Düşünyaz 6, Final Yazısı
"İnsanları edilgen ve itaatkar
kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince
sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta
insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya
cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu
hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam
Chomsky
KAPALI BİR
KUTUDA FARE, SAĞA MI SOLA MI DÖNECEĞİNİ SEÇEBİLECEĞİNDEN, KENDİNİ ÖZGÜR SAYAR
Tarihin her basamağında; gerek zayıf bir irade, gerekse sorumluluk hissinden kaçınma gereksinimi sonucu insanlar, kalabalık kitleler halinde yönetilmiştirler. Gözlemlenebileceği üzere, yönetim alanında muhtelif fikirler öne atılmış, yüzlerce farklı egemenlik tanımına, aynı miktarda teori öne sürülmüştür. Bunun sonucunda oluşan yönetim biçimleri, yöntem bakımından farklılık göstermiş, araç olarak kullandıkları farklılaşmış ancak temelde aynı şeyi hedeflemiştir: Güçsüzün, güçlüye itaati. Bu düşünceye karşı sunulabilecek bir karşı-argüman, Jean Jacques Rousseau gibi halkın iradesini ön plana çıkarma amacına sahip düşünürler olabilir. Burada amaç aslında farklı değildir. Yalnız -Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesinde" belirttiği gibi- güç, ilkel hayatın zorunlu kıldığı içtepi veya iç dürtüler değil, "Egemen aklı" vücuda getiren, medeni insanın sağduyusu ve mantığıdır. Bu noktada dil ile ilgili çalışmalarıyla öne çıkan Amerikalı düşünür Noam Chomsky'den verilen alıntının ilk cümlesinde görüldüğü gibi, özellikle monarşik, oligarşik, teokratik hatta bazı meşruti yapılarda ( örnek olarak 1876'da Osmanlı İmparatorluğu'nda ilan olunun I. ve II. Meşrutiyet dönemleri), bu sağduyu ve mantıkın aksi yöne çevirilerek, halkın kendini değil, hükmedenin halkı yönetmesi maksadıyla kullanıldığı söylenebilir. Bu çevirme hareketinden kasıt, bu kavramları yok ederek, insanların düşünmelerine sınır koymaktır ki bu, esasen "düşünmek" fiilinin özüne ters düştüğünden, bilfiil, düşünmeyi engellemektedir.
Düşünmek; bir alışkanlık haline gelen, bilgilerin, özgün fikirler ile harmanlanması sonucu meydana gelen, aslında insan varlığının birincil kaynağıdır. Descartes'in "Düşünüyorum, öyleyse varım" saptaması buna bir örnektir. İnsan; yetiştiği koşullar altında, iletişime geçtiği, canlı cansız her türlü varlıkların etkisi altında düşünsel faaliyetini yetiştirir ve geliştirir. Fakat, düşünmek eyleminin birincil temeli dildir. İnsan dili ile düşünür, -Chomsky'nin dil ve zihin kuramı ile paralel- zihninde yeşillenen düşünceleri dili ile ifade eder.(i) Bu noktada Antik Yunan Felsefesinin en önemli isimlerinden (Whitehead'in bütün batı felsefesinin ona düşülmüş bir dipnot olduğunu ifade ettiği) Platon, doğudaki ismiyle Eflatun, "Düşünmek, sessiz konuşmaktır" diyerek dil ile düşünce arasındaki ezeli ilişkide dil mefhumunu bir adım öne koymuştur. Verilen alıntının son cümlesi ile aynı çizgide olmak üzere Alman Analitik Felsefeci Ludwig Wittgenstein'ın "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" cümlesini ile dil işe yaşam arasındaki zorunlu bağı gözler önüne sermektedir.
Alıntıda geçen, "(...) ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir." kısmı, tüm distopya ve hayata geçmiş distopik yönetim biçimlerinin ortak paydasıdır. Buna verilebilecek en açıklayıcı örnek, İngiliz Edebiyatının usta kalemlerinden George Orwell'in "1984" adlı yapıtındaki sistemdir. Bu sistemde öncelikle 'edilgen kılınmak istenen' halk, iki sınıfa bölünmüştür. Kendilerine daha üst olduğu lanse edilen sınıfın, 'proles' olarak adlandırılan ve aşağı görülen sınıfa yukardan bakası sağlanmıştır. Halbuki, insanının mutluluk ve neşesine hizmet edecek her gereç, aşağı tabakada mevcuttur ancak 'itaatkar kılınmak istenen' sınıf üst tabaka olduğundan, bu gereçler onlara kötü olarak tanıtılmış, düşünme açıları açıkça daraltılmıştır. Öte yandan, dil ile ilgili yapılan çalışmalar, tamamen alıntıyla paraleldir. Yeni bir lisan oluşturan hükumet, insanların biricik düşünme mekanizmalarını, dillerini, kısıtlayarak onları silahsızlaştırmış ve tektipleştirmiştir. "Çirkin" kelimesi yerine "güzel değil", "çok iyi" yerine "artı iyi", "muhteşem" yerine "çift artı iyi" gibi kelime kalıpları öngörülmüştür. Böylece kişiler, kelime dağarcığını, yani düşündüğü en temel hazineyi kaybederek, düşünme işlevi ve özgürlüğünden mahrum kalırlar.
Özgürlük kavramı her birey için farklı anlamlar ifade etmesinin yanı sıra, önüne getirilen kelime ile oluşturduğu bağ da farklı olabilir. Fakat, özgürlük kavramı altında bulundurduğu her türlü kelimeye bir "irade" eklemesiyle tanımlanabilir. Seyahat özgürlüğü, baskı altında kalmadan konum değiştirme manasına gelirken, düşünme özgürlüğü, tamamen bireysel fikir üretme manasına gelir. Tüm bunlar uzaktan insanlara cazip gözükse de, yaklaşan özgürlük yani irade kavramı beraberinde sorumluluk denilen bir kavram getirir ki, bu kavram geniş kitlelerce uzak durulan bir kavramdır. Sorumluluk, kısa vadede insanın mutluluğuna ket vururken, uzun vadede her insana fayda sağlayacağı düşünülür. Yani insanlar sorumlulukları sınırınca özgür olabilirler ve özgür oldukları boyutta sorumluluk sırtlarına yüklenilir. Felsefe tarihinde, bilhassa ahlak konu başlığı altında oluşan ihtilafların kaynağı bu ilişkiden öne gelmiştir. Bu noktada bir takım insanlar; özgürlüğü altın tepside sunulmuş, kolay ulaşılabilir ve istenilen ölçüde sahip olunabilir bir kavram olarak ele alırken; bir grup bunun anlamsız olduğunu, insanın belirli bir öze sahip olmadığından bu özü kendisi inşa etmesi gerektiğini ve bunu içinde sürekli karar verme ve eylem yapma zorunluluğunda olduğunu savunur. Bir grup ise; özgürlüğün var olmadığını, bizim yerimize birinin veya bir şeyin karar verdiğini savunur. Bu noktada Chomsky'nin "(...) özgürlüğün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." cümlesinde konulması öngörülen sınırlar düşünceyi - böylece iradeyi- yok etmeyeceğinden 'determinizm' olarak değerlendirilemez. Öte yandan tamamen bireysel bir yapı olmaması 'indeterminizm veya oto-determinizm' fikirleriyle de tam anlamıyla örtüşmez. Burada yapılan kontrol, yanılsalamalarla kurulmalı ve ustalıkla yönlendirilmelidir.
"Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz" cümlesini, Alman filozof Johann Wolfgang Von Goethe sarf etmiştir. Bu cümle ile aslında, düpedüz bir dikta rejiminin, bir hürriyet sanrısı yaratmak şartıyla, esaret düzeninin uygulanmasından daha az vahim olduğunu belirtir. Bunun sebebi, bireysel özgürlüğün varlığa inanan bir beynin, zincirlerini sorgulamamasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, "sorgulama" , halkını edilgen kılmak isteyen bir yöneticinin baş düşmanıdır. Bu bağlamda, bu tür bir yöneticinin isteyeceği tek şey "indeterminizm veya oto- determinizmin" olduğunu fikrine, sarsılmaz köklerle bağlı, hatta bu uğurda tartışmalara girebilecek bir kitlenin, "determinizm" düşüncesini, başka dünyalara ait bir kavram olarak görmesidir. Böylece 'eleştirel' olabileceğini zanneden insan, hapsolduğu sınırların farkına varamaz. Tüm bu manipülasyon ve kontrol mekanizmasının oturtulmasında en önemli etkenlerden birinin, alıntının sahibi Chomsky, bizatihi olarak medya olduğunu söylemiştir. Ona göre medya vasıtası ile bilginin kirletilmesi veya istenen doğrultuda yontulması ve bu bilgi kirliliğin evlere servis edilmesiyle sınırların çizgileri kesinleştirilir. Yine Chomsky'e ait “Nasıl oluyor da ortalıkta dolaşan bu kadar çok bilgi olmasına rağmen çok az şey biliyoruz?” soru cümlesi, kitle iletişim araçlarının kullanım gayesini açıkça anlatır.(ii)
Sonuç olarak, bir bütün halinde idare edilmek istenen toplumların egemenlik altına alınması, apaçık bir ceza veya şiddet kullanımıyla değil, insanların akıl erdirebileceği düzeyde mevcut olan düşünce alanlarını mümkün olabildiğince azaltmak- ki burada en önemli araç dildir- böylece insanları inandıkları ideallere bağlı tutarak, bunların bir özgürlük ortamı neticesinde var olduğuna inandırmak ile olur. Bu kutu içinde yaşamlarını sürdüren insanlar, yaratılmış bir yanılsama sonucunda, otoriteye başkaldırı olarak eleştirel bir takınabilirler fakat bu tavır yine iktidar sahiplerinin isteyeceği, bu suni ortama "canlılık" katacak bir olaydır. Bu sayede sistem hem inşa ettiği duvarları güçlendirecek hem de onları görünmez kılacaktır. Bu anlatılanların akisleri dünyanın her bucağında görülebilir ve tarih içinde, getirdiği hezeyanlar ile kendine yer bulmuştur. İşte bu sebeptendir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni inşa ederken Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, hayranı olduğu Tevfik Fikret'ten ilham alarak, öğretmenlere hitap ederken onlardan "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" istemiştir.
(i) https://dusunbil.com/noam-chomskynin-zihin-ve-dil-kurami/
(ii) https://aklinizikesfedin.com/noam-chomskye-gore-medyanin-toplumu-kontrol-etmek-icin-kullandigi-10-strateji/
Tarihin her basamağında; gerek zayıf bir irade, gerekse sorumluluk hissinden kaçınma gereksinimi sonucu insanlar, kalabalık kitleler halinde yönetilmiştirler. Gözlemlenebileceği üzere, yönetim alanında muhtelif fikirler öne atılmış, yüzlerce farklı egemenlik tanımına, aynı miktarda teori öne sürülmüştür. Bunun sonucunda oluşan yönetim biçimleri, yöntem bakımından farklılık göstermiş, araç olarak kullandıkları farklılaşmış ancak temelde aynı şeyi hedeflemiştir: Güçsüzün, güçlüye itaati. Bu düşünceye karşı sunulabilecek bir karşı-argüman, Jean Jacques Rousseau gibi halkın iradesini ön plana çıkarma amacına sahip düşünürler olabilir. Burada amaç aslında farklı değildir. Yalnız -Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesinde" belirttiği gibi- güç, ilkel hayatın zorunlu kıldığı içtepi veya iç dürtüler değil, "Egemen aklı" vücuda getiren, medeni insanın sağduyusu ve mantığıdır. Bu noktada dil ile ilgili çalışmalarıyla öne çıkan Amerikalı düşünür Noam Chomsky'den verilen alıntının ilk cümlesinde görüldüğü gibi, özellikle monarşik, oligarşik, teokratik hatta bazı meşruti yapılarda ( örnek olarak 1876'da Osmanlı İmparatorluğu'nda ilan olunun I. ve II. Meşrutiyet dönemleri), bu sağduyu ve mantıkın aksi yöne çevirilerek, halkın kendini değil, hükmedenin halkı yönetmesi maksadıyla kullanıldığı söylenebilir. Bu çevirme hareketinden kasıt, bu kavramları yok ederek, insanların düşünmelerine sınır koymaktır ki bu, esasen "düşünmek" fiilinin özüne ters düştüğünden, bilfiil, düşünmeyi engellemektedir.
Düşünmek; bir alışkanlık haline gelen, bilgilerin, özgün fikirler ile harmanlanması sonucu meydana gelen, aslında insan varlığının birincil kaynağıdır. Descartes'in "Düşünüyorum, öyleyse varım" saptaması buna bir örnektir. İnsan; yetiştiği koşullar altında, iletişime geçtiği, canlı cansız her türlü varlıkların etkisi altında düşünsel faaliyetini yetiştirir ve geliştirir. Fakat, düşünmek eyleminin birincil temeli dildir. İnsan dili ile düşünür, -Chomsky'nin dil ve zihin kuramı ile paralel- zihninde yeşillenen düşünceleri dili ile ifade eder.(i) Bu noktada Antik Yunan Felsefesinin en önemli isimlerinden (Whitehead'in bütün batı felsefesinin ona düşülmüş bir dipnot olduğunu ifade ettiği) Platon, doğudaki ismiyle Eflatun, "Düşünmek, sessiz konuşmaktır" diyerek dil ile düşünce arasındaki ezeli ilişkide dil mefhumunu bir adım öne koymuştur. Verilen alıntının son cümlesi ile aynı çizgide olmak üzere Alman Analitik Felsefeci Ludwig Wittgenstein'ın "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" cümlesini ile dil işe yaşam arasındaki zorunlu bağı gözler önüne sermektedir.
Alıntıda geçen, "(...) ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir." kısmı, tüm distopya ve hayata geçmiş distopik yönetim biçimlerinin ortak paydasıdır. Buna verilebilecek en açıklayıcı örnek, İngiliz Edebiyatının usta kalemlerinden George Orwell'in "1984" adlı yapıtındaki sistemdir. Bu sistemde öncelikle 'edilgen kılınmak istenen' halk, iki sınıfa bölünmüştür. Kendilerine daha üst olduğu lanse edilen sınıfın, 'proles' olarak adlandırılan ve aşağı görülen sınıfa yukardan bakası sağlanmıştır. Halbuki, insanının mutluluk ve neşesine hizmet edecek her gereç, aşağı tabakada mevcuttur ancak 'itaatkar kılınmak istenen' sınıf üst tabaka olduğundan, bu gereçler onlara kötü olarak tanıtılmış, düşünme açıları açıkça daraltılmıştır. Öte yandan, dil ile ilgili yapılan çalışmalar, tamamen alıntıyla paraleldir. Yeni bir lisan oluşturan hükumet, insanların biricik düşünme mekanizmalarını, dillerini, kısıtlayarak onları silahsızlaştırmış ve tektipleştirmiştir. "Çirkin" kelimesi yerine "güzel değil", "çok iyi" yerine "artı iyi", "muhteşem" yerine "çift artı iyi" gibi kelime kalıpları öngörülmüştür. Böylece kişiler, kelime dağarcığını, yani düşündüğü en temel hazineyi kaybederek, düşünme işlevi ve özgürlüğünden mahrum kalırlar.
Özgürlük kavramı her birey için farklı anlamlar ifade etmesinin yanı sıra, önüne getirilen kelime ile oluşturduğu bağ da farklı olabilir. Fakat, özgürlük kavramı altında bulundurduğu her türlü kelimeye bir "irade" eklemesiyle tanımlanabilir. Seyahat özgürlüğü, baskı altında kalmadan konum değiştirme manasına gelirken, düşünme özgürlüğü, tamamen bireysel fikir üretme manasına gelir. Tüm bunlar uzaktan insanlara cazip gözükse de, yaklaşan özgürlük yani irade kavramı beraberinde sorumluluk denilen bir kavram getirir ki, bu kavram geniş kitlelerce uzak durulan bir kavramdır. Sorumluluk, kısa vadede insanın mutluluğuna ket vururken, uzun vadede her insana fayda sağlayacağı düşünülür. Yani insanlar sorumlulukları sınırınca özgür olabilirler ve özgür oldukları boyutta sorumluluk sırtlarına yüklenilir. Felsefe tarihinde, bilhassa ahlak konu başlığı altında oluşan ihtilafların kaynağı bu ilişkiden öne gelmiştir. Bu noktada bir takım insanlar; özgürlüğü altın tepside sunulmuş, kolay ulaşılabilir ve istenilen ölçüde sahip olunabilir bir kavram olarak ele alırken; bir grup bunun anlamsız olduğunu, insanın belirli bir öze sahip olmadığından bu özü kendisi inşa etmesi gerektiğini ve bunu içinde sürekli karar verme ve eylem yapma zorunluluğunda olduğunu savunur. Bir grup ise; özgürlüğün var olmadığını, bizim yerimize birinin veya bir şeyin karar verdiğini savunur. Bu noktada Chomsky'nin "(...) özgürlüğün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." cümlesinde konulması öngörülen sınırlar düşünceyi - böylece iradeyi- yok etmeyeceğinden 'determinizm' olarak değerlendirilemez. Öte yandan tamamen bireysel bir yapı olmaması 'indeterminizm veya oto-determinizm' fikirleriyle de tam anlamıyla örtüşmez. Burada yapılan kontrol, yanılsalamalarla kurulmalı ve ustalıkla yönlendirilmelidir.
"Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz" cümlesini, Alman filozof Johann Wolfgang Von Goethe sarf etmiştir. Bu cümle ile aslında, düpedüz bir dikta rejiminin, bir hürriyet sanrısı yaratmak şartıyla, esaret düzeninin uygulanmasından daha az vahim olduğunu belirtir. Bunun sebebi, bireysel özgürlüğün varlığa inanan bir beynin, zincirlerini sorgulamamasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, "sorgulama" , halkını edilgen kılmak isteyen bir yöneticinin baş düşmanıdır. Bu bağlamda, bu tür bir yöneticinin isteyeceği tek şey "indeterminizm veya oto- determinizmin" olduğunu fikrine, sarsılmaz köklerle bağlı, hatta bu uğurda tartışmalara girebilecek bir kitlenin, "determinizm" düşüncesini, başka dünyalara ait bir kavram olarak görmesidir. Böylece 'eleştirel' olabileceğini zanneden insan, hapsolduğu sınırların farkına varamaz. Tüm bu manipülasyon ve kontrol mekanizmasının oturtulmasında en önemli etkenlerden birinin, alıntının sahibi Chomsky, bizatihi olarak medya olduğunu söylemiştir. Ona göre medya vasıtası ile bilginin kirletilmesi veya istenen doğrultuda yontulması ve bu bilgi kirliliğin evlere servis edilmesiyle sınırların çizgileri kesinleştirilir. Yine Chomsky'e ait “Nasıl oluyor da ortalıkta dolaşan bu kadar çok bilgi olmasına rağmen çok az şey biliyoruz?” soru cümlesi, kitle iletişim araçlarının kullanım gayesini açıkça anlatır.(ii)
Sonuç olarak, bir bütün halinde idare edilmek istenen toplumların egemenlik altına alınması, apaçık bir ceza veya şiddet kullanımıyla değil, insanların akıl erdirebileceği düzeyde mevcut olan düşünce alanlarını mümkün olabildiğince azaltmak- ki burada en önemli araç dildir- böylece insanları inandıkları ideallere bağlı tutarak, bunların bir özgürlük ortamı neticesinde var olduğuna inandırmak ile olur. Bu kutu içinde yaşamlarını sürdüren insanlar, yaratılmış bir yanılsama sonucunda, otoriteye başkaldırı olarak eleştirel bir takınabilirler fakat bu tavır yine iktidar sahiplerinin isteyeceği, bu suni ortama "canlılık" katacak bir olaydır. Bu sayede sistem hem inşa ettiği duvarları güçlendirecek hem de onları görünmez kılacaktır. Bu anlatılanların akisleri dünyanın her bucağında görülebilir ve tarih içinde, getirdiği hezeyanlar ile kendine yer bulmuştur. İşte bu sebeptendir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni inşa ederken Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, hayranı olduğu Tevfik Fikret'ten ilham alarak, öğretmenlere hitap ederken onlardan "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" istemiştir.
(i) https://dusunbil.com/noam-chomskynin-zihin-ve-dil-kurami/
(ii) https://aklinizikesfedin.com/noam-chomskye-gore-medyanin-toplumu-kontrol-etmek-icin-kullandigi-10-strateji/
Düşünyaz 6, İkinci adım Yazısı
“Mutluluk bu dünyada insan için
yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir
cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki
her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da
seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk
tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau
Aydınlanma Çağının
tartışmasız en önemli isimlerinden Jean Jacques Rousseau alıntının yapıldığı
"Yalnız Gezenin Düşleri" isimli son eserine: "İşte, yeryüzünde
yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne
dostum ne de ait olduğum bir toplum" cümlesiyle başlamıştır. Eserlerinde
ideal toplum düzenini ve değerlerini sorgulayan Rousseau, hayatının son
döneminde, yaşanan toplumsal değişimin insanların masumiyetine ve doğallığına
zarar verdiğini savunmuştur.Zira, Rousseau'ya göre erdem, sade ve doğal
ruhlarda bulunur; mutluluğa sade ve masum insanlar ulaşabilir. Peki, mutluluğa
ulaşmanın gerçeği nedir? Mutluluk, gerçekten de erişilebilecek bir mesafede
midir veya mutluluğa giden bir yol var mıdır?
Varoluşunun bir gereği olarak insanlar, beslenmek kadar temel bir içgüdü ile bir araya gelmeye meyillidir. Bu sayede yaşama olanağını arttırır ve hayatta kalır. Bu zorunlu birliktelik uzun sürse de, doğadaki her unsur gibi değişimin zaman tanımaz kasırgasına kapılır ve bambaşka boyutlara evrilir. Bu süreçte, sürekli bir değişim temelinde insanlar çeşitli çıkarlar için bir araya gelir, topluluklar oluşturur ve bir takım kurallar belirlerler. Tabiidir ki bu toplulukların formu değiştikçe, bu toplulukları oluşturan bireylerin ihtiyaç, arzu ve hayalleri de farklılaşır. Böylece insanın kendine çizdiği ve nihai mutluluğu hedef alan yol, hiç durmadan sapar. Burada bahsi geçen değişim rastgele meydana gelen olaylar dizisi değil, M.Ö 6.yüzyılda yaşamış Herakleitos'un dile getirdiği "Logos" isminde düzenli bir takım hadiseler zinciridir. Mutluluk algısındaki değişimin kaynağının insanın benliği olduğu göz önünde bulundurulursa, bu değişim öğrenilmiş kavramların, yeni öğrenilen zıt kavramlarla girdiği "diyalektik" süreçle mümkün olduğu görülür. Başta partneriyle birlikte yaşayan , daha önce hiç savaşmamış bir insanın sahip olduğu belirli bir mutluluk algısı vardır. Daha sonra bu kişi, girdiği bir savaşta, "huzurunun kaybolması" kavramıyla tanışır ve partneriyle geçirdiği huzurlu zaman tam bir anlam kazanır. Zira bu kişi savaşı öğrenmiş böylece barışın getirdiği huzuru iyice anlamıştır. Artık bu insan için mutluluk, savaşmadan, eşiyle huzurunu sürdürmektir. İşte insanın benliğiyle kavuşması da bu sürecin bir ürüdür. Başlangıçta yalnızca ortak mülkiyet kavramı varken, insanın kendiyle tanışması, yeni bir ufuk açmıştır. Bu ufkun izinde insan, şahsi sorgulamalara gitmiş ve kendini insan yapan değerlerle tanışmıştır. Başka bir deyişle kendini tanımış ve kendi mutluluğuna erişmeyi amaçlamıştır. Bu konuda Aristo: "Mutluluk bize bağlıdır" demiş ve mutluluğu nihai bir hedef olarak görmüştür. Yani Aristo için mutluluk amaçtır. Buna karşı Doğu'dan yükselen sesiyle Buddha: "Sonu mutluluğa ulaşan bir yol yoktur. Yol mutluluğun kendisidir" demiş, mutluluğun bir amaç olmadığını belirtmiş ve mutluluğun kişinin yaşamdan alacağı doyumda olduğuna işaret etmiştir. Anlaşıldığı üzere kişi mutluluğunu betimlerken, aslında ruhsal gelişimini ve hayattan beklentilerini tasvir eder. Bu noktada kişinin mutlu olabilmesi, zihninde mutluluğu neyle örtüştürdüğü ile ölçülür. Kimi için mutluluk bu dünyada değildir. Var olduğu düşünülen ikinci hayatta ulaşılacak mutlak mutluluk için bu dünyadaki tüm hazlardan vazgeçmek onları mutlu eder. Kimisi içinse mutluluk dünyadadır. Kimi zaman edindiği sosyal statüyken, kimi zaman sahip olduğu erk veya hükmettiği toplumdur. Kimi zaman da ulaşılacak bir idea ve kurulacak ideal düzende alınacak toplumsal hazdır. Nazım Hikmet şiirinde yakın dostu ressam Abidin Dino'ya sorar: "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" diye ve asıl istediği gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmi değil, 1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmidir. Yani "çok şükür bu günleri de gördüm, ölsem de gam yemem"in resmidir. Yani beklenen ideanın gerçekleşmesi ve toplumsal hazza ulaşmaktır. Ne acıdır ki hem Nazım hem Rousseau ömürlerini toplumsal idealler üzerinden kurgulayıp biri madden, biri manen toplumundan dışlanmış ve mutluluğu yalnızlıklarında aramak zorunda kalmışlardır. Yani hayatın getirdiği öngörülemeyen değişimler mutluluğun aranacağı yeri de değiştirir. Alıntıda da anlatıldığı gibi bu değişimler insanın özünde de yankı bulur ve onu önceden sevdiği ideallerden ayırmaya zorlar. Rousseau aynı eserinde mutluluğu bir bütün olarak gördüğünü, öncesinde bu mutluluğun ortak bir kavram olduğunu düşündüğünü belirtmiş; daha sonra insanlar arasındaki vahşi çatışmalara şahit olunca, insanlardan kaçtığını ve bu mutluluğun "bana özel" olduğu kanaatine varmıştır. Görüldüğü gibi tarih boyunca bitmeyen bu arayış insanlık var olduğu sürece varlığını sürdürecektir. Peki,mutluluk tasarıları birer hayal olarak mı kalacak? Yoksa aldığımız her nefes,bizi mutluluğa bir adım daha mı yaklaştıracak?
Varoluşunun bir gereği olarak insanlar, beslenmek kadar temel bir içgüdü ile bir araya gelmeye meyillidir. Bu sayede yaşama olanağını arttırır ve hayatta kalır. Bu zorunlu birliktelik uzun sürse de, doğadaki her unsur gibi değişimin zaman tanımaz kasırgasına kapılır ve bambaşka boyutlara evrilir. Bu süreçte, sürekli bir değişim temelinde insanlar çeşitli çıkarlar için bir araya gelir, topluluklar oluşturur ve bir takım kurallar belirlerler. Tabiidir ki bu toplulukların formu değiştikçe, bu toplulukları oluşturan bireylerin ihtiyaç, arzu ve hayalleri de farklılaşır. Böylece insanın kendine çizdiği ve nihai mutluluğu hedef alan yol, hiç durmadan sapar. Burada bahsi geçen değişim rastgele meydana gelen olaylar dizisi değil, M.Ö 6.yüzyılda yaşamış Herakleitos'un dile getirdiği "Logos" isminde düzenli bir takım hadiseler zinciridir. Mutluluk algısındaki değişimin kaynağının insanın benliği olduğu göz önünde bulundurulursa, bu değişim öğrenilmiş kavramların, yeni öğrenilen zıt kavramlarla girdiği "diyalektik" süreçle mümkün olduğu görülür. Başta partneriyle birlikte yaşayan , daha önce hiç savaşmamış bir insanın sahip olduğu belirli bir mutluluk algısı vardır. Daha sonra bu kişi, girdiği bir savaşta, "huzurunun kaybolması" kavramıyla tanışır ve partneriyle geçirdiği huzurlu zaman tam bir anlam kazanır. Zira bu kişi savaşı öğrenmiş böylece barışın getirdiği huzuru iyice anlamıştır. Artık bu insan için mutluluk, savaşmadan, eşiyle huzurunu sürdürmektir. İşte insanın benliğiyle kavuşması da bu sürecin bir ürüdür. Başlangıçta yalnızca ortak mülkiyet kavramı varken, insanın kendiyle tanışması, yeni bir ufuk açmıştır. Bu ufkun izinde insan, şahsi sorgulamalara gitmiş ve kendini insan yapan değerlerle tanışmıştır. Başka bir deyişle kendini tanımış ve kendi mutluluğuna erişmeyi amaçlamıştır. Bu konuda Aristo: "Mutluluk bize bağlıdır" demiş ve mutluluğu nihai bir hedef olarak görmüştür. Yani Aristo için mutluluk amaçtır. Buna karşı Doğu'dan yükselen sesiyle Buddha: "Sonu mutluluğa ulaşan bir yol yoktur. Yol mutluluğun kendisidir" demiş, mutluluğun bir amaç olmadığını belirtmiş ve mutluluğun kişinin yaşamdan alacağı doyumda olduğuna işaret etmiştir. Anlaşıldığı üzere kişi mutluluğunu betimlerken, aslında ruhsal gelişimini ve hayattan beklentilerini tasvir eder. Bu noktada kişinin mutlu olabilmesi, zihninde mutluluğu neyle örtüştürdüğü ile ölçülür. Kimi için mutluluk bu dünyada değildir. Var olduğu düşünülen ikinci hayatta ulaşılacak mutlak mutluluk için bu dünyadaki tüm hazlardan vazgeçmek onları mutlu eder. Kimisi içinse mutluluk dünyadadır. Kimi zaman edindiği sosyal statüyken, kimi zaman sahip olduğu erk veya hükmettiği toplumdur. Kimi zaman da ulaşılacak bir idea ve kurulacak ideal düzende alınacak toplumsal hazdır. Nazım Hikmet şiirinde yakın dostu ressam Abidin Dino'ya sorar: "Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" diye ve asıl istediği gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmi değil, 1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmidir. Yani "çok şükür bu günleri de gördüm, ölsem de gam yemem"in resmidir. Yani beklenen ideanın gerçekleşmesi ve toplumsal hazza ulaşmaktır. Ne acıdır ki hem Nazım hem Rousseau ömürlerini toplumsal idealler üzerinden kurgulayıp biri madden, biri manen toplumundan dışlanmış ve mutluluğu yalnızlıklarında aramak zorunda kalmışlardır. Yani hayatın getirdiği öngörülemeyen değişimler mutluluğun aranacağı yeri de değiştirir. Alıntıda da anlatıldığı gibi bu değişimler insanın özünde de yankı bulur ve onu önceden sevdiği ideallerden ayırmaya zorlar. Rousseau aynı eserinde mutluluğu bir bütün olarak gördüğünü, öncesinde bu mutluluğun ortak bir kavram olduğunu düşündüğünü belirtmiş; daha sonra insanlar arasındaki vahşi çatışmalara şahit olunca, insanlardan kaçtığını ve bu mutluluğun "bana özel" olduğu kanaatine varmıştır. Görüldüğü gibi tarih boyunca bitmeyen bu arayış insanlık var olduğu sürece varlığını sürdürecektir. Peki,mutluluk tasarıları birer hayal olarak mı kalacak? Yoksa aldığımız her nefes,bizi mutluluğa bir adım daha mı yaklaştıracak?
Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı
"Ayrıca zihin ne kadar çok şey
bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar.
Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve
kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi
anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de
Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme
İnsanoğlu dünyaya birden
çok açlık ile gelir. Maddi açlığın yanında, insanı hakikati bulmaya zorlayan;
bu yolda onu düşünmeye iten bir diğer açlık, bilgiye duyulan açlıktır. Bu
açlık, hocasını eleştirme ve karşı çıkma yürekliliği gösteren, böylece gerçek
rasyonalizmin ilk temsilcisi olan Aristoteles'in "İnsan doğal olarak
bilmek ister." cümlesiyle açıkça gözler önüne serilmiştir. Tabiidir ki
bilgiye duyulan ihtiyacın geçmişi insanlık tarihiyle denktir, ancak bu yolda
"felsefe" diye bilinen, orijinali "philo-sophia"olan ve
"bilgelik sevgisi" manasına gelen hakikate doğru düşünsel eylem, M.Ö
7.yüzyılda Yunanistan'da ortaya çıkmıştır. Thales ile başlayan bu sonsuz
yolculuğun ilk kademesini teşkil eden Thales, öğrencisi Anaksimandros, onun
öğrencisi Anaksimenes, sürekli bir değişimi ve oluşu savunan ve "aynı ırmakta
iki defa yıkanılmaz" sözüyle tarihe geçen Herakleitos, "varlık
vardır, yokluk yoktur" diyen Parmanides ve "arkhe hem toprak hem su
hem ateş hem de havadır" diyen, böylece ilk plüralist anlayışı temsil eden
Empedokles ve tarihin ilk materyalisti Demokritos doğa filozofları olarak
bilinir. Bu filozoflar, doğayı anlamlandırmak yolunda, bilgiye sistemli bir
şekilde ilk kez ulaşmayı denemiştir. Bu filozofların tek kaynakları doğadır ve
yaptıkları gözlemler neticesinde ontolojik argümanlar ortaya koymuşlardır. Verilen
sözde de söylendiği üzere, doğayı ve onun düzenini anlamak yoluna giden bu
insanlar, belki kat'i hakikate ulaşamamışlar ancak, sonraki nesilleri düşünmeye
iterek, ataletin ve boş işlerin belirli ölçüde önüne geçmişlerdir.Zira insanın
doğanın düzenini tam manasıyla kavraması yoğun bir okuma, anlamlandırma ve
değerlendirme süreci sonunda olur. Bu süreç de, anlaşılacağı üzere gereksiz
zaman harcamamayı şart koşar. Bilginin önemi devam eden süreçte hiç durmadan
artar. Pre-sokratik dönemin son temsilcileri Sofistler ve Septikler'in
"doğru ve genel-geçer bilgi mümkün değildir" önermesinin dışında
bilgi, bu dönemde insan zihinsel aktivitesinin önemli bir yeri haline gelmiştir
ki, bu dönemin ardından sahneye çıkan Sokrates "Bilmek erdemdir" sözüyle
bilginin mahiyetini tam olarak dile getirecektir. Sokratese göre insan bilerek
kötülük yapmaz, yapıyorsa bilgisizliğindendir. Diğer bir değişle, verilen söze
paralel olarak, insan ancak bilerek, ilkel güdülerinden kurtulur ve böylece
edindiği meşale ışığında hayatına empoze ettiği ahlaki kurallarla erdemli bir
hayat yaşayabilir. Böylece bir çığ gibi birikerek devam eden süreçte bir çok
filozof bu konuda fikirler dile getireceklerdir. Spinoza'dan yaklaşık elli beş
sene önce yaşamış, bilim felsefesinin önemli isimlerinden olan Sir Fransis
Bacon, "bilgi egemen olmaktır" sözüyle, bilen insanın dünyaya ve
doğaya hükmedeceğini söyler. İnsan bilim ve bilgiyle önce kendi gücünün
sınırlarını keşfeder, böylece bilimin özünü oluşturan doğaya karşı bir
üstünlüğü olmaz, yalnızca onu anlar ve yine kendi yaşamında kullanır. Bu sözün
anlaşılması için, Spinoza'nın anlamlandırmak ile ilgi kurduğu "her şey
birbirleriyle bağlantılıdır. Eğer bağlantı noktasının başı bilinirse, evrene
ilişkin ahlaka ve etiğe ilişkin hakikatler de bilinir" cümleleri
manidardır. Spinoza'ya göre insan ancak hayatını sarıp sarmayalan bağlantıların
başını bilerek öncelikle kendi benliğini, ahlakını ve güçlerini anlamlandırır.
Panteist bir düşünür olmasından mütevellit, Spinoza'nın zihninde bu
bağlantıların başı Tanrı yani Doğadır.Onun için bu kavramlar birbirlerine
eşittir. Kendisinden yüz yıl önce yaşamış Descartes'ın bireyden Tanrıya
düşüncesinin aksine Tanrıdan bireye fikrini savunmuş, her insanda tanrıdan bir
parça olduğunu söylemiştir. Bu sebeptendir ki, insan bilgi vasıtasıyla doğayı,
yani tanrıyı anlamlandırır. Kendi benliğinde var olan öz, tanrının ta kendisi
olduğundan, en son noktada kendini ve güçlerini kavrar. Böylece hayatının
kontrolünde daha etkin olabilir. Kendisine koyduğu kurallar doğrultusunda daha
ahlaklı ve mutlu bir yaşam sürebilir. Spinoza'ya göre bu mutluluğun yolu
doğayla bütünleşmekten geçer. Ancak yoğun bir teolojik eğitim alması ve
etkilendiği Stoacı felsefe, onu tam bir özgür özgür irade kavramından
uzaklaştırır ve daha kaderci bir konuma sürükler. Spinoza'nın idrak etmek
konusundaki düşüncesi duygularla da özdeşleşmiştir. Düşünüre göre keder atalete
sevk eder, neşe eyleme ama "bilmekten" gelen eyleme ulaştırır.
Verilen sözün son cümlesinde bahsedilen doğanın düzenini yani şahsi benliğini
anlamak, boş işlerden uzak tuttuğundan, keder ilk fırsatta terk edilmelidir.
Aynı şekilde nefret duygumuz da düşünüre göre bizim acımızdır ve ancak
nedeninin kavranmasıyla kaybolur. İşte Spinoza'nın bu düşüncesinin en çekirdek
haline, 13.yüzyılda Yunus Emre'nin "İlim ilim bilmektir. İlim kendini
bilmektir." ve "Bir ben vardır bende, benden içeri" sözlerinde ,
içselleştirilmiş haline ise 18. yüzyıl aydınlanma filozoflarından Jean-Jacques
Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" adlı eserinde bahsettiği doğal hal
ve toplum hali kavramlarında ulaşılır. Zira Rousseau'ya göre insan, zihninin
bilgiyle dolmasıyla, kişide var olan davranışsal içgüdü adalete, bilinmezlik
ise değer ölçüsüne dönüşür ki bu düşünce de Spinoza'nın "Ayrıca zihin ne
kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar
iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat
yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın
düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."
sözünün özellikle ikinci cümlesiyle özdeşleşir. İnsanoğlu bilgilendikçe toplum
haline geçer ve bu bilgilenme ile kendine toplumsal yaşam içinde kılavuzluk
edecek kurallar koyabilir. İşte bilgi açlığı ile yola çıkılan süreçte,bilginin
insan zihninde neden var olması gerektiği sorusuna verilen yanıtların ne kadar
yakın olduğu gözlemlenebilir. İnsan doğadan farklı bir şey değildir ve
kendisini anlamanın sırrı doğada gizlidir. Bu sır kilidi açacak anahtar ise
bilmek, en önemlisi kendini bilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder