29 Haziran 2019 Cumartesi

Ece Hükümdar / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / İstanbul / Düşünyaz 6 Türkiye 6.sı




Düşünyaz 6, Final Yazısı
"Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler"  Bertrand Russell

MAKİNELER, MAKİNELEŞMİŞ İNSANIN BİR BAŞLANGIÇ SEBEBİ MİDIR ?

Tarih boyunca insanlar işlerini daha hızlı ve daha kolay yapmanın yollarını aramışlardır. Bazen bunu küçük bir taş ile, bazen bir balta ile başarmışlardır. Fakat teknoloji ve insanlar geliştikçe aletlerin de fonksiyonları gelişmeye devam etmiş ve en sonunda da günümüzdeki şeklini almıştır. İnsanlar etraflarına baktığı her an küçük büyük birçok makine ile karşılaşırlar. Fakat bunlardan bazıları insanı kontrol altına alıp, tapılan bir nesne konumuna gelmiş olabilir. İşte asıl önemli olan da budur: İnsan makinelere iradelerini kullanması için ne kadar güç vermelidir ya da onlara karşı tutumları nasıl olmalıdır ?

Günümüzde insanlar birçok konuda yabancılaşmış bulunuyorlar, kendilerine ve topluma. Yabancılaşma sorununun temel nedenlerinden birisi de insan ve makine iletişimi olmuştur. Fakat insanlar bu sorunu çözmek için birey kavramını derinlemesine incelemeli ve onun ne olduğunu kavramalıdırlar. İnsan sosyal bir varlıktır. Gün boyunca çevresiyle iletişim halindedir. Fakat bazen insan kendi gerçekliğini kaybedip çeşitli zamanlarda maskelerine bürünür. İşte o maskeler de toplumdaki yabancılaşmanın temellerindendir. İnsan bu maskeleri neden takar ? Kendine olan güvensizliğinden mi yoksa çevreye olan tutumlarından mı ? İnsan ne zaman kendisi olur ? İnsan " kendini " nasıl tanımlamalıdır ? Tanımlayamamasındaki esas neden nedir ?

İnsanın kendini tanımlayamamasındaki esas neden kaybolmuş düşünceleridir. Bu düşüncelerin sebebi ise umutsuzluk ve karamsarlıktır. Max Horkheimer Akıl Tutulması isimli kitabında bu konuyu şöyle değinir : " Araç sürücüyü üstünden atmış, körcesine koşmaktadır boşluğa doğru." Peki insan geri bu araca nasıl binecektir ? Aracı yeniden nasıl yakalayacaktır ? İnsanın aracı geri yakalamsının birçok yolu vardır aslında. Bu yollardan bir tanesi de Bertrand Russell'in de " Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik gerektirirler." sözünde söylediği makineler ile olan ilişkisidir insanın.

Makineler insanların duygularını gerçekten de sömürür mü peki ? Evet, insanlar makinelerle örneğin telefonlar, televizyonlar, bilgisayarlar ve dahasıyla olan ilişkilerini kuvvetlendirdikçe kendisi ve toplumdaki bireyler ile olan ilişkilerini yitirmeye başlamıştır, tıpkı bir kumaşı iki tarafından çektikçe daha çok gerilmesini sağlayıp en sonunda yırtılmasına sebep olmak gibi. İnsanın yakalama çalıştığı ve bir zamanlar sürücüsü olduğu aracın yakıtı insanın duygularını ne ölçüde kaybettiğidir aslında. Bu duygular, adalet duygusu, sevgi, mutluluk gibi duygulardır ve Max Horkheimer'ın Akıl Tutulması eserinde ayrıca bu konudan da bahsedilmiştir : “Toplumdan mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu, halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler, bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil toplumun atomlaşmadan kurtuluşudur.” yani gelişmiş birey gelişmiş toplumun ürünüyken aynı zamanda bu makineleşme ile birlikte toplumsal özelliklerini de yitirmeye başlamıştır diyebiliriz.

Fakat Bertrand Russel'in bahsettiği gibi makinelere neden taparız ? Makineler gerçekten de bize güç mü sağlar yoksa bizi güçsüz mü yapar ? Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi isimli kitabındaki Epikuros ile ilgili olan kısmında bu konudan şöyle bahsedilir : “ Gereksinimlerimiz psikolojik olduğu halde maddi şeylere, nesnelere yöneliyoruz. Kafamızı derleyip toplamamız gerekirken evimiz derli toplu görünsün diye raflar satın alıyoruz. Dost sıcaklığının yerini tutsun diye kaşmir hırkalar giyiyoruz.” Evet makineler aslında bizim gerçekten aradığımız şeylerin " nesne " olarak hayatımıza bir yansımasıdır. Asıl aradığımız şeyler değillerdir. Örneğin samimi arkadaşlıklar kurmak isterken kendimizi sosyal medyadaki takipçi "sayılarına" odaklıyoruz. Bu da bize insanın makineleşme ile birlikte yalnızca hayatın değil kendisinin de makineleştiğini gösteriyor. Tıpkı Zamyatin'in Biz isimli kitabında karakterlere "isim" değil "sayıların" verilmesi gibi. Bu makineleşmeye Antoine de Saint Exupery'nin Küçük Prens isimli kitabından şöyle bir örnek verilebilir : “ Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız,asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. ‘ Kaç yaşında?’ derler, ‘ Kaç kardeşi var? Kaç kilo ? Babası kaç para kazanıyor?’ Bu türlü bilgilerle onları tanıdıklarını sanarlar.”
İşte toplumun makinelere karşı onlara güç kattığını düşündüğü şeylerden bir tanesi de budur "kaç ? " " ne kadar ?" gibi soru kalıplarının cevapları. Ama aslında birey duygularını geri kazanırsa aracı yakalamak için ilk adımı atmış, bisiklete binmiş ve hızla pedal çevirmeye başlamış olacaktır.

İnsanın aracı yakalayabilmesi ve makineleri hem sevilip hem de onlardan tiksinmenin bir diğer sebebi ve şartı şudur: "düşüncelerin makinelerin kontrolüne geçmesine izin vermemek" olacaktır. Bu durumu bireyin daha iyi kavrayabilmesi için Ayn Rand'ın İhtiyacımız Olan Felsefe kitabındaki şu alıntı üzerinden örnekler verilebilir : "Tıpkı hikayemdeki astronotun ( nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini bilmek istemediğinden) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yollarınızı ve kendi tabiatınızı bilene kadar ne yapmanız gerektiğini bilemezsiniz. Ahlaka gelmeden önce, metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu soruları cevaplamalısınız: İnsan realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir ? " İnsan doğduğu zamandan öldüğü güne kadar yeni bilgiler öğrenmeye devam eder, bazı anlarda emprist bazı anlarda sensüalist, bazı anlarda eklektik bir şekilde bilgiyi edinir. Bu edindiği bilgiler ile birlikte düşünceleri şekillenmeye başlar fakat toplumun bir konserve kutusu gibi içindekilerin ve dışındakilerinin de aynı olmasını sağlayan sebep makineleşmedir, tıpkı konserveleri de makinelerin üretiyor olması gibi ! İşte o "nefret edilen " ve aynı zamanda " değer verilen " makinelerdir düşünceleri şekillendiren. Max Horkheimer'ın Akıl Tutulması'ndan bir başka örnek de şu sözlerdir : “ İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir bilimsel akıl otomatına dönüşür” ve “ Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler.” İnsanın makinelere hem tapmasının hem de onlardan tiksiniyor olmasının sebebi budur. Makinelerin yani " eşyaların" üzerinde iktidar kurmaya çalıştıkça onları severiz, aynı zamanda bu makinelerin de aynı oranda bizim üzerimizdeki baskısını artırır, bu da onları çirkin yapan şeydir ! Makinelerin hayatımıza olan soyut etkilerinin yanında somut olarak etkileri de vardır. İnsanların makineleri yalnızca bilgisayarlardan ibaret değildir. Makineler onların "hızlı" üretim yapmasını sağlar. Günümüzde pek çok nesne fabrikalarda üretilmektedir. Bu konudan Genius Of The Modern World - Modern Dünyanın Dahisi isimli belgeselin Karl Marx ile ilgili olan kısmında "Türsel özden" bahsedilir. Yani insanın doğasında da üretmek vardır fakat hayvanlardan farklı olarak. İşçilerin fabrikada tüm gün aynı şeyi yapıyor olmalarının türsel özlerine karşı bir yabancılaşma olduğunu anlatılır belgeselde. Yani insan makineleşme ile birlikte kendi üretim "gücüne " de yabancılaşmıştır aslında.

Fakat günümüzde üretilen şeylerden birisi de "şiddet" olmuştur. Makineleşme ile beraber bu şiddetin boyutu değişmiştir. Yapı Kredi Yayınları üç aylık düşünce dergisinin 1996 kış-bahar sayı 6-7 'nin Şiddet Üzerine Bildiri kısmındaki ikinci maddede : "savaşın ya da şiddete yönelik herhangi bir davranışın, insan doğasında, genetik olarak programlanmış olduğunu söylemek bilimsel olarak yanlıştır." der ve sonunda şu cümle ile konuyu özetler : "Vardığımız sonuç, biyolojinin insanlığı savaşa mahkum etmediği ve insanlığın biyolojik karamsarlık bağlayıcılığından azade kılınabileceğidir. Tıpkı ‘savaşın insanların beyninde başlaması’ gibi barış da beyinlerimizde başlar. Savaşı icat eden tür, barışı da icat etme yeteneğine sahiptir." yani insan makineler ile birlikte, basit ya da karmaşık makineler ile, savaşı da icat etmiş ve Şiddet Üzerine Bildiri'de bu durumun biyolojik olmadığından bahsedilmiştir. Kısacası insan makinelerin onlara sağladığı "güç" ile bunu yapmıştır fakat Şiddet Üzerine Bildiri'ye bakıldığında insan "barışı" da icat edebilecektir. Yani makinelere karşı duyulan bu zıt duygular hem onların savaşı getirmesi hem de götürebilecek olduğu ile ilgilidir.

Bir diğer yandan insana karanlık bir odada etrafındaki nesnelerin bilgisini edinmesi için yardımcı olan ışık, makineler yolu ile elde edilen, ile Platon'un "mağara metaforu" ile bir benzerlik yakalayabilmekteyiz. Mağara metaforunda Platon, duvara zincirlenmiş, hiç gün ışığı görmeyen insanlardan bahsetmektedir.Metaforda bu insanlar yalnızca duvara yansıyan gölgeleri görebilmektedir. Bu insanların mağaradan kurtulması ve "ışığı" görmesi için neye ihtiyaç vardır ? Etraflarındaki nesnelerin bilgisini elde edemeyen insan, ona "yansıtılan" şeylere mi inanır ? Bakıldığı zaman, metaforu makineler ile şu şekilde ilişkilendirebiliriz : mağara bizim zihnimiz, zincirler makineler, o zincirlerden kurtulmamızı sağlayacak anahtarlar da makinelerdir. Yani insan ironik bir şekilde makinelerin hem kölesi hem efendisi olmuştur. Tıpkı George Orwell'in 1984 romanında anlatılan tele-ekranlar gibi. İnsanlara tele-ekranlar yolu ile kısa kısa ve sık sık çeşitli bilgiler verilmektedir. Devletin savaştaki durumu ile ilgili ve diğer üretimsel konular ile ilgili. Ayrıca bu tele-ekranlar sadece bazı bilgilerin, Platon'un metaforundaki gibi, birer yansımadır. Bilgilerin çeşitli çalışanlar tarafından zaman zaman değiştirildiği anlatılmaktadır kitapta. Makinelerin de insanların bilgil edinimleri üzerindeki etkileri bu örneklerle daha açık ifade edilebilmektedir. Yani makineler hem bazı yanlış bilgilerin yansıması hem de doğru bilginin aracıdır.

Öte yandan insanın makinelerin onlara kattıklarını düşündükleri güç de ironik bir durumdur. Bu durumu Genius Of The Modern World - Modern Dünyanın Dahisi isimli belgeselin Nietzsche ile ilgili bölümünde Nitezsche'nin düşünceleri özetle şöyle aktarılır: Nietzsche'ye göre, belgeselde anlatılan bilgilerin bir özeti olarak düşünülürse, ve bu sözden de yola çıkılarak : “ Seni öldürmeyen şey güçlü kılar”, mutlu olmak için geçtiğimiz yolun zorluklarına kazanılmalıydı çünkü o zorluklar mutluluğu daha da değerlendiriyordu. Bu bakış açısına göre bir binanın en üst katına çıkarken merdivenleri kullanmak ile asansöre, makine kullanarak, binmek bizim en üst kata ulaştığımız zamanki mutluluğumuzu farklı biçimde derecelendirecektir. Yani insan aslında Nietzsche'ye bakıldığında makine kullanımı ile hem kendine bir köle yaratmış hem de mutluluğunu makinenin bir kölesi yapmıştır.

Aslında yaşamımız farklı pencerelerden bakıldığında çok katmanlıdır. Yaşamımızı bir binaya benzetebiliriz. Herbir katındaki odaların farklı bir seneyi aktardığı düşünüldüğünde kapıyı açıp içeri girdiğimizde pek çok farklı durum ile karşılaşırız. Ancak eğer insanın yabancılaşmasına "büyük ölçüde şahit olmak istiyorsak" gelişmiş makineleşmenin başladığı senenin kapısından içeri girmeliyizdir. İçeri girildiğinde ilk tanıştığımız kişi evdeki çocuk olacaktır. Ve çocuk bize evin odalarını gezdirmeye başladığında aynı zamanda evdeki yaşantıyı da anlatır. Annesi ile babasının birbirlerini sevip sevmediğini bir türlü anlayamadığını söyler. İkisinin de sevgiye çok ihtiyacı vardır ancak ikisinin de yalnızca yaptığı şeylerin "rakamlardan" bahsetmek olduğunu ve sürekli "televizyon" izlediklerini söyler. Yani aslında bu evdeki yaşantı ile ilgili anlatılanlardan günümüzde insanın teknoloji ile birlikte "sevgiye" de yabancılaştığına dair çıkarımda bulunmak mümkündür. İki birey de bir diğerinin varlığı ile yabancılaşmıştır. Çünkü paylaştıkları bir şey yoktur ve tek bahsettikleri şey makineleşmenin getirileridir. Ayrıca kazandıkları erdem de makineleşmenin getirdiği erdemdir. İnsanın bu sevgiye karşı olan yabancılaşması, Erich Fromm'un Sevme Sanatı isimli kitabından şöyle aktarılır: "Birçok kişi sevme sorununu ilkel bir biçimde ele almakta, kendi sevebilme gücünden, sevme ediminden çok sevilme olarak görmektedir. Onlar için sorun, nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir." Tıpkı evdeki anne baba gibi onlar "sevilmek" istiyor ancak "sevmiyorlar" sevgiye karşı yabancılaşmış durumdalar. Birbirleri tıpkı Jean Paul Sartre'ın İş İşten Geçti romanındaki Eve ve Pierre karakterlerindeki yansımasınıda da görmekteyizdir. İki karakter de toplumdan sıyrılıp öldükleri zaman gerçek bir sevgiye ulaşabilmişlerdir ancak ikisinin de birbirlerinin varlığından elde ettiği yabancılaşma onları topluma geri dönmeye itmiş ve sevgilerinin zarar görmesine neden olmuştur. Bu durum yani J.P. Sartre'ın yabancılaşma ile ilgili görüşleri, Emel Akdeniz'in J.P Sartre'da Yabancılaşma Fenomeni isimli kitabında şu şekilde ifade edilir: "Sartre’a göre başkasının (diğeri) ortaya çıkmış olması, “ben”i ben olmaktan çıkartıp nesneye dönüştürür." O halde gerçek sevgi nasıldır ? İnsan sevgi duygusuna yabancılaşmıştır fakat sevgi duygusunun kendisi yabancılaşma yaşarsa insan bu durumda ne yapacaktır ? Ya da günümüzde sevgi duygusu yabancılaşma yaşamış mıdır ? Bir duygu yabancılaşabilir mi ?

Makinelerin bize getirdiği erdeme ne kadar güvenilebilir ? Erdem nedir ? Nasıl elde edilir ? Rasyonalist bir filozof olan ve düşünceleri uğruna öldürülen bir filozof olan Sokrates'in erdem ile ilgili düşünceleri, Platon'un Sokrates'in Savunması kitabında şu cümlelerde geçer: “ Bakın gene söylüyorum size zenginlikle, parayla pulla elde edilmez erdem, ama zenginlik ve genel olsun özel olsun her türlü iyilik ancak erdemden gelir.” Eğer erdem ve makineler ile edindiğimiz erdemi Sokrates'in düşünceleri üzerinden inceleyecek olursak şunları söyleyebiliriz ki : Makineler bizi hep rakamlara götürüyor ve para da rakamlar ile ölçülüyor ise makinelerden herhangi bir erdem elde edemeyiz. Ancak günümüzde doğrudan olarak makinelerden erdem elde edemiyor olsak da onları bir bilgi "aracı" olarak kullandığımız için başka insanların erdem "düşüncelerini" elde edebiliriz. İnsan makinelerden, makineler aracılığı ile elde ettiği bilgilerden erdem kavramını ne ölçüde anlayabilir ? Elde ettiğimiz erdem bize mi aittir yoksa başkalarına mı ? Bir diğer yandan erdem konusuna Aristoteles'in düşünceleri çerçevesinden bakmak olursak yani Aristoteles'in Nikhomakos'a Etik isimli kitabında geçen bu cümleden yola çıkarak : "Biri düşünce erdemi, diğeri ise karakter erdemi olmak üzere iki turlu erdem vardır. Bunlardan, düşünce erdemi daha çok eğitimle oluşur ve gelişir, bu nedenle de deneyim ve zaman gerektirir; karakter erdemi ise alışkanlıkla edinilir, adı da bu nedenle küçük bir değişiklikle alışkanlıktan (ethos'tan) gelir. " Yani Aristoteles erdemi ikiye ayırır : düşünce ve karakter erdemi. Eğer karakter erdemi alışkanlıklardan geliyorsa makinelerin alışkanlıklarımıza etkisi var mıdır ? Bu alışkanlıklar gerçekten de insanı makine erdemine mi iter yoksa Aristoteles'in dediği gibi yalnızca kendi alışkanlıklarımızdan mı ibarettir ? Düşünce erdemi karakter erdemi kadar bu durumda karışık olmamakla birlikte makinelerin etkisine daha çok maruz kalmaktadır. Çünkü düşünce erdemi eğitim ile oluşuyor ise makinelerin eğitim araçları olarak da kullanıldığı ( akıllı tahtalar, televizyondaki eğitici içerikler, internetteki bilgilendirici video ve yazılar...) günümüzde makine erdemi, düşünce erdemimizi büyük oranda etkiler ve bu da bize güç yanısıra etkileri nedeniyle de makinelere karşı bir nefret getirir.

Bir uçağa binip, yine makine ve makineler ile üretilmiş bir şey olsa da, gökyüzünden şehirlere baktığımızda insanların uğraşlarını ve yaşantılarını çok uzaktan inceleme fırsatı elde etmiş oluruz. Ve o zaman yanına yaklaştığımızda dev gibi görünen üretim makineleri, kullanıldığı zaman bizi sürekli özellikleri ile şaşırtan teknolojik aletler işte o an başka bir " makinenin " verdiği fırsatla küçük görünmeye başlar. İşte o zaman Bertrand Russell'in "Makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler" sözünde anlattığı zıt hisleri deneyimlersiniz. Bir makine size o an çok güzel gelirken bir diğeri ise tam tersini düşündürtebilir. Günümüzde makinelerin bize yaşattıkları yabancılaşmaya, bazı duyguları unutmamıza, "aracın sürücüsünü üstünden atmasına" her na kadar neden olmuş olsa da hayatımızı daha çok kolaylaştıracak şeyler de kazandırmışlardır. Yani Bertrand Russel'in aktardığı sözündeki gibi bu durumda da iki yönlü düşünmek olanaklıdır. O halde insan ve makine ilişkisi her zaman farklı bakış açısına göre olumlu ve olumsuz olarak değerlendirilmeyi sürdürecek mi ? Yoksa bu makinenin "kölelik" insanın " güç" galibiyeti ile mi son bulacak ? İnsan makineleri bir tapınma aracı olarak görmeye devam edip kendine ve topluma olan yabancılaşmasını ne ölçüde sürdürecek ? Ya da insanlar makinelerin getirdiği bu ironik durumu kabullenip yaşamlarına devam mı edecekler ? Makineler, makineleşmiş insanın bir başlangıcı mıdır yoksa makineleşmiş insan makinelerin sebebi midir ? 



Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı

“Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau
Mutluluk Bir Resim Olabilecek Mi ?

İnsanlar doğdukları andan itibaren, her zaman daha mutlu bir yaşam sürebilme arayışı içerisinde olmuşlardır. Fakat insanların aradıkları mutluluk her insanda aynı cevap olarak yansımaz bizlere. İnsanların mutluluk anlayışları da zamanla değişebilmektedir. Dün farklı bir şey bizim mutluluk kaynağımız olurken bugün başka bir şey olabilmektedir. Peki nasıl oluyor da yüz yıl önce, dün ve bugün de varlığını sürdüren bir kavram olan mutluluğun, bizim için tanımı aniden değişebiliyor iken mutluluk kavramı değişmiyor, hep aklımızda ve bir amaç olarak kalmayı başarıyor ? Sorunun cevabı aslında hayatın içinde saklı.

Bebeklik fotoğraflarımıza hatta o kadar uzak bir tarihe gitmeye gerek kalmadan bir veya iki yıl önce çekildiğimiz fotoğraflara baktığımızda genellikle insanların kurduğu cümleler değişikliklere şaşırma yönünde olmaktadır fakat aslında o fotoğrafa baktığımız zaman değişim geçiren tek şeyin insanın yüzü değil düşünceleri olduğunu da fark etmemiz gerekmektedir. Tıpkı Herakleitos'un nehir metaforunda anlatılanlar gibi. Herakleitos'a göre insan aynı nehre iki defa giremez çünkü insan sürekli değişim halindedir tıpkı o nehirden akan sular gibi ve o nehre iki gün önce girmeye çalışan kişi ile iki gün sonra girmeye çalışan kişi arasında birçok fark bulunmaktadır. Bizler edindiğimiz tecrübeler, öğrendiğimiz bilgiler ile birilikte sürekli bir değişim halindeyizdir. Bu nedenle de çocukken bir salıncakta sallanmak bizim için çok mutluluk verici bir şey iken artık bizim için o kadar da mutluluk verici bir şey olmayabilir. Yani Herakleitos'un da dediği gibi " Her şey değişir değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." Peki ya J.J Rousseau'nun sözünde geçen "...yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir..." kısmına insanlar nasıl yaklaşmalıdır? Etrafımıza 'baktığımız' zaman birçok 'var olan' şeyler görürüz. Örneğin masa, kalem gibi şeyler fakat var olanlar yalnızca gözle görebildiklerimizden ibaret değildir. Zihnimize var olanlar da bulunur örneğin sevgi, mutluluk gibi. Peki bu varlıklar nasıl bir bakış içerisindedirler ? Örneğin Jean Paul Sartre'ın İş İşten Geçti adlı romanında bu bakışın örneklerini pek çok kez görmekteyiz. Örneğin karakterleri okuyucuya anlatırken soğuk ve sevgisiz bakıştan bahseder kitapta. Ve bedenleri olmadan onların var olamadıklarını, kimsenin onları fark etmediklerini, aynaya baktıklarında kendi "yansımalarını" göremediklerini anlatır. Yaşamımızda da bu durum böyledir, toplumsal bir varlık olan insan bir diğer kişi ile iletişime geçerken de hep var oluş bakışı içerisindedir. Praxislerimizde gösterdiklerimiz, ya da cogitomuzdaki düşünceler bizim var oluşumuzun birer parçasıdır. Düşünerek ve harekete geçerek bu bakışı sürekli bir hale getiririz. Tıpkı Descartes'in dediği gibi " Düşünüyorum öyleyse varım." O halde var olan her şey değişiyor ise ve etraftaki var olan her şey sürekli bir bakış içerisinde ise insanlar sürekli olan mutluluğu sürekli olmayan yaşantılarında nasıl elde edeceklerdir ?

Bu konu üzerine söylenebilecek pek çok bakış açısı bulunmaktadır. İnsanlar mutlu olmak isterken nasıl mutlu olacaklarını da bir o kadar düşünmektedirler. Örneğin Alain de Botton Felsefenin Tesellisi adlı kitabında Epikuros'a göre mutlu olmamız için edinmemiz gereken şeylerden şöyle bahsetmekte: İlk olarak "dostluk". Epikuros'a göre gerçek dostlara sahip olmak mutlu olmak için çok önemlidir çünkü gerçek dostlar bizi başkaları gibi olduğumuzun dışında değil olduğumuz gibi kabul ederler ve dostlarımızın olması bizi mutluluğa ulaşmada bir basamak üste tırmandırır. İkinci olarak ise "özgürlükten" bahseder Epikuros ve ekler "düşünmek". Düşünmek bizi birçok yönden huzura kavuşturur Epkuros'a göre ve ayrıca kitapta Alain de Botton Epikuros'un ölüm üzerine düşünmek hakkındaki düşüncelerini şöyle aktarır : "Eğer insan ölüm üzerine mantıklı düşünürse, ölümden sonra bizi kaygısız bir uykudan başka bir şeyin beklemediğini anlardı." Epikuros'un ölüm üzerine olan bu düşünceleri Sokrates'in düşünceleri ile de benzemektedir. Rasyonalist bir filozof olan Sokrates düşünceleri sebebiyle öldürülen bir filozoftur ve Platon'un Sokrates'in Savunması adlı kitabında da ölüm hakkındaki düşünceleri ise ölümün bir belirsizlik olduğu yönündedir. Sokrates'e göre ölüm ya bir hiçliktir ya da bir değişmedir. Yani Epikuros ve aynı zamanda da Sokrates ölümün bir belirsizlik olduğundan bahsederken Epikuros, bu nedenle ondan korkmamamız gerektiğini de söyler. Alain de Botton kitabında Epikuros'un düşüncelerini şöyle açıklar : bir jip satın alıyoruz fakat bunu satın alırken asıl istediğimiz şey özgürlüktür. Yani asıl gereksinimimiz olan şeyleri başka varlıklarda arıyoruz. Peki ya sadece bunlar mıdır insanların mutlu olmalarını sağlamak için gerekenler ?

Aslında Epikuros'un mutlu olmak için gerekenler listesine başka maddeler de ekleyebiliriz. Alain de Botton kitabında düşkırıklığı yaşamak konusunda Seneca'nın düşüncelerine yer vermiştir ve şöyle anlatılır: İnsanlar mutlu olabildikleri gibi aynı zamanda bu duygunun tersi olarak da üzgün olabilirler ya da düşkırıklığı yaşamış olabilirler. Mutlu olmak için pek çok yol olduğu gibi üzülmek için de pek çok yol vardır. Fakat Seneca bu konuda isteklerimizin bir gerçeklik duvarına çarptığından bahseder ve insanların olabildiğince bu çarpışmayı hafifletmeye çalışması gerektiğini söyler. Aynı zamanda bunu bir tanrıça örneği ile açıklar. Bir elinde boynuz öteki elinde ise dümen tutan Fortuna. Boynuz dilekleri yerine getirme, dümen ise kaderleri değiştirebilme gününü ifade ediyordu. Seneca'ya göre Fortuna sizi çok mutlu edebileceği gibi başınıza kötü şeyler de getirebilirdi. Yani Seneca bizlere her an başımıza kötü bir şey gelebilme ihtimalini aklımızda bulundurmamızı böylelikle kötü olaylara hazırlıklı olabileceğimizi de anlatır. Aynı zamanda Nietzsche'ye de yer verilmiştir kitapta ve Nietzsche'nin düşüncelerini insanların mutluluğa ulaşması için neler yapması gerektiği konusunda Epikuros ve Seneca'nın düşüncelerinden sonra aklımızda oluşan sorulardan birine yanıt olarak anlatabiliriz, insanlar mutlu olmak için düz bir yolda ilerlemezler ve bu yolda karşımıza çıkan çukurlar, tümsekler olacaktır elbette. O halde insanlar bu durumlara nasıl yaklaşmalılar ve bu durumun üstesinden nasıl gelmelidirler?

Kitapta anlatılan Nietzche'nin düşüncelerinden birisinde de Nietzche, bu yolda karşımıza çıkan engellerin, acının yolun sonun ulaşmak için gerektiğini söyler ve bu durumu buzulları örnek vererek anlatır. Anlatılanları özetlemek gerekirse verimli bir toprak gördüğümüz zaman onun arkasındaki tepede onu bu kadar verimli yapan, besleyen şey ile karşılaştığımızda bizi ürkütebilecek olan devasa buzullar olduğunu düşünmeyeceğimizi söyler yani mutluluğa ulaşma yolunda karşımıza türlü engeller çıkabilir fakat biz bu engellerin yolumuzu güzelleştirebileceklerini unutmadan ilerlemeliyiz. Tüm bu düşüncelerin ardından mutluluğu arayan J.J Rousseau'ya göre "bugün sevdiği şeyi yarın seveceğinden emin olamıyor" ise mutlu olduğunu nasıl kavrayacaktır, mutlu olduğu bilgisine nasıl erişecektir ? Özellikle insan, Nigel Warburton'un Felsefenin Kısa Tarihi adlı kitabında yer verdiği Aristoteles'in " Bir bulutla kış olmaz, bir çiçekle yaz gelmez." sözüne dayanarak gerçekten mutluluğa erişip erişmediğini nasıl anlayacaktır ? İnsan bunu bilginin kaynaklarından çeşitli biçimlerde yararlanarak elde edebilir. Praxislerinde gösterdiklerini Cogitosunda düşünüp tartarak kendine sorular sorabilir ya da Entüisyonalist bir şekilde yani sezgilerine dayanarak mutlu olup olmadığını kavrayabilir. Elbetteki sadece sezgileri ile bu bilgiyi elde edemeyebilir veya kullanabileceği diğer yollar ile bu durumda tüm bu rasyonalist, emprist, sensüalist, entüisyonalist yolları harmanlayarak bir sonuca varabilir. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi her şey değişmekte ve varlıklar sürekli bir bakış içinde olduğu için insan bu durumda olası değişimleri de hesaplamalıdır. Örneğin kendine ve topluma olan yabancılaşmasını da tüm bu değişkenlere ekleyerek denklemini öyle tamamlamalıdır. Çünkü insan sürekli çevresi ile iletişim halindedir ve eğer şeyleşmek durumunda olursa (bir diğer yandan suje ve obje arasındaki etkileşimi değişirse) insan, bu onun nesnelere ve diğer insanlara olan "bakışını" değişime uğratacak ve tüm denklemini tekrardan kurmak zorunda kalacaktır. Tüm bu uğraşların dışında insanların mutlu olma yolunda farkında olmaları gereken bir şey daha var "gerçek" Seneca'nın düşüncelerinde de belirttiğimiz gibi insanlar düşkırıklığı yaşamamak için isteklerinin gerçeklik duvarına çarpışmasını olabildiğince yavaşlatmalıydı fakat bu yavaşlatmayı gerçekleştirmek için duvarı görmek gerekir. Platon mağara metaforunda, karanlık bir mağarada sırtları ateşe dönük prangalı insanlardan bahseder ve bu insanlar sadece ateşten gelen ışık ile duvara yansıyan gölgeleri görebilmekte ve bu gölgeleri gerçeklik sanmaktadırlar fakat aslında durum böyle değildir insan prangalarından kurtulup gerçek gerçekliğe ulaştığı zaman bu çukur ve tümsekler ile kaplı yolun bir haritasını çizebilme fırsatını elde edecektir.

En sonunda insan tüm bu çabalar sonucu gerçekten mutluluğa ulaşabilecek, Jean Paul Sartre'nin İş İşten Geçti romanında da anlattığı gibi aynadaki yansımamızın yüz ifadesini değiştirebilecek ve o "sürekli mutluluğu" sürekli olmayan yaşantısında yansıtabilecek midir yoksa J.J Rousseau'nun da belirttiği gibi tüm bu tasarılar bir hayal olarak mı kalacaktır ? Bu durumda insan eline fırçasını ve boyasını almalı ve mutluluğunun resmini çizebilmek için o engeller ile dolu yola çıkmalıdır. Belki yolun sonunda mutluluklarla dolu bir resim sergisi ile karşılaşacaktır.



Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

Yaşam bir yolculuktur ve bu yolculukta önümüze engeller, başarılar, mutluluk verici ya da üzücü olaylar çıkabilir. Ve insanlar bu uzun çakıl taşları ile kaplı yolda kendi benliğine, zihnine kılavuzluk edecek yollar arar. Bu yolda insana yardım eden tabelalardan birisi de felsefedir. Benedictus de Spinoza'nın bu sözünde belirttiği gibi "Zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar." Peki insan bunu nasıl yapmalı? Neyi nasıl bileceğini, ne kadar bileceğini nasıl tespit etmelidir? Ve en önemlisi de insan gerçekten her şeyi bilebilir mi? İnsanlar bebekliklerinden beri etraflarındaki nesneleri, insanları, içinde bulundukları toplumu anlamaya çalışırlar. Bir çocuk yazı yazmayı öğrenmeden önce ne kadar çok deneme yapıyorsa, insan da bu yolda bilgiyi öğrenmek için geçirdiği aşamalarda pes etmemeyi öğrenmelidir. Bulunduğu doğada bir suje olan insan objeler ile etkileşime geçip bilgi alışverişinde bulunur. Suje olmak bilen olmak demektir. Peki bilen kişi olmak nasıl olur?

Rasyonalist bir filozof olan Sokrates yaşadığı dönemde çarşıda karşılaştığı insanlara onların en çok bilgi sahibi oldukları konularda bile aslında ne kadar az şey bildiklerini göstermeye çalışırdı. İnsanlar her ne kadar Sokrates'e emin bir şekilde yaklaşsalar da diyaloğun sonunda Sokrates haklı çıkardı. Sokrates "Bildiğim tek bir şey var o da hiçbir şey bilmediğimdir." der ve insanın neyi bilip bilmediğini fark etmesi gerektiğini vurgular sözünde. Peki biz kendimize kılavuzluk edecek bilgileri nasıl sağlarız? Sokrates rasyonalist bir filozoftur ve bilginin kaynağının akıl olduğunu söyler. O kullandığı ebe metaforu ile doğurtma yöntemini bize açıklar. Bizler bildiğimiz şeyi ancak zihnimizden soru sorarak ortaya çıkarabiliriz der. Peki bizler bilgiyi yalnızca akıldan mı alırız? Empristlere göre ise bu durum farklıdır, insan bilgiyi deney ve gözlemlerden elde etmektedir. Ancak bilginin kaynakları yalnızca bunlarla sınırlı değildir filozoflara göre. Çünkü insan sensüalist bir şekilde ya da sezgileri ile yani entüisyonalist bir şekilde de bilgi edinebilir. Ancak eklektizme göre ise bilginin kaynakları yukarıda belirttiğimiz kaynakların hepsidir. Peki insan edindiği bilgileri nasıl sağlamlaştırabilir? Bu yolda bize kılavuzluk eden bilgiler ya en ufak bir rüzgarda savrulursa, o zaman ne yapacağız peki? Aslında bu sorunun cevabına da yine Sokrates ile ulaşıyoruz. İnsanlar cogitosundaki düşünceleri ya da bilgileri praxislerinde göstermeden önce onların doğruluğundan emin olduğu kadar neden doğru olup olmadıklarını da söyleyebilecek düzeyde bir bilgi birikimine sahip olmamız gerektiğini söyler. Alain de Botton, Felsefe'nin Tesellisi adlı kitabındaki Sokrates ile ilgili olan kısmında da bu konuda Sokrates'in söylediklerini bizlere özetleyecek olursak şöyle aktarır: Sokrates insanların düşüncelerini, bilgilerini Dadalus'un heykellerine benzetir ona göre bir sütunun üzerinde öylece duran bir heykel bir "rüzgarda" savrulabilir ve o güzel heykel yok olabilir. Bunun için heykeltıraşın, heykeli sağlam çubuklar ile yere sabitlemesi gerekmektedir. Tıpkı insanın bilgi edinirken yaptığı gibi. İnsan bildiği şeyin sağlamlığından emin olmalıdır böylece kendisine sağlam bir kılavuz edinmiş olur. Öyleyse insan sağlam bilgilerini edindikten sonra ne yapmalıdır? Sonuçta içinde bulunduğumuz doğa sürekli değişim ve gelişim halindedir. İnsan sınırlı bildiği şeylerle buna nasıl ayak uydurabilir ki? Evet, doğru. Doğa, içinde bulunduğumuz toplum, bilim ve teknoloji sürekli değişim ve gelişim halindedir tıpkı Herakleitos'un da dediği gibi "Her şey değişir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." Herakleitos bize bu durumu nehir metaforu kullanarak açıklar. Herakleitos'un nehir metaforuna göre bir kişi aynı nehirde iki defa bulunamaz çünkü o nehir sürekli "akar" ve ilk bulunduğumuz andan ikinci bulunuşumuza kadar pek çok kez değişir. Tıpkı doğa gibi. İnsan da bilginin sürekli değiştiğini kavramalıdır fakat bu konuda da bilginin değeri hakkında çeşitli düşünceler ortaya konmuştur. Dogmatizm, rölativizm, septisizm ve pragmatizm gibi. Dogmatizm bilginin sabit olduğunu ve asla değişmediğini söyler, rölativizme göre ise bu durum tam tersidir bilgi değişkendir. Septisizm ise bilgiye şüphe etmek, pragmatizm ise bilgiye fayda sağlayandır der. Peki biz öğrendiğimiz bir bilgiye nasıl yaklaşmalıyız? Spinoza'nın belirttiği gibi kendi güçlerimizi nasıl daha iyi anlayıp kurallar koyabiliriz? Bunun için önce insanların bulundukları toplumda nasıl olmak istediklerine bakmamız gerekir. İnsan başkaları tarafından kabul görmek, onaylanmak ister. Peki, bilgiyi nasıl edineceğimiz hakkında bize yol gösterici olan Sokrates bu konuda ne yapmıştır? Sokrates, insanlara aslında ne kadar az şey bildiklerini gösterdiği için toplum tarafından o zamanlar pek de kabul görmemiş ve davası sonucu bir tas baldıran zehri içirilerek yaşama veda etmiştir. Sokrates, düşüncelerin herkes tarafından kabul görmemesi konusunda hep çoğunluğun söylediği şeylerin doğru olmadığından bahsetmiştir. Ve tıpkı yukarıda da belirttiğimiz gibi Sokrates her zaman düşüncelerini sağlam temellere oturtmayı tercih etmiştir. Peki ya sonra ne yapmalıyız? Kendi güçlerimizi anladıktan sonra ne olmalıdır? Nasıl kurallar koyabiliriz? İnsan yaşamda hep mutlu olmayı ister ve koyacağımız kurallar da muhtemelen bizi mutlu edecek biçimde olmalıdır. Bu kurallar insanların yaşam şekline ve koşullarına göre elbette farklılık gösterecektir ancak belirttiğim şekilde bu kuralların ortak noktalarından biri de mutluluğu yakalamak olacaktır. Ancak derince düşünüldüğünde bu durumda bir tutarsızlık meydana gelecektir. Yaşam yolu çakıl taşları ile doluysa insan nasıl bu yolda ayakkabısı olmadan yürümeyi öğrenecektir? İnsan koyduğu kurallar neticesinde cogitosundaki bu kuralları praxislerinde göstermeyi denediğinde yolda ayakkabısız yürümeye çalışacaktır. Fakat birkaç adım sonra ayak tabanlarındaki o acıyı hissettmeye başladığı zaman pes edecektir tıpkı insanın yaşamdaki başına gelenler gibi. Nietzsche'ye göre insan yaşamda elbette çeşitli zorluklarla karşılaşacaktır fakat bu zorlukların sonunda onu çok mutlu edecek şeylerin olacağını bilerek bu acılara karşı direnç göstermelidir. Ve yine Alain de Botton'un Felsefenin Tesellisi adlı kitabında Nietzsche'nin bu düşüncelerini bizlere dağ metaforu kullanarak nasıl aktardığını görmekteyiz. Eğer bir insan yüksek bir dağa tırmanmaya karar vermişse o dağa tırmanırken başına geleceklere karşı dirençli ve sabırlı olmalı, bunları bilerek yola çıkmalıdır. Bu yolda aç kalabileceğini ya da üşüyebileceğini önceden tahmin etmeli ancak bu zorluklar ile karşılaştığı zaman dağın tepesine kavuştuğunda izleyeceği manzarayı da hayal etmelidir. Bu dağa tırmanırken ya da çakıllar ile kaplı yolda yürürken tıpkı Seneca'nın da belirttiği gibi her şeye karşı hazırlıklı olmalıyız. Bu kuralları da hayatta karşımıza çıkabilecek olaylara karşılık koyduğumuz zaman kendimize olan güvenimiz daha da güçlenmiş olacaktır ve her defasında gelişerek ve emin adımlarla kural koymaya devam ettiğimizde "nesne" olmaktan o kadar uzaklaşacağız.

Tekrar Spinoza'nın aktardıklarına dönersek bilen ve kendi güçlerini kavramış, kurallarını koymuş insan doğanın düzenini daha iyi anlamış olur. Ve "Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir." Spinoza'nın belirttiklerinde son aşamaya gelen bir kişi kendini nasıl boş işlerden alıkoyacaktır? Ve bunu nasıl doğayı daha iyi kavrayarak ortaya koyacaktır? İnsanlar bilgileri emprist bir şekilde elde etmeyi geliştirdiklerinde örneğin teleskop ile uzaya baktıkları zaman ya da bir uzay aracını uzaya yolladıkları zaman evreni fark etmeye ve onu anlamaya çalıştılar, sürekli gelişerek ve katlanarak artan bilimsel bilgiler ile yeni buluşlar geliştirdiler. Küçük dokulardan organlara kadar insan vücudunu incelemeye başladılar ve her buldukları bilgiler onları evrendeki konumları üzerinde düşünmeye itti. Hayvanlar alemini incelediler, ırmakları, dağları, bulutları incelediler ve her defasında doğayı daha iyi anladılar. Ve insanlar yalnızca biyoloji veya coğrafya ile değil toplumlar ile de ilgilendiler toplumların doğasını anlamaya çalıştılar. Her inceleme sonucu yapılan çıkarımların bize öğrettikleri arasında da şu vardı ki "zamanı iyi değerlendirmek ve boş işlerden uzak durmak". Bunu sağlamak elbette (dağa tırmanmak gibi) zor olacaktı. Koydukları, onları mutlu edecek kurallar ışığında praxislerini şekillendirmeye başladılar. Ve en sonunda gördüler ki bizi gerçek bilgiye ulaştıran her praxis aslında bizi suje olma yolunda attığımız ilk adıma yani yeni bir bilgi edinmeye götürmekte ve bizi her seferinde nesneleşmekten uzaklaştırmaktaydı yani bu sayede de koyduğumuz kuralların amacını, mutlu olmayı gerçekleştirebiliyorduk. Suje olmanın manasını tam anlamıyla gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşmış oluyorduk. Zamanın yetersizliği azalıyordu ve aynı zamanda da geçirilen zamanın kalitesi ile de ters orantı oluşturuyordu bu durum. Yani zamanın yetersizliği azalıyordu fakat kalitesi artıyordu. Sokrates'in mağara metaforundaki duvarlara zincirlenmiş kişiler gibi gölgelerin gerçekliğine değil zincirlerden yavaş yavaş kurtularak cogitomuzda gerçek bilgilerin oluşmasını sağlıyor gölgelerden kurtuluyorduk. Ve tüm bunların kaynağı da bilmekten geçiyordu.

Hiç yorum yok: