Final Yazısı
“Doğdum. Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli. “Ben” dediğimiz şey, dışarıdan gelen ve benden daha öteye gitmeye yazgılı olan yabancı bir madde için taşıt yalnızca.”
Coccia, E. (2023). Metamorfozlar. Çev. Alara Çakmakçı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 2.
Çağdaşlıkta Varoluşun Parçası ve Var Olan Olarak Benlik
veya,
“İmdat! Doğdum ve ne yapacağımı bilmiyorum.”
Tanrı, "Işık ol" dedi ve ışık oldu. Fiat lux. Batı teolojisi Tanrı’nın evreni ansızın yaratmasından gelir. Tanrı ‘var olun’ demiştir, bir şeyler var olmuştur ve Adem ile Havva’dan gelen uzun bir süreç sonrası biz, buradayızdır. Hristiyanlıkta insanlık Babil’in kulesinde tanrının katına ulaşma ‘aptallığını’ gösterdikleri için tanrının gazabına uğramış, ayrılmışlardır. Batı mitosunda insanlık ayrıdır. Kaynağı çamurdandır ama bu çamur Adem’in kemikleri, etleri, damarlarını oluşturan çamurdur. Biz ise Adem’denizdir. Oysa Doğu teolojisinde, mesela Budizm’de, insanlar yaratılışta aynı kaynaktandır ve sonra bir mizan içinde varoluşun içine yerleştirilmişlerdir. Yasak elmayı yedikleri için cennetten kapı dışarı edilmemişlerdir, tanrıya karşı günahların en büyüğünü işlememişlerdir. Varoluşları bilindik bir kaynaktan, Brahma’dan, gelir ve herkes Brahma’dandır. Kast’ın pratiğine baktığımızda yatay hareketlilik olmasa da, ruhani bir seviyede ve konsept olarak bu hareketlilik mümkündür. Reenkarne olan birey daha yüksek veya daha düşük bir kasta geçebilir; hepsi de bir düzen içinde ve kendi iradesiyle, bir önceki hayatındaki iradesiyle, mümkün olur. Kısacası, insan dediğimiz şeyin kategorizasyonu varoluşun hepsiyle yapılır, birey kendini varoluşun özü olarak bulur. Hristiyanlıkta ise bireye belirsiz ve muğlak bir ‘kullanım klavuzu’ verilir: Şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın! Ve birey benliğini bilmeden önce bu kurallara atılır. Gerçekten de “dışarıdan gelen ve [birey]den öteye gitmeye yazgılı olan” bir dünyayla karşı karşıyadır. İşte günümüzde durumumuz budur. Bu yazımda, Emmanuel Coccia’nın bu sözünü varoluşçu ve teolojik bir lensten sorgulayacağım ve bireyin bu soru bağlamında günümüzde varoluşunu nasıl deneyimlediğini keşfedeceğim. Varoluşsal kaygıdan, varoluşsal kayıtsızlığa; tinden, dine; egodan, ideallere ve ötesine giderek günümüzde bu sorgunun neden her zamankinden daha önemli olduğunu ve neden günümüz toplumunun bireyi bu konuda yüzüstü bıraktığını anlatacağım.
Argümanlarımı sağlam bir temele oturtabilmek ve düzgün bir şekilde anlatabilmek için, önce alıntıyı ne bağlamda inceleyeceğimi anlatacağım. “Doğdum.” bölümünü, insanın varoluşu, özellikle aniden, beklenmedik varoluşu altında inceleyeceğim. “Kendi dışında bir şey taşımak” olarak da, bu “yabancı madde”nin taşınmasını, yani doğum ile bireyin benliğinde var olma halini inceleyeceğim. “‘Ben’” bölümünü analiz ederken hem benliğe biraz gireceğim, hem de daha önemli olarak “Ben”in “yabancı madde” ile olan etkileşimi ve bunun sonuçlarından bahsedeceğim. “Dışarıdan gelen ve benden öteye gitmeye yazgılı” kısmını birkaç farklı şekilde, ama yine bu “yabancı madde”nin tanımı olarak inceleyeceğim. “Yabancı madde”yi, bireyin içindeki bilinmeyen, surplus olan, varoluşumuz hakkında açıklamakta zorlandığımız şey olarak analiz edeceğim.
Öncelikle, az önce yaptığım din incelemesinden başlamak istiyorum. Doğu felsefesinde ve doğu dinlerinde birey, doğa ile bir bütündür. Bireyin ‘kendi dışındaki şey’ tam olarak yoktur çünkü bireyin kendi dışındaki şey de, kendisi gibi varoluşun kendisidir. Her şey bir düzen içindedir, ahenkli bir ilerliyiş içinde birey makinede bir dişlidir: bir yeri, bir görevi vardır. “Ben” denilen şey de bu anlayışta sadece bireyin fani vücududur. Varoluşun ayrılmaz, istese de kaçamayacağı bir parçası olduğu için birey Sartre’ın deyişiyle “varolmaya mahkumdur”, ama bu inanç altında Sartre’ın saptamaları doğru değildir. Birey, kendisine karşı kayıtsız bir evrende değildir, benliğinin ta kendisi bu evrendir. Bu yüzden birey, varoluşu taşımayı sorumluluk bilir çünkü bu işi ne kadar iyi yaparsa, kendisi bundan sonraki hayatında o kadar yararlanacaktır. Sadece bununla da bitmez, birey aynı zamanda varoluştan ayrı olmadığından kendini varoluşla bir bütün görür, “var olmayı” karşısına almaz. Hristiyanlığa bakıldığında da, her ne kadar mitosu az önce açıkladığım problemleri, bireye karşı agresyonları barındırsa da (Mezmur 51:5, "Ben fesat içinde doğdum ve günah içinde annem bana hamile kaldı"), en azından bireyin Tanrı’nın mükemmel mükemmel imajında yontulduğunu söyler. “Yontulmak”, ne kadar da güzel değil mi? Bireye kendisi için en iyi olacak varoluş sağlanmıştır, yaptığı her şey Tanrı’nın planı doğrultusundadır ve birey kaderin örgüleri üzerinde cambazlık gösterisini yapar (Yani kaderi bellidir, ip önündedir ve ip nereye giderse oraya yürüyecektir, ama dengede kalma çabası sanki bireye kontrol kendisindeymiş gibi bir his verir. Kader anlayışının dehası, bireye sadece iyi şeyler olacağını müjdelemek değil, her şeyin olması gerektiği gibi olacağı sözünü vermektir.). Hristiyanlık da en azından bu açıdan bireyin benliğine ‘merhametli’dir. Yine ‘ben’ dediğimiz şey dışında ne olduğu bellidir. Tanrı’nın mükemmel imajı, yaratılışı, ne olursa olsun emin adımlarla yürünebilecek, manası içsel olan bir varoluş, “Işık ol” dediğinde olan o ışık… Bu iki inanç sisteminde de birey o “Doğdum.” anından sonra kendisi için bir yol olduğunu bilir. “Ben”in dışında ne olduğunu, kendisi dışında ne taşıdığının derin farkındalığı içindedir. Kendisinin dışında gelen bir ‘madde’ vardır, hatta bu ‘madde’ bireyin varoluşundan sonra da varolacaktır ama bu durumun çağdaş insanda oluşturacağı kaygılar burada görülmez. Çünkü bu “yabancı madde” değildir. Ne olduğu bellidir, doğumdan beri bellidir ve birey varoluşsal kaygıya tam da bu yüzden düşmez.
“Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu biz öldürdük. Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri?” Evet Nietzsche, kendimizi nasıl avutacağız? Bir güzelleme olarak ‘Modern düşünceye geçiş’ olarak anılan, Tanrı’nın Avrupalı düşünürler tarafından suikasti, belki de Sezar’ınkinden bu yana en büyüğü ve mühimi, bütün bu idealleri de beraberinde götürmüştür. İnsan bir yaratıcının kutsal imajında yaratılmamıştır, insan gökten gelen bir çift el tarafından yontulmamıştır; insan vardır. Nokta. Modern düşünce ile, özellikle günümüz çağdaş düşüncesi ile, insana “olan” olarak bakma anlayışı hakim olmaya başladı. Öncelikle, bu artık bireyin Platon’un dediği gibi “idea”ya bağlı olamayacağı anlamına geliyordu çünkü ideal birey diye bir şey yoktu. Birey diye bir şeyin sadece “olduğunu” tomarlarca epistemolojik düşünce öne sürmeden söylemek bile yüzsüzlüktü, şayet günümüz düşüncesi de kategorilere çok sıcak bakmaz. Bireye herhangi bir şekilde bir mananın verilmemesi, hem “ben”i, hem “kendim dışındaki”ni sorguya çeker hem de sahiden bireyin dışındaki “yabancı madde”yi yabancı kılar. Tanrının ölümünden sonra ortaya çıkan bu durumu kanımca Heidegger’ın bir sözü çok iyi özetler: “Hiçbir açıklama olmaksızın varoluşumuzun gizeminin içine atılırız ve kendimizi açıklanamaz şeylerle dolu bir dünyada, deyim yerindeyse ‘aşılmaz bir karanlıkta’ sürüklenirken buluruz.”. Aşılmaz bir karanlık, tanrının “Işık ol” demesiyle hemencecik aştığı o karanlık çağdaş insanın musallatıdır. Sorun açıktır, varoluşumuzda açıklayamadığımız, kendimize yabancı bir şey vardır. Peki reçetemiz nedir?
İşte bu konuda yaşanan düşünce ayrılıkları ve kafa karışıklığı yüzünden oluşan düşünce akımlarını incelemek, bunların kritiğini yapmak belki de Coccia’nın sözünün neden çağdaş insan için geçerli olduğunu bize gösterecektir. Ama önce, analizin sağlıklı işlemesi için birkaç küçük aksiyom:
Belki de ‘ideal insan’ olarak birey ideası olmasa da, günümüzde yine insan gibi bir gruplama ve bunun getirdiği anlam ve tin sahibiyeti gibi çağrışımlar vardır.
Bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi ve varoluşundan memnun olması için ‘hayatın anlamı’nı bulmaya ihtiyacı yoktur. Ama bireyin kendi içinde taşıdığı bu “yabancı madde”, bireyin kendini gerçekleştirmesine engeldir.
“Yabancı madde”nin varlığı, varoluşsal kaygının (angst) sebebidir. Bize yabancı olan bir kısmımız vardır ve biliriz ki bu kısım, varoluşun anahtarı gibidir. Bu yabancılık ile gelen seçim hürriyeti sonucu angst oluşur, yabancı madde, rehberimiz olması gereken yerdeki boşluk veya uçurumdur.
Slavoj Zizek’in dediği gibi, günümüzde Hristiyanlığa baktığımızda bulutların üzerine bakabilirsek cidden orada bir baba figürü olarak tanrıyı bulabileceğimize inanan Hristiyan çok yoktur, yani “Tanrı”ya inanılmaz. Kanımca bu inanç, Noel Baba’ya inanmak gibidir. Günümüzde Hristiyanlar tanrıya veyahut kilise figürüne inanmaz, aslına bakıldığında çok radikal olanlar hariç çoğu cennet ve cehennemden de kuşkuludur. Neredeyse hepsi Hristiyanlığın değerlerine, Hristiyan tenetlerine inanır. Bu tür inanç için olan argümanım, bilimsel yöntem ve realizmin dogma gibi yayıldığı, soyut inanışların sıkı kritisizm altında olduğu çağdaş dünyamızda en azından kendisini sorgulayacağı ve bu yüzden de bireyin kendini gerçekleştirmesi için bu inancın kendi başına kifayetsiz kalacağıdır.
Kaldığımız yerden devam edelim, peki reçete nedir? Bireyin önünde birkaç opsiyon vardır. Biri, bu yabancı maddeyi tamamen reddetmek ve varlığın hepsinin kendisinde bulunduğunu, sadece benliğin varlığından emin olunabileceğini öne sürmektir; yani solipsizm. Solipsizmin en büyük sorunu, gönüllü körlüktür. Bir deve kuşu misali, sanki sorundan yeterince uzak durulursa, yokmuş gibi davranılırsa sorunun da gideceği, bireyin kendi varoluşuna içsel olarak açıklanamayacak bir şeyin aniden olmayacağı inancıdır. Zaten bu yüzdendir ki, Schoppenhauer “solipsizm sadece bir tımarhanede başarılı olabilir” demiştir. Bireyden yapması istenilen şey, “ben” denilen şeyi başarıyla izole etmesi, bunu izole edince bir şey kalacağını, varoluş ile etkileşimde olmayan bir asıl olacağını düşünmesi ve bu asıl hariç her şeyi yok saymasıdır. Bundan sonra da “bilinmeyen” kalmayacaktır çünkü her şey benlikte toplanacaktır. Ancak bu çok sarp bir yoldur çünkü şimdi bireye yeni, yine aynı büyüklükte başka bir sorumluluk bindirilir. “Ben” nedir, “benlik” nedir, bunların tanımlanması gerekir. Hatta bu belki de daha zor bir görevdir çünkü bu yabancı maddeye bakarken birey sadece benliğinin karanlık, bilinmedik parçasını keşfetmekle sorumluyken, şimdi benliğinin hepsi “yabancı madde”ye dönüşmüştür. Hidra gibi, bir baş kesilince yerine ikisi çıkmıştır ama bu sefer yardım alınabilecek bir ‘Tanrı’ yoktur.
Peki varoluşçuluk? Nihilizm? Absürdizm? Yani kısaca bu “yabancı madde”ye karşı yüzleşmek? Varoluşun bir parçası olmamaya karşı, solipsizm “Ben, varoluşum” derken, varoluşçuluk (ve türevleri), “Ben, varoluşa karşı yalnızım” der. Varoluşçuluk ne kadar hümanist bir akım olsa da, bu durumdaki yalnızlık çok daha derindedir ve başkalarıyla etkileşimlerimizle çözebileceğimiz bir şey değildir. Çok pesimist bir deyişle, karanlık bir odada yalnız başınızayken hala yüzleşmeniz gerekecek türden bir şeydir. Yani çözüm sürecinde birey gerçekten de yalnızdır. Aksiyom 3’te de dediğim gibi, bu seçimler konusunda bir rehberimizin olmaması olarak gündelik hayatımıza kendini gösterir. Nietzsche’ye göre, Tanrı öldüğü için her şeye müsaade edilmiştir ve angst buradan gelir; Lacan’a göre ise angst, Tanrı’nın ölümü yüzünden artık hiçbir şeye izin verilmediği şeklindedir. Zizek bu durumu şöyle anlatır:
“ ‘Postmodern’ bir babanın mesajı çok daha zor olabilirdi: “Büyükannenin seni ne kadar çok sevdiğini biliyorsun! Ama yine de seni onu ziyaret etmeye zorlamak istemiyorum. Aptal olmayan her çocuk (ve genelde kesinlikle aptal değildirler) bu izin verici tutumun tuzağını hemen fark edecektir: özgür bir seçim görüntüsünün altında, geleneksel otoriter babanın formüle ettiğinden çok daha baskıcı bir talep vardır, yani sadece büyükanneyi ziyaret etmek değil, bunu gönüllü olarak, çocuğun kendi özgür iradesiyle yapması için üstü kapalı bir emir vardır. Böylesi sahte bir özgür seçim, müstehcen bir süperego emridir: Çocuğu iç özgürlüğünden bile mahrum bırakır, ona sadece ne yapacağını değil, ne yapmak isteyeceğini de emreder.”
Buradan varoluşçu düşünce ile birkaç çıkarımda bulunabiliriz. Öncelikle, varoluşçuluğun öncesinde, “yabancı madde”nin Tanrı olduğu dönemde, belki de bireyin özünü bulabilmesi için kurallar muğlaktı, ama Tanrı’nın emirlerin kesindi. Bu hem Tanrı’ya inananlar için kolay bir kendini gerçekleştirme yolu sunuyor, hem de ona inanmayanlar için ise sadece bu emirlere karşı gelerek kendi “yabancı madde”lerini aydınlatma imkanı veriyordu. Çünkü bir şeyin yokluğu, hiçbir şey değildir. Lacan’ın absence konseptinde olduğu gibi, yokluk da varlık kadar maddedir ve tanımlanmıştır. Bu yüzden de Tanrı’nın varlığı, ona inançtan bağımsız olarak, “yabancı madde”yi aydınlatır. Oysa Tanrı’nın ölümünden sonra, Aksiyom 4 bağlamında Tanrı’ya inananlar, bu sağlam çapalarını yitirmiş olurlar. Bundan çok daha önemli olarak da, Tanrı’ya inanan da, inanmayan da artık kendi seçimlerinin arkasında durmak zorundadır. Zayıflamış Tanrı figürü yüzünden, artık birey kendini “Postmodern baba” rolüne koyar ve bu rolde, sadece ne yapacağını dinleyen otoriter babanın oğlu olmak ve itaat etmek ile etmemek arasında karar vermek yerine, özgürlüğünün kendisini meşrulaştırmak zorunda kalır. Hem ne yapıp ne yapmamak istediğine, bir rehber olmadan karar verecektir; hem de bu kararı “gönüllü olarak, kendi özgür iradesiyle” yapacaktır. Varoluşçuluğa olan inanç, bireyi böyle bir duruma sokar. Yine birey, sadece “yabancı madde”yi bulmak yerine, daha büyük bir yük olan kendisini tanıma yükümlülüğünü üstlenir.
Anlayabileceğiniz gibi, çağdaş felsefenin bu sorun ile çatışması çoğunlukla sorunu daha da büyütür. Bu düşüncenin dışındaki faktörler de durumu kötüleştirmeye yardımcı olur; sağolsunlar. Hem bireyin kapitalizm, şehirleşme ve çağdaş nükleer aile birimi altında hayatıyla artan bireyselleşme ve izolasyon ile Doğu felsefesinin çözümlerinden uzaklaşılmış; hem de kendi anlamlandırma ihtiyacının farkındalığına karşı, dini tabulaştırılması ve modern düşüncenin aksiyomlarıyla taban tabana zıt olması yüzünden çaresizce bu ihtiyacı görmezden gelmesi yüzünden “yabancı madde”nin ‘üstünkörü’ bir şekilde doldurulmasına karşı bir korku oluşmuştur. Bunun yanında bireyden “daha öteye gid[ecek]” varoluşun farkındalığı ve bu varoluşun bir parçasın olunduğu bilinci; ve bu bilincin karşısında varoluşa amatör bir astronom gibi izleyici kalınması bireyde kendini anlama sorumluluğu olduğu hissi doğmuştur. Bu his varoluşçuluğun bireyi varoluşun karşısına koymasıyla şu duruma gelmiştir: Birey, varlığının farkındalığı yüzünden kendisine, kendinden büyük bir projenin “meşale taşıyıcılığı” sorumluluğunu verirken; aynı zamanda, kendini bu projeden dışlamıştır. Bu sözde “yabancı madde”nin varlığı yüzünden birey ve varoluş arasında açılan uçurum, varoluşa ve benliğe karşı bir yabancılaşmaya dönüşmüştür. Bu yabancılaşma, zamane patolojik durumumuzdur.
Peki birey, bu yabancılaşmayla nasıl savaşabilir? İntihar? Belki, ama ölümden olan irrasyonel korkumuz ve içgüdülerimiz bunu çok zor kılıyor. Üstelik, pragmatik olarak bakarsanız, eğer intihar etmek yerine daha iyi bir çözüm bulabilirsek net faydamız daha yüksek olacaktır. Belki de yaşamanın bir etiği olmamalı, ama bu yazı sağlıklı devam edebilsin diye sorundan kaçmayı yeterince etkili bir çözüm saymayacağım, pratik bir önkabül. Bu yabancılaşmayla savaşabilmemizin, “yabancı madde”yi bilinir kılabilmemizin ve kendimizi gerçekleştirebilmemizin en kesin yolu Kierkegaard'ın “inanç sıçaraması”nın çağdaş bir yorumlamasından gelecektir. Metin boyunca tesis ettiğim gibi, insan ile varoluş arasında bir boşluk vardır. Kierkegaard bunu insan ile Tanrı arasında bir boşluk olarak anlatır ama tanrının metaforik ölümünden sonra, Tanrı’nın yerini varoluşun kendisi almıştır. “Yabancı madde”yi tanımlama ve anlama görevinde, din Tanrı’nın ölümünden sonra yeterli olmaktan çıktıktan sonra, bireyin varoluş ile ilişkisi üzerinden bir yöntem geliştirmeye çalışılmıştır. Solipsizm, bireyi varoluşun kendisi yaparken; varoluşçuluk ise bireyi, varoluştan ayrı, hatta varoluşun karşısında konumlandırmıştır. Bu ikisi de daha karışık, daha yabancı bir “yabancı madde” yaratmıştır. Uygun olan çözüm ise, varoluşun doğasını kabul etmek, yabancı bir şeyin olduğunu ve bu durumu değiştirmekte çaresiz olduğumuzu anlamaktır. Bundan sonra atılması gereken adım ise, bireyi varoluş ile birleştirmektir. Bunun için köprü görevi görecek inanç sıçraması ile bu boşluğun doldurulması şarttır. “Yabancı madde” ile ilgili yapılabilecek tek şey, “yabancı madde”nin yerine “bilindik madde” koymaktır. Ve bunun için de modern düşüncenin reddi gereklidir. Rasyonel, realist düşünceler ile mümkün olan bir kurtuluş yolu değildir bu. Bunun yerine, ne olduğu farketmeksizin bir varsayım yapılmalıdır. Bu, herhangi bir inanç formunda gelebilir ama bu inanç, bireyin bütün varlığıyla inandığı bir inanç olmalıdır. Camus’nun deyişiyle “bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler” bulunmalıdır. Günümüzde herhangi bir şeyde aşırıya kaçmaya ve radikalleşmeye karşı, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artmış olan korku, bu düşünceleri kısıtlamıştır. Radikal politik düşüncelere karşı başlayan korku, radikalliğin tabulaşmasına dönmüştür. Bu da günümüzde, internet forumlarında sağlıksız ve kontrolsüz radikalleşmeye, gruplar içinde yankı odalarının oluşmasına ve ekstrem dışlamaya dönüşmüştür. Bireyin inanç sıçramasını gerçekleştirmesi için sağlıklı ve yeterli bir ortam yaratılamayınca; çağdaş benlik, ya yabancılaşmış bir benliğe, ya da sağlıksızca radikalleşmiş bir benliğe dönüşmüştür. Özetle, sorunun çözümü basittir ama uygulaması bir o kadar da zordur. Bireylerin güçlü inançlarının olması, yaşamdan bir anlam beklentisi olmadan veya “yabancı madde”yi aydınlatacak bir ışık beklemeden bu inançların sürdürülebilmesi gerekmektedir. İnanç denilen bu geniş kavramın içinde, herhangi bir aktiviteye ve değere bağlılık da vardır ve esas bu alanlara odaklanılmalıdır. Bu, sorunu çok daha basit ve çözülebilir bir hale getirir. Bireyin artık imkansız görevler olan “yabancı madde”yi anlamlandırmasına veya benliğini tamamen keşfetmesine gerek yoktur. Bireyin doğduktan sonra kendini gerçekleştirebilmesinin, hayatını anlamlandırabilmesinin yolu sadece değer verdiği bir şey belirlemesidir. Bu sayede Coccia’nın sözü çok daha pozitif bir okumaya açılır. Artık bireyden önce var olmuş ve sonra var olacak şey, varoluş gibi anlaşılmaz bir dev değildir, bireyin değer verdiği bir kavramdır. Biraz şiirsel olabilir ama, varoluşun engin denizlerinin aşılamaz dalgalarının yerini, ‘dayanışma’ gibi kavranabilir ve uygulanabilir bir değer almıştır. Bu sayede benliğin “taşıt” konumuna getirilmesi, tıpkı Doğu felsefesinde olduğu gibi, bireyin isteği ve hazzıyla gerçekleşir. Birey, artık kendine tanıdık olan bu “yabancı madde”yi taşımakta sorun görmez. Kısaca, “İmdat! Doğdum ve ne yapacağımı bilmiyorum.” çığlığına cevap, varoluşu basitleştirmek ve aslında var olmanın o kadar da karmaşık olmasına gerek olmadığını fark etmektir.
2. Adım Yazısı
“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”
Umberto Eco
Bilginin Doğası ve Kullanımı Üzerine
“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” - Umberto Eco
Bilgi diye bir şey insanlarca bir ara, belki de geçen salı günü, uydurulmuştur. Önemli olan şey ise bugün insan dediğimiz şey ve bu insanın yarattığı toplum, büyük bir oranda bilginin etrafında döner. Bir nevi bilgiye bağımlıdırlar. Oysa somut bir şey değildir bilgi, ‘soyut’ dediğimiz uydurma bir kategorinin ürünü bir yapıdır. Tabii burada her şeyin soyut olduğu, veyahut materyalist bir açıdan her şeyin somut olduğu, argümanı da yapılabilir ve bu sorgu yapılmalıdır da. Her ne kadar buna değinecek olsam da, bu yazının sağlıklı ilerlemesi için bilginin öyle ya da böyle soyut bir biçimde ‘var olduğunu’ kabul etmem gerekecek. Takdir edersiniz ki bilgi dediğimiz şey, özellikle soyut doğası yüzünden, onu algılayan bir şeye de ihtiyaç duyar. Bu da çoğunlukla envai çeşit diyalektik ile insanlar olur. Bunu akılda tutarak, bilginin doğası ve kullanımı üzerine herhangi bir sorgu yapmadan önce şu soruyu sormak isabetli olur: Bilmek nedir? Bilmek, sahibiyet değildir. Bir bilgi de bir parti ile sınırlı, onun kişisel mülkiyeti altında olamaz. Konfüçyüs’ün de dediği gibi, yumurtaların aksine, bilgi paylaştıkça iki tarafta da kümülatif olarak artar. Yani bilmek, varoluşun bir parçasının veya hepsinin algılanmasında yeni bir yöntem ve yordama sahip olmaktır. Varolan ile olan diyalektiğimiz sonucu, varoluş ile olan diyalektiğimiz gelişmesidir. Aynı yere varan başka bir düşünme şekliyle de şöyle düşünülebilir: Bilgi, varoluşun tinidir ve bilmek, bu tini gözlemleme yetisi kazanmaktır. Bu yazımda, az önce belirlediğim pseudo-belitler altında, Umberto Eco’nun bu sözünü incelemeye, sorusunu (belki ondan farklı bir şekilde) cevaplamaya ve savlarını gözden geçirerek, bilgiyi, bilgiye sahip olmanın etiğini ve bilginin kullanımının temeline inmeye çalışacağım. Aynı zamanda Foucault’nun, ve ondan önce Aristo’nun, güç ve bilgi arasındaki ilişki hakkında düşünceleri üzerinden, Eco’nun “öğrenmek” ve “yapmamız gerektiğini” sözleriyle de ortaya koyduğu güç dinamiğini inceleyecek ve bunun bilgiyi görüşümüzü nasıl etkilediğine bakacağım.
Öncelikle, Umberto Eco’nun bu sorusunu saçma bulduğumu ve cevaplanabilir türden bir soru olmayarak gördüğümü belirtmek isterim. Bilgi, belirli sınırlar içinde, insanın özünde olması gereken bir şeydir çünkü varoluşun deneyimlenmesi de, bir kitapta okunan sayfalar ile aynı değerdedir, ikisi de bilgidir. Yani, insan bilmek istemez, insan dediğimiz şeyin varlığı, bu sorguyu yapabilmesi, deneyimleyebilmesi her zaman bilgi aktı yoluyla olur. Var olan ve var oluşu deneyimleyen her şey, zaten bilgiye muhtaçtır çünkü bilgi deneyimi mümkün kılar. Bilginin kitaplar veya dil gibi yoğunlaştırılıp, sistemli bir hale getirilerek insan kullanımına daha uygun bir forma sokulması, özündeki bilgi idea’sını değiştirmez. Bu yüzdendir ki, bilgi bir istek değil bir zarurettir, ihtiyacın bile ötesinde kendi başına özel bir konumda durur çünkü varoluş denilen şey (ki Alan Watts’un bir gongun çalmasıyla güzel bir şekilde anlattığı gibi sadece deneyimleme durumu olarak tanımlanabilir) tamamen bilgiye bağlıdır. Bilgiye sığ yaklaşımı, kanımca Umberto Eco’nun bu düşüncesindeki en temel hatadır.
Peki insan bilgiye sahip olduğunda, kendisini kısıtlamakla, yani ne yapmaması gerektiğini bilmekle neden sorumludur? İnsanın bilgiye ulaşmaması, kısıtlayıcı bir unsur mu olmalıdır? Belki de burada Foucault’nun sorgusu işe yarayabilir. Foucault’ya göre güç sahibi olan enstitüler, sadece bilginin nasıl yayıldığını değil, neyin bilinebileceğini ve bunların nasıl bilinebileceğini de kontrol ederler. Bu bağlamda ‘açık seçik’ bir şekilde propaganda yapabilir, gerçekleri çarpıtıp saklayarak bu bilgiye erişimi engelleyebilirler. Bu sayede de gerçekliği şekillendirme gücüne sahip olurlar. Ama Foucault’ya bu indirgeyici bir anlatıdır. Teknoloji ve STEM araştırması karlı olduğundan, bilginin esas kaynağının bilim olarak kabul edilmesi ve bu anlatının kapitalist enstitüler tarafından yayılması da aslında aynı kapıya çıkar. Yani bu açıdan bakıldığında, bilgi içsel olarak risklidir çünkü kendi içinde bir kısıtlamalar ve dogmalar bütünüyle paketlenmiş olarak gelir.
Ya insan neden ne yapması ve yapmaması gerektiğini “bilmek ister”? Bu da aslında aynı güç dinamiklerine varan bir düşüncedir. Foucault’ya göre güç ve gücün hayatın diğer bütün yönleri üzerindeki etkisi tek taraflı bir akım olarak veya bu güç ile simgeleşmiş parlamento gibi sembollerde yoğunlaşarak ilerlemez. Aksine, günlük hayatımızda gizlenir ki bu nokta için okul örneği yerli olacaktır ki bilgi alışverişi ve öğrenmenin toplumlardaki kaynağı okullardır. Okullarda sınavlar sayesinde tek bir doğru cevap olduğu öğretilir ve bilginin aslında ‘objektif’ bir konsept olduğu öğrencilere aşılanır. Aynı zamanda sınıfın otorite figürü tekildir ve bütün bilgi bu otorite figüründen gelir ki bu da bilginin kaynağının otorite ve güç sahibi kişi olduğu anlatısını pekiştirir. Üstelik okullarda ne öğretildiğine karar veren güç, bilgi üzerinde tekelini bu sayede sorgulanamaz bir şekilde güçlendirir (Bu aynı zamanda Aristo’nun, politikanın diğer bilimleri kontrol eden şey olduğu konusundaki görüşüyle de desteklenebilir). Kısacası, okul gibi sıradan bir alanla bile, gücün bilgiyi kontrolü içselleştirilir ve ne yapması ve yapmaması gerektiğini bilmesi gereken bir insan ortaya çıkar. İnsanın bunları bilmek istemesinin sebebinin merak gibi soyut ve manasız bir konsept yerine, güçteki kurumun çıkarı olduğu görülebilir. Bu açıdan da Eco’nun düşüncesi, bilgiyi romantize ve idealize edilmiş bir şekilde tutarak sanki insanın anlam arayışıymış gibi sunar. Oysa, başta da belirttiğim evrenin tinine uzanmak olan bilgi, günümüzdeki bilgi ile çok ayrıdır. Güç, bilgiyi ve bilmeyi aşındırmıştır.
Ama ya insanın “ne yapabileceğini” farketmesi? Eco bu konuda da mı yanılmıştır? Bana göre bu soruda da durum farksızdır. Bilgi her ne kadar soru böyle sorulunca ufuk açıcı gibi görülse de, esasında bu soru tamamen kısıtlayıcıdır. Öğrenmenin bireye ne yapabileceğini öğretmesi, bireyin varlığını belirlemesi anlamına gelir çünkü (Sartre’ı dinleyecek olursanız) insan yaptıklarından ibarettir. Hayatta aksiyonlarımız dışında hiçbir şeyimiz yoktur ve bu da onlara varoluşsal açıdan engin bir değer yükler. Eğer ki güç tarafından yönetilen bilgi ile varoluşumuz kısıtlanırsa, bu insanın kuklalaştırılması anlamına gelir. Kendi sınırlarını gücün dediğine göre çizen insanın sınırları yoktur çünkü bu sınırlar her an değişebilir. Öğrenime ve bilgi gibi kötü temellere oturtulmuş, manipülasyona açık bir konsepte insanın varlığıyla bel bağlaması sonunda bilgi tarafından yönetilmesi haline gelir. Yani bilginin esaretinde bir hayat sürülür ve bir sorgulama (ki bu sorgunun kendisi, sorgu dediğimiz şeyin sınırları ve sorguladığımız şeydeki radikal duruşlarımız bile güç, medya ve toplum tarafından o kadar belirlenmiştir ki, gerçek sorgunun varlığı bile şüphe uyandırıcıdır) sonucu kabul edilen bilginin dogması altında yaşanır. İronik gelebilir, ama sorgunun dogması da mümkün ve görülen bir şeydir. Kendi küçük ekosistemimizde yaptığımız sorguları bilgi dediğimiz konseptin kendisine yöneltmediğimiz, bilgiyi almamızdaki kısıtlara bakmadığımız, ‘doğru’ ve ‘yanlış’ konseptlerinin değersiz olduğunu kabullenmediğimiz, aldığımız bilgiyi nasıl aldığımıza ve hangi bilginin bizim erişimimize açık olduğuna bakmadığımız sürece de durum böyle kalacaktır. Çünkü modern insanın bilgi konusunda en büyük yanılgısı, dogmanın sadece bilginin içeriğinde olabildiğidir. Oysa bilginin kendisindeki dogma adreslenmelidir. Bu çözümlenmediği sürece de Umberto Eco’nun bu sözü, bilginin doğasının yanlış anlaşılmasından ibaret kalacaktır. Eco; bilginin insanı yontmasını, insanın bilgiyle kendisini yontması sanma hatasına düşerek bilgi ve öğrenmeyi kutsallaştırmıştır. Oysa bu süreçte, tam da bu tuzağa düşmüştür.
Peki gücün bilgiyi kontrol etmesindeki etik nedir? Güç ile kontrol edildiği biline biline, bilgi yine de aranmalı mıdır? Aslında başında da söylediğimiz gibi bilgi, yumurta olmadığı için yasal olarak bu konuda sıkıntı yoktur. Ama zaten durumun zorluğu da buradan gelir çünkü yasa dediğimiz şey de aynı güç organları tarafından kontrol edilir ve hatta bilginin kontrolünün meşrulaştırılmasında kullanılır. Yani cevap, toplumun kolektif bilincinde aranamaz. Zaten Kant etiğine göre yanlış olan bu davranışı, utilitaryanizme göre incelemek daha ilginç olacaktır. Sonuçlarına bakıldığında, bilginin kontrolü kâr mı zarar mı getirir? Bilgi kontrol edildikçe, varoluşun algılanışı düzene sokulabilir ve homojen bir şekilde gerçekleşir ve herkesin gerçekliği birbirine benzemeye başlar. Bu halkın iradesine karşı değildir ve onların istekleri doğrultusundadır, neredeyse bütün güç öğeleri günümüzün demokratik sistemleri sayesinde görece halkın iradesiyle güce geçmişlerdir, ama aslında bu yorumda güç ve uyumun döngüselliği göz ardı edilir. Bu döngüselliğe bakıldığında, insanlar bilginin manipülasyonuyla uyum göstermeye zorlandıkça, güç organlarını daha da onaylayacaklardır çünkü onların görüşlerini değiştiren güç organları artık onlarla benzer görüşte olacaklardır. Güçtekiler insan iradesini ezdikçe, gelecekte bu iradeyi ezmeleri daha da kolaylaşacaktır. Bu döngü, insan iradesine karşı bir red beyanıdır ve kabul edilemez. Sonuçlara bakıldığında, küçük bir grubun görece az refah artışı karşılığında, dünyanın kalanı ruhsuzlaşmış olurlar. Yani bilginin güç tarafından kontrolü, herhangi bir açıdan etik olarak karşılanamaz ve bir başkaldırı sebebi olarak görülmelidir. Ama daha önemlisi, durumun zaten böyle olduğu dünyamızda, bilgiyi aramaya devam etmeli miyiz? Burada varoluşçu ve absürdistlerin fikirlerinin uyarlanabileceğini düşünüyorum. Saf bilgiye ulaşamayacağımızı bilmemize rağmen, bu idealden şaşmamamız gerekmektedir. Neden? Burada da Lacan’ın objet petit a’sından bahsetmek gerekir. Kısaca, esas arzuladığımız şey, arzulamaya devam edebilmektir ve bu bizim arzumuzu asıl karşılayan şeydir. Yani, saf bilginin arayışında saf bilgi bulunamayacağının bilinmesi, ama yine de saf bilgi aranması gerekir çünkü sadece bu yol ile, saf bilgiye ulaşmaya en yakın deneyim yaşanabilir ve saf bilgiye ulaştığımızda aldığımızdan daha iyi bir deneyim alınabilir. İşte absürdizm ile benzer yanı da bu olur: Saf bilgiye ulaşamayacağımızı kabul edip buna karşın yaşamaya ve bilgi aramaya devam etmek. Bu görüş kesinlikle bencildir çünkü herkesin mutluluğu için, saf bilgi idealinin kurban edilmesi gibi görülebilir. Oysa kanımca, saf bilgi ideali için herkesin mutluluğunun kurban edilmesi asıl sağduyusuzluk olacaktır. Bilgiye ulaşmaktaki bu eforumuz bizi sadece daha kaliteli bilgiye götürmeyecek, aynı zamanda da bireyi gücün etkisinden de arındırmaya yarayacaktır. Yani, günümüzdeki bilginin kabulü aşınmış bilgi tüketimi sonucu karakterde aşınmışlığa yol açarken, alternatifiyle birey güç yapısından özgürleşebilecektir.
Peki bu laf salatası altınsa nereye ulaşmak istiyorum? Eco’ya göre bilmek istememizin nedeni bir öğrenme arzusu ve kendimizi anlayabilmektir. Oysa bence bu hatalı bir görüştür. Nedenlerinin neden tek tek hatalı olduğunu saydım ama az önce kurduğum idealler ile bir cevap da sunmak isterim. İnsan, özgürleşmek için bilmek istemelidir. Gücün bilgi üzerindeki gayrimeşru kavrayışı sonucu üzerimizde oluşturduğu kontrol, bilgi dediğimiz kavramı olduğu gibi kabul ettiğimiz sürece gitmeyecektir. Alternatif bir arayış ile güçten arınmış bilgiye ulaşmaya çabalamak ise bizim üzerimizden gücün ve sistemlerin sıradanlaşmış ve kanıksanmış baskısını kaldıracaktır. İdeale doğru yol alırken ideale ulaşılamayacağını bilmek ve buna rağmen denemek, ironik olarak ideal bilgiye bizi ulaştıracak yol olacaktır. Eco’ya göre insan bilgiyi kullanarak kendini şekillendirir ama günümüzde gücün bilgiyi, bilginin de bizi şekillendirdiği bir gerçektir. Bu sorgu sonucu, insan sonunda güç yapılarından uzak bir bilgi ile kendi egemenliğini kazanabilecektir. Bilgi sadece bilimsel veya edebi ile sınırlandırılmadığından ve varolmak denilen şeyin bütünü sadece bilgi almaktan ibaret olduğundan da bu özgürleşme yeni bir Aydınlanma Çağı gibi görülmemeli, insanın modern dünyadaki güç dinamiklerine karşı bir başkaldırısı olmalıdır. Kısaca, Umberto Eco’nun bu sözünde bilgi kısıtlayıcıdır oysa bence bilgi, insanın güce karşı kullanacağı bir silah olmalıdır. Eco’nun görüşü modern koşullardan izole ve idealize edilmiş bir bilgi sunduğundan, bilginin doğasını yakalamakta yetersiz kalmış ve yanlış sonuçlara ulaşmıştır. Benim Eco’ya karşı görüşüm şudur: Günümüzde güç bilgiyi kontrol eder ama esasında bilgi, güç olmalıdır.
1. Adım Yazısı
“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill
‘Gerçek’ kavramının günlük hayattaki algısında, gerçeğin ne olduğundan ve gerçek konseptinin varlığından bağımsız olarak, çevremizdeki neredeyse her bireyin bir temel doğrular seti üzerine anlaşmış gibi görünmelerinin etkisi büyüktür. Her ne kadar modern düşünce genellikle doğrunun, algının izafiyetine bağlılığını kabul etse de, özellikle pozitivist düşüncenin bilimin gelişim ve önem kazanmasıyla büyümesi sonucu epistemolojik mutlakiyetçi bir görüş de yayılmaktadır. Bilgi toplumunun gelişmesi ve hayatın büyük bir oranda bilgi üzerinden deneyimlenmesi ile gerçekliğin sunuma da değişmiş, Baudrillard’nın deyişiyle simülasyon ve simülakr, dünyayı algılamamızda başat bir rol oynar hale gelmiştir. Böyle bir dünyada şüphesiz bireyin bilgiyle ilişkisi hem daha olmadığı derecede bir önem arz etmekte, hem de bu ilişkinin doğası ile ilgili sorular bireyin ve kolektif olarak toplumun bilincinde daha büyük bir yer elde etmeye başlamaktadır. John Stuart Mills, her ne kadar bu alıntının orjinalinde ‘hakkı olmazdı’ yerine ‘eşit hakkı olurdu’ya daha yakın bir ifade kullanmış olsa da, çoğulcu bir gerçek algısını reddetmiş ve bunun yerine gerçeğin bağıntılı yapısına dikkat çekmiştir. Bu bağlamda birçok farklı düşünürden ve ekolden yola çıkarak yorum yapılabilir ki ben çoğunlukla Fransız, özellikle de varoluşçu, düşüncelerin gerçeklik algısından yola çıkarak ‘doğru’nun (Mill’in fikrinin orijinal algısından biraz çıkarak ‘hakkı olmazdı’yı düşünce ve ifade özgürlüğü olarak değil de doğrudan böyle bir durumun asla meşrulaşrıtılamayacağı bağlamında, daha hakların da köküne ve temeline yakın bir görüş ile bakarak) bir analizini yapacağım, ‘doğru’, ‘gerçek’ ve ‘gerçeklik’in farklı algılanma şekilleri üzerinden Mill’in bu sözünün farklı yönlerine bakacağım, sözün, diğer düşünürlerin fikirlerini de referans alarak, kimi kısımlarını eleştirip kimi kısımlarını da anlayıp desteklemeye çalışacağım. Bu amaçla, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Jean Baudrillard, Jacques Derrida, Platon’un düşüncelerine, George Orwell’in ‘1984’ eserine, René Magritte'in ünlü ‘Treachery of Images’ (‘İmgelerin İhaneti’) adlı resmine ve Bobby Henderson’ın ‘Pastafaryanlık’ dinine değineceğim ve relativist bir epistemoloji anlatısı üzerine yoğunlaşırken aynı zamanda antitezlerine de değinmeye çalışarak, fikirlerin ‘doğru’ bağlamında özüne inmeyi deneyeceğim.
Sartre’ın ‘mauvaise foi’, yani ‘kötü niyet’ adlı konsepti, insanların Dünya’nın olduğu gibi olmasını kabul etmelerinin anlaşılması için iyi bir araç. Sartre’a göre kimi şeylerin kabullenişi ve değiştirilemez gibi görünmesi, yani mutlakiyetçi bir bakıştan bilgi ve hatta varoluşun algılanması, insanı tamamen kısıtlayan bir şeydir. Bu bakış açısı, gerçekliğin insanların düşünce dünyasında var olduğunun unutulmasına neden olur ve bireyi belli bir durum veya gerçeğe bağlı hissettirir. Oysa bu görüş, bireyin kendini öncelikle özgür bir varlık olarak görmesini engeller. Dünya’yı değiştirilemez ve sabit gören bir birey için diğer görüşler bir anlam ifade etmez çünkü uyuşmazlıkların bu dünya görüşünde yeri yoktur. ‘Kötü konsept’ bireyi dünyaya at gözlüklerinden bakmaya mahkum eder ve ‘doğru’nun absürtlüğünü görmesini engeller. Sartre’ın ‘Bulantı’sında ana karakterin bir koltuk görüp, koltuğun oturma işlevi için yapılmış bir şey olduğu ve ‘oturulası’ diye nitelendirilebilecek şeylerin sınırlılığı karşısındaki şaşırışı, bu absürdite karşısında bireyin şokunu gösterir. Aslında mutlakiyetçi bir gerçek olgusu da tam böyledir, tekil bir gerçeğin varlığına birey o kadar alışır ki belli bir süre sonra bu kanıksanır, sorgulanmadan kabul edilir. Sartre’ın bu bölümde “Söz gelimi bu, taşmış bir ırmağın gri renkli sularında, karnı ters dönmüş, şişmiş ve suyun akıntısına kapılmış ölü bir eşek de olabilir.” demesiyle Platon’un formlarını eleştirisi de aynı zamanda Mill’in düşüncesine bağlanabilir, hem de iki farklı yönden. Öncelikle Platon’un mutlakiyetçi ‘mükemmel form’u ile gelen, var olanın ötesinde nesnel ve ideal bir gerçeklik algısına Mill de Sartre da karşı çıkarlar. Mill’in düşüncesinde düşüncenin bu ikili yapısı, Platon’un tekilliğine açıkça karşı çıkar. Aynı zamanda Sartre’ın gösterdiği, sandalyenin ‘sandalyeliği’ne, çoğunluğun sandalyenin ‘sandalyeliği’ni kabullenmesi dolayısıyla sorgulamasız bir kabulleniş, Mill’in fikirde çoğunluğun haklı olduğunun savunulduğu çoğunlukçu epistemolojiyle karşılaştırılabilir. İkisinin de kanıksama sonucu bir gerçeklik kabulüne karşı eleştirel bir yaklaşım izlemişlerdir.
Bu düşünceye kısa bir ek olarak, Albert Camus’nun ‘Yabancı’sında ana karakter Mersault’nun durumu ve Camus’nun absürdizm inancı da gerçeklik algısının öznel olmasının farkındalığını vurgular. Mersault’nun toplumun düzen ve varsayımlarını anlayamaması ve toplumsal gerçekliğin toplam anlamsızlığının farkına varması, Durkheim’ın deyişiyle diğer bireylerin değerlerini paylaşamamasından doğan ‘Anomie’lik durumu, bu çoğunlukçu görüşün abukluğunu sergileyen bir örnektir. Toplumun kurallarını anlamlandıramayan Mersault’nun garip görülmesi, ‘absürt’ün farkındalığı sonucu çoğunluğun paylaştığı kimi duyarlılıklara erişememesi, aslında yine çok fazla insanın üzerinde anlaştığı şeyin doğru olduğu görüşünün bir kritiğidir. ‘Yabancı’ bu durumun sonuçlarını göstermekte de anahtar bir rol oynayarak, toplumun çoğulculuğun dışında kalanları ötekileştirmesini gösterir. Her ne kadar çoğu varoluşçu (ve ben) olayların içkin değerlerine ve çağrışımlarına inanmasalar da ~ mesela çokça ve belki yanlış bir şekilde Camus’ya atfedilen ünlü ‘Kendimi mi öldürsem yoksa kahve mi içsem?’ sözü, olayların içkin hiçbir özelliği olmadığını gösterir ~ bu analizi yaparken gerçeğin algısının insanları nasıl etkilediğine ve toplumun davranışlarına bakmakta fayda var. Kitapta Mersault’nun psikolojik olarak kopuk diye adlandırılabilecek bir anda bir adamı vurması ve bunun sonucunda insaların neden bu kadar tepki verdiğini anlayamaması, ki analizimize de bağlı olarak toplum bu uyuşmazlığa Mersault’nun bir insan öldürmesinden daha çok kızıyor, sonucu idam edilmesi aslında uymamanın sonuçlarının biraz abartılı da olsa iyi bir örneği olarak gösterilebilir. Kısaca, Mersault’nun idamı çoğulculuk ve çoğulcu bir etik yüzünden olmuştur. Mersault’ya göre bir sorun teşkil etmeyen bir şey, yani Mersault’nun ‘insan öldürmek yanlış değildir’ fikri, tam da Mill’in dediği gibi “çoğunluğun onu susturma[sına]” neden olmuştur.
Bu görüşlere karşılık olarak Platon, ‘idealar’ dünyasından giderek, meşhurca her şeyin ideallerinin var olduğu görüşünü savunmuştur. Platon’a göre her şeyin bir ‘doğru’su vardır ve bu yüzden de ‘gerçek’ ve ‘gerçeklik’ göreceli olamaz. İdealar dünyasında her şeyin nasıl olması gerektiği nettir, ki zaten idea ‘fikir’ demek olduğu için de Platon’un diyalektiğinde fikir her zaman içsel olarak net ve tekildir. Mill’in sözündeki “bir kişi hariç bütün insanlık” bölümü aslında Platon’un idealarıyla doğrudan çatışmaya girmez çünkü ‘idea’ çoğunluğun inandığı değildir. Ama Platon’a göre sonuç olarak her şey için ‘doğru’ bir fikir olması, Mill’in görüşüyle ters düşer. Mesela Platon’a göre, George Orwell’in ‘1984’ünde, şimdi ünlüleşmiş olan “2+2=5” denklemi yanlıştır çünkü matematiğin, toplamanın ve ‘2+2’ nin ideal formları vardır ve bu tekil ve değişmezdir. Oysa Mill’e göre ‘2+2=4’ ile ‘2+2=5’ aynı değere sahiptir çünkü fikirlerin değeri idealler bağlamında ölçülemezi ki bu açıdan Mill biraz daha hümanist sayılabilir. Komik bir şekilde, bu iki çatışan görüşün var olabilmesi ve birbirlerine karşı çıkabilmeleri, sadece Mill’in “susturmaya hak” diye bahsettiği şeyin yoksunluğunda tam olarak mümkündür. Yani aslında idealar gibi Mill’in relativist görüşüyle neredeyse taban tabana zıt bir düşünce sistemini yaratan Platon’un, veya bu noktadan gidilir olursa bütün diyalektik felsefenin, temeli Mill’in bu iddiası ya da daha doğrusu bu iddiasının arkasındaki görüştür.
Metnin bu bölümüne kadar mutlakçılık ve relativizmi, özellikle ‘doğru’ ve ‘gerçeklik’ kavramlarına bakışları bağlamında karşılaştırdım. Ama Mill’in sözünde göz ardı edilmemesi gereken önemli bir bölüm de bu ‘çoğunluk/azınlık’ çifti ve bunlarla ilişkili olarak fikirlerin ‘doğru’luğunu çoğu insan için belirleyen toplumsal gerçeklik algısıdır. Bunun hakkında konuşmaya Jacques Derrida’nın ‘Yapısöküm’ ilkeleri üzerine ‘logocentrism’ (‘söz merkezcilik’) kritiğinden ve bu bağlamda Pastafaryanizm dininden bahsederek başlayacağım. Toplumsal olarak doğrunun algısında ‘çoğunluk’ denilen kavramın büyük bir rol oynadığı ve ‘doğru’nun karşılaştırmalı olarak var olduğu konusuna neredeyse herkes katılabilir. Mesela Jacques Lacan’ın ‘absence’ (‘yokluk’) konseptinin insanlarca ‘varlık yerine olan’ olarak tanımlanması ile, normalde “gerçek” (ve bu ‘gerçek’ kelimesini tereddütlü bir biçimde kullanıyorum, realizm bağlamında gerçek dünyadan bahsediyorum ve bu anlatımı da çoğu insanın ve bu yüzden de toplumun realist olması bağlamında yapacağım) dünyada olmayan yokluğun yaratılması buna iyi bir örnektir. Nasıl ki aslında olmayan bir konsept olan ‘yokluk’ bir ikiliğin kurulmasıyla “yaratılıyor”, ‘doğru’ da aynı şekilde bunun karşısında olan ‘doğru olmayan’ veyahut ‘yanlış’ ile gibi ‘öteki’ bir terim ile algıda var ediliyor. Doğrunun bu karşılaştırmalı yapısı yüzünden insanlar da doğrunun tekil olduğu sonucuna ilerliyorlar. Oysa Derida’nın tıpkı logosentrizmin savunduğu ‘söz yazıdan daha iyidir’ savını, ikisinin de meziyetleri olduğunu söyleyerek karşılaması gibi, farklı fikirler ve bunlardan doğan farklı gerçeklikler de, aynı anda bu şekilde karşılaştırılmadan var olabilirler. ‘Doğru’ sadece var olduğu düşünüldüğü sürece var olan bir düşünce olduğu için, Mill’in çoğunluğun görüşünün doğruluğunu eleştirilmesi bu durumda isabetlidir. Bu fikiri biraz daha ileri sürerek, ‘Pastafaryanizm’ yani gökyüzündeki devasa spagetti canavarı tanrıya inanma dininin de Hristiyanlıktan daha az ‘din’ sayılması bu toplumsal idealler bağlamında bir önyargı yüzündendir. Aslında ikisinin de aynı algılanması gerekirken birinin ‘çoğunluk’ üstünlüğü olduğu için daha iyi görülmesi, Derida için bir sorundur. Bu hem Pastafaryanlık’ın daha doğrudan sınırlandırılmasına neden olur, hem de ‘din’ kavramının sınırlandırılması yüzünden uzun vadede insanların da baskılanmasına imkan sağlayabilir. Belki de bunu en iyi, Noam Chomsky’nin “İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir.” sözü ile anlatılabilir. Burada kısıtlamanın toplumu nasıl edilgenleştirip itaatkarlaştıracağı net bir şekilde gösterilmiş, Mill’in kaygıları doğrudan aktarılmıştır.
Aynı zamanda Jean Baudrillard’nın ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ konseptine ve bu bağlamda René Magritte'in ‘İmgelerin İhaneti’ne değinmek de bu tartışmaya ilginç bir nokta ekleyebilir. Kısaca, Baudrillard’nın simülakrlar ve simülasyon konsepti, modern dünyada toplumsal bir seviyede ‘esas’ veya gözümüzün önündeki gözlemlenebilir, pozitivist ve realist gerçeklikten uzaklaşıp zihinsel, tinsel ve simgesel bir gerçekliğe geçişi ve realist gerçekliğin tinsel açıdan dışa vurumunu anlatır. Bu görüşün Mill’in sözüyle alakası, aslında bu sözde eleştirilen ‘doğru fikir’ düşüncesine karşı bir görüş getirmek ve bunun pratik hayatta bile var olmadığını göstermek için kullanılıp, bu düşünceye inananların tutarsızlığı gösterilebilir. Baudrillard’nın simülakrlar ve simülasyon konseptinde 1. aşama aslında basit semantik bir konsept olan göstergenin gerçekliğin kendisi olmadığı, bunun yerine sadece gerçekliğin yerine geçen bir ‘gösterge’ olmakla kaldığı anlatılır. Bu, eğer ‘fikir’ dediğimiz şeyi gösterge olarak alırsak ‘doğru/üstün fikir’ analizi için iyi bir gösterge olur. Aslında ‘fikir’, çevreden gelen uyarıcıların yorumlanması sonucu beyinde gerçekleşen (veya realizm akımının dışında bir görüş için zihinde) birtakım aktivitelerin yine beyince algılanmasıdır, ki buradan bile fikir konseptinin ne kadar orijinalinden eksik olduğunu görebiliriz. 2. aşama ise bu ‘fikir’in sesler veya çizgiler aracılığıyla aktarılması çabasıdır, yani bu fikir gerçekliğinin de bozulması ve kendinden farklı bir formda aktarılmasıdır. 3. aşamada ise, ki bu ‘fikir’in diğer insan tarafından algı ve yorumlanması olur, artık bu tamamen sembolik bir seviyeye gelmiş ve asılı somut olan bir süreç, soyut bir konsepte dönüşmüştür. Magritte’in ‘İmgelerin İhaneti’nde de bir piponun resminin altında ‘Bu bir pipo değildir’ denmesi ile pipo gibi görece daha somut bir objenin bile bu süreç sonucu soyutlaştığını ve aslında gösteriminin aslından farklılaştığını gösterir. Buna bakılırsa, ‘düşünce’ ve ‘fikir’ gibi kavramların ‘doğru’sunun aranmasındaki manasızlık ve hatta çelişki görülebilir çünkü zaten ‘doğru’ denilen şey o şeyin aslı olmaktan çıkmıştır. Bu öznellik, Mil’in görüşünü tamamlayıcı niteliktedir. Zaten içkin olarak bu kadar öznel hale gelmiş bir şeyin, yani fikrin, hele de metin boyunca bahsedilen çoğunluğun doğruluğu, objektif dünya gibi artık bu bağlamda safsata sayılabilecek şeylerle yorumlanıp diğer görüşlerin görmezden gelinmesinı ve hatta aktif baskısını eleştirmiştir Mill. Ki bu kadar farklı yönden öznelliği açıkça görülen bir konsept için de, argümanının gayet güçlü olduğu söylenebilir.
Her ne kadar ‘bir kişi hariç bütün insanlık’ diyerek fikirleri ve doğruyu sadece bireylere bağlı konseptler olarak düşünerek, kendi iddiasına biraz ters bir şekilde insanlar inanmasa bile bir düşüncenin değeri olabileceği fikrini gözden kaçırsa da, Mill’in bu sözünün modern düşüncenin bir analizi için değeri su götürmezdir. Gerçekliğin ve fikirlerin bir analizini yaparken ‘öznel’ ‘doğru’ ‘bakış açısı’ ‘gerçek’ ‘farkındalık’ gibi bir sürü farklı konsepte de değinmek gerektiğinden ve fikirler felsefenin temelini oluşturduğundan, bu konunun tartışılması büyük bir önem arz etmektedir. İnsanların kimi konularda gerçekliği kanıksamaları ve bu yüzden de istemsizce kendilerini yeni görüşlere kapatmaları, bazen gerçekliğin kendi düşünceleri üzerine kurulduğunu görme konusunda başarısızlıkları, ‘fikir’ dediğimiz konseptin kafa karıştırıcı, karmaşık ve hatta bazen mantıksız yapısı ve doğası, bazı önyargıları ve hatta uyum için kimi görüşleri direk yok saymaları, fikirlere bakarken kimi zaman yanlış algılara kapılmalarına neden olur. Çoğunluğun doğruluğuna inanç hem insanların kontrol ve manipülasyonunu kolaylaştırabilir hem de bu doğruluğun dışındaki bireyler için zarar verici bir unsur olabilir. Bu, neredeyse insanın kaçınılmaz gerçekliğidir ve bu konuda yapılabilecek en iyi şey, kritik bir görüş sergilemek ve fikirlerimizi nereden aldığımızı hep sorgulamak olabilir. “Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.”