Final Yazısı
“Yalnızlık, düşünmenin koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder — çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”
— Hannah Arendt, "Totalitarizmin Kaynakları"Sisler İçinde Düşünebilmek: Modern İnsanın “İzole Edilmesinin” Toplumsal ve Teknolojik İzdüşümleri
Sadece sessiz bir odaya ve düşünmeye ihtiyacı olduğunu söylemişti Descartes felsefe yapabilmek için. Arendt’in alıntısıyla beraber düşünüldüğünde düşünmenin ön koşulu olarak sessiz bir odanın varlığı yalnızlığı da beraberinde getirir. İzolasyon ile yalnızlık olguları arasındaki farka bakıldığında da ilkinde insanın izole edildiğini ama yalnız olmayı tercih ettiği anlaşılır. Yani izole olma sürecinde insan edilgen bir durumda iken yalnız olmak onun kendi tercihidir. Analizimde, Chomsky’nin modern toplum yapıları üzerindeki eleştirilerini merkezde bulundurarak, Arendt’in izole edilen karakterini, Simone de Beauvoir’in kadınlar ve cinsiyet üzerindeki argümanları ve posthümanist dönemde şahit olduğumuz teknolojinin devinim sürecinde insanın izole edilme durumunu inceleyeceğim.
Chomsky’nin 20. yüzyılın çok önemli düşünürleri arasında olmasında modern toplum yapıları üzerindeki düşüncelerinin büyük bir yeri olduğu kanaatindeyim. Başkaları tarafından belirlenmiş sistemler içinde, başkaları tarafından oluşturulmuş rolleri doldurmaya çalışarak yaşıyoruz. Çevremize konmuş sınırların farkına varmamızın amaçlandığını söyleyen Chomsky adeta sınırların içinin sisle kaplı olduğunu betimler. Chomsky rollerimiz içinde özgür olduğumuza inanılması için de sınırlarımız içinde özgür hareket etmemiz konusunda teşvik edildiğimizi öne sürer. Yani biz etrafımızdaki sisi özgürlüğümüz ile algılarken, sis bulutu sadece içinde bulunduğumuz yerin sınırlarını kavramamamız için oradadır. İzole edilmişizdir yani. Yalnız olmayı seçebilecek bir duruma zaten sahip olmamışızdır hiç. Düşünmenin koşulu olan yalnızlık olgusunu belki de hiç öğrenmemiştir. Çünkü başkaları tarafından tasarlanan sistemlerin içine doğmuşuzdur. Arendt’in de alıntısından çıkarım yapıldığı gibi izole edilmemiz de boyun eğmemizin ön koşulu olarak görevini yerine getirmektedir. Bu argümanlarımın neden sis bulutunun ardındaki sınırların farkına varmanın bu denli zor olduğu varsayımı üzerinden ilerlediğini açıklamak istiyorum. Chomsky’ye göre modern toplum yapılarında ve politik sistemlerde kendine yer edinmiş olan propaganda, yanlı medya ve haberlerin bizi rollerimizin dışına çıkmamak adına oldukça etkilidir. Politik gücü kaybetmemenin ve bu amaç doğrultusunda prenslerin yalan söyleme, manipüle etme gibi davranışlarda bulunmasının gerekli olduğunu savunan Machiavelli’nin “Prens” kitabına da bir eleştiri niteliğindedir Chomsky’nin savları. Aslında izole edilmemizin tehlikeli yanı bir anda düşünme yetimizi kaybetmemiz değil, neyi düşünmemiz gerektiği üzerinde de kontrolümüzü kaybetmemizdir. Sis bulutunun içinde düşüncelerimiz sis bulutunun iyi olması yönünde gelişirken boyun eğmemiz de bir o kadar kolay olacaktır.
“Kötülüğün Sıradanlığı” adlı eserinde Arendt totaliter bir rejim altında görev yapan bir kişinin kendisine verilen talimatlar yüzünden sayısızca insana yaptığı kötülükten dolayı olan yargılanma sürecini anlatır. İzole edilmiş ve düşünme becerilerini kullanmama üzerine bir rolü yerine getiren bu kişi ne kadar sorumlu tutulabilir? Sistemin kendisini onu izole etmiş ve boyun eğmesini sağlamıştır. Düşünmesi engellenmiş birinin davranışlarını sebebi olarak görülmesi doğru mudur? Eğer davranışlarından kendisini sorumlu tutarsak bu totaliter rejimin amaçlarına hizmet etmiş bile olabilir. Çünkü sistem içindeki rolünü yerine getirmeye çalışsan bir kişiyi -düşünme yetisi elinden alınmış bir kişi- sorumlu tutmak, emirlerin geldiği yerde -sistemde- var olan problemleri göz ardı eder. Yani yalnız olma kararının var olmadığı bir sistem içinde sadece görevini yerine getiren sis bulutu içindeki kişi yaptıklarının sonuçlarını görebilecek ve kavrayabilecek bir konumda değildir. Bu eserde anlatılan davanın bu denli çarpıcı olmasının sebebi ise sisin arkasındaki sonuçların düşünülemediğinden bile kötü olmasıdır. Determinist bir bakış açısıyla ele alındığında kişinin yapabileceği bir şey zaten yoktur, sonuçları her ne kadar kötü olursa olsun onları yapması gerekmiştir o anda. İstersek sis bulutunun varlığı istersek de kişinin sınırların varlığını yok sayması olarak bakalım bu duruma, fark etmeksizin insanın izole edilme problemi temellidir sorun. Düşünme eylemini insanın yaşayış denkleminden çıkardığımızda geriye kalana insan demek ne kadar doğru? Heidegger’in kullanmış olduğu “Das Man” ve “Dasein” tanımlarının bu noktada anlam kazandığını düşünüyorum. Das Man, sıradan olanları anlatırken Dasein kendi varlığını sorgulayabilen insanı tanımlar. Kötülüğün Sıradanlığı’ndaki karakterin verilen emirleri sorgulamadan yerine getirmesi de Das Man kavramıyla bağdaşan bir hayat sürdüğüne kanıt olarak gösterilebilir. Yani düşünme yetisinin izole edilmesi sırasında uğradığı kayıp sadece kendisine verilen emirlere sadık kalmasını değil, kendi hayatındaki anlam arayışının bitmesi belki de hiç başlamaması olarak karşımıza çıkar. Yani boyun eğen bireyler sadece totaliter rejime boyun eğmezler etraflarındaki sis bulutunun kendi zihinlerine ulaşmasına da boyun eğerler.
Arendt alıntısında özellikle totaliter rejimlere karşı bir eleştiri getirmiş olsa da izole edilme farklı rejimlerde de spesifik grupların izole edilmesi olarak karşımıza çıkmakta. LGBTA+ bireylerin son yıllarda vermiş olduğu mücadele de bu durumu örnekler niteliktedir. Beauvior’un cinsiyet ve kadınlık üzerinde savlarını varoluşçu bir çerçeve ile oluşturması da eserlerinin günümüzde hala kaynak kitaplar olarak görülmesinin temel sebeplerindendir. “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü, bu yüzden, her ne kadar kadınlar için yazılmış bir cümle olarak algılanma ihtimali olsa da, etki çemberi çok daha geniştir. Doğumda atanmış cinsiyet ile insanın cinsiyeti arasında fark olabildiğini öne süren ilk savlardan biridir bu cümle. Aynı bakış açısıyla ile annelik kurumunu da eleştirmiştir Beaviour. Ona göre annelik kadın olmakla bağdaştırılmamalı çünkü annelik bir tercih olmalıdır. Sırf biri kadın oluğu için anne olması gibi bir zorunluluğun toplum tarafından dayaltılmasıdır insanın varoluşu üzerindeki karar verme gücünü azaltan, özgürlüğünü kısıtlayan. ABD’nin kuruluş tarihini anlatan Howard Zinn’in kitabında kadınlara ayrılan bölümün başlığına bakmak bile kendilerinin nasıl izole edildiğini gösterir durumdadır. İçtenlikle Ezilmiş (Intimattely Oppressed) olarak adlandırılmış bölüme kadar kitapta kadınların rollerine dair uzun alıntılara rastlanmıyor çünkü düşünmenin koşulu olan yalnız kalmayı seçme durumları bulunmamıştır. Sadece anne olmak, yemek yapmak, evin işleri ile igilenmek gibi görevlerin kendilerine dayatıldığı bir sistem içinde kadınların sis bulutları da kendi yaşadıkları ev olmuş durumda. Peki nasıl düşünebildiler? Nasıl haklarını kazanmak için bir mücadele vermeye karar verebildiler? Belki bunu Arendt’ın sunduğu koşula sıkı sıkıya bağlı bir şekilde yapmadılar çünkü izole edilmişliklerini ancak birlikte yenebildiler. Yani düşündüler, belki yalnız olmaktan çok beraber düşündüler. Ama mücadeleleri en başta Amerikan Anayasası’na eklenen 19. Düzenlemenin kadınlara oy kullanma hakkını vermesiyle ve daha sonrasında sosyal, politik, ve ekonomik alanda kadınların rollerini arttırmasıyla başarı bulmaya devam ediyor.
Analizimin bu noktasına kadar izole edilmenin nasıl var olduğunu politik ve sosyal yönlerden ele aldım. İçinde yaşadığımız dönemin getirilerini de göz önüne alarak ve argümanlarımın günümüzün nabzını tutabilmesi adına teknolojinin insanın izole edilmesi sürecindeki rolünden bahsedeceğim. Tarihçi Harari’nin yapay zekaya karşı olan çekincesi ile Chomsky’nin insan zekasına karşı olan daha iyimser bakışı arasındaki diyalektiği inceleyeceğim.
Harari internette var olan bilgi fazlalığından kurtulmamız için sağlıksız yemekler ile bir benzetme ortaya koyar. Bilginin doğruluğa eşit olmadığı bir dönemde oluşumuz, ona göre insanların bilgi diyetine (information diet) ihtiyacını ortaya çıkarır. Yapay zekanın son yıllarda kazandığı ilgiden önce de bilgi diyetine ihtiyacımız sosyal medyada kullanılan “algoritmalar” ile ortaya çıkmıştı. Daha önce beğendiğimiz konuları daha çok karşımıza çıkaran bu algoritmalar bir noktada sosyal medyada gördüğümüz bilgilerin tek yönlü olmasına sebebiyet veriyor. Ama bu aşamada yapay zeka bizim futbol maçlarını mı takip ettiğimizi yoksa yemek tarifleri bulmak için mi sosyal medyayı kullandığımızı bilmiyor. Bu durumu biraz daha anlaşılır kılmak için kullanılan “Çinli Oda” örneğini açıklayacağım. Çince bilmeyen bir kişinin bir odada bulunduğunu varsayın. Dili öğrenmek için herhangi bir kaynağa ya da dış dünyaya bağlantısı yok. Sadece bir kapıdan içeriye Çince bilen kişiler tarafından soruların yazılı olduğu kağıtlar var. Odada bulunanın görevi anlamını bilmediği bu sembollerle yazılmış sorulara cevap vermek. Çince öğrenmesi için bir kaynak elinde yok ama sadece odada bulunan bir rehber kitap ona hangi sembole hangi şekilde cevap vermesi gerektiğini anlatıyor. Yani içeriye atılan soruların ne anlama geldiğini anlamadan cevapları yazabiliyor. Deneyin gerçek hayattaki sonuçları incelendiğinde soruyu soran ve Çince bilen kişilerin odanın içerisindekinin gerçekten de Çince bildiğini düşündükleri ortaya çıkmıştı. Bu deneyin yapay zeka sistemleri bağlamında kullanılan adı Turing Testi. Alan Turing tarafından oluşturulan bu test herhangi bir yapay zeka sisteminin bilincinin olup olmadığını anlamak için geliştirilmiştir. Teste göre eğer bir insan yapay zeka sistemiyle konuştuğunu anlayamazsa sistem testi geçmiş oluyor ve düşünebilme kapasitesi olduğu sonucuna ulaşılıyor. Fakat Çinli Oda örneğimizin bu sonucun doğruluğunu sorguladığını belirtmek isterim. Yani yapay zeka bizlere daha önce zaman geçirdiğimizi sosyal medya gönderilerine benzer gönderiler gösterdiğinde aslında ne anlama geldiğini anlamıyor.
Chomsky’nin yapay zeka için olan optimist bakış açısına bu noktada değinmek de fayda var. Chomsky’ye göre yapay zeka teknolojisi üzerinde bunun bir mühendislik mi yoksa bir bilimsel gelişme mi olduğu ayrımını yapmamız gerekiyor. Eğer ki yapay zeka bir mühendislik ürünü ise sadece insanların hayatlarını kolaylaştırması gerekiyor – onları izole etme ihtimali bulunmaması yani. Ama eğer bu bir bilim ürünü ise yapay zeka sadece günlük hayatımız için önemli değil, aynı zamanda bilim insanlarının evren ve yaşam hakkındaki bilgi sahibi olmalarına yardımcı olacak bir araç niteliği kazanır. Bu durumda da aynı “Çinli Oda” gibi ne yaptığını bilmeyen yapay zekaların yeni bilgi üretmesi de olanaksızdır çünkü ne yaptığının farkında değildir. Yani insan zekasına bilimin gelişmesi için ihtiyaç vardır çünkü yapay zeka ihtimali yüksek olan sonuçlar doğururken bilim ihtimali düşük olanların peşinden gidilerek gelişir. Yani insanın izole edilme ihtimaline karşın elinde bulundurduğu en güçlü aracı özgür düşünebilme yetisidir.
Harari’nin çekincesi de aslında Chomsky’nin bahsettiği yapay zeka sistemlerinin gelişim süreçlerinin amansız bir sürate sahip olmasından kaynaklanıyor. Medyadaki yapay zeka anlatısının da olumlu bir tona sahip olması bu durumu hızlandıran faktörlerden biri. Yapay zekanın kurucu babası kabul edilen Geffroy Hinton vermiş olduğu bir röportajda insanlığın ne yaptığını bilmemesi konusunda uyarılarda bulunmuştu ve zamanla bu sistemlerin bilinç kazanacağına olan inancını dile getirmişti. Harari ise yapay zeka şirketlerinin de ne yaptıklarını bilmediğinin farkında olduğunu fakat bunu insanların birbirine kaybettiği güven yüzünden olduğunu savunmakta. Ona göre teknolojiye sahip olan her şirket başka şirketlerin çalışmalarını durduracağına inanmadığı için sonunu bilmeden çalışmalarına devam ettiğini söylüyor. Ekonomide kullanılan suçlu çıkmazı (prisoners’ dilemma) oyunun canlandırmakta bu durum. İki tane suçlunun farklı odalarda verdikleri ifadelerinde ya doğruyu söylemek ya da diğerini suçlamak olarak iki seçenekleri bulunuyor. Eğer iki suçlu da doğruyu söylerse en kısa cezayı almış oluyorlar. Ama ikisinden biri suçlamada bulunurken diğer kişinin doğruyu söylemesi, ilk suçluyu serbest bırakırken diğerini ceza almasına sebep oluyor. Diğer suçluya duyulmayan güven ve bencil düşünmek yüzünden de oyunda genel olarak en kötü durum (en uzun ceza) olan sonuç iki tane suçlamayla varılmış olunuyor. Aynı suçluların birbirine olan güvensizliği gibi, yapay zeka şirketleri de en kötü sonuç gerçekçi risk tahlillerinin eksikliğinde çalışmalara devam etmeyi seçiyor. Bu durumda kaybettiğimiz güveni yapay zeka sistemlerinde aramamız bile Harari’nin söylediği bilinç kazanmış yapay zekalardan önce bile bizi izole edilme tehlikesiyle baş başa bırakıyor. Çünkü insanların yapay zekanın bilincinin var olduğunu düşünmesi bile aslında düşünceleri üzerinde kontrol kaybetmesine yol açacaktır. Kendisinden daha zeki bir varlık ile iletişimde olduğunu düşünen insan, izole edilmesine sebebiyet veren sis bulutuna tekrar yakalanacaktır. Bu sefer sistemin kendisinde biçtiği bir role bürünmeyecektir belki ama sis bulutu bu sefer de zihninin içinde var olacaktır. Yani yalnız olmayı tercih etmesi durumda bile sis bulutundan kurtuluşu olmayacaktır çünkü zihni izole olmuştur. Bu da Harari’nin yapay zekaya karşı olan tutumunu daha anlamlı kılan bir sonuç. Yapay zeka sistemlerinin getirilerini yok saymadığımı belirtmek isterim. Her teknoloji gibi yapay zeka da daha önce yapamadığımız bazı şeyleri yapabilmemiz sağladı, örneğin bilgilere ulaşma ve analiz süremizin kısalması gibi. Fakat yapay zekanın zamandan sağladığı tasarrufu düşünce tasarrufuna dönüştürdüğümüz anda sis bulutundan kurtulma çabalarımız da bir o kadar anlamsız kalacaktır. Nasıl yalnız kalmak düşünmenin ön koşulu ise günümüzde yapay zekanın varlığı yeni bir ön koşulu beraberinde getiriyor: zihnimizin sis bulutuna kapılmasını engellemek. Bunu da Chomsky’nin insan zekasının ihtimali olmayanı düşünebilme yetisi ile yapabiliriz.
Descartes’in sessiz odasında yalnız kalma seçimini herkesin yapmasını bekleyemeyiz. Fakat önemli olan herkesin o seçime sahip olmasını sağlamaktır. Yalnız kalmayı seçebilmemiz demek aynı zamanda yalnız kalmayı seçmeme özgürlüğüne sahip olmamız anlamına da gelir. Fakat izole edilmek sessiz odayı sisli bir oda yapar. O sis gerek verilen emirler, gerek bazı grupların toplum tarafında dışlanması, gerekse teknolojik gelişmeler aracılığıyla zihnimizi sislendirmeye çalışır. Bizim yapabileceğimiz de belki o sis içinde yalnız olmayı seçmeye çalışmak olacaktır. İçinde yalnız olduğumuz sessiz odanın büyüklüğü önemli değildir- sadece düşünmemiz gerekir.
2. Adım Yazısı
"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine
Adalet ve Erdem Dinamiğinin Bireysel Oluşum Sürecinin Toplumsal Boyutlarının İncelenmesi
Erdem ile adaletin ilişkisini ortaya koyan Montesquieu’nün alıntısından adaletin aslında bireyde oluşmaya başlayan ve daha sonra topluma yayılan bir olgu olduğunu anlayabiliriz. Alıntının ikinci kısmında bahsedilen “zulme dönüşme” bölümünü etkileyen ise toplumdaki kolektif adalet oluşumu sürecidir. Güç sahiplerinin adalet erdemini kazanırken ki süreçleri toplumdaki diğer bireylerle karşılaştırıldığındaki en önemli fark elbette ki sahip oldukları güçlerin erdem kavramıyla farklı derecede oluşturdukları çatışmalardır. Eğer bu çatışma içinde adalet olgusu yeteri kadar gelişemezse Montesquieu’nün ileri sürdüğü gibi zülüm toplum düzeninde kendine yer edinir. Bu yazımda toplum düzenlerinde adalet olgusunun güç sahiplerinin erdemlerinden yola çıkarak toplumdaki izdüşümlerini inceleyeceğim.
Adalet ve erdem kavramlarının birbirleriyle olan dinamiklerini Kant “Ahlak Metafiziğin Temellendirilmesi” adlı eserinde ele alır. Alıntıda Montesquieu, her ne kadar erdemin ahlak kavramına kıyasla daha kapsayıcı olduğunu vurgulasa da Kant’a göre bu iki kavram birbirinden ayrıdır. Erdem bireyin iç dünyasında “ödev bilinciyle” hareket edip ahlaki yasalara ulaştığı içsel bir süreci ifade ederken, adalet hukuk sistemlerinin toplumsal düzen için sahip olduğu amaçtır. Her ne kadar, bu iki kavramın birbiriyle direkt ilişkisi yokmuş gibi gözükse bile, bireylerin erdem kavramıyla içinde bulundukları süreç toplumsal adalet tanımı şekillendiren temel etkenlerden biridir. Bu bağlamda, Montesquieu’nün savındaki erdeminin adalet üzerindeki kapsayıcılığı, birey düzeyinde Kant’ın argümanlarında incelenebilirken toplumsal boyutta adalet kavramının bu dinamikte daha çok önem kazandığı anlaşılır. Ayrıca, adaletin olmadığı erdemin zulme ulaşma sürecini açıklamak için Kant’ın “ödev bilinci” savı kullanılabilir. Ödev bilinci bireylerin doğru olanları salt doğru oldukları için yaptıklarını açıklar. Eğer bireyler ahlaki yasaları ödev bilinciyle yerine getirmezse, ahlak kavramı topluma yayılmaz bu yüzden de erdem kavramının toplumsal boyutta adalet kavramını oluşturmadaki yapıtaşı görevi yerine gelmez. Bunun sonucu olarak da adaletin eksikliğini kendi çıkarı için kullanan güç sahipleri yüzünden adaletsizlik toplum içinde normalleşir ve zulme dönüşür.
Güç sahibi bireylerin adalet olgusu Machiavelli’nin “Prens” adlı eserinde Montesquieu’nün savıyla bir çatışma oluşturmaktadır. Machiavelli’nin bu incelemede bulunmasının temel nedeni ahlak kavramına Montesquieu’den tamamen farklı bir şekilde ele almasıdır. Alıntı ahlak ile erdem kavramlarının arasında su götürmez bir ilişki olduğunu öne sürerken, Machiavelli ’ye göre erdem aslında güç sahiplerinin otoriterinin devamını sağlamak için kullandıkları bir araçtır. Asıl vurgulananın “amaç” olduğu ve amaca ulaşmak için yapılan her şeyin meşrulaştırıldığı bir düzen içinde de güç sahiplerinin adalet ve erdem olgularını edinemeyecekleri anlaşılır. Bu da alıntıda bahsedilen “zulme dönüşme” sürecini ima eder. Spesifik olarak, Machiavelli’nin prenslere kullanmalarını meşrulaştırdığı araçlardan biri halka karşı adalet illüzyonu yaratmaktır. Önemli olanın adaletli olmak değil, adaletli görünmek olduğu savı aslında toplum üzerinde sahte bir adalet-erdem dinamiği dayatmaktır. Çünkü halk prensin adalet erdemine sahip, halkının çıkarını düşünen bir olduğunu varsayımı içindeyken prens sadece otoritesinin devamını sağlamaya çalışan bencil biridir. Ayrıca, amaç doğrultusunda yapılan her şeyin meşrulaştırılmasının muhtemel sonuçlarından biri de zülümdür. Fakat bu sonuç sadece prensin adaletinin gerçekliğini anlayan bireylere karşı otoritenin devamlılığını sağlamak için kullanılmadığını belirlemek isterim. Çünkü adalet kavramının kazanmamış bir yönetim altında yaşayan birey adaletten yoksun bırakılarak zaten zülüm içinde bir hayat yaşamaktadır.
Simone Weil, Machiavelli tarafından öne sürülen gücün merkezliliği savına, gücü sınırlamayan erdemin zulme yol açtığını öne savunarak karşı çıkar. Weil’in adalet anlayışının altında sesiniz çıkarmaktan korkmayan, güce karşı durup onu sınırlandırmaya çalışan erdem kavramı yatar. Sessizliğin zulme giden süreci beslediğinin argümanından toplumsal boyuttaki adaletin güç sahiplerine bireylerin sahip olduğu erdem ile karşı durduklarına ulaşabileceği sonucu çıkar. Bu bağlamda, Machiavelli’nin prensler için öne sürdüğü erdem kavramı adaletsizliğe yani zulme dönüşür. Bunu da durdurmanın yolu ise toplumun adaleti oluşturacak erdem bilincinin kullanılmasıyla sağlanır. Aslında, Weil’in argümanın temelinde erdemli toplumun, adalet erdeminden yoksun bir otoriteye karşı daha güçlü olacağı varsayımı bulunmaktadır.
“Adolf Eichmann Davası” kötülüğün normalleştirilmesinde ahlaki düşünme becerilerini geliştirmeden bireylerin görevlerini sorgulamadan yapması bir etken olarak analiz eder. Arendt, eserde milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş Adolf Eichmann ‘in Kudüs’teki davasını inceler. Durumun oluşturduğu ilk izlenimin aksine, Eichmann ’in sadece kendisine verilen görevleri yerine getiren bir memur olduğu anlaşılır. Bu durumun öne çıkardığı argümanın toplum üzerindeki izdüşümleri ile Weil’in erdemin sessiz kalındığında anlamı olmaması savıyla örtüşmektedir. Dava bizi şu sonuca yapmaya teşvik eder konumdadır: Güç sahiplerinden gelen adalet yoksunu emirler, toplum tarafından tepki görmediğinde normalleşir ve bu da zulmün toplum düzeni içinde kendine yer edinmesine sebep olur. Yani adaletin toplumdaki yayılımında bireysel düzeydeki adalet kavramının oluşumu önem kazanır. Kişinin bireysel erdeminin aracılığıyla adalet kavramına ulaşmadığı durumda güç sahiplerinin emirlerini kendi düşünce süzgecinden geçirmeden olduğu gibi kabul etmesi en olası sonuçtur.
Ahlak kavramının eksikliği sadece bireyin kişisel düşünce sistemi üzerinde olumsuz sonuçlar doğurmakla kalmaz; aynı zamanda toplumsal boyutta kayıtsızlık halini besler. Güç sahiplerinin de bu durumdan faydalanması kolaylaşır, çünkü yanlış bir ahlak anlayışının topluma aşılanması bile gerekmez. Toplumdaki kayıtsızlık zaten bireyleri zulüm içinde yaşamaya hazırlar niteliktedir.
1. Adım Yazısı
"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri
“İstenilmeyenin Yapılmamasının” Hukuki ve Ekonomik Sistemler ile İlişkisinin İncelenmesi
Özgür olan kişi her ne kadar özgürlüğünün etkilerini en çok bireysel seviyede görse de, özgürlüğün sağlanması bütün toplumu içeren bir süreçtir. Rousseau’nun alıntısında tanımladığı özgürlük -istemediğini yapmamak- aslında toplumsal baskılardan etkilenmemeyi anlatır. Bu durum da özgürlüğün bireysel sonuçlarına ulaşmak için toplumsal bir sorumluluk ortaya çıkarır. Özgürlük kavramının toplumda oluşması sürecinin birey esas alınmak üzere ekonomik ve siyasi izdüşümlerini toplum sözleşmesi, Marxism ve modern toplumdaki yansımaları incelenecektir.
Rousseau’nun yapmış olduğu özgürlük tanımını anlayabilmek için öncelikle toplum sözleşmesi hakkındaki fikirlerinin anlaşılması gerekiyor. Rousseau’ya göre özgürlük toplumsal bir irade altında sağlanabilir. Kendisi bireyselcilikten uzak olmakla beraber, genel bir irade ile kanunların oluşup eşit bir toplum düzeniyle beraber özgürlüğe ulaşıldığını söyler. Genel iradeye bağlı olan düzen içindeki birey, kolektif hareketin içinde istemediği şeyleri yapmaya zorlanmamış olur. Yani aslında Rousseau’nun özgürlük tanımı altında toplumsal olarak kurallara uyulması prensibi yatar. Bu kurallar yine toplumunun iradesiyle ortaya çıktığı için de özgürlüğe ulaşılmış olunur.
Diğer bir yandan Hobbes’un toplum sözleşmesi incelendiğinde özgürlüğe Rousseau’nun öne sürdüğünden çok farklı bir şekilde ulaşılacağı anlaşılır. “Leviathan” eserinde detaylı olarak ele alınan toplum sözleşmesinde insanların doğasında kaos ve çatışma olduğu savunur. Bu süregelen kaosu durdurmak, tabiri caizse insanları kurtarmak için güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyulduğu savunulur. Yani insanın toplum sözleşmesine girmesinin ardındaki neden kötü ve bencil bir öze sahip olmasıdır. İnsanların bencil özlerinden zarar görmemesi için de bütün haklarını güçlü bir otoriteye devretmeleri gerekir. Yani Rousseau’nun kolektif hareket ile sağlanmaya çalışılan özgürlüğe ulaşmak Hobbes’a göre bencil öz yüzünden mümkün değildir. Güvenliğin özgürlüğe ağır basması da Rousseau’nun alıntısıyla çelişki içine girer. Çünkü otoriter bir yönetime bütün haklarını veren kişi ne istediğini yapma özgürlüğündedir ne de istemediğini yapmama.
Belki de iki görüşün orta noktasında Locke’un toplum sözleşmesi koyulabilir. Hobbes’a benzer olarak doğa durumun sorunlu bir süreç olduğunu (kaos boyutunda olmasa bile) ve devletin sorumluluklarından birinin güvenlik olması gerektiğini savunur. Fakat ikisi arasındaki en büyük ayrım şüphesiz yönetime devredilen hakların miktarıdır. Locke sadece birtakım hakların devredilmesi gerekliliğini vurgular. Bunun doğal bir sonucu olarak da devlet sınırlandırılmış olur. Yaşam, özgürlük ve mülkiyet olmak üzere doğal hakların korunması yine devletin görevidir. Rousseau’nun toplumsal bilinç ile ulaşmaya çalışılan özgürlüğünden farklı olsa bile, özgürlüğe verilen önem Locke’u orta noktada konumlandırır. Ayrıca, Locke’un devletlerin yetkilerini sınırlandırması yine insanların istemediklerini yapmaya zorlayacak bir yetkiye sahip olmadıklarını ima eder. Özgürlük ve devletin dinamiğine karşı olan bu dengeli yaklaşımının izdüşümlerini günümüz demokrasilerinde görmek de mümkündür.
Özgürlük toplum düzeyinde incelenirken siyasi felsefe ile ekonominin kaçınılmaz ilişkisinden yola çıkarak ekonomik özgürlüğün hukuki boyuttaki özgürlükle olan dinamiğini incelemek gerekir. Bu noktada ekonomik olarak alt sınıf olmanın özgürlüğe karşı olan negatif sonuçlarını Marx’ın fikirlerinde yakalamak mümkündür. Kapitalist sistemlerin işçi sınıfı üzerindeki baskısı onların özgürlüklerindeki en büyük engeldir. İş verenin gücü altında kalan işçinin kendinden, ürettiği üründen yabancılaştırılması sürecinde özgürlükleri zaten ellerinden alınmış olur. Toplum sözleşmelerinde ortak olarak savunulan bir yönetimin varlığını Marx reddeder. Asıl hedefin sınıfsız bir toplum olduğunun savunulması, aslında toplum sözleşmesinin en başında yer alan doğal ortama geri dönüşü ima eder. Marx bu duruma gelirken ki süreçte kapitalizmden sonra bir sürelik proletarya yönetimi olacaktır. Bu aşamalardan geçildiğinde ulaşılan devletsiz toplum düzenin doğa durumdan daha gelişmiş olacağı varsayımı yapılmış olur. Bu noktada ekonomik özgürlüğün sağlansa bile hukuki özgürlük ile olan dengesi tam olarak cevaplanmaz. Hukuki özgürlüğük, ekonmik bir özgürlüğün getirisi konumundadır yalnızca.
Marx’ın ekonomik özgürlüğe sınıfsız olan bir toplumla ulaşmasına karşın, Rawls “Adalet Teorisi”nde eşitsizliklerin en dezavantajlı grupların yararına olduğunda kabul edildiğini öne sürer. Hukuki olarak adalet ve bununla beraber gelecek olan özgürlük üstünde duran Rawls, devletin adalet ilkesi etrafında olması gerektiğini ileri sürer. “Eşit özgürlük ilkesi” bu noktada önem kazanır ve devletin rolünü daha net bir şekilde anlatır. “Her birey, başkalarının da aynı özgürlükten yararlanmasını engellemediği sürece, en geniş özgürlüğe sahip olmalıdır.” Cümlesi Rawls’un eşit özgürlük ilkesinin pratikte nasıl sağlanabileceğinin özeti niteliğindedir. Bu yaklaşım ile aslında liberal düşünce ile de ortaklıklar göstermektedir. Mill’in özgürlüklerin yalnızca başkalarına zarar vermediği süre boyunca korunması gerektiği savını Rawls daha sistematik bir şekilde işleyerek toplumsal adaleti de içeren “eşit özgürlük ilkesi”ne ulaşmıştır.
Rousseau’nun alıntısının ardında aslına özgür düşünme vardır. İstemediğini yapmama durumu özgür düşünceden geçer. Modern toplumlarda giderek artan propaganda ve politik manipülasyonların Rousseau’nun özgürlük tanımına uymadığı anlaşılır. Bu noktada modern toplum eleştiriyle ön plana çıkmış Noam Chomsky’nin insanların özgürlüklere sadece yüzeyde sahip oldukları fikrine değinilmesi gerekiyor. Chomsky’ye göre birey toplumsal ve ekonomik düzenlerin şekillendirdiği hayatları yaşarken tam olarak özgür olamaz. Başkaları tarafından tasarlanan bu hayatlarda seçim hakkı, her ne kadar özgürce gözükse de, kişinin değildir. Bu noktada Rousseau’nun alıntısıyla ve toplum sözleşmesiyle paralellikler mevcuttur. Chomsky manipulatif olan sistemleri eleştirir ve Rousseau da çözüm olarak kolektif bilinç önerisinde bulunur. İkisinin de ortak noktası toplumun bilincinin ön plana çıkması olarak değerlendirilebilir. Alıntıda tanımlanan özgürlük ile de Chomsky’nin görüşleri arasında yadsınamaz bağlantılar vardır. Modern toplumlardaki bireyi manipülasyona süren sistemler aslında bireylerin istediğini yapmama sürecindeki yapı taşı olan özgür düşünceyi engeller ve Rousseau da yine bu düşünce ile özgürlüğe ulaşılcabileceğini savunur.
Özgürlük bireysel olarak deneyimlenen bir olgu olmasının yanı sıra toplumu ilgilendiren bir süreç sonunda sağlanır. Hukuki ve ekonomik boyutta olan özgürlük dengesi bireyin istemediğini yapmamasını sağlayacak önemli bir etkendir. Özgürlüğe ulaşmak için ortaya atılmış argümanların ortak noktasında bireyin düşünce özgürlüğünün olduğu anlaşılır. Her ne kadar modern toplumlardaki siyasi manipülasyonlar yüzünden düşünce özgürlüğünün seviyesini anlamak karmaşıklaşsa bile yine toplumsal bilinç ile bu durumun netleştirilme olanağı vardır.