olduğunu anlamasıdır. Yani pergelle kendine çizdiği şeyin hükmedebileceği bir kozmos olduğunu zannederken her ucu kapalı bir çemberle karşılaşmasıdır.

Russel'ın eleştirdiği mekanik beyinli 19. yy sonrasında başgösteren maddeciliğe bakınca ek olarak aristokratik ve kapitalist dönemlerin kırıntılarını görürüz. Bu dönemleri tek tek incelersek Russel'in anlatmaya çalıştığı maddeci kölelik durumunu daha iyi anlayabiliriz. Ancak burda bahsedilen aristokrasi felsefe dünyasında ideal bir düzen sorusuna cevap olarak uzatılan tarzında değildir. Aristokratik dönemde belirgin olan kavram liyakat değil varlıktır. varlık çokluğun ve zenginliğin belirginleştiği bir kavram olduğu için plütojkratik bir anlayış daha belirgindir. Aristokratik dönemde saygınlığın varlıkla doğru orantılı oluşu ona karşı güvensiz bir kesim de oluşturmuştur. Soyun, ırkın, varlığın yönetimi Russell'in eleştirdiği durumla bağdaşıktır. ''Varlıklıların yönetimi'' anlayışı olan plütokrasideki egemen gücün maddeyle özdeş oluşu da bu durumla ilintilidir. Zaten Russell'in temellendirmesinde de maddi kavramları sıkça görürüz çünkü zaten makine maddi eksikliği olan insanları zehirlemektedir. Toplumda var olma çabası için fiziksel eksiklikler duygusal ihtiyaçlardan daha önemlidir ve öncelikleri tamamlanmamış insanlar mutluluğu onların tamamlanmasında bulur. Tamamlama sürecinde madde arttıkça mutluluğun da artış gösterdiği zannedilir ve bu alıntıda bahsedilen makineye tapma, değer verme durumunu oluşturur. Doyuma ulaşan fiziksel arzuların ardından güdülerimizde daha doğuştan yer edinmiş olan duygularımızın çırılçıplak kaldığını görürüz ve onu tamamlama isteğine kapılınca da makineden tiksinme, ondan nefret etme durumu oluşur.

Yani alıntıdaki karşıtlık maddi ve manevi boyutumuzu tamamlamakla ilgilidir. Ve makinenin mutlak mutluluk Vaad etmemesinin sebebi makineleşmeyen dogmalarımızın olmasıdır.



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Geçmişin doğruları bugünün yanlışlarına dönüşürken geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihinin treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz dayanıklılığını yenilgisinden almıştır. “ Horkheimer (Akıl Tutulması)

Bu özlü alıntıda, tarihin treni, doğruluk hayaleti ve erksizleşmek Horkheimer'in zihnindeki hakikat temellendirmelerine dayalı kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğruluk hayaleti, Horkheimer'a göre akıl sınıflandırılmasında nesnel nitelik taşıyan "us" un fonksiyonları ve geçmişe yönelik hatırlatmalarıdır. Bunlar, irrasyonellikten rasyonelliğe evrilen toplumun ekotonu, arada kalmışlığıdır.
Temele inmek gerekirse Horkheimer toplumdaki dejenerasyona panzehir olarak aklı uzatır. Fakat bu salt metadan, maddenin ve atomun özünden meydana gelen materyalist akıl değildir. Horkheimer'a göre, dejenerasyon, rasyonel bir akılla önlenebilir.

Bu rasyonel akıl iki karşıt bağlamda ele alınır. Biri mutlak nitelik taşımaya yaklaşan, bir semptom olarak spekülatif akıl kavramını doğuran, en basit tabiriyle "nesnel akıl" diyebileceğimiz "us" tur. Ve dejenerasyon, us ile bütünleşmiş halde olan, en basit haliyle "öznel akıl" diyebileceğimiz "anlak" ile usun doğruluk sahasında uzlaştırılmasıyla önlenebilir. Bu noktada, Horkheimer'ın düşüncesini temellendirirken koşullarından etkilendiği zamana ve mekana gitmek gerekir. Çünkü Horkheimer felsefesini bir bütün olarak ele aldığımızda bir kısmının pozitif, bir kısmının negatif nitelik gösterdiğini fark etmekteyiz. Rus devrimi döneminde devinime sonsuz inanç besleyen Horkheimer, daha sonraki dönemlerde baskıcı otoritenin etkisiyle objeleşen özneyi, metalaşan vicdani ve insani değerleri gördükçe umudu, ve ona tutunan felsefesi negatifleşmiştir.

İlk kuramlarını ortaya attığı dönemlerde Horkheimer, sosyal devinimin gerçekleşeceğine ve devinimin sahip olduğu vitalizme inanmaktadır. Horkheimer'a göre bu devinim, rasyonel bir akıl aracılığıyla toplumu ıslah edecektir. Toplumun ıslahıysa, rasyonelleşmesine bağlıdır. Yani değişim, bilişseldir. Ancak bu şekilde yaşam ve değiştirme gücünü muhafaza edebilir.

Bunun için Horkheimer, bir diyalektik ile karşımıza çıkar. Diyalektiğinin işlevsel olması tarihle, doğayla yani sosyal yaşamla bütünleşmiş, karşıtlıkları uzlaştırmış, değişimi kavramsallaştırmış olmasıyla mümkündür. Değişim kavramının Horkheimer tarafından sıkça ele alınmasının sebebi, düşüncenin mutlak olmamasıdır.
Alıntıda bahsedilen doğruluk hayaleti ise, toplumdaki yozlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkar. Horkheimer'ın kuramlarını ortaya attığı, toplumun rasyonelleşeceğine ve bunun toplumdaki noksanları, deformasyonları onarabileceğine inandığı dönemlerden sonra teknolojiye bağlı olarak hızlı bir nesneleşme baş göstermiştir. Baskıcı rejim, insanları bir robota dönüştürmekte, onların ahlaki yargılarını bile tümüyle maddeleşmiş bir kalıba sokmaktadır. İnsan, teknoloji tarafından idam edilmektedir. (ancak Horkheimer bu düşünceleriyle teknolojiyi kötülemek ereğinde değildir. kötü olan, teknoloji değil, insanın onu kullanma biçimidir.) Teknolojileşme, usun kullanım biçimini değiştirmiştir. Us, ideolojik darbelere araç haline gelmiş, deformasyona uğramıştır. Sosyal hayatta insana yer edindiren şey meta ve sahip olunan maddelerin çokluğu haline gelmiştir. Ve bu noktada manipüle olmuş haldeki öznel akıl devreye girmektedir. İşte tam da burada şiddetli yırtıklar, yozlaşma oluşmaktadır. Çünkü Horkheimer'a göre akıl evrensel yönergelere dayanmadığı sürece tüm işlevini yitirmekle kalmayıp karşıt bir işlev kazanır. Bu durumda insan kendisini öznel akılla harekete geçerken bulur.
Öznel akıl, metalaşmış dönem içerisinde çıkarcı, bencil ve salt bireyci düşünmeye neden olur. Bu konuda Horkheimer şöyle demektedir: "Birey kendisini doğruluk tasarımına uygun bir biçimde gerçekliğe şekil verme sorumluluğundan azat ederse, zorbalığa teslim olmuş demektir." Horkhimer'a göre öznel aklın yanıltıcılığı bu yüzdendir. Öznel akıl teknolojinin ivediliği içerisinde zorbalaşmış olmasının yanı sıra dogmatiktir ve eleştiriye tabi tutulmaz. Bu da öznel aklın "doğruluk" kavramından bahsetmesi imkanatını çürütür.

Alıntıda bahsedilen geçmişin doğruları, bugünün yanlışları kavramlarıysa teknolojiyle beraber çıkarların, bireysel aklın ön plana çıkması sebebiyle tehlikeli bir oranda kullanıma açılmış olan öznel akıl, ve doğruyu arz eden, geçmişte kalan nesnel akıldır. Nesnel akıl, toplumun rasyonelleşmesinde (ki Horkheimer için toplumun yenilenip güçlenmesi bu rasyonel temellere oturmasıyla mümkündür) başrolü oynar. Yani doğru kullanılırsa toplum için bir yama, ve hatta baştan yaratma gücüdür. Teknoloji, materyalist anlayış ve baskıcı otorite ise ben kavramını, kişisel hırsları öne çıkarttığı için öznel aklı devreye sokar. İşte alıntıda bahsedilen doğruluk hayaleti, nesnel aklın kırıntılarıdır. Bu kırıntılar, ben kavramı ileri derecede ön plana çıkmışken doğruluğun epistemalarına mutlak şekilde sırtını yaslamış, metafizikten belli oranda arınmış, gerçekçi, rasyonalist, ıslah umudu vaat eden ve en mühimi insancıl olanı koruyan nesnel aklın zaman zaman gelen hatırlatmalıdır. Çünkü çağ ilerlemiştir, insanlar robota, salt maddeye dönüşmüştür. Vicdan ve insaniyet kavramları insandan boşanmıştır. İşte tam böyle bir zamanda nesnel aklın hatırlatmalarına maruz kalırız. Doğruluk hayaletlerine...

"Ben" öznesiyle düşünüp Horkheimer düşüncelerini sorgulayacak olursam birbiri üstüne oturtulmuş diyalektik taşlarının henüz ilk adımlarında gerçekçilikten uzak bir yanlışlık yapıldığı kanısında olduğumu belirtmek durumunda kalırım. Çünkü Horkheimer, sürekli bir değişimden bahsediyor. Bu radikallik, insanların içindeki dogmalar ihmal edilmeden düşünüldüğünde gerçekçilikten uzaktır. Toplum için tümüyle deri değiştirmek mümkün değildir. Oysa Horkheimer sosyal hayattaki değişim konusunda başlarda böyle bir tasarı içindedir. Ancak insanın ve öznel aklın doğadaki tahripkarlığına şahit olunca bu tasarısı, ve tasarısının sathında uzanmış olan umudu erimiştir. Horkheimer, değişimin deterministliği , gerekliliği ve radikalliği üzerinde durmaktdır. Ben ise bu kavramlardan yalnızca deterministliği kısmen seçip çıkarabiliyorum. Çünkü Horkheimer kafasının içinde inşaatları yıkmakta ve umudu yeni temeller atmakta görmektedir. Oysa insan kısmen dogmalarla örülmüş bir varlıktır. İnsan için ihtiyaç organ yaratmaz, var olan organ ihtiyaca hizmet eder. Bu nedenle değişim kısmen deterministtir. Çünkü şeyler, devam ettirdikleri varlıklarını sürekli yenilenmelerine borçludurlar. Ancak değişim hiçbir zaman deri değiştirme gibi olamaz. Bina yıkılamaz. İnsan denen varlık için kolonlar ve kirişler her zaman sabit kalmak durumundadır. Nihai olarak değişime girebilecek şeyler kapılar, pencereler ve pervazlardır. Horkheimer temellendirmelerinde köklü değişikliklerden bahseder üstelik bunların rasyonel olması gerektiğine vurgu yapar. Oysa devinim (gereğinden fazla) sürerli olursa vitalizmini, yaptırım gücünü kaybeder. Devinim sürekli olursa, insan buna dayanamaz ve geriler çünkü belli temeller üstüne inşa edilmiş zihin localarına sahip varlıklarız. Değişimin determenistliği, doğrunun ve gerçekçiliğin var olabilmesi için gereklidir. Ama köklülük olamaz. Yani Horkheimer felsefesi, nesnel aklın belli ölçütlere dayanması gerektiği bakımından, teknoloji ve öznel akıl birleşirse oluşacak olan sentezin yakıcılığı bakımından doğruyken nesnel aklın uğrağını iddia edilen yenilgi,köklü değişiklikler bakımından gerçekçi değildir. Çünkü insan yıkılmaya değil, ancak onarılmak amacıyla yeniden yapılandırılmaya müsaittir.



Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Felsefe 'mantıklı isyan' gibi bir şeydir. Adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu halin karşısına düşünceyi çıkartır."Alain Badiou, Sonsuz Düşünce
Bir saha. İçinde Badiou, isyan ve ekler. Felsefenin, varlığını kendilerine borçlu olduğu isyan ve ekler...

Badiou, felsefeyi belli bir kuramın içindeki bir kodese tıkmaz. Onu bölmez. Onu zihninde statikleştirmez ve aksine bir akışın sonucu olarak ifade eder. Çünkü bölünmesi, felsefeyi mümkünatı kapasitesinde ölü kılar. Sanat felsefesi, siyaset felsefesi, bilim felsefesi ve bunun gibi sıralayabileceğimiz başlıklar yalnızca felsefenin, gerçek felsefenin, genzine dayanmış bıçaklardır. Felsefe, Badiou için insanın zihnindeki hakikat kapasitesinin içinde olan dört ana unsurdan oluşan geniş bir sahadır. Burası, isyanın sahasıdır. İşte bu küçük alıntı da tam olarak bunu temellendirir.

Saha, bir anlamda varlığını, içindeki diyalektiğe ve kucakladığı hakikat alanlarının farklılığına borçludur. Çünkü Badiou'ya göre hakikat kapasitesinin dört ana unsuru sanat, aşk, politika ve bilimdir. Fakat bu kavramlar, insana -bilgi olduğu yanılgısına düşülen- hakikati anlattığı , ya da felsefi sorunların kucağında olduğu için hakikat kapsamına girmez. Bu kavramlar, birer isyanın ve karşıtlığın doğurganlığının sonucudur. Karşıt bir savunma bu kavramları diri tutar. Badiou felsefe yapar çünkü isyan ediyordur. Ona göre düşünme sahasının olabilmesi için mantık, isyan, evrensellik ve risk olmalıdır. Oysa günümüz dünyası bu kavramların cesetlerini içermektedir. Kalıplaşan yargılar mantık unsurunu öteler. Alansal uzmanlaşma, evrenselliği çürütür. Güvenlikçi yaklaşım riskin önünde bariyer kurar. Yani felsefe günümüz dünyasında gezinirken ayakları sürekli bu kokuşmuş kavram yığınına takılmakta ve bir akışın doğal sonucu olmanın yanından bile geçememektedir. Badiou bu nedenle isyan eder zaten. O bilgi birikiminin bir sonucu olan kültür yerine sanatı savunur. Hedonist bir bilgi birikiminin sonucu olan cinsellik yerine aşkı savunur. Teknik uzmanlaşmanın mahsulü olan teknolojinin karşısına ise bilim ile çıkar. Ve "Felsefe için manifesto" kitabında şu sözleri söyler: "İnsanın sözünü edemediği şey, tam da felsefenin söylemeye çalıştığı şeydir." Badiou unsurlarının bir isyanın sonucu olduğunu temellendirirken bundan bahsetmiştim.

Badiou'ya göre felsefe geniş bir sahayı kucaklıyor ve içinde karşıtlığın sonucu olan bir diyalektiği barındırıyorsa felsefeyi kalıplara sokamayız. Felsefeyi var eden şey olayların ucuna sürekli bir ekleme olmasıdır. Bilakis hakikat doğru, mutlak şey değil, işte bu akışkan ve yenilenen olayların sonucudur. Ve hakikati oluşturan bu akış, felsefenin tözüdür.

Bir nehir düşünün ve onunla Badiou'nun felsefi görüşünü temellendirin. Nehrin bir çıkış noktası vardır. Felsefede bu çıkış noktası, isyanın ve karşıtlığın ta kendisidir. Nehir daha sonra ilerler ve kollara ayrılır. işte bu kollar felsefenin kapsadığı farklı hakikat alanlarıdır. Felsefe hepsini kucaklar. Aslolan o nehrin sürekli akış içinde oluşudur ve bir kaynağa bağlı olduğu için sürekli eklerin olmasıdır. Badiou felsefesinde bu ekler hakikat kavramıyla ilgilidir. Hakikat ona göre doğruluk, mutlakıyet, kesinlik, açık seçiklik, uygunluk belirten bir kavram değildir. Bilgi Badiou'nun dünyasında varlık alanını karşılar. Hakikati karşılayan şeyse olayların sonuçlarıdır. Bu sonuçlar sürekli yeni olayların, yani eklerin gelmesiyle netlik kazanır. Yani bizi hakikate ulaştıran şey, nehrin kollarının ve kaynağa bağlı olarak gelen eklerin bileşkesidir. Hakikat olması için su sürerlik, birbiri ardına eklenme durumu ve nihai olarak olayların sonuçlarının birleşimi şarttır.

Badiou'nun felsefe alanındaki 'farklı hakikat alanlarının birleşmesi' kavramını kendi yaşantısında da görürüz. O bir politikacı, oyun yazarı, romancı ve matematikçidir. Kafatasının içinde, zıtlıkların birleşiminden doğan bir "karşılaşmaların zihni" vardır. Ona göre bu kavramlar tek ve açıklayıcıdır. Hatta "matematik ontolojidir" der Badiou. Sanat biriciktir. Tüm bu kavramlar insanın yetenekli isyanıyla iç içedir. Ama o, sanat tektir, bilim tektir, siyaset tektir diye başlıklara ayırıp onları birbirinden koparmaz. Badiou, bu kavramları önce kendi içlerinde bütünleştirir, daha sonra bir isyan malzemesi suretinde felsefenin kucağına oturtur. Bu alanlardaki -özellikle matematik- bilgiler onu varlığa götürür. Ancak "Badiou'ya göre varlık" ı incelerken "Badiou'ya göre hakikat" kavramının kesinlikle ötesinde durulmalıdır. Çünkü Badiou hakikati 'bilgi, gerçeklik' ile addetmez, bu kavram yanılgısı Badiou için bir lekedir. Varlığa bilgi ile ulaşırken hakikate sürekli eklenen olaylarla ulaşırız..

Kavga eder gibi bir felsefedir onunki. Ve bence doğrudur da. Çünkü insanlar nesillerdir onlarca bilim çıkartıp başımıza iş açtı. Onlarca kavramı ayırdı, bozdu, birleştirdi, başlıklara ayırdı. Peki bunları niçin yaptı? Biz bunları ne için yaptık? Bencil değil miyiz? Evet, fazlasıyla. Ve tüm bilimlerin çıkış noktasına baktığımızda İnsanın tek bir karakter özelliği bu çıkış noktalarında öncüdür: bencilliği.

İnsanlık tarihinde her şey bir "kendin için" düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Metafiziği ortaya attık çünkü ruhun bilgisine ulaşmaya muhtacız, çünkü sorgulama ve merak içerisindeyiz. Tin anlamındaki sorularımızı tatmin edebilmek için ilk kez kullandık "metafizik" kavramını. Koskoca binalar inşa edip adını okul koyduk. Onlarda geometri, matematik, biyoloji, fizik görüyoruz. Çünkü tüm bu alanlar insan kaynaklı. Çevreyi anlamlandırabilmek için biyoloji görüyoruz. Analitik ve çözüm odaklı düşünebilmek için matematik... Yani bilim, felsefe, din ve benzeri alanlardaki örgütlenmelerin tümü insan kaynaklıdır. Ve çoğu insanın merak duygularını, daha iyi düşünebilme, daha kaliteli yaşayabilme, hastalıklarına çare bulabilme, ulaşılmaz görünene hızlı ve rahat ulaşabilme isteğini tatmin edebilmek için vardır.

Badiou'nun felsefesi bu yüzden gerçekçidir. Çünkü onun felsefesi, yine insan kaynaklı olan bir oluşumu işlevsel hale getirmeyi amaçlar. Eğer bencilsek ve benciysek bunu lehimize çevirmeliyiz. Badiou isyan ederek bir bakıma felsefeyi araç olarak, düşüncelerinin bir aktarımı olarak kullanıyor. Ki bu, felsefeyi insan için daha işlevsel hale getirir. Dünyadaki adaletsizliği felsefe ile haykırabilmek ona erdemli bir anlam da katar bana göre. Toplumdaki bölünmeyi Badiou felsefesiyle yok edebiliriz. Çünkü bölünme toplumsal bir hastalık yaratıyor. Öteleme ve dışarlama hastalığı. Düşüncelerimiz farklı başlıklar altında incelenip keskin sütunlarla ayrıldığı için toplumsal hayatta da birleştirici ve bütünleştirici olamıyoruz. Badiou felsefesi bu ayrımı ortadan kaldırıyor ve felsefeyi toplumsal hastalıklarımızın tedavisine bir panzehir olarak sunuyor. Ve bence nehir somutlamasındaki kaynağın sürekli eklediği yeni sular ön yargılarımızın kırılmaz kabuklarını kırabilir. Çünkü Badiou felsefesinde sürekli olan bir akış hakikati oluşturuyorsa hakikatin bilgisine geçmişten, bir bilgi birikiminden de ulaşamayız. Ve bu durum ön yargı kabuklarımızı da kırar. Çünkü ön yargının sebebi, olduğu zannedilen bilgi birikimidir. Badiou ise bunu reddeder. Eğer gerçekten de onun dediği gibi bir akışın sonuçları toplamı bizi hakikate ulaştıracaksa sürekli yeni deneyimlerimizi de bilgilerimiz arasına katarız. ve sürekli yeni şeyler deneyimlemeye kurulu varlıklar olduğumuz için tamamlandığına emin olduğumuz bir bilgi birikiminden söz edemeyiz. Birçok insan olaya bu yönden bakmaz ama bence ön yargılarımızı tam da Badiou felsefesiyle yıkabiliriz.

Farklı alanları kucaklayarak evrensel olana ulaşabiliriz. Tüm başlıkları birbiri içinden kaydırarak bir sentez ortaya çıkartır ve keskin ayrımlardan kurtuluruz. Kalıplaşmaz, dizgeleşmez bir hal alır ve keskin değer yargılarına tabi olmayız. İsyan ederken, konuşurken ve hatta susarken bile felsefeyi kullanır ve bencilliğimizi işlevselleştiririz. zıtlıkların tohumuyla toprağa can veren erguvanları görebiliriz. Hepimiz insan kavramının hakkını verecek kadar gerçekçi bir samimiyet ve haklı nedenlerle hayatlarımızı sürdürebiliriz.

Ve inanıyorum ki bunu sadece, "Birazcık Badiou" ile yapabiliriz.


Hiç yorum yok: