29 Haziran 2019 Cumartesi

Merve Cunbul / Derici Mustafa Gürbüz Anadolu Lisesi / Manisa / Düşünyaz 6 Türkiye 9.su



Düşünyaz 6, Final Yazısı



"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill
"Bu dünyada bir dev var.
bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir.
Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir.
Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir.
Bu devin öyle gözleri var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir.
Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir, ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular.
Kimdir bu dev?
Bu dev insandır.
Acaba nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu?" (İlin, Segal)

Demokrasi Nedir?
Demokrasi sözlükte "siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimi." olarak geçmektedir. Demokrasinin gerçekleştirilebilmesi için düşünce özgürlüğü, çoğunluğun kararına uyulması, halkın yüksek oranda seçime katılması gibi koşullar gerekmektedir.

Winston Churchill 11 Kasım 1947'de Avam Kamarası konuşmasında şöyle söyler: "Demokrasi en kötü yönetim biçimidir. Bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç tutulursa.” Yani modern ülkelerde el üstünde tutulan demokrasi şimdiye kadarki yönetim biçimlerinin en iyisidir fakat bir o kadar da ilkeldir. Çoğunluğun iradesi her zaman doğruyu göstermez hatta çoğunluğun tiranlığına yol açabilir.
Demokrasinin anavatanı Antik Yunan, özellikle Parthenon, demokrasinin en önemli sembollerindendir. Burada ilgi çekici bir şey vardır ki, Antik Yunan döneminde yaşamış adını hepimizin bildiği Sokrates demokrasiyi keskin bir şekilde eleştirmiştir. Platon'un Cumhuriyet isimli eserinde Sokrates bir karakterle demokrasi hakkında muhabbet eder ve sorar:
"Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?"
Karakterin cevabı bellidir, ikinci. Bunun üzerine Sokrates der ki "Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?"
Sokrates'in demek istediği, oy vermenin önkoşulu olarak, kişinin belli bir donanıma sahip olması gerekmektedir. Seçebilmek yetenektir. Seçme yeteneğine sahip olmayanların bulunduğu ve seçtikleri kişiye kontrolünü verdiği verdiği gemi, fırtınalı denizde sürüklenmeye, yok olmaya mahkumdur.

İnsan mantığıyla, özgür bir şekilde karar alabilir mi?
Ortaçağ’da insanın karar alma mekanizmasında etkili olan, insan vücudunun üç kısmının olduğuna inanılıyordu: akıl, kalp ve karın. Akıl mantığı/rasyonaliteyi, kalp duyguları, mide ise şiddetli arzuyu ve şehveti yol gösterici olarak alır. Hatta bu yüzdendir ki, kimi sözler için ‘aklım almıyor’, ‘kalbim kırıldı, kalbim kaldırmıyor, duygularıma dokundu’ ya da ‘midem kaldırmıyor, mideme bir bıçak gibi saplandı’ gibi metaforları kullanıyoruz. [1] İnsanlar zaman zaman aklıyla, zaman zaman kalbiyle, zaman zaman da midesiyle yani içgüdüsüyle hareket eder. Burada karar verirken istenç, içgüdü ve kalpten uzakta olmalıdır, olmadığı takdirde birey seçiminde yanılmış olacaktır.
Birey karar alırken, belirlenmeye açıktır ve istediğini yapabilmesi, seçiminde özgür olduğu anlamına gelmez. Birey bilinçli olmanın kanıtı olan insan, mantıksal olarak kendinden söz edilebilen varlıktır. Birey, bireyselleşebilmesiyle bir düşüncenin karşılığı olan eylemi gerçekleştiren varlıktır. Bireyleşebilen özelliğiyle güç kazanmayı öğrenir ve bağımsızlaşır. Bireyin en temel özelliği zarar görmeden, kaybolmadan bölünemez olmasıdır. Ahmet Cevizci, birey kavramını şöyle ifade etmiştir:
"Bir taş birey değildir çünkü taş bölünebilir özelliktedir ve bölünmüş taş parçası yine bir taştır. İnsan bir bireydir çünkü insan bölünemez özelliktedir ve bölünmüş insan parçası bir insan değildir." (Cevizci, sözlük)
Bireyselleşemeyen, etkilenen ve yönlendirilen olarak ikiye ayrılan birey, özgür değildir. İstence sahip olmayan bireylere, demokrasi ile seçme hakkı tanındığında belirlenmiş kişi neden eylemi gerçekleştirdiğini bilmediği sürece yanılmış olacaktır.

Demagoji ve Halk
''Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir..." (Friedrich Nietzsche)
Sokrates'in gemi örneğinde kontrolü ele alan demagoglar insan duygularını ve içgüdülerini harekete geçiren dürtüler gibidir. İnsani güdülere ve kalbe yoğunlaşarak aklı bir kenara koydurur, onları aynı mideye inen bir pasta gibi kandırıp büyülerler. Aristoteles demagogları demokrasiyi içten içe kemiren böceklere benzetmiştir. Demagoglar, çoğunluğa hitap ederler. Demagoglar, halkın güdülerini vaatlerle, laf cambazlığıyla coşturarak halkın mantık mekanizmasını körleştirir.

Birey, Toplum, Yabancılaşma ve Devlet
Yabancılaşma kavramı kuramsal olarak ilk kez Hegel tarafından ele alınmış, kelime olarak ilk defa Rousseau tarafından kullanılmıştır. Yabancılaşma, başta Marx ve Rousseau olmak üzere en çok toplumsal düzeyde, siyasetle, devletle ilişkili olarak ele alınmıştır. Ahmet Cevizci Felsefe Sözlüğü'nde bu terimi şöyle sıralar:
1- Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme,
2- Psikiyatride, normalden sapma durumu,
3- Çağdaş psikoloji ya da sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissi.
Hegel'e göre bireylerin kendi güçlerini devlet'e bırakarak devleti oluşturmaları bir tür yabancılaşmadır.
“Devlettir ki birey özgürlüğünü onda bulur ve yaşar. Çünkü devlet evrensel, özsel istencin ve öznel istencin birliğidir. Bu birlikte yaşayan bireyin bir değeri vardır. Dünya tarihinde ancak bir devlet kurmuş halklar söz konusu edilebilir. Çünkü anlaşılmalıdır ki devlet özgürlüğün, saltık son ereğin olgusallaşmasıdır.”[2]
Marx'a göre insan her döneme uygun yaşam'a göre yaşamıştır. Dönemin uygun yaşamını da, üretim tarzı belirler. Örneğin 19.yy ve sonrasında süregelen toplum yapısında insanlar "otoriteye saygı", "tüketme", ve "sahip olma" gibi olguları yerine getirmekten zevk duymaktadırlar. Marx'a göre bu ve bu gibi toplum düzenlerinin belirlediği insanlar yabancılaşmakta, özünü kaybetmektedir.
Yabancılaşmanın topluma etkisi nedir?
Yabancılaşan bireyler, John Stuart Mill'in bahsettiği çoğunluğun tiranlığına karşı kayıtsız kalacaklardır. Topluma, kitleye ve birbirine yabancılaşan bireyler çoğunluğun despotizmine karşı korunamayacaktır. Simone de Beavoir, "İki birey arasındaki uyum hiçbir zaman kendilerine verilmemiştir. Bu uyumun aralıksız olarak kurulması gerekir." demiştir.
Yabancılaşma, bireyin geleceğinin kendi elinde değil, dış etkenlerin elinde olduğuna inanmasına, toplumda uyumun ve güven duygusunun yok olmasına, toplumdan ayrılmasına ve bireysel rekabete yol açacaktır. Toplumun bireye karşı üstünlüğü sonucunda zorbalığın içinde kaybolan bireyler esaret altında kalacak, karaktere sahip olmayan pasif bireyler ortaya çıkacaktır.

Sonuç
Demokraside seçilenin halkın çıkarlarını sağlayacağı kabul edilse de, iktidarın gücünü her zaman halkın yanında kullanacağından endişe etmek gerekir. Demokrasi, özgür düşünce ortamını oluşturabileceği, düşünce farklılığını sağlayabileceği ve refah ortamını getirebilecek bir rejim olabileceği gibi baskı getirecek bir rejime de dönüşebilir. John Stuart Mill de böyle düşünür, demokrasiye karşı değildir fakat demokrasi karşıtı argümanların haklı olabileceği noktalara da değinir. Demagoji ve demokrasi, Sokrates gibi tarihte birçok filozofun, bilim insanının ölümüne, sürgününe sebep olmuştur. Bu nedenle demokraside çoğunluğun tiranlığı söz konusu olabilir ve toplum bu kötülükten korunmalıdır. Her kesimden çok az insan bilinçli seçim yapmaktadır, birçok insan seçiminde güdüleriyle hareket etmekte, fanatizmle ve bahsettiğimiz mide ile kalbi doğrultusunda eyleme geçmektedir. Toplum bu kötülükten korunmak için, eğitilmeli ve yabancılaşmanın olabildiğince önüne geçilmelidir.

KAYNAKÇA
[1] Bu üç bölgenin insanın karar almasındaki etkisinde gerçekleşen kimyasal sürecin ayrıntıları hakkında Anil K. Rajvanshi’nin The three minds of the body başlıklı makalesine danışılabilir.
[2]G. W. F. Hegel, Tarih Felsefesi, s. 36
Diğer alıntılar cümle sonunda belirtilmiştir.





Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı 

“Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau
Mutluluk, İlk Çağ felsefesinden beri felsefede yerini edinmiş insan doğasına ilişkin konulardan biridir. İlk Çağ felsefesinde mutluluğu yaşamın amacı edinen iki ayrı büyük görüş vardır. Gorgias ve Sokrates'ten etkilenmiş Antishenes' e göre yaşamın ereği mutluluktur (endaimonia). Kişi buna ancak kendine yeterek, erdem ve bilgelikle ruhunu özgürleştirerek ulaşabilir. Antishenes'in görüşüne göre arzunun yokluğu erdemdir. Buna karşı Aristoppus haz (hedone) kavramını vurgulamıştır, "en üstün iyilik hazdır" ve "en büyük kötülük acıdır". Kişi olabildiğince hazza ulaşmalıdır fakat bunun yanında gereksinimlerini kısıtlamalıdır ki acıdan uzaklaşsın. Ne kadar az gereksinime sahip olursa o kadar az acı çeker. Antishenes bu görüşü keskin bir dille eleştirir ve hazzın insanı köleleştirdiğini düşünür. Toplumsal değerleri yok sayar ve kişisel ahlaka, değerlere, erdeme yoğunlaşır. Burada Rousseau ve Antishenes'in görüşü bağdaşıklık gösterir. Rousseau'ya göre kişinin mutlu bir yaşam sürebilmesi için olabildiğince toplumun zararlı etkilerinden korunmalı, kendi kişisel ahlakına yoğunlaşmalıdır.
Mutluluk bu görüşlere göre yaşam içinde ulaşılmaya çalışılan en yüksek noktadır. Mutluluğa ulaşmak için koşullar vardır. Antisthenes insan iradesinin olduğunu savunan filozoflardandır. Kişi mutluluğa ulaşmak için iradeye aykırı tüm koşullardan, tutkulardan ve acılardan kaçmalıdır. Aristoppus ise tamamen zıt bir biçimde tutkuların, isteklerin gerçekleştirilmesini, olabildiğince acısız yaşanması gerektiğini vurgular.
Sonraki dönemlerde bu iki karşıt görüşün Epiküros ve Stoa'yı etkilemiştir. Epikür içdinginliği, Roma Stoası eylemleri irade ile kontrol altında tutmak olarak görmüştür. Sonrasında Hıristiyan dininin çıkışı ile artık mutluluk İncil'e uymak ve Tanrı'ya bağlanmak olmuştur. Bu dinsel mutluluk anlayışı Rönesans ile büyük bir değişime uğramış, mutluluk ile evren ve insan aklı bağdaştırılmaya çalışılmıştır. İnsan mutluluğu tanımlamaya çalıştıkça anlamı değişmiştir.
Aydınlanma çağında özellikle Kant mutluluğa apayrı bir bakış açısı getirmiş, mutluluğu iradenin dışında kalan eğilimlerde aramıştır. Ahlak ve mutluluğu birbirine kenetlenmiş görür. Çağımızda ise mutluluk açıklanmaya çalışılırken birey-toplum arasındaki ilişki üzerinde durur.
Her çağda, her evrensel koşula ve çevreye göre mutluluk, yaşamın koşulları doğrultusunda değişik bakış açıları kazanmıştır. Bakış, zaman değişir ve mutluluk bu değişim doğrultusunde belirlenmeye açıktır. Bir amaç sanrısı olarak görülen mutluluk, gel-gitlerden oluşmuş bir araçtır. İnsan üzerine yüklenen bu mutluluk arayışı ona ağırdır. Onu aslında belirsiz olan mutluluğu farklı yollarla elde etmeye çalışmaya ve betimlemeye itmiştir. Yaşamı anlamlandırmak ve tüketmek için mutluluk, tutku, acı gibi insan doğasına ilişkin her şey bir bütünün içindedir. Mutluluk insan yaşamı için yaratılmışa benzemez, insan yaşamak için tüm değişken evrensel koşullara rağmen sabit bir biçimde, olduğu her yerde mutluluğa ulaşmaya çabalar, çabalayacaktır.



 Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Ayrıca zihin ne kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme

Spinoza'nın bu sözü ile ne demek istediğini anlayabilmek için öncelikle onun bilgi hakkındaki düşüncelerini ele almamız gerekir. Spinoza bilgi anlayışında büyük ölçüde Descartes'dan etkilenmiş ve aynı zamanda bir matematikçi olan Descartes'ın geometrik yöntemini bilgiye ulaşan en sağlam yol olarak görmüştür. Spinoza, Etika'da Öklid'in geometrik dilini de kullanmıştır ve kitabın yapısı Öklid'in geometri çalışmalarına benzer. Yazar aksiyomların ardından kanıtları sunar ve konu ilmek ilmek ilerler. Bu tümdengelimsel yöntemde ilmeklerden çıkan sonuçlar ile tutarlı sisteme ulaşmaktadır. İşte Spinoza bilgi ve evren görüşünü bu matematiksel düzene uygun bir şekilde oturtur.
Eserinin ilk bölümünde Tanrı'dan, doğa olan tek Töz'den bahseder. Spinoza'ya göre Tanrı doğanın dışında bir güç değildir ve ne dualarımızı okuyacak ne bizi cezalandıracak ne de cennete cehenneme mahkum edecektir. İncil'i insanların yazdığını savunur. Tüm bu inanılanlar batıl inançtan fazlası değildir. Ne var ki tüm bunlara rağmen Spinoza kendisine ateist demez bunun yanında Tanrı'yı savunur. Etika'da Tanrı başroldür fakat bu kutsal kitaplardakine benzemez. Spinoza'nın Tanrısı doğadan, ruhani dünyadan ayrı değildir ve bizimle içiçedir. Descartes evrende iki sonlu tözün (ruh ve madde) ve bir de bunları yaratan bir sonsuz töz yani Tanrının olduğunu savunuyordu. Spinoza bu düalist anlayışı bir kenara atarak Tanrı'nın evrenin hakikati olduğunu, evrenin tek tözünün Tanrı olduğunu savunmuştur. Bu töz her şeye can veren güçtür. Her şey bu tözden oluşur. Bu töz doğanın bizzat kendisidir. Bu nedenle Spinoza sık sık Tanrı ya da Doğa (Deus sive Natura) deyişini kullanmıştır.
Spinoza bireyin Tanrı'ya evreni değiştirmesi için dua etmesine karşıydı. İnsanın yapması gereken evrenin neden böyle olduğunu incelemek ve irdelemektir ve dua yerine olanı kabullenmektir. Stoacı tutuma sahip Spinoza'ya göre tanrıyı bilmenin en iyi yolu hayatın ve evrenin nasıl işlediğini anlamaktı. İnsan doğa bilimleri, felsefe vasıtasıyla Tanrı'yı anlamaya yaklaşabilirdi.
Doğa'nın (Tanrı'nın) düzenini anlayan insan kendi güçlerini daha iyi anlayacak ve kendini daha rahat yönlendirecektir çünkü Spinoza'nın tasarımına göre varolan her şey kendi içinde bu tözü taşıdığı için hiçbir şey doğa'dan ayrı hareket edemez. Özgür olan insan bu zorunluluğun farkında olandır. Tanrı'nın istenci yoktur ve her şey Tanrı'nın varlığından taşarak oluşmuştur.
"Havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanardı." diyen Spinoza'ya göre varolan her şey,duygular ve eylemler dahil, doğanın yasalarına zorunludur. Spinoza burada dört büyük dine karşıt olarak tözü taşıyan insan aklının Tanrı'nın bilgisine ulaşabileceğini öne sürer. Fakat bu ancak gerçek bilgiye ulaşabilme yetisine sahip olarak, doğanın düzenini kavrayarak mümkündür. Yine diğer dinlerden ayrı olarak; Tanrı'ya dua etmek yerine onun bizden istediğine yoğunlaşarak, her şeyi inceleyerek sınırlı olan "zamanın bakış açısı"ndan (sub specie durationis) tanrısal ve sonsuz olan "sonsuzluğun bakış açısı"na (sub specie aeternitatis"e ulaşmalıyız. Tabiatımız gereği bu iki bakış açısı arasında kalırız. Sezgiler bizi zamanın bakış açısına bağlarken aklımız sonsuzdan bakmamızı, "sonsuz bütünlüğe katılmamızı" sağlayabilir.
Spinoza'ya göre etik olan iyi-kötü gibi kaygıların ve arzuların üzerine çıkabilmektir. Etik, doğa'nın içinde var olandır. (Spinoza, Ethica'da etikten bahsetmemiştir.) Yararlı olan tek şey bilgidir ve erdemli insan da bu bilgiye sahip olandır. Spinoza felsefesinin gayesini tüm duygulardan arınmış bir yaşama yol olarak görüyordu. Yapmamız gereken arzularımıza göre evreni düzenlemek değil Tanrı'nın projelerini anlamaya çalışmaktı.
Spinoza, "Bilge insan, yani olayların neden ve nasıl olduklarını anlayan kişi, sonsuza dek huzurlu bir ruha sahip olur" diye yazmıştır. Onun amacı, batıl inançlara dayalı Tanrı'nın yerine, bilgiyi getirmek, insanı geleneksel dinden uzaklaştırıp akılcı bir inanç sistemine yönlendirerek hiçbir ayrıcalığı olmadığını düşündüğü insanı nedenler ve sonuçlardan oluşan determinizm sınırları içindeki doğa düzenine göre açıklayarak kendini doğa olarak gösteren akılcı Tanrı'yla birleştirmekti. Fakat kendinden önceki birçok filozof gibi yanıldığı basit ve bayağı neden şuydu ki insanlar inançlarına olan bağını koparamazdı. İçgüdü ile donatılmış insan korkar, ister, beğenir, hoşlanır ve akıl bunların önüne geçemez.


Hiç yorum yok: