2 Haziran 2024 Pazar

Efe Oğuz Aktaş / Üsküdar Amerikan Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 10 Türkiye Birincisi

Final Yazısı

“Doğdum. Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli. “Ben” dediğimiz şey, dışarıdan gelen ve benden daha öteye gitmeye yazgılı olan yabancı bir madde için taşıt yalnızca.” 
Coccia, E. (2023). Metamorfozlar. Çev. Alara Çakmakçı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 2.


Çağdaşlıkta Varoluşun Parçası ve Var Olan Olarak Benlik
veya, 
“İmdat! Doğdum ve ne yapacağımı bilmiyorum.”

Tanrı, "Işık ol" dedi ve ışık oldu. Fiat lux. Batı teolojisi Tanrı’nın evreni ansızın yaratmasından gelir. Tanrı ‘var olun’ demiştir, bir şeyler var olmuştur ve Adem ile Havva’dan gelen uzun bir süreç sonrası biz, buradayızdır. Hristiyanlıkta insanlık Babil’in kulesinde tanrının katına ulaşma ‘aptallığını’ gösterdikleri için tanrının gazabına uğramış, ayrılmışlardır. Batı mitosunda insanlık ayrıdır. Kaynağı çamurdandır ama bu çamur Adem’in kemikleri, etleri, damarlarını oluşturan çamurdur. Biz ise Adem’denizdir. Oysa Doğu teolojisinde, mesela Budizm’de, insanlar yaratılışta aynı kaynaktandır ve sonra bir mizan içinde varoluşun içine yerleştirilmişlerdir. Yasak elmayı yedikleri için cennetten kapı dışarı edilmemişlerdir, tanrıya karşı günahların en büyüğünü işlememişlerdir. Varoluşları bilindik bir kaynaktan, Brahma’dan, gelir ve herkes Brahma’dandır. Kast’ın pratiğine baktığımızda yatay hareketlilik olmasa da, ruhani bir seviyede ve konsept olarak bu hareketlilik mümkündür. Reenkarne olan birey daha yüksek veya daha düşük bir kasta geçebilir; hepsi de bir düzen içinde ve kendi iradesiyle, bir önceki hayatındaki iradesiyle, mümkün olur. Kısacası, insan dediğimiz şeyin kategorizasyonu varoluşun hepsiyle yapılır, birey kendini varoluşun özü olarak bulur. Hristiyanlıkta ise bireye belirsiz ve muğlak bir ‘kullanım klavuzu’ verilir: Şunu yapacaksın, bunu yapmayacaksın! Ve birey benliğini bilmeden önce bu kurallara atılır. Gerçekten de “dışarıdan gelen ve [birey]den öteye gitmeye yazgılı olan” bir dünyayla karşı karşıyadır. İşte günümüzde durumumuz budur. Bu yazımda, Emmanuel Coccia’nın bu sözünü varoluşçu ve teolojik bir lensten sorgulayacağım ve bireyin bu soru bağlamında günümüzde varoluşunu nasıl deneyimlediğini keşfedeceğim. Varoluşsal kaygıdan, varoluşsal kayıtsızlığa; tinden, dine; egodan, ideallere ve ötesine giderek günümüzde bu sorgunun neden her zamankinden daha önemli olduğunu ve neden günümüz toplumunun bireyi bu konuda yüzüstü bıraktığını anlatacağım.


Argümanlarımı sağlam bir temele oturtabilmek ve düzgün bir şekilde anlatabilmek için, önce alıntıyı ne bağlamda inceleyeceğimi anlatacağım. “Doğdum.” bölümünü, insanın varoluşu, özellikle aniden, beklenmedik varoluşu altında inceleyeceğim. “Kendi dışında bir şey taşımak” olarak da, bu “yabancı madde”nin taşınmasını, yani doğum ile bireyin benliğinde var olma halini inceleyeceğim. “‘Ben’” bölümünü analiz ederken hem benliğe biraz gireceğim, hem de daha önemli olarak “Ben”in “yabancı madde” ile olan etkileşimi ve bunun sonuçlarından bahsedeceğim. “Dışarıdan gelen ve benden öteye gitmeye yazgılı” kısmını birkaç farklı şekilde, ama yine bu “yabancı madde”nin tanımı olarak inceleyeceğim. “Yabancı madde”yi, bireyin içindeki bilinmeyen, surplus olan, varoluşumuz hakkında açıklamakta zorlandığımız şey olarak analiz edeceğim.


Öncelikle, az önce yaptığım din incelemesinden başlamak istiyorum. Doğu felsefesinde ve doğu dinlerinde birey, doğa ile bir bütündür. Bireyin ‘kendi dışındaki şey’ tam olarak yoktur çünkü bireyin kendi dışındaki şey de, kendisi gibi varoluşun kendisidir. Her şey bir düzen içindedir, ahenkli bir ilerliyiş içinde birey makinede bir dişlidir: bir yeri, bir görevi vardır. “Ben” denilen şey de bu anlayışta sadece bireyin fani vücududur. Varoluşun ayrılmaz, istese de kaçamayacağı bir parçası olduğu için birey Sartre’ın deyişiyle “varolmaya mahkumdur”, ama bu inanç altında Sartre’ın saptamaları doğru değildir. Birey, kendisine karşı kayıtsız bir evrende değildir, benliğinin ta kendisi bu evrendir. Bu yüzden birey, varoluşu taşımayı sorumluluk bilir çünkü bu işi ne kadar iyi yaparsa, kendisi bundan sonraki hayatında o kadar yararlanacaktır. Sadece bununla da bitmez, birey aynı zamanda varoluştan ayrı olmadığından kendini varoluşla bir bütün görür, “var olmayı” karşısına almaz. Hristiyanlığa bakıldığında da, her ne kadar mitosu az önce açıkladığım problemleri, bireye karşı agresyonları barındırsa da (Mezmur 51:5, "Ben fesat içinde doğdum ve günah içinde annem bana hamile kaldı"), en azından bireyin Tanrı’nın mükemmel mükemmel imajında yontulduğunu söyler. “Yontulmak”, ne kadar da güzel değil mi? Bireye kendisi için en iyi olacak varoluş sağlanmıştır, yaptığı her şey Tanrı’nın planı doğrultusundadır ve birey kaderin örgüleri üzerinde cambazlık gösterisini yapar (Yani kaderi bellidir, ip önündedir ve ip nereye giderse oraya yürüyecektir, ama dengede kalma çabası sanki bireye kontrol kendisindeymiş gibi bir his verir. Kader anlayışının dehası, bireye sadece iyi şeyler olacağını müjdelemek değil, her şeyin olması gerektiği gibi olacağı sözünü vermektir.). Hristiyanlık da en azından bu açıdan bireyin benliğine ‘merhametli’dir. Yine ‘ben’ dediğimiz şey dışında ne olduğu bellidir. Tanrı’nın mükemmel imajı, yaratılışı, ne olursa olsun emin adımlarla yürünebilecek, manası içsel olan bir varoluş, “Işık ol” dediğinde olan o ışık… Bu iki inanç sisteminde de birey o “Doğdum.” anından sonra kendisi için bir yol olduğunu bilir. “Ben”in dışında ne olduğunu, kendisi dışında ne taşıdığının derin farkındalığı içindedir. Kendisinin dışında gelen bir ‘madde’ vardır, hatta bu ‘madde’ bireyin varoluşundan sonra da varolacaktır ama bu durumun çağdaş insanda oluşturacağı kaygılar burada görülmez. Çünkü bu “yabancı madde” değildir. Ne olduğu bellidir, doğumdan beri bellidir ve birey varoluşsal kaygıya tam da bu yüzden düşmez.


“Tanrı öldü. Tanrıdan geriye bir ölü kaldı. Ve onu biz öldürdük. Kendimizi nasıl avutacağız, biz katillerin katilleri?” Evet Nietzsche, kendimizi nasıl avutacağız? Bir güzelleme olarak ‘Modern düşünceye geçiş’ olarak anılan, Tanrı’nın Avrupalı düşünürler tarafından suikasti, belki de Sezar’ınkinden bu yana en büyüğü ve mühimi, bütün bu idealleri de beraberinde götürmüştür. İnsan bir yaratıcının kutsal imajında yaratılmamıştır, insan gökten gelen bir çift el tarafından yontulmamıştır; insan vardır. Nokta. Modern düşünce ile, özellikle günümüz çağdaş düşüncesi ile, insana “olan” olarak bakma anlayışı hakim olmaya başladı. Öncelikle, bu artık bireyin Platon’un dediği gibi “idea”ya bağlı olamayacağı anlamına geliyordu çünkü ideal birey diye bir şey yoktu. Birey diye bir şeyin sadece “olduğunu” tomarlarca epistemolojik düşünce öne sürmeden söylemek bile yüzsüzlüktü, şayet günümüz düşüncesi de kategorilere çok sıcak bakmaz. Bireye herhangi bir şekilde bir mananın verilmemesi, hem “ben”i, hem “kendim dışındaki”ni sorguya çeker hem de sahiden bireyin dışındaki “yabancı madde”yi yabancı kılar. Tanrının ölümünden sonra ortaya çıkan bu durumu kanımca Heidegger’ın bir sözü çok iyi özetler: “Hiçbir açıklama olmaksızın varoluşumuzun gizeminin içine atılırız ve kendimizi açıklanamaz şeylerle dolu bir dünyada, deyim yerindeyse ‘aşılmaz bir karanlıkta’ sürüklenirken buluruz.”. Aşılmaz bir karanlık, tanrının “Işık ol” demesiyle hemencecik aştığı o karanlık çağdaş insanın musallatıdır. Sorun açıktır, varoluşumuzda açıklayamadığımız, kendimize yabancı bir şey vardır. Peki reçetemiz nedir?

İşte bu konuda yaşanan düşünce ayrılıkları ve kafa karışıklığı yüzünden oluşan düşünce akımlarını incelemek, bunların kritiğini yapmak belki de Coccia’nın sözünün neden çağdaş insan için geçerli olduğunu bize gösterecektir. Ama önce, analizin sağlıklı işlemesi için birkaç küçük aksiyom:

Belki de ‘ideal insan’ olarak birey ideası olmasa da, günümüzde yine insan gibi bir gruplama ve bunun getirdiği anlam ve tin sahibiyeti gibi çağrışımlar vardır. 

Bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi ve varoluşundan memnun olması için ‘hayatın anlamı’nı bulmaya ihtiyacı yoktur. Ama bireyin kendi içinde taşıdığı bu “yabancı madde”, bireyin kendini gerçekleştirmesine engeldir.

“Yabancı madde”nin varlığı, varoluşsal kaygının (angst) sebebidir. Bize yabancı olan bir kısmımız vardır ve biliriz ki bu kısım, varoluşun anahtarı gibidir. Bu yabancılık ile gelen seçim hürriyeti sonucu angst oluşur, yabancı madde, rehberimiz olması gereken yerdeki boşluk veya uçurumdur.

Slavoj Zizek’in dediği gibi, günümüzde Hristiyanlığa baktığımızda bulutların üzerine bakabilirsek cidden orada bir baba figürü olarak tanrıyı bulabileceğimize inanan Hristiyan çok yoktur, yani “Tanrı”ya inanılmaz. Kanımca bu inanç, Noel Baba’ya inanmak gibidir. Günümüzde Hristiyanlar tanrıya veyahut kilise figürüne inanmaz, aslına bakıldığında çok radikal olanlar hariç çoğu cennet ve cehennemden de kuşkuludur. Neredeyse hepsi Hristiyanlığın değerlerine, Hristiyan tenetlerine inanır. Bu tür inanç için olan argümanım, bilimsel yöntem ve realizmin dogma gibi yayıldığı, soyut inanışların sıkı kritisizm altında olduğu çağdaş dünyamızda en azından kendisini sorgulayacağı ve bu yüzden de bireyin kendini gerçekleştirmesi için bu inancın kendi başına kifayetsiz kalacağıdır.

Kaldığımız yerden devam edelim, peki reçete nedir? Bireyin önünde birkaç opsiyon vardır. Biri, bu yabancı maddeyi tamamen reddetmek ve varlığın hepsinin kendisinde bulunduğunu, sadece benliğin varlığından emin olunabileceğini öne sürmektir; yani solipsizm. Solipsizmin en büyük sorunu, gönüllü körlüktür. Bir deve kuşu misali, sanki sorundan yeterince uzak durulursa, yokmuş gibi davranılırsa sorunun da gideceği, bireyin kendi varoluşuna içsel olarak açıklanamayacak bir şeyin aniden olmayacağı inancıdır. Zaten bu yüzdendir ki, Schoppenhauer “solipsizm sadece bir tımarhanede başarılı olabilir” demiştir. Bireyden yapması istenilen şey, “ben” denilen şeyi başarıyla izole etmesi, bunu izole edince bir şey kalacağını, varoluş ile etkileşimde olmayan bir asıl olacağını düşünmesi ve bu asıl hariç her şeyi yok saymasıdır. Bundan sonra da “bilinmeyen” kalmayacaktır çünkü her şey benlikte toplanacaktır. Ancak bu çok sarp bir yoldur çünkü şimdi bireye yeni, yine aynı büyüklükte başka bir sorumluluk bindirilir. “Ben” nedir, “benlik” nedir, bunların tanımlanması gerekir. Hatta bu belki de daha zor bir görevdir çünkü bu yabancı maddeye bakarken birey sadece benliğinin karanlık, bilinmedik parçasını keşfetmekle sorumluyken, şimdi benliğinin hepsi “yabancı madde”ye dönüşmüştür. Hidra gibi, bir baş kesilince yerine ikisi çıkmıştır ama bu sefer yardım alınabilecek bir ‘Tanrı’ yoktur.

Peki varoluşçuluk? Nihilizm? Absürdizm? Yani kısaca bu “yabancı madde”ye karşı yüzleşmek? Varoluşun bir parçası olmamaya karşı, solipsizm “Ben, varoluşum” derken, varoluşçuluk (ve türevleri), “Ben, varoluşa karşı yalnızım” der. Varoluşçuluk ne kadar hümanist bir akım olsa da, bu durumdaki yalnızlık çok daha derindedir ve başkalarıyla etkileşimlerimizle çözebileceğimiz bir şey değildir. Çok pesimist bir deyişle, karanlık bir odada yalnız başınızayken hala yüzleşmeniz gerekecek türden bir şeydir. Yani çözüm sürecinde birey gerçekten de yalnızdır. Aksiyom 3’te de dediğim gibi, bu seçimler konusunda bir rehberimizin olmaması olarak gündelik hayatımıza kendini gösterir. Nietzsche’ye göre, Tanrı öldüğü için her şeye müsaade edilmiştir ve angst buradan gelir; Lacan’a göre ise angst, Tanrı’nın ölümü yüzünden artık hiçbir şeye izin verilmediği şeklindedir. Zizek bu durumu şöyle anlatır:

“ ‘Postmodern’ bir babanın mesajı çok daha zor olabilirdi: “Büyükannenin seni ne kadar çok sevdiğini biliyorsun! Ama yine de seni onu ziyaret etmeye zorlamak istemiyorum. Aptal olmayan her çocuk (ve genelde kesinlikle aptal değildirler) bu izin verici tutumun tuzağını hemen fark edecektir: özgür bir seçim görüntüsünün altında, geleneksel otoriter babanın formüle ettiğinden çok daha baskıcı bir talep vardır, yani sadece büyükanneyi ziyaret etmek değil, bunu gönüllü olarak, çocuğun kendi özgür iradesiyle yapması için üstü kapalı bir emir vardır. Böylesi sahte bir özgür seçim, müstehcen bir süperego emridir: Çocuğu iç özgürlüğünden bile mahrum bırakır, ona sadece ne yapacağını değil, ne yapmak isteyeceğini de emreder.”

Buradan varoluşçu düşünce ile birkaç çıkarımda bulunabiliriz. Öncelikle, varoluşçuluğun öncesinde, “yabancı madde”nin Tanrı olduğu dönemde, belki de bireyin özünü bulabilmesi için kurallar muğlaktı, ama Tanrı’nın emirlerin kesindi. Bu hem Tanrı’ya inananlar için kolay bir kendini gerçekleştirme yolu sunuyor, hem de ona inanmayanlar için ise sadece bu emirlere karşı gelerek kendi “yabancı madde”lerini aydınlatma imkanı veriyordu. Çünkü bir şeyin yokluğu, hiçbir şey değildir. Lacan’ın absence konseptinde olduğu gibi, yokluk da varlık kadar maddedir ve tanımlanmıştır. Bu yüzden de Tanrı’nın varlığı, ona inançtan bağımsız olarak, “yabancı madde”yi aydınlatır. Oysa Tanrı’nın ölümünden sonra, Aksiyom 4 bağlamında Tanrı’ya inananlar, bu sağlam çapalarını yitirmiş olurlar. Bundan çok daha önemli olarak da, Tanrı’ya inanan da, inanmayan da artık kendi seçimlerinin arkasında durmak zorundadır. Zayıflamış Tanrı figürü yüzünden, artık birey kendini “Postmodern baba” rolüne koyar ve bu rolde, sadece ne yapacağını dinleyen otoriter babanın oğlu olmak ve itaat etmek ile etmemek arasında karar vermek yerine, özgürlüğünün kendisini meşrulaştırmak zorunda kalır. Hem ne yapıp ne yapmamak istediğine, bir rehber olmadan karar verecektir; hem de bu kararı “gönüllü olarak, kendi özgür iradesiyle” yapacaktır. Varoluşçuluğa olan inanç, bireyi böyle bir duruma sokar. Yine birey, sadece “yabancı madde”yi bulmak yerine, daha büyük bir yük olan kendisini tanıma yükümlülüğünü üstlenir.

Anlayabileceğiniz gibi, çağdaş felsefenin bu sorun ile çatışması çoğunlukla sorunu daha da büyütür. Bu düşüncenin dışındaki faktörler de durumu kötüleştirmeye yardımcı olur; sağolsunlar. Hem bireyin kapitalizm, şehirleşme ve çağdaş nükleer aile birimi altında hayatıyla artan bireyselleşme ve izolasyon ile Doğu felsefesinin çözümlerinden uzaklaşılmış; hem de kendi anlamlandırma ihtiyacının farkındalığına karşı, dini tabulaştırılması ve modern düşüncenin aksiyomlarıyla taban tabana zıt olması yüzünden çaresizce bu ihtiyacı görmezden gelmesi yüzünden “yabancı madde”nin ‘üstünkörü’ bir şekilde doldurulmasına karşı bir korku oluşmuştur. Bunun yanında bireyden “daha öteye gid[ecek]” varoluşun farkındalığı ve bu varoluşun bir parçasın olunduğu bilinci; ve bu bilincin karşısında varoluşa amatör bir astronom gibi izleyici kalınması bireyde kendini anlama sorumluluğu olduğu hissi doğmuştur. Bu his varoluşçuluğun bireyi varoluşun karşısına koymasıyla şu duruma gelmiştir: Birey, varlığının farkındalığı yüzünden kendisine, kendinden büyük bir projenin “meşale taşıyıcılığı” sorumluluğunu verirken; aynı zamanda, kendini bu projeden dışlamıştır. Bu sözde “yabancı madde”nin varlığı yüzünden birey ve varoluş arasında açılan uçurum, varoluşa ve benliğe karşı bir yabancılaşmaya dönüşmüştür. Bu yabancılaşma, zamane patolojik durumumuzdur.

Peki birey, bu yabancılaşmayla nasıl savaşabilir? İntihar? Belki, ama ölümden olan irrasyonel korkumuz ve içgüdülerimiz bunu çok zor kılıyor. Üstelik, pragmatik olarak bakarsanız, eğer intihar etmek yerine daha iyi bir çözüm bulabilirsek net faydamız daha yüksek olacaktır. Belki de yaşamanın bir etiği olmamalı, ama bu yazı sağlıklı devam edebilsin diye sorundan kaçmayı yeterince etkili bir çözüm saymayacağım, pratik bir önkabül. Bu yabancılaşmayla savaşabilmemizin, “yabancı madde”yi bilinir kılabilmemizin ve kendimizi gerçekleştirebilmemizin en kesin yolu Kierkegaard'ın “inanç sıçaraması”nın çağdaş bir yorumlamasından gelecektir. Metin boyunca tesis ettiğim gibi, insan ile varoluş arasında bir boşluk vardır. Kierkegaard bunu insan ile Tanrı arasında bir boşluk olarak anlatır ama tanrının metaforik ölümünden sonra, Tanrı’nın yerini varoluşun kendisi almıştır. “Yabancı madde”yi tanımlama ve anlama görevinde, din Tanrı’nın ölümünden sonra yeterli olmaktan çıktıktan sonra, bireyin varoluş ile ilişkisi üzerinden bir yöntem geliştirmeye çalışılmıştır. Solipsizm, bireyi varoluşun kendisi yaparken; varoluşçuluk ise bireyi, varoluştan ayrı, hatta varoluşun karşısında konumlandırmıştır. Bu ikisi de daha karışık, daha yabancı bir “yabancı madde” yaratmıştır. Uygun olan çözüm ise, varoluşun doğasını kabul etmek, yabancı bir şeyin olduğunu ve bu durumu değiştirmekte çaresiz olduğumuzu anlamaktır. Bundan sonra atılması gereken adım ise, bireyi varoluş ile birleştirmektir. Bunun için köprü görevi görecek inanç sıçraması ile bu boşluğun doldurulması şarttır. “Yabancı madde” ile ilgili yapılabilecek tek şey, “yabancı madde”nin yerine “bilindik madde” koymaktır. Ve bunun için de modern düşüncenin reddi gereklidir. Rasyonel, realist düşünceler ile mümkün olan bir kurtuluş yolu değildir bu. Bunun yerine, ne olduğu farketmeksizin bir varsayım yapılmalıdır. Bu, herhangi bir inanç formunda gelebilir ama bu inanç, bireyin bütün varlığıyla inandığı bir inanç olmalıdır. Camus’nun deyişiyle “bir yaşama nedeni olan (yaşama nedeni denilen şey, aynı za­manda çok güzel bir ölme nedenidir de) düşünceler” bulunmalıdır. Günümüzde herhangi bir şeyde aşırıya kaçmaya ve radikalleşmeye karşı, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra artmış olan korku, bu düşünceleri kısıtlamıştır. Radikal politik düşüncelere karşı başlayan korku, radikalliğin tabulaşmasına dönmüştür. Bu da günümüzde, internet forumlarında sağlıksız ve kontrolsüz radikalleşmeye, gruplar içinde yankı odalarının oluşmasına ve ekstrem dışlamaya dönüşmüştür. Bireyin inanç sıçramasını gerçekleştirmesi için sağlıklı ve yeterli bir ortam yaratılamayınca; çağdaş benlik, ya yabancılaşmış bir benliğe, ya da sağlıksızca radikalleşmiş bir benliğe dönüşmüştür. Özetle, sorunun çözümü basittir ama uygulaması bir o kadar da zordur. Bireylerin güçlü inançlarının olması, yaşamdan bir anlam beklentisi olmadan veya “yabancı madde”yi aydınlatacak bir ışık beklemeden bu inançların sürdürülebilmesi gerekmektedir. İnanç denilen bu geniş kavramın içinde, herhangi bir aktiviteye ve değere bağlılık da vardır ve esas bu alanlara odaklanılmalıdır. Bu, sorunu çok daha basit ve çözülebilir bir hale getirir. Bireyin artık imkansız görevler olan “yabancı madde”yi anlamlandırmasına veya benliğini tamamen keşfetmesine gerek yoktur. Bireyin doğduktan sonra kendini gerçekleştirebilmesinin, hayatını anlamlandırabilmesinin yolu sadece değer verdiği bir şey belirlemesidir. Bu sayede Coccia’nın sözü çok daha pozitif bir okumaya açılır. Artık bireyden önce var olmuş ve sonra var olacak şey, varoluş gibi anlaşılmaz bir dev değildir, bireyin değer verdiği bir kavramdır. Biraz şiirsel olabilir ama, varoluşun engin denizlerinin aşılamaz dalgalarının yerini, ‘dayanışma’ gibi kavranabilir ve uygulanabilir bir değer almıştır. Bu sayede benliğin “taşıt” konumuna getirilmesi, tıpkı Doğu felsefesinde olduğu gibi, bireyin isteği ve hazzıyla gerçekleşir. Birey, artık kendine tanıdık olan bu “yabancı madde”yi taşımakta sorun görmez. Kısaca, “İmdat! Doğdum ve ne yapacağımı bilmiyorum.” çığlığına cevap, varoluşu basitleştirmek ve aslında var olmanın o kadar da karmaşık olmasına gerek olmadığını fark etmektir.
                                             
2. Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” 
Umberto Eco 

Bilginin Doğası ve Kullanımı Üzerine

“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” - Umberto Eco

Bilgi diye bir şey insanlarca bir ara, belki de geçen salı günü, uydurulmuştur. Önemli olan şey ise bugün insan dediğimiz şey ve bu insanın yarattığı toplum, büyük bir oranda bilginin etrafında döner. Bir nevi bilgiye bağımlıdırlar. Oysa somut bir şey değildir bilgi, ‘soyut’ dediğimiz uydurma bir kategorinin ürünü bir yapıdır. Tabii burada her şeyin soyut olduğu, veyahut materyalist bir açıdan her şeyin somut olduğu, argümanı da yapılabilir ve bu sorgu yapılmalıdır da. Her ne kadar buna değinecek olsam da, bu yazının sağlıklı ilerlemesi için bilginin öyle ya da böyle soyut bir biçimde ‘var olduğunu’ kabul etmem gerekecek. Takdir edersiniz ki bilgi dediğimiz şey, özellikle soyut doğası yüzünden, onu algılayan bir şeye de ihtiyaç duyar. Bu da çoğunlukla envai çeşit diyalektik ile insanlar olur. Bunu akılda tutarak, bilginin doğası ve kullanımı üzerine herhangi bir sorgu yapmadan önce şu soruyu sormak isabetli olur: Bilmek nedir? Bilmek, sahibiyet değildir. Bir bilgi de bir parti ile sınırlı, onun kişisel mülkiyeti altında olamaz. Konfüçyüs’ün de dediği gibi, yumurtaların aksine, bilgi paylaştıkça iki tarafta da kümülatif olarak artar. Yani bilmek, varoluşun bir parçasının veya hepsinin algılanmasında yeni bir yöntem ve yordama sahip olmaktır. Varolan ile olan diyalektiğimiz sonucu, varoluş ile olan diyalektiğimiz gelişmesidir. Aynı yere varan başka bir düşünme şekliyle de şöyle düşünülebilir: Bilgi, varoluşun tinidir ve bilmek, bu tini gözlemleme yetisi kazanmaktır. Bu yazımda, az önce belirlediğim pseudo-belitler altında, Umberto Eco’nun bu sözünü incelemeye, sorusunu (belki ondan farklı bir şekilde) cevaplamaya ve savlarını gözden geçirerek, bilgiyi, bilgiye sahip olmanın etiğini ve bilginin kullanımının temeline inmeye çalışacağım. Aynı zamanda Foucault’nun, ve ondan önce Aristo’nun, güç ve bilgi arasındaki ilişki hakkında düşünceleri üzerinden, Eco’nun “öğrenmek” ve “yapmamız gerektiğini” sözleriyle de ortaya koyduğu güç dinamiğini inceleyecek ve bunun bilgiyi görüşümüzü nasıl etkilediğine bakacağım.

Öncelikle, Umberto Eco’nun bu sorusunu saçma bulduğumu ve cevaplanabilir türden bir soru olmayarak gördüğümü belirtmek isterim. Bilgi, belirli sınırlar içinde, insanın özünde olması gereken bir şeydir çünkü varoluşun deneyimlenmesi de, bir kitapta okunan sayfalar ile aynı değerdedir, ikisi de bilgidir. Yani, insan bilmek istemez, insan dediğimiz şeyin varlığı, bu sorguyu yapabilmesi, deneyimleyebilmesi her zaman bilgi aktı yoluyla olur. Var olan ve var oluşu deneyimleyen her şey, zaten bilgiye muhtaçtır çünkü bilgi deneyimi mümkün kılar. Bilginin kitaplar veya dil gibi yoğunlaştırılıp, sistemli bir hale getirilerek insan kullanımına daha uygun bir forma sokulması, özündeki bilgi idea’sını değiştirmez. Bu yüzdendir ki, bilgi bir istek değil bir zarurettir, ihtiyacın bile ötesinde kendi başına özel bir konumda durur çünkü varoluş denilen şey (ki Alan Watts’un bir gongun çalmasıyla güzel bir şekilde anlattığı gibi sadece deneyimleme durumu olarak tanımlanabilir) tamamen bilgiye bağlıdır. Bilgiye sığ yaklaşımı, kanımca Umberto Eco’nun bu düşüncesindeki en temel hatadır.

Peki insan bilgiye sahip olduğunda, kendisini kısıtlamakla, yani ne yapmaması gerektiğini bilmekle neden sorumludur? İnsanın bilgiye ulaşmaması, kısıtlayıcı bir unsur mu olmalıdır? Belki de burada Foucault’nun sorgusu işe yarayabilir. Foucault’ya göre güç sahibi olan enstitüler, sadece bilginin nasıl yayıldığını değil, neyin bilinebileceğini ve bunların nasıl bilinebileceğini de kontrol ederler. Bu bağlamda ‘açık seçik’ bir şekilde propaganda yapabilir, gerçekleri çarpıtıp saklayarak bu bilgiye erişimi engelleyebilirler. Bu sayede de gerçekliği şekillendirme gücüne sahip olurlar. Ama Foucault’ya bu indirgeyici bir anlatıdır. Teknoloji ve STEM araştırması karlı olduğundan, bilginin esas kaynağının bilim olarak kabul edilmesi ve bu anlatının kapitalist enstitüler tarafından yayılması da aslında aynı kapıya çıkar. Yani bu açıdan bakıldığında, bilgi içsel olarak risklidir çünkü kendi içinde bir kısıtlamalar ve dogmalar bütünüyle paketlenmiş olarak gelir.

Ya insan neden ne yapması ve yapmaması gerektiğini “bilmek ister”? Bu da aslında aynı güç dinamiklerine varan bir düşüncedir. Foucault’ya göre güç ve gücün hayatın diğer bütün yönleri üzerindeki etkisi tek taraflı bir akım olarak veya bu güç ile simgeleşmiş parlamento gibi sembollerde yoğunlaşarak ilerlemez. Aksine, günlük hayatımızda gizlenir ki bu nokta için okul örneği yerli olacaktır ki bilgi alışverişi ve öğrenmenin toplumlardaki kaynağı okullardır. Okullarda sınavlar sayesinde tek bir doğru cevap olduğu öğretilir ve bilginin aslında ‘objektif’ bir konsept olduğu öğrencilere aşılanır. Aynı zamanda sınıfın otorite figürü tekildir ve bütün bilgi bu otorite figüründen gelir ki bu da bilginin kaynağının otorite ve güç sahibi kişi olduğu anlatısını pekiştirir. Üstelik okullarda ne öğretildiğine karar veren güç, bilgi üzerinde tekelini bu sayede sorgulanamaz bir şekilde güçlendirir (Bu aynı zamanda Aristo’nun, politikanın diğer bilimleri kontrol eden şey olduğu konusundaki görüşüyle de desteklenebilir). Kısacası, okul gibi sıradan bir alanla bile, gücün bilgiyi kontrolü içselleştirilir ve ne yapması ve yapmaması gerektiğini bilmesi gereken bir insan ortaya çıkar. İnsanın bunları bilmek istemesinin sebebinin merak gibi soyut ve manasız bir konsept yerine, güçteki kurumun çıkarı olduğu görülebilir. Bu açıdan da Eco’nun düşüncesi, bilgiyi romantize ve idealize edilmiş bir şekilde tutarak sanki insanın anlam arayışıymış gibi sunar. Oysa, başta da belirttiğim evrenin tinine uzanmak olan bilgi, günümüzdeki bilgi ile çok ayrıdır. Güç, bilgiyi ve bilmeyi aşındırmıştır.

Ama ya insanın “ne yapabileceğini” farketmesi? Eco bu konuda da mı yanılmıştır? Bana göre bu soruda da durum farksızdır. Bilgi her ne kadar soru böyle sorulunca ufuk açıcı gibi görülse de, esasında bu soru tamamen kısıtlayıcıdır. Öğrenmenin bireye ne yapabileceğini öğretmesi, bireyin varlığını belirlemesi anlamına gelir çünkü (Sartre’ı dinleyecek olursanız) insan yaptıklarından ibarettir. Hayatta aksiyonlarımız dışında hiçbir şeyimiz yoktur ve bu da onlara varoluşsal açıdan engin bir değer yükler. Eğer ki güç tarafından yönetilen bilgi ile varoluşumuz kısıtlanırsa, bu insanın kuklalaştırılması anlamına gelir. Kendi sınırlarını gücün dediğine göre çizen insanın sınırları yoktur çünkü bu sınırlar her an değişebilir. Öğrenime ve bilgi gibi kötü temellere oturtulmuş, manipülasyona açık bir konsepte insanın varlığıyla bel bağlaması sonunda bilgi tarafından yönetilmesi haline gelir. Yani bilginin esaretinde bir hayat sürülür ve bir sorgulama (ki bu sorgunun kendisi, sorgu dediğimiz şeyin sınırları ve sorguladığımız şeydeki radikal duruşlarımız bile güç, medya ve toplum tarafından o kadar belirlenmiştir ki, gerçek sorgunun varlığı bile şüphe uyandırıcıdır) sonucu kabul edilen bilginin dogması altında yaşanır. İronik gelebilir, ama sorgunun dogması da mümkün ve görülen bir şeydir. Kendi küçük ekosistemimizde yaptığımız sorguları bilgi dediğimiz konseptin kendisine yöneltmediğimiz, bilgiyi almamızdaki kısıtlara bakmadığımız, ‘doğru’ ve ‘yanlış’ konseptlerinin değersiz olduğunu kabullenmediğimiz, aldığımız bilgiyi nasıl aldığımıza ve hangi bilginin bizim erişimimize açık olduğuna bakmadığımız sürece de durum böyle kalacaktır. Çünkü modern insanın bilgi konusunda en büyük yanılgısı, dogmanın sadece bilginin içeriğinde olabildiğidir. Oysa bilginin kendisindeki dogma adreslenmelidir. Bu çözümlenmediği sürece de Umberto Eco’nun bu sözü, bilginin doğasının yanlış anlaşılmasından ibaret kalacaktır. Eco; bilginin insanı yontmasını, insanın bilgiyle kendisini yontması sanma hatasına düşerek bilgi ve öğrenmeyi kutsallaştırmıştır. Oysa bu süreçte, tam da bu tuzağa düşmüştür.

Peki gücün bilgiyi kontrol etmesindeki etik nedir? Güç ile kontrol edildiği biline biline, bilgi yine de aranmalı mıdır? Aslında başında da söylediğimiz gibi bilgi, yumurta olmadığı için yasal olarak bu konuda sıkıntı yoktur. Ama zaten durumun zorluğu da buradan gelir çünkü yasa dediğimiz şey de aynı güç organları tarafından kontrol edilir ve hatta bilginin kontrolünün meşrulaştırılmasında kullanılır. Yani cevap, toplumun kolektif bilincinde aranamaz. Zaten Kant etiğine göre yanlış olan bu davranışı, utilitaryanizme göre incelemek daha ilginç olacaktır. Sonuçlarına bakıldığında, bilginin kontrolü kâr mı zarar mı getirir? Bilgi kontrol edildikçe, varoluşun algılanışı düzene sokulabilir ve homojen bir şekilde gerçekleşir ve herkesin gerçekliği birbirine benzemeye başlar. Bu halkın iradesine karşı değildir ve onların istekleri doğrultusundadır, neredeyse bütün güç öğeleri günümüzün demokratik sistemleri sayesinde görece halkın iradesiyle güce geçmişlerdir, ama aslında bu yorumda güç ve uyumun döngüselliği göz ardı edilir. Bu döngüselliğe bakıldığında, insanlar bilginin manipülasyonuyla uyum göstermeye zorlandıkça, güç organlarını daha da onaylayacaklardır çünkü onların görüşlerini değiştiren güç organları artık onlarla benzer görüşte olacaklardır. Güçtekiler insan iradesini ezdikçe, gelecekte bu iradeyi ezmeleri daha da kolaylaşacaktır. Bu döngü, insan iradesine karşı bir red beyanıdır ve kabul edilemez. Sonuçlara bakıldığında, küçük bir grubun görece az refah artışı karşılığında, dünyanın kalanı ruhsuzlaşmış olurlar. Yani bilginin güç tarafından kontrolü, herhangi bir açıdan etik olarak karşılanamaz ve bir başkaldırı sebebi olarak görülmelidir. Ama daha önemlisi, durumun zaten böyle olduğu dünyamızda, bilgiyi aramaya devam etmeli miyiz? Burada varoluşçu ve absürdistlerin fikirlerinin uyarlanabileceğini düşünüyorum. Saf bilgiye ulaşamayacağımızı bilmemize rağmen, bu idealden şaşmamamız gerekmektedir. Neden? Burada da Lacan’ın objet petit a’sından bahsetmek gerekir. Kısaca, esas arzuladığımız şey, arzulamaya devam edebilmektir ve bu bizim arzumuzu asıl karşılayan şeydir. Yani, saf bilginin arayışında saf bilgi bulunamayacağının bilinmesi, ama yine de saf bilgi aranması gerekir çünkü sadece bu yol ile, saf bilgiye ulaşmaya en yakın deneyim yaşanabilir ve saf bilgiye ulaştığımızda aldığımızdan daha iyi bir deneyim alınabilir. İşte absürdizm ile benzer yanı da bu olur: Saf bilgiye ulaşamayacağımızı kabul edip buna karşın yaşamaya ve bilgi aramaya devam etmek. Bu görüş kesinlikle bencildir çünkü herkesin mutluluğu için, saf bilgi idealinin kurban edilmesi gibi görülebilir. Oysa kanımca, saf bilgi ideali için herkesin mutluluğunun kurban edilmesi asıl sağduyusuzluk olacaktır. Bilgiye ulaşmaktaki bu eforumuz bizi sadece daha kaliteli bilgiye götürmeyecek, aynı zamanda da bireyi gücün etkisinden de arındırmaya yarayacaktır. Yani, günümüzdeki bilginin kabulü aşınmış bilgi tüketimi sonucu karakterde aşınmışlığa yol açarken, alternatifiyle birey güç yapısından özgürleşebilecektir.

Peki bu laf salatası altınsa nereye ulaşmak istiyorum? Eco’ya göre bilmek istememizin nedeni bir öğrenme arzusu ve kendimizi anlayabilmektir. Oysa bence bu hatalı bir görüştür. Nedenlerinin neden tek tek hatalı olduğunu saydım ama az önce kurduğum idealler ile bir cevap da sunmak isterim. İnsan, özgürleşmek için bilmek istemelidir. Gücün bilgi üzerindeki gayrimeşru kavrayışı sonucu üzerimizde oluşturduğu kontrol, bilgi dediğimiz kavramı olduğu gibi kabul ettiğimiz sürece gitmeyecektir. Alternatif bir arayış ile güçten arınmış bilgiye ulaşmaya çabalamak ise bizim üzerimizden gücün ve sistemlerin sıradanlaşmış ve kanıksanmış baskısını kaldıracaktır. İdeale doğru yol alırken ideale ulaşılamayacağını bilmek ve buna rağmen denemek, ironik olarak ideal bilgiye bizi ulaştıracak yol olacaktır. Eco’ya göre insan bilgiyi kullanarak kendini şekillendirir ama günümüzde gücün bilgiyi, bilginin de bizi şekillendirdiği bir gerçektir. Bu sorgu sonucu, insan sonunda güç yapılarından uzak bir bilgi ile kendi egemenliğini kazanabilecektir. Bilgi sadece bilimsel veya edebi ile sınırlandırılmadığından ve varolmak denilen şeyin bütünü sadece bilgi almaktan ibaret olduğundan da bu özgürleşme yeni bir Aydınlanma Çağı gibi görülmemeli, insanın modern dünyadaki güç dinamiklerine karşı bir başkaldırısı olmalıdır. Kısaca, Umberto Eco’nun bu sözünde bilgi kısıtlayıcıdır oysa bence bilgi, insanın güce karşı kullanacağı bir silah olmalıdır. Eco’nun görüşü modern koşullardan izole ve idealize edilmiş bir bilgi sunduğundan, bilginin doğasını yakalamakta yetersiz kalmış ve yanlış sonuçlara ulaşmıştır. Benim Eco’ya karşı görüşüm şudur: Günümüzde güç bilgiyi kontrol eder ama esasında bilgi, güç olmalıdır.
                                              

1. Adım Yazısı

“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill


‘Gerçek’ kavramının günlük hayattaki algısında, gerçeğin ne olduğundan ve gerçek konseptinin varlığından bağımsız olarak, çevremizdeki neredeyse her bireyin bir temel doğrular seti üzerine anlaşmış gibi görünmelerinin etkisi büyüktür. Her ne kadar modern düşünce genellikle doğrunun, algının izafiyetine bağlılığını kabul etse de, özellikle pozitivist düşüncenin bilimin gelişim ve önem kazanmasıyla büyümesi sonucu epistemolojik mutlakiyetçi bir görüş de yayılmaktadır. Bilgi toplumunun gelişmesi ve hayatın büyük bir oranda bilgi üzerinden deneyimlenmesi ile gerçekliğin sunuma da değişmiş, Baudrillard’nın deyişiyle simülasyon ve simülakr, dünyayı algılamamızda başat bir rol oynar hale gelmiştir. Böyle bir dünyada şüphesiz bireyin bilgiyle ilişkisi hem daha olmadığı derecede bir önem arz etmekte, hem de bu ilişkinin doğası ile ilgili sorular bireyin ve kolektif olarak toplumun bilincinde daha büyük bir yer elde etmeye başlamaktadır. John Stuart Mills, her ne kadar bu alıntının orjinalinde ‘hakkı olmazdı’ yerine ‘eşit hakkı olurdu’ya daha yakın bir ifade kullanmış olsa da, çoğulcu bir gerçek algısını reddetmiş ve bunun yerine gerçeğin bağıntılı yapısına dikkat çekmiştir. Bu bağlamda birçok farklı düşünürden ve ekolden yola çıkarak yorum yapılabilir ki ben çoğunlukla Fransız, özellikle de varoluşçu, düşüncelerin gerçeklik algısından yola çıkarak ‘doğru’nun (Mill’in fikrinin orijinal algısından biraz çıkarak ‘hakkı olmazdı’yı düşünce ve ifade özgürlüğü olarak değil de doğrudan böyle bir durumun asla meşrulaşrıtılamayacağı bağlamında, daha hakların da köküne ve temeline yakın bir görüş ile bakarak) bir analizini yapacağım, ‘doğru’, ‘gerçek’ ve ‘gerçeklik’in farklı algılanma şekilleri üzerinden Mill’in bu sözünün farklı yönlerine bakacağım, sözün, diğer düşünürlerin fikirlerini de referans alarak, kimi kısımlarını eleştirip kimi kısımlarını da anlayıp desteklemeye çalışacağım. Bu amaçla, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Jean Baudrillard, Jacques Derrida, Platon’un düşüncelerine, George Orwell’in ‘1984’ eserine, René Magritte'in ünlü ‘Treachery of Images’ (‘İmgelerin İhaneti’) adlı resmine ve Bobby Henderson’ın ‘Pastafaryanlık’ dinine değineceğim ve relativist bir epistemoloji anlatısı üzerine yoğunlaşırken aynı zamanda antitezlerine de değinmeye çalışarak, fikirlerin ‘doğru’ bağlamında özüne inmeyi deneyeceğim.
Sartre’ın ‘mauvaise foi’, yani ‘kötü niyet’ adlı konsepti, insanların Dünya’nın olduğu gibi olmasını kabul etmelerinin anlaşılması için iyi bir araç. Sartre’a göre kimi şeylerin kabullenişi ve değiştirilemez gibi görünmesi, yani mutlakiyetçi bir bakıştan bilgi ve hatta varoluşun algılanması, insanı tamamen kısıtlayan bir şeydir. Bu bakış açısı, gerçekliğin insanların düşünce dünyasında var olduğunun unutulmasına neden olur ve bireyi belli bir durum veya gerçeğe bağlı hissettirir. Oysa bu görüş, bireyin kendini öncelikle özgür bir varlık olarak görmesini engeller. Dünya’yı değiştirilemez ve sabit gören bir birey için diğer görüşler bir anlam ifade etmez çünkü uyuşmazlıkların bu dünya görüşünde yeri yoktur. ‘Kötü konsept’ bireyi dünyaya at gözlüklerinden bakmaya mahkum eder ve ‘doğru’nun absürtlüğünü görmesini engeller. Sartre’ın ‘Bulantı’sında ana karakterin bir koltuk görüp, koltuğun oturma işlevi için yapılmış bir şey olduğu ve ‘oturulası’ diye nitelendirilebilecek şeylerin sınırlılığı karşısındaki şaşırışı, bu absürdite karşısında bireyin şokunu gösterir. Aslında mutlakiyetçi bir gerçek olgusu da tam böyledir, tekil bir gerçeğin varlığına birey o kadar alışır ki belli bir süre sonra bu kanıksanır, sorgulanmadan kabul edilir. Sartre’ın bu bölümde “Söz gelimi bu, taşmış bir ırmağın gri renkli sularında, karnı ters dönmüş, şişmiş ve suyun akıntısına kapılmış ölü bir eşek de olabilir.” demesiyle Platon’un formlarını eleştirisi de aynı zamanda Mill’in düşüncesine bağlanabilir, hem de iki farklı yönden. Öncelikle Platon’un mutlakiyetçi ‘mükemmel form’u ile gelen, var olanın ötesinde nesnel ve ideal bir gerçeklik algısına Mill de Sartre da karşı çıkarlar. Mill’in düşüncesinde düşüncenin bu ikili yapısı, Platon’un tekilliğine açıkça karşı çıkar. Aynı zamanda Sartre’ın gösterdiği, sandalyenin ‘sandalyeliği’ne, çoğunluğun sandalyenin ‘sandalyeliği’ni kabullenmesi dolayısıyla sorgulamasız bir kabulleniş, Mill’in fikirde çoğunluğun haklı olduğunun savunulduğu çoğunlukçu epistemolojiyle karşılaştırılabilir. İkisinin de kanıksama sonucu bir gerçeklik kabulüne karşı eleştirel bir yaklaşım izlemişlerdir.

Bu düşünceye kısa bir ek olarak, Albert Camus’nun ‘Yabancı’sında ana karakter Mersault’nun durumu ve Camus’nun absürdizm inancı da gerçeklik algısının öznel olmasının farkındalığını vurgular. Mersault’nun toplumun düzen ve varsayımlarını anlayamaması ve toplumsal gerçekliğin toplam anlamsızlığının farkına varması, Durkheim’ın deyişiyle diğer bireylerin değerlerini paylaşamamasından doğan ‘Anomie’lik durumu, bu çoğunlukçu görüşün abukluğunu sergileyen bir örnektir. Toplumun kurallarını anlamlandıramayan Mersault’nun garip görülmesi, ‘absürt’ün farkındalığı sonucu çoğunluğun paylaştığı kimi duyarlılıklara erişememesi, aslında yine çok fazla insanın üzerinde anlaştığı şeyin doğru olduğu görüşünün bir kritiğidir. ‘Yabancı’ bu durumun sonuçlarını göstermekte de anahtar bir rol oynayarak, toplumun çoğulculuğun dışında kalanları ötekileştirmesini gösterir. Her ne kadar çoğu varoluşçu (ve ben) olayların içkin değerlerine ve çağrışımlarına inanmasalar da ~ mesela çokça ve belki yanlış bir şekilde Camus’ya atfedilen ünlü ‘Kendimi mi öldürsem yoksa kahve mi içsem?’ sözü, olayların içkin hiçbir özelliği olmadığını gösterir ~ bu analizi yaparken gerçeğin algısının insanları nasıl etkilediğine ve toplumun davranışlarına bakmakta fayda var. Kitapta Mersault’nun psikolojik olarak kopuk diye adlandırılabilecek bir anda bir adamı vurması ve bunun sonucunda insaların neden bu kadar tepki verdiğini anlayamaması, ki analizimize de bağlı olarak toplum bu uyuşmazlığa Mersault’nun bir insan öldürmesinden daha çok kızıyor, sonucu idam edilmesi aslında uymamanın sonuçlarının biraz abartılı da olsa iyi bir örneği olarak gösterilebilir. Kısaca, Mersault’nun idamı çoğulculuk ve çoğulcu bir etik yüzünden olmuştur. Mersault’ya göre bir sorun teşkil etmeyen bir şey, yani Mersault’nun ‘insan öldürmek yanlış değildir’ fikri, tam da Mill’in dediği gibi “çoğunluğun onu susturma[sına]” neden olmuştur.

Bu görüşlere karşılık olarak Platon, ‘idealar’ dünyasından giderek, meşhurca her şeyin ideallerinin var olduğu görüşünü savunmuştur. Platon’a göre her şeyin bir ‘doğru’su vardır ve bu yüzden de ‘gerçek’ ve ‘gerçeklik’ göreceli olamaz. İdealar dünyasında her şeyin nasıl olması gerektiği nettir, ki zaten idea ‘fikir’ demek olduğu için de Platon’un diyalektiğinde fikir her zaman içsel olarak net ve tekildir. Mill’in sözündeki “bir kişi hariç bütün insanlık” bölümü aslında Platon’un idealarıyla doğrudan çatışmaya girmez çünkü ‘idea’ çoğunluğun inandığı değildir. Ama Platon’a göre sonuç olarak her şey için ‘doğru’ bir fikir olması, Mill’in görüşüyle ters düşer. Mesela Platon’a göre, George Orwell’in ‘1984’ünde, şimdi ünlüleşmiş olan “2+2=5” denklemi yanlıştır çünkü matematiğin, toplamanın ve ‘2+2’ nin ideal formları vardır ve bu tekil ve değişmezdir. Oysa Mill’e göre ‘2+2=4’ ile ‘2+2=5’ aynı değere sahiptir çünkü fikirlerin değeri idealler bağlamında ölçülemezi ki bu açıdan Mill biraz daha hümanist sayılabilir. Komik bir şekilde, bu iki çatışan görüşün var olabilmesi ve birbirlerine karşı çıkabilmeleri, sadece Mill’in “susturmaya hak” diye bahsettiği şeyin yoksunluğunda tam olarak mümkündür. Yani aslında idealar gibi Mill’in relativist görüşüyle neredeyse taban tabana zıt bir düşünce sistemini yaratan Platon’un, veya bu noktadan gidilir olursa bütün diyalektik felsefenin, temeli Mill’in bu iddiası ya da daha doğrusu bu iddiasının arkasındaki görüştür.

Metnin bu bölümüne kadar mutlakçılık ve relativizmi, özellikle ‘doğru’ ve ‘gerçeklik’ kavramlarına bakışları bağlamında karşılaştırdım. Ama Mill’in sözünde göz ardı edilmemesi gereken önemli bir bölüm de bu ‘çoğunluk/azınlık’ çifti ve bunlarla ilişkili olarak fikirlerin ‘doğru’luğunu çoğu insan için belirleyen toplumsal gerçeklik algısıdır. Bunun hakkında konuşmaya Jacques Derrida’nın ‘Yapısöküm’ ilkeleri üzerine ‘logocentrism’ (‘söz merkezcilik’) kritiğinden ve bu bağlamda Pastafaryanizm dininden bahsederek başlayacağım. Toplumsal olarak doğrunun algısında ‘çoğunluk’ denilen kavramın büyük bir rol oynadığı ve ‘doğru’nun karşılaştırmalı olarak var olduğu konusuna neredeyse herkes katılabilir. Mesela Jacques Lacan’ın ‘absence’ (‘yokluk’) konseptinin insanlarca ‘varlık yerine olan’ olarak tanımlanması ile, normalde “gerçek” (ve bu ‘gerçek’ kelimesini tereddütlü bir biçimde kullanıyorum, realizm bağlamında gerçek dünyadan bahsediyorum ve bu anlatımı da çoğu insanın ve bu yüzden de toplumun realist olması bağlamında yapacağım) dünyada olmayan yokluğun yaratılması buna iyi bir örnektir. Nasıl ki aslında olmayan bir konsept olan ‘yokluk’ bir ikiliğin kurulmasıyla “yaratılıyor”, ‘doğru’ da aynı şekilde bunun karşısında olan ‘doğru olmayan’ veyahut ‘yanlış’ ile gibi ‘öteki’ bir terim ile algıda var ediliyor. Doğrunun bu karşılaştırmalı yapısı yüzünden insanlar da doğrunun tekil olduğu sonucuna ilerliyorlar. Oysa Derida’nın tıpkı logosentrizmin savunduğu ‘söz yazıdan daha iyidir’ savını, ikisinin de meziyetleri olduğunu söyleyerek karşılaması gibi, farklı fikirler ve bunlardan doğan farklı gerçeklikler de, aynı anda bu şekilde karşılaştırılmadan var olabilirler. ‘Doğru’ sadece var olduğu düşünüldüğü sürece var olan bir düşünce olduğu için, Mill’in çoğunluğun görüşünün doğruluğunu eleştirilmesi bu durumda isabetlidir. Bu fikiri biraz daha ileri sürerek, ‘Pastafaryanizm’ yani gökyüzündeki devasa spagetti canavarı tanrıya inanma dininin de Hristiyanlıktan daha az ‘din’ sayılması bu toplumsal idealler bağlamında bir önyargı yüzündendir. Aslında ikisinin de aynı algılanması gerekirken birinin ‘çoğunluk’ üstünlüğü olduğu için daha iyi görülmesi, Derida için bir sorundur. Bu hem Pastafaryanlık’ın daha doğrudan sınırlandırılmasına neden olur, hem de ‘din’ kavramının sınırlandırılması yüzünden uzun vadede insanların da baskılanmasına imkan sağlayabilir. Belki de bunu en iyi, Noam Chomsky’nin “İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir.” sözü ile anlatılabilir. Burada kısıtlamanın toplumu nasıl edilgenleştirip itaatkarlaştıracağı net bir şekilde gösterilmiş, Mill’in kaygıları doğrudan aktarılmıştır.

Aynı zamanda Jean Baudrillard’nın ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ konseptine ve bu bağlamda René Magritte'in ‘İmgelerin İhaneti’ne değinmek de bu tartışmaya ilginç bir nokta ekleyebilir. Kısaca, Baudrillard’nın simülakrlar ve simülasyon konsepti, modern dünyada toplumsal bir seviyede ‘esas’ veya gözümüzün önündeki gözlemlenebilir, pozitivist ve realist gerçeklikten uzaklaşıp zihinsel, tinsel ve simgesel bir gerçekliğe geçişi ve realist gerçekliğin tinsel açıdan dışa vurumunu anlatır. Bu görüşün Mill’in sözüyle alakası, aslında bu sözde eleştirilen ‘doğru fikir’ düşüncesine karşı bir görüş getirmek ve bunun pratik hayatta bile var olmadığını göstermek için kullanılıp, bu düşünceye inananların tutarsızlığı gösterilebilir. Baudrillard’nın simülakrlar ve simülasyon konseptinde 1. aşama aslında basit semantik bir konsept olan göstergenin gerçekliğin kendisi olmadığı, bunun yerine sadece gerçekliğin yerine geçen bir ‘gösterge’ olmakla kaldığı anlatılır. Bu, eğer ‘fikir’ dediğimiz şeyi gösterge olarak alırsak ‘doğru/üstün fikir’ analizi için iyi bir gösterge olur. Aslında ‘fikir’, çevreden gelen uyarıcıların yorumlanması sonucu beyinde gerçekleşen (veya realizm akımının dışında bir görüş için zihinde) birtakım aktivitelerin yine beyince algılanmasıdır, ki buradan bile fikir konseptinin ne kadar orijinalinden eksik olduğunu görebiliriz. 2. aşama ise bu ‘fikir’in  sesler veya çizgiler aracılığıyla aktarılması çabasıdır, yani bu fikir gerçekliğinin de bozulması ve kendinden farklı bir formda aktarılmasıdır. 3. aşamada ise, ki bu ‘fikir’in diğer insan tarafından algı ve yorumlanması olur, artık bu tamamen sembolik bir seviyeye gelmiş ve asılı somut olan bir süreç, soyut bir konsepte dönüşmüştür. Magritte’in ‘İmgelerin İhaneti’nde de bir piponun resminin altında ‘Bu bir pipo değildir’ denmesi ile pipo gibi görece daha somut bir objenin bile bu süreç sonucu soyutlaştığını ve aslında gösteriminin aslından farklılaştığını gösterir. Buna bakılırsa, ‘düşünce’ ve ‘fikir’ gibi kavramların ‘doğru’sunun aranmasındaki manasızlık ve hatta çelişki görülebilir çünkü zaten ‘doğru’ denilen şey o şeyin aslı olmaktan çıkmıştır. Bu öznellik, Mil’in görüşünü tamamlayıcı niteliktedir. Zaten içkin olarak bu kadar öznel hale gelmiş bir şeyin, yani fikrin, hele de metin boyunca bahsedilen çoğunluğun doğruluğu, objektif dünya gibi artık bu bağlamda safsata sayılabilecek şeylerle yorumlanıp diğer görüşlerin görmezden gelinmesinı ve hatta aktif baskısını eleştirmiştir Mill. Ki bu kadar farklı yönden öznelliği açıkça görülen bir konsept için de, argümanının gayet güçlü olduğu söylenebilir.

Her ne kadar ‘bir kişi hariç bütün insanlık’ diyerek fikirleri ve doğruyu sadece bireylere bağlı konseptler olarak düşünerek, kendi iddiasına biraz ters bir şekilde  insanlar inanmasa bile bir düşüncenin değeri olabileceği fikrini gözden kaçırsa da, Mill’in bu sözünün modern düşüncenin bir analizi için değeri su götürmezdir. Gerçekliğin ve fikirlerin bir analizini yaparken ‘öznel’ ‘doğru’ ‘bakış açısı’ ‘gerçek’ ‘farkındalık’ gibi bir sürü farklı konsepte de değinmek gerektiğinden ve fikirler felsefenin temelini oluşturduğundan, bu konunun tartışılması büyük bir önem arz etmektedir. İnsanların kimi konularda gerçekliği kanıksamaları ve bu yüzden de istemsizce kendilerini yeni görüşlere kapatmaları, bazen gerçekliğin kendi düşünceleri üzerine kurulduğunu görme konusunda başarısızlıkları, ‘fikir’ dediğimiz konseptin kafa karıştırıcı, karmaşık ve hatta bazen mantıksız yapısı ve doğası, bazı önyargıları ve hatta uyum için kimi görüşleri direk yok saymaları, fikirlere bakarken kimi zaman yanlış algılara kapılmalarına neden olur. Çoğunluğun doğruluğuna inanç hem insanların kontrol ve manipülasyonunu kolaylaştırabilir hem de bu doğruluğun dışındaki bireyler için zarar verici bir unsur olabilir. Bu, neredeyse insanın kaçınılmaz gerçekliğidir ve bu konuda yapılabilecek en iyi şey, kritik bir görüş sergilemek ve fikirlerimizi nereden aldığımızı hep sorgulamak olabilir. “Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.”

Gönül Zeynep Gökulu / Özel İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 10 Türkiye İkincisi

 Final Yazısı

Gündüzler ve geceler vardır
Gündüz ve geceleyin gördüğün 
Karışır durur birbirine
İpek böceği gibi ağır
Ve mırıldanarak gömüldün
Dut ağacının dibine
Beden kelebek olur kanatlanır
Ve neden sonra böyle bir gün
Uçarız toprağımızın üstüne
(Melih Cevdet Anday, Sözcükler: Bütün Şiirleri)

Anday’ın ipekböceği mırıltılarından kelebek oluşa geçen sanatsal ifadesini, dönüşüm ve değişimin gücünü ve bu gücün yaşama içkinliği bağlamında yorumlayınız. (Uyarlama, Hakan Çörekçioğlu, Deleuze: Yaşamla İlişkisinde Felsefe ve Edebiyat, Minör Yayıncılık)

Hareketli İmgeler, Hareketli Varlık: Melih Cevdet Anday’a Felsefi Bir Yaklaşım

“Gündüzler ve geceler vardır

Gündüz ve geceleyin gördüğün

Karışır durur birbirine

İpek böceği gibi ağır

Ve mırıldanarak gömüldün

Dut ağacının dibine

Beden kelebek olur kanatlanır

Ve neden sonra böyle bir gün

Uçarız toprağımızın üstüne”

Melih Cevdet Anday’ın şiirinde ele alınan metamorfoz imgelemi, edebi bir ustalık gösteren özlüğü ile en saf hali ile “insan” olgusunu okurun yaratıcı algısına sunmaktadır. Bir ipek böceğinin kelebeğe dönüşümü, gündüz ve gecenin gelip gidişi ve sonunda özgürlüğe kanat açış… Anday’ın motiflerinin, tümcelerinin ve sözcüklerinin ardında “hareket” cevheri yatar.  İnsan, diğer her canlı gibi hareketine düşkün ve hareket arzusuna bağımlı bir varlıktır. Kendine hareketli tanrılar, hareketli bir tarih, hareketli bir öz kurgulamıştır. Kendine zamansal bir dünya kurgulamıştır. İnsan için atalet en büyük işkence olup çıkmış, insandışılığa yüklenen bir imge olarak alımlanmış ve içselleştirilmiştir. Moderniteye kadar taşıdığımız ve gerek edebi gerek felsefi her dışa vurumda yeniden ürettiğimiz imgesel bilinçaltında insandışı olan hareketten, ilahi ve varoluşsal boyutta bir hareketlilikten, yoksun olandır. Öyleyse insandışı kılınmak istenen de hareketsizleştirilmelidir. Bu alımlamanın sonuçlarının yaşama yansımaları oldukça barizdir– hapishaneler, askeri kuşatmalar, ambargolar, kelepçeler, deli gömlekleri; kültürsüzleştirme, uyuşturucular, apartheid yönetimleri, dil ve sanat yasakları, basmakalıp tasvirler, toplu mezarlar…Öyleyse hareket insanlığın düşünsel doğasına içkin olduğu kadar en az yaratıcılık kadar değerli bir politik, felsefi ve edebi lenstir. Peki hareket ne demektir? Arapça “haraka” olarak devinim anlamına gelen kökten türemiştir. Devinim halinde olmak, belki de Marxist bir iyimserlikle bakıldığında devrimin ilk aşamasıdır. Devinim; değişmek, dönüşmek, aynı düzlemde farklılaşarak farklı düzlemlere insanı hazırlayan bir olgu olarak özümsenirse Anday’ın da söylediği gibi, “Beden kelebek olur kanatlanır”. Bu inceleme hareket lensinden değişim ve dönüşüm kavramlarını ve bu kavramların insanlıktaki içkin rolünü ele alacak ve Anday’ın sanatsal yaratısını kullanarak okuru edebiyattan çıkarak felsefeye evrilen bir imgenin analizine davet edecektir. 

Değişim

Bu alıntıda insanın değişim ile kurduğu mahrem ilişki, “Gündüzler ve geceler vardır / Gündüz ve geceleyin gördüğün / Karışır durur birbirine” dizeleri ile okura iletilmektedir. Gündüz ve gece dikotomisi birbirine karışıp duran evreleri ile tasvir edilerek süreçsel bir değişimin göstergesi haline gelmektedir. Anday’ın kurguladığı dünya içinde okuru bir gözlemci konumuna yerleştirerek “gördüğün” ifadesinde kullandığı ikinci tekil kişi hitabı, edebi sesin felsefi yansımada sahip olduğu gücün bir göstergesi ve edebi “hareket” kuramının felsefi boyuta taşınmasıdır. Aslında “gündüz” ve “gece” zaman tabirleri ile belirtilen, ışığın hareketi ile değişen algı ve görüntülerin okurun zihnine yansımasıdır. Değişimin çok boyutlu bir olgu olarak dış dünyanın tecrübe edilmesinde oynadığı rol ve insanın buna yüklediği anlam bu noktada Anday’ın sanatsal ifadesinin ilk basamağını oluşturur. 

Değişim, hareketli bir olgudur. Değişen her ne ise bir düzlemde hareket halinde olmalı ve bir durumdan uzaklaşarak bir başka duruma yaklaşmalıdır. İnsan beyninin tüm alımlama araçlarının arasında en çabuk etkinleştirdiği karşılaştırma içgüdüsünün algı dünyamızda yarattığı etki sebebiyle değişim, aynı zamanda hareketin en salt gözlemlendiği olgulardan biridir. İnsan için değişim ve hareket bir döngü içinde birbirlerini tetikleyen iki kavramdır. Milattan önce 5. yüzyıla geri dönelim: Heraklitos’un zihninde batıp çıktığı nehirler bu döngünün felsefi tarihe geçmiş ilk örneğidir. Karşıt tezler bile hareketi dondurarak, hareketsizliği kanıtlayarak değişimin gerçekliğini sorgulamaktadırlar. Değişimin hareketle olan ilişkisi, kavramsal külliyatımıza bu denli yerleşik bir o kadar da tarihsel evrime açık bir kavram olmuştur. Anday’ın “gündüz ve geceleyin gördüğü[müz]” şeylerin karışması ile kurduğu bu zamansal değişim anlatısı da insanın hareket tarafından hem fenomenolojik hem de ontolojik olarak değişimini çağrıştırır. Fenomenolojik bir değişim söz konusudur, çünkü insanın tecrübelediği ve bilinç–bilinçaltı ekseninde algıladığı varlık durumu sürekli bir devinim halindedir; ontolojik bir değişim söz konusudur, çünkü var oluş durumları ve bu durumların farklılaşması söz konusudur.

İster bunun kaynağı olarak gündüzden geceye olan geçişte güneşe işaret edelim ister hareketsizlikten harekete geçen insan zihnine, bu ilkel (antik, öz, temel– ilkelliği nasıl algılarsanız algılayın) imgenin değişimin insanlık deneyimine ne kadar içkin olduğu reddedilemez. İpek böceğinin “mırıldanarak” kendini değişimin son evresi olan dönüşüme teslim etmesi gibi insan da kendini evrenin değişiminin ilk ve son evresi olan harekete, en önemlisi bu hareketi gözlemleme eylemine, teslim etmektedir. Anday’ın sanatsal bir ifadede bulunması, gözlemleme ve algılama yetilerini bir yaratıcılık eyleminde alet etmesi bile bu hareketin bir sonucudur. İnsan zihninin değişime sebep olan ve değişimin sebep olduğu hareketlere olan ilgisi, inatla ışığın etrafına toplaşan kelebeklere benzemez mi sahiden? Değişimden ölesiye korkmamıza, tüm gücümüzle değişimden uzaklaşmaya çalışsak da özümüzde harekete olan yatkınlığımız bizi değişimi sevmeye zorlar. Değişim taleplerine, ya nefretle ya da aşkla fark etmez, büyük bir tutku ile karşılık veririz. Değişim imgeleri, değişim süreçleri, değişen insan ve dünyalar öykülerimizin özündedir. Yevgeni Zamyatin’in “Biz” eserinde söylediği gibi: "Korkuyorsun çünkü senden güçlü, nefret ediyorsun çünkü korkuyorsun, seviyorsun, çünkü ona boyun eğdiremiyorsun." 

Newton’un birinci yasasına göre bir cisim dış bir kuvvet etki edene kadar hareketsiz ise hareketsiz kalacak, hareket halinde ise sonsuza kadar sabit hızla hareketine devam edecektir. Değişim de bu yasaya tabi tutularak zihinde canlandırılabilir. Değişmez bir varlık durumu, hareketlendirilmediği takdirde aynı kalacak; değişimin içkin olduğu bir varlık durumu ise sürgit bir değişim süreci içinde devinip duracaktır. En salt haliyle her türlü değişimi kapsayan “değişim” kavramı irdelendiğinde, ontolojik kanıt tezinin Tanrı’ya ulaştığı noktada “hareket” kavramına ulaşılır. Melih Cevdet Anday’ın okura sunduğu, hareketli bir imgelem olan “gündüzler ve geceler” ile değişimin insanlık deneyimine içkin olduğu işte bu bağlamda vurgulanır. 

Dönüşüm

İpek böceğinin “ağır / ve mırıldanarak” girdiği dönem , bir değişim değil dönüşüm dönemidir. Tırtıllar metamorfoz geçirerek kelebeğe dönüşür ve hayatlarının geriye kalan kısa bölümünü biçimsel bir farklılaşmanın meyvesi olan bedenlerinde geçirir. Dönüşüm, değişimin aksine süreçsel veya zamansal değil, tamamen biçimsel bir olgudur. Devinimin bir sonraki evreye taşınması, varlığın dönüşmesi, yeni bir öz ve yeni bir tanım gerektiren bir duruma geçilmesidir. Aydan’ın “Beden kelebek olur kanatlanır / Ve neden sonra böyle bir gün / Uçarız toprağımızın üstüne” dizelerinde ele aldığı dönüşüm kavramı, böylece hem edebi hem de felsefi anlamda okuru bir sonraki basamağa taşır. 

Dönüşümün insanlık deneyimine içkin olup olmadığı, değişimin içkinliğinden daha çetrefilli bir sorgu sürecidir. Değişime kıyasla dönüşüm; hareketin çok daha şiddetli, kalıcı ve etkili bir yansımasıdır. Hareketin politik ve felsefi gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda değişim reformsal iken dönüşüm devrimseldir– yıkıcı, ama en önemlisi yeniden yaratıcı bir hareketlilik barındırır. Anday’ın “gömülmek” ve “uçmak” fiilleri arasında kurduğu karşıtlık, okura dönüşüm olgusunun barındırdığı ikircikli kavramsallık hakkında fikir verebilecek bir edebi unsur olarak karşımıza çıkar. Artık varlık, devinim durumundan çıkmakta ve yeni bir boyut kazanmakta, değişimin ivmesinden yararlanarak devinim çemberini kırmakta, başı ve sonu olan bir dönüşümü başlatmaktadır. Bu nedenle dönüşüm bazıları için insan olmanın özünde yatarken bazıları için dönüşüm sonucunda hareketin durması tehdidini günyüzüne çıkarır ve bu tehditten ötesini görünmez kılar. Dönüşümü bir tehdit olarak görenler, hareket ivme kazandığında hareketsizlik taraftarı olanlardır. Bunu da göz önünde bulundurarak, Anday’ın “Uçarız toprağımızın üstüne” dizesinde biz zamiri ile benimsediği ve okur ile paylaştığı görüşün dönüşümün insanlığa içkin bir özellik olduğu varsayımını, olmadığı varsayımına nazaran çok daha sağlıklı buluyorum. Öyle ki yaratı sorumluluğunu üstlenen bir sanatçının, sanatın kendisinin gerçekliğin ve hayal gücünün dönüşümü olduğu yönündeki kurguma katılacağını iddia edecek kadar ileri bile gidiyorum. 

Newton’un üçüncü yasasına göre her etkiye karşıt yönde bir tepki oluşur. Dönüşüm, bu etki–tepki karşıtlığında galip gelen hareket yönüne evrilir. Yani dönüşümler yönlerini, hedeflerini ve çıkış noktalarını insanlıktan alır çünkü dönüşüm, değişimin aksine vektörel bir kavram değildir. İnsanlıkla bu kadar iç içe oluşunu da buna borçludur ve ipek böceklerinde olmasa da insanlar için bilinçli bir öze dönüş içerir. “Beden[in] kelebek ol[up] kanatlan[ması]” insanın etrafında kurguladığı dünyayı, içinde kurguladığı benliği ve bedeninde kurguladığı kimliği özyansıtımlı bir hareket içinde yeniden yaratması demektir. Devrimler, yeniden yaratım hareketleri olarak başlamalı ve dönüşüme olanak sağlayan stabil devinimler olarak sonlanmalıdır. İnsan, her zaman dönüşümü arzulamıştır ve arzulayacaktır. Toprağının üzerinde uçmak, deviniminin sonunu kendini yeniden yaratacak bir dönüşümle getirmek insanlığın yaratılış ve yok oluş mitlerinin ve teorilerinin özünde yatar. 

Sonuç olarak Melih Cevdet Anday’dan alıntılanan bu dizeler, değişim ve dönüşümün insanlık deneyimine içkin birer felsefi olgu olarak incelenmesinde hareketli imgelemlerin ortaya çıkardığı anlamlar ile olanak sağlamaktadır. İnsanın ve insanlığın algıladığı düzeyde evrenin oluşumunda hareketin bir yapıtaşı olarak yer alması, değişim ve dönüşüm süreçlerini yaratmakta ve sürekli olarak etkilemektedir. Yaşamın sürgit devinimi içinde onu hareketsiz kılmaya çalışanlara karşı çıktıkça, sanatın yaratıcı dönüşümüne katıldıkça, özünde bulundurduğu değişim ve dönüşüm arzusunu tatmin etmek için elinden geleni yaptıkça insan, insanlığını onaylamaktadır. İpek böceğinin kelebek olarak uçtuğu göklerde elbette insanın özgür ve özgün varlığına da yer açılacaktır.

2. Adım Yazısı

"Sanat, doğanın kelimelerle anlatılamayan şiiridir; doğa ise, sanatın sessiz melodisidir." - Ralph Waldo Emerson

Emerson’un transandantal dünya görüşü göz önünde bulundurulduğunda, sanat ve doğanın özleşmesi, insan ve doğanın özleşmesi şeklinde yorumlanabilir. Mantık, mutlaklık ve modernitenin oluşturduğu üstün akılcılık mitinden uzaklaştığımızda insanın özünde doyumsuz bir yaratım arzusu olduğunu görürüz. Modernite ve moderniteye zemin hazırlayan her olguya ait her kavram da bu yaratının bir sonucu değil midir? İdeolojiler, bilimler, uluslar ve insanın yaratısı olan ancak yavaşça birer ilksav haline gelen her kavram bu yaratıcılıktan doğmamış mıdır? 

Yaratıcılarımız, yaratılarımız ve yaratıcılığımız insanlığın özünü oluşturur. Baktığımız her yerde bir anlam yaratırız ve algıladığımız her anlamla birlikte bir yaratım mitini yeniden uyandırırız. Sanat ise bu yaratımın en radikali olarak bizim için özel bir yere sahiptir. Platon’un mimesis kuramı her ne kadar tüm insanların sanat algısını karşılamakta yetersiz (ve günümüz standartlarınca oldukça pragmatist) olsa da bir noktada haklıdır: sanatın içerdiği yaratıcılık adeta evrenin bir taklididir. İnsanın kendi elinde olmayan bir yaratım ile birleştiğini hissettiği, üzerine yüzlerce mit kurduğu “yaratılış ve yok oluş”lara en çok yaklaştığı yer sanattır. Dışavurumsal özelliği ile insanın diğer büyük yaratıları olan kurallar ve kategorilerin soyut doğasını tehdit eder. Sanat da doğa gibi somut olmak zorundadır çünkü insanlık için varlığı, şahitlere ve bu şahitlerin anlam yaratısına bağlıdır. Yani sanat ve insan birbirini yaratan kavramlardır. Doğanın sanat ile olan etkileşimi de insanın doğa ile olan etkileşimi ile tanımlanır. 

Peki…”doğa” nedir? Doğayı adlandırdığımız anda aslında onu özünden ayırırız. Doğa, yalnızca bitkiler ve hayvanlar değil, insanın dışında kalan koca bir evreni kapsar. Doğa kavramı yalnızca insanın zihninde, kendini ayırıp “insan” olarak tanımlayabileceği bir alan oluşturmak için vardır. Bir zamanlar (ve bugün bazı toplumlarda hala) insan ve doğa, insan ve sanat kadar birbirinden ayrılmaz kavramlardı. Yakından incelendiğinde, modernitenin insanlık tarihinde kapladığı kısa zaman dilimi göz ardı edildiğinde doğanın bir parçası olarak insanın sanatı aslında bir tür kendini yaratma eylemi olarak kullandığını görürüz. İnsan, hikayelerini ve duygularını, iseklerini ve korkularını gerek sözlü gerek görsel olarak doğanın hafızasına kazımıştır ve sanatı bu şekild anlamlandırmıştır. Atalarımızdan bize kalan ilk sanat eserlerinin doğayı hem bir tuval hem de en yüce konu olarak görmeleri bu yüzdendir. Sanat, her zaman doğanın bir parçası olan insanla birlikte yeryüzünün beşeri kimliğine sinmiş olan bir kavramdır. Sanat ve doğa, uzun bir süre insan zihninde birbiri ile bütünleşmiş tek bir kavramın farklı yüzleri olarak var olmuştur. 

Bununla birlikte, sanat her şeyden önce bir ibadet olarak da insanın hayatında yer kaplamıştır. Kültürden kültüre değişmeyen bir gerçek vardır: sanat, yaratıcı tanrının bir zikridir. Doğa ve sanatın iç içeliği burada daha da önemli hale gelir. İnsanın “yaratı” algısı etrafında gördüklerinden gelmektedir ve doğa, acımasız ve güzel bir varlık olarak insanın zihnindeki yaratıcının en saf yansıması olarak karşısına çıkmaktadır. Yani sanat, tanrının yaratısı olan doğanın insana yansımasıdır. Sanat, doğayla bütünleşmek, insanın tanrıya yaratıcılığını ve dolayısıyla kendisini sunmasıdır. Sanat, doğamızda vardır.

Bu paradigmanın ötesinde özellikle Hristiyanlığın sanat ve zanaatlere, cennetten düşüş öncesindeki “Tanrı suretinde” yaratılmış olan insana yaklaşmanın bir aracı olarak bakması, sanatın insan bilincindeki yerini ve doğa ile olan kavramsal ilişkisini değiştirmiştir. Sanat, artık doğanın yansıması değil, insan doğasının aşılması ve Tanrı seviyesine ulaşılması için bir araçtır. Örneğin manzara resimleri ilk kez bu dönemde popüler olmuştur, çünkü peyzaj tablolarının hareketsizliği ve doğanın insan eliyle bir çerçeveye sığdırılabilmesi ona sahip olunabileceği fikrinin bir uzantısıdır. Doğa artık sadece edilgen bir müz, bir ilham perisidir. Kurtuluşun önünde maddi bir engel ya da ilerleme adına tüketilecek kaynaklardan ibarettir. Doğa için insan elinden gelecek zararın ilk izlerini taşısa da bu bakış açısı da sanatın insanı var etme boyutunda eşsiz bir başarıya sahip olduğunu ve bu yaratıcılığın doğa algısı ile sürekli bir alışveriş içine girdiğini gözler önüne sermektedir. 

Ancak günümüz sanatçıları ve Emerson gibi yanıltıcı bir endüstriyelleşme idealinden kaçanlar, insan ve doğanın ruhani eşliğinin sanatın varlığı için ne kadar önemli olduğunda ısrar etmektedir. Yok edici bir dünya düzeninde sanat ezilecek ve aşağılanacaktır, çünkü daha önce de söylediğim gibi yaratının en radikal formudur. Bu formu içkin olarak, insandan bağımsız bir şekilde yaşatan da doğanın kendisidir. Bir sanatçı, sanatın kendisinden büyük olduğunu kabul eder. Çünkü sanatın kendiliğinden bir bilinci, duygusallığı ya da yaratıcılığı yoktur. Bir sanat eseri, yaratıldığı anda yaratıcısını aşarak varlık düzlemini insanın manevi dünyasının dışına taşır– evrenselliğini buna borçludur. Sanat insanı kapsar. İnsan da aynı şekilde doğanın kendisini de kapsadığını kabul etmelidir. Emerson’un bahsettiği gibi “kelimelerle anlatılamayan şiir” olan doğa ve “sessiz melodi” olan sanat, insanı çevreleyen büyük bir anlam ve yaratı düzlemine işaret etmektedir. İki kavram da insanın zihninde var olmakla insan zihninin sınırlarını aşmak arasında ikircikli bir öze sahiptir. Sanat ve doğa, insan için her zaman kendinden daha büyük bir yaratım özlemini çağtıştıracaktır ve her zaman birbirlerini yaratmak üzerine insanın yarattığı gerçeklikte devinim halinde olacaklardır.


1. Adım Yazısı

'' Bedene dair her şey bir nehir gibi sürüklenip gidiyor, zihnimin bütün ürünleriyse rüyalar ve sanrılardan ibaret...Peki yolculuğumuzda bize ne eşlik edebilir? Bir tek şey, yalnızca bir tek şey; felsefe. '' M. Aurelius – Düşünceler


İnsanın varlığı şaşırtıcıdır. Şartıcı olmalıdır, zira bizi insanlık tarihi boyunca şaşırtmıştır. Bazılarınca canlılık belirtisi gösteren sıradan bir organizma, bir tesadüfler harikası, ötekilere göre ise Tanrı bilinci ile sırtına kutsal bir kümbet bindirilmiş özel bir yaratı olarak tanımlanmıştır insanlık. Hepimiz bu bütünün bir parçası, tüm bu tanımların buluştuğu ve ayrıştığı noktalarda bir beden ve bir ruhun sentezinden oluşan birer birey olarak bu uzayda yer kaplıyoruz. Hepimiz hem bir prokaryotla hem de insanlık olarak kurguladığımız birtakım üstün ve kadir-i mutlak varlıklarla aynı derecede benzeşip aynı derece başkalaşıyoruz. Ve hepimiz ama hepimiz, bir şekilde varlığımızı anlamlandırmaya çalışıyoruz.

Felsefe, bu noktada insanın yalnızca kendi varlığını değil, kolektif bir insanlık olgusunun varlığını anlamlandırmakta diğer tüm anlamlandırma mekanizmalarını da sınırları içerisine alarak karşımıza çıkmaktadır ve tam da bu özelliği ile insanlığın mutlak bir yoldaşı haline gelmektedir. Bu denemede felsefeyi, insanlığın ebedi yoldaşı olarak temel düzeyde esas olduğunu düşündüğüm iki boyutta inceleyeceğim: birincisi ölüm ve felsefe, ikincisi ise bir yaratıcılık üslubu olarak felsefe.

Ölüm

İnsanın varlığı ne kadar şaşırtıcıysa ölümü de bir o kadar muğlak ve zorlayıcıdır. “Bedene dair her şeyin bir nehir gibi sürüklenip gitmesi” varlığımıza bir ihanet gibidir. Doğumdan başlayarak bedende gerçekleşen oldukça süratli ve başlarda fark edilmeyen değişimler, diğer her canlıdan farklı olarak insanı derinden etkilemiştir. Henüz bedensel boyutun ötesinde bir varlığın farkında olmayan insan bile bedeniyle kurduğu ilişki aracılığı ile dünyayı tanır. Etrafındaki varlık dünyasını duyularıyla alımlayarak, acı ve hazzı ilk önce bedeninde deneyimleyerek kendi varlığını öğrenir. İnsan kimliği gelişmeye, popülasyonlar yerine toplumlar oluşmaya başladıkça (ki bu sanılandan çok daha erken olmuştur) bedenle kurulan bu ilişkinin yalnızca giderek şiddetlendiğini görürüz. Beden, artık anlam kazanmaya başlamış, bir takım ahlaki ve kültürel imgelerin ifadesi haline gelmiştir. Peki ama bu antik “insanlaşma” felsefeyi nasıl doğurmuştur? 

Bunun temelinde insanın ölüm bilinci ile yaşadığı çatışmanın yattığını düşünüyorum. Ölümün sorgulanması, ölümün gerçekliği, ölüm sonrası yaşam kurguları, felsefi varoluş kuramları ölüm olgusunu bir hammadde olarak benimseyerek felsefe öncesi hayatı bizim bugün resmi olarak felsefe dediğimiz etkinliğe hazırlamıştır. Çünkü insan, en başta bedeni ile kısmi bir yabancılaşma sürecinden geçerek toplum içerisinde bir kimliğe sahip olur ve beden–bilinç arasındaki bu kırılma, felsefi sorgulamayı doğuracak şiddette bir düşünceler silsilesini tetikler. Antikiteden bugüne birçok düşünür tarafından ele alınan “kolektif bilinç”, “akılların birliği” ve hatta ahiret gibi kavramların temelini oluşturur. Beden; sonlu, güvenilmez, hastalıklara ve kusura açıktır ve dolayısıyla insanın ölümlülüğünün bağlı olduğu varlık düzlemidir. Ancak insan yalnızca bedeni lmadığını keşfetmiştir. Bu fikir, binyıllarca insanlığın imgesel bilince harmanlanarak Gılgamış Destanı’nından Adem ve Havva’nın cenetten kovulmasına kadar insanlığın doğası hakkında belirlenen (veya reddedilen) birtakım varoluşsal aksiyomlara evrilmiştir. Beden, geçidir. Beden, ölümlüdür. Peki ya zihin? Zihnin “rüyalar ve sanrılardan ibaret” olduğu görüşü, elbette Marcus Aurelius’un önerdiği kadar yaygın bir görüş değildir. Ancak zihin, akıldan ayrıldığı sürece bu tanım pekala bir kabul haline gelebilir. Zihin, insanın bilincinin en karanlık noktalarına kadar uzanan ve görünürde kuralsız ve dağınık olan zihin, bedenin katı ve kırılgan doğası karşısında meçhul ve anlaşılmazdır. Ölümden sonra zihnin, metafizik kimlik ve varlığın, kaderi bedenin kaderinden de korkunçtur– öyle ki din ve dine yakın düşünce kültürlerinin ötesinde pek az ekol tarafından benimsenir. 

Sonuçta salt beden ve salt zihnin varlığının, insanı ne tatmin ettiğini ne de yatıştırdığını görürüz. Felsefe bir bakımdan bu dikotominin ötesinde ölüm gerçeği ile insanın yüzleşmesine ve bazen de mücadele etmesine yarayan bir sorgulama kültürüdür. Her felsefi düşünce sisteminde ölüme yaklaşım, benimsenen felsefenin temelini yansıtan taraf olarak karşımıza çıkar. Platon’un “ölüm yaşamdır” diyerek dini ahiret kurgularından bağımsız ilk ahiret teorisini ortaya atması, Stoacıların ölüme usul yaklaşımı, İbn Sina ve Farabi gibi düşünürlerin eskatalojiyi felsefi düşüncelerine içkin kılmaları, Nietzsche’den Camus’ya ölümün aldığı başrol bir tesadüf müdür? Ölüm, varoluş hakkında gösterdikleri ve insanın ölüme karşı duyduğu içkin duygu yoğunluğu felsefeyi, ölümden soyutlanamayan insanlıktan ayrılamaz hale getirmiştir.

Yaratıcılık

Ölümün görünür basitliği, felsefi sorgulamanın dışında bırakılan alanları aldatarak ölüm hakkındaki aksiyomların tek yönlülüğü ile insanlığın çıktığı yolculuğun önemli bir yapıtaşını eksik bırakmaktadır. Felsefenin sunduğu sorgu ve akıl yürütme olanağı, insana evrenin bilinmezliği ile dogmanın boğuculuğu arasında güvenli bir bölge sunduğu için insanlığa eşlik eder. Çünkü insan, düşünen bir varlık olarak artık kendi varlığının kurallarını kendisi belirlemektedir. Bu gücü başka kavramlara atfetse de özünde bu güç kendisinindir. Felsefe, bu yaratıcı gücün gerçekliğini kabullenmiş olması ile özeldir.

Bir yaratıcılık üslubu olarak felsefe, beden ve zihnin kısıtlı gerçekliğinden sıyrılarak işte tam da burada geçerli kılınır: insan, kendini felsefe ile yaratmaktadır. Kendini yaratma eylemi insanı; doğadan, Tanrı’dan ya da annesinden gelen bedensel ve zihinsel varoluşuna paralel ve çok daha gerçek bir varlık sunar. “Sürüklenip giden” bedenden ve “rüyalar ve sanrılardan ibaret” ürünleri ile zihinden çok daha anlamlı bir varlıktır bu. Marcus Aurelius’un ölümden değil de bir türlü yaşamaya başlayamamaktan korkulması yönündeki bir başka söylemi de bunu destekler niteliktedir. Bahsedilen “yolculuk” gerek hayat yolculuğu gerek felsefi bir yolculuk olsun, “yaşam” bu noktada varolmak demektir. Varolmak, gerçek anlamda bilinçli ve istekli bir şekilde varolmak, varlık durumuna sahip olmaktan farklıdır– insan için hep farklı olmuştur ve olacaktır. Bu varoluşun içkin, tepeden inme doğasından ziyade; akılla, düşünce ile beslenmiş olan yaratısı yeğlenmektedir. Yani felsefe, ölümlülük ve nevroza müsati beden ve zihne tercih edilmektedir. Varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden Rollo May’in tanımı ile “yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyası ile karşılaşmasıdır” (Yaratma Cesareti, sf. 83). Felsefe ise bu durumda bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyası ile karşılaşması ve bu dünyayı sistematik bir şekilde sorgulayarak bilgi arayışını bir bilgi yaratım aracına dönüştürme uğraşıdır. 

Sonuç olarak felsefe, “yolculuğumuzda bize ne eşlik edebilir?” sorusuna insanın çetrefilli ve merak dolu doğasından çıkmış olduğu ve bununla da kalmayarak insanlığa akıl ve sorgulama yolu ile bir zamanlar ulaşılamaz olan yaratım gücünü tanıdığı için verilecek en köklü yanıtlardan biri olacaktır. Aurelius’un yaklaşımı, bu yüzden insanlığın varlık ve varoluşla girişmiş oldukları entelektüel mücadelede önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Felsefi düşünce, insanlığa en temel ilkelerini sorgulamakta rehberlik etmiştir ve etmeye de devam edecektir. Çünkü insan, özellikle kendi varlığı ve etrafındakilerle kurduğu ilişkiler bakımından tam anlamıyla bir homo philosophicus’tur. 

Ertan Can Demir / Balçova Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 10 Türkiye Üçüncüsü


Final Yazısı

“Evcil” kelimesi, türlerin uygarlığın çatısı altına geldiğini, ya da getirildiğini ima ediyor, ki aslında bu doğru; ancak bu ev-imsi mecaz, bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor; sanki doğa, sadece dışarıda olan bir şeymiş gibi.   Arzunun Botaniği, Michael Pollan


Ahkaki Nihilizm Çerçevesinde Ahlak, Toplum ve Erdem

İnsan doğasını araştırmak hem siyaset hem de ahlak felsefecileri için önemli bir uğraş olmuştur.Zira siyaset felsefecileri kendi devlet anlayışlarını insanın doğasına uygun hale getirmeye çalışmış ve devletlerini insanın telosuna uygun hale getirmeye çalışmışlardır. Kimi ahlak felsefecileri ise insan doğasından yola çıkarak ahlakı rasyonalize etmeye çalışmıştır. Örneğin Hobbes kendi toplumsal sözleşmesini insanın bencil ve kendi çıkarını düşünen bir varlık olduğunu öne sürerek kendi toplumsal sözleşmesini bu şekilde temellendirmiştir. Keza Ayn Rand da kendi felsefesini insanın egoist ve çıkarcı bir varlık olmasında temellendirmişti. Fakat tüm bunlar bi yana gerçekten de insan doğasını bir şeye indirgemenin mümkün olup olmadığı açık değildir. Bütün insanlar belirli bakımlardan birbirine benzer olmakla birlikte bu insan doğasını indirgeyebileceğimiz anlamına mı gelir?

Evrim kuramı felsefeyi büyük ölçüde değiştirdi. Öyle ki pek çok filozof evrim kuramından etkilenerek kendi felsefi sistemlerini oluşturdu. Böylesine bir etki daha önceleri Kopernik Devrimi’nde de hissedilmişti. Zira bu iki kuram doğa biliminin birbirinden çok farklı konularını ele almış olsalar da sonunda felsefi olarak aynı soruya kulak verirler:Ben kimim ve bu evrendeki yerim ne? Buradan da kişi hayatımın anlamı nedir? Sorusuna ulaşır. 

Öncelikle insan doğasına ilişkin sorulabilecek ilk soru insan doğasına ilişkin egoist görüşün haklı olup olmadığıdır? Hobbes insan doğasında çıkarcılığa vurgu yaparken haklı mıydı? Ayn Rand sevgiyi ve ahlakı bir çıkar meselesi olarak görmekte haklı mıydı? Belki de onların bu tezi şu şekilde savunulabilir:Evrim bireyin hayatta kalmasını gerektirir ve bu ancak birey kendi çıkarını korursa mümkündür. O halde bu insanın çıkarcı doğasını haklılaştırabilir ama gerçekten de egoizmin savunucularının öne sürdüğü gibi bir bireyciliği mi gerektirir?  Dahası insan fedakarlık yaparak kendi çıkarını koruyabilir mi? Onlar bu soruyu çok saçma bulacaktır. Çünkü onlar hedonist görüşün sıkı savunucuları olarak bu türden bir fedakarlığın kişinin çıkarına olmadığını zira böyle bir fedakarlığın kişinin kendi faydasına hiçbir katkı sağlamadığını söyleyecektir. Ama bu noktada şunu belirtmem gerekir. Ben ahlaken iyi olarak atfedilen bir şeyin insanın çıkarına uygun olması gerektiğini düşünüyorum ama bunu birtakım hazlarla değil bireyin peşinden koşacağı idealler ve bireysel erdemler çerçevesinde temellendiriyorum. Yani hiçbir çelişkiye düşmeden bireyin kendi çıkarına uygun hareket edebileceğini ve kendinden fedakarlık edebileceğini düşünüyorum.

Bu elbette şöyle bir probleme yol açar:Bahsedilen bu bireysel erdemler nedir ve bunları takip etmemizin herhangi bir bağlayıcılığı var mıdır? Elizabeth Anscombe’un Modern Moral Philosophy de belirtmiş olduğu önemli düşünceler aracılığıyla bağlayıcılık problemine cevap vermek istiyorum. Esasında bir şeyi yapmakla zorunlu olmakla neyi kastettiğimizi açığa çıkarmak gerekir. Örneğin Kant’ın felsefesinde bu bağlayıcılık rasyonel bir istemeyle temellendirilir. Fakat bu gerçekten de bir zorunluluk sağlar mı? Elizabeth Anscombe’un izinden gidersek aslında görürüz ki zorunluluk Hristiyan Felsefe Geleneğinden kalmış bir anlayıştır. Zira tanrı olmadığı müddetçe herhangi bir zorunlu veya bağlayıcı bir ahlaktan bahsedemeyiz. Bu noktada her ne kadar yazının devamında bir ahlaki nihilizm savunucu yapıcak olsam dahi bir özeleştiri yapmayı ve teizmin bu konuda nihilizm den daha tutarlı olduğunu itiraf etmem gerekir. Peki bir ahlaki nihilist bu soruya nasıl cevap verebilir? Diyebiliriz ki otorite tarafından sağlanmış olan adalet insanları belirlenmiş olan ahlak kurallarına uymaya zorlayabilir. Fakat bu noktada açıkça görülür ki bu hem ahlaki nihilizmin getirmiş olduğu rölativist bakış açısı bakımından bir başka soruya neden olur:Hiçbir ahlaki objektivizmin olmadığını iddia edip içinde bulunduğum toplumun ahlak kurallarına uymamda beni zorlayan nedir? Dahası çok iyi biliyoruz ki Tanrı’nın nihai adaleti ile insanın sınırlı adalet anlayışı karşılaştırılamaz. Öyleyse bu soruya nasıl cevap vericek? Belkide ahlaklı olmanın aslında bazı ekstrem durumlarda ahlaki nihilizm açısından pekte rasyonel olmadığını söyleyebiliriz ve şunları ekleyebiliriz:neden ahlaklı olmalıyım sorusu aynı zamanda kişisel bir sorudur. Bu bizzat kişinin hayat anlayışından ve hayata bakış açısından etkilenir.Ve eğerki kişinin sahip olacağı idealler veya bireysel erdemler(ileride bireysel erdem derken neden bahsettiğimi anlatıcam) bunu gerektiriyorsa bu gayet makul gözükebilir. Fakat bu genede bunu rasyonel yapmaya yetmez zira temelini herhangi bir zorunluluktan değil insanın hayata bakışından alır.Okuyucu bu noktada ahlaklı olmak derken çelişkiye düştüğümü düşünebilir zira ahlaki nihilizme göre ahlaki objektivizm yoktur. Fakat bu açıkça ahlaki nihilizmin pratik bir sorunudur. Pratikte ahlaki nihilist olmak imkansızdır. Bu nedenle ahlak bir insan yaratımı olarak ele alınmalıdır.Burada ahlaki ilkelerden kasıt toplumdan kabul gören ve sağduyumuza uyan görüşlerdir.

Bu noktada görüşlerimi sağlamlaştırmam için ahlaki nihilizmi temellendirmem gerekir bu nedenle öncelikle ahlaki nihilizmi temellendirmem gerekir. John Leslie Mackie İnventing Good and Bad isimli kitabıyla ahlaki nihilizmi bir metaetik teori olarak tanımlamaya girişmiştir. Onun hata teorisi kısaca ahlaki yargılarımızın herhangi bir doğruluğu ya da yanlışlığının olamayacağını  söylemiştir. Bunu da ortaya atmış olduğu tuhaflık argümanıyla açıklamıştır. Zira ahlaki nesneler öylesine tuhafdır ki insanın onları gözlemleyebilecek, onlara dair bilgi sahibi olabilecek hiçbir epistemolojik yetisi yoktur. Şayet akıl ile ulaşılamazlar zira aklın gerektirdiği önermeler totolojik olmak zorundadır. Olgularla da temellendiremezler zira böyle olabilecek olsalar dı George Edward Moore'un doğalcı safsatasına veyahut açık soru argümanlarını yanlışlayacak bir doğalcı teorimiz olurdu. Bir başka epistemolojik argüman Sharon Street'in A DARWINIAN DILEMMA FOR REALIST THEORIES OF VALUE adlı makalesinde belirtmiş olduğu evrim temelli epistemolojik argümandır. Bu argümana göre insan hayatta kalmak için evrimleşmiş bir varlıktır. Onun doğası herhangi bir ahlaki ilkeye sahip olmayı gerekli kılmaz. Bu çerçevede açıkça darwinci evrim ve realist ahlak çelişir. Açıkça savunabileceğim bir diğer argüman gereksiz acı problemidir. Bu probleme göre gereksiz acı vardır ve bu acının hiçbir gerekçesi olmadığı için açıkça ahlakı tanrıyla temellendirmeye çalışan filozoflara karşıt bir argüman olarak kullanılabilir. Belki de onlar Leibnez'in kötülük problemine cevabından yola çıkarak bu dünyanın en mümkün dünya olduğunu ve bu sebeple gereksiz acının var olduğunu savunabilirler. Fakat bu benim açımdan açıkça tanrının gücünü hafife almaktır. Ahlaki nihilzm her ne kadar tutarlı ve güçlü argümanlara sahip olsa da şu anlamda sezgilerimizle çelişir. Biz insanlar bazı şeylere kötü bazı şeylere ise iyi diyebilmeyi isteriz. Bunu yapmak zorundayız. Çünkü açıkça ahlaki ilkelere sahip olmadan yaşamamızın ve kendi hayatımızı güvenceye almamızın herhangi bir yolu yoktur. Bu sebeple aynı John Leslie Mackie'nin yaptığı gibi ahlakı yaratmalıyız.

İnsan doğasına dair net bir portre sunmadan ve bir iyi yaşam öğretisi ortaya atmadan önce değinmem gereken bir konu daha var. Oda ahlaki ilkelerin meşruluğu problemi. Mademki ahlakı yaratıcaz bu ahlakı meşrulaştırmamız gerek. Çünkü ahlaki nihilizmin ortaya koyduğu rölativizm bunu gerektirir. Bunu bana kalırsa ancak sözleşmeci bir teoriyle yapabiliriz. Esasında pek çok çağdaş filozof adalet anlayışlarını temellendirirken bu yola başvurur. Şayet bir ahlaki ilke ancak o toplumun bireyleri tarafından uygun görülürse meşru sayılabilir ve uygulanmaya zorlanabilir. Fakat elbetteki bu anlayışın da pek çok sorunu vardır. Bir kere pek çok filozofun belirttiği gibi sözleşmecilerin temel aldığı doğa durumu çok spekülatif ve gerçekten uzaktır. Keza aynı şekilde bireylerin gerçekte asla kendi özgür iradeleriyle seçmedikleri bir sözleşmeyi varsayar. Sözleşmecilik bu gibi sorunlarından nasıl kurtarılabilir? İlk öncelikle daha önceki doğa durumu öğretisinden kurtulucam zira o hiçbir şekilde akla uygun değildir. Fakat bu tek başına yetmez çünkü bir doğa durumunda kurtulmak aynı zamanda başka problemlerde getirecektir. Örneğin daha önce doğa durumunda bulunmayan epistemik adaletsizlik ve toplumun içinde bulunduğu veya daha önceden kabul edilmiş ahlaki ilkeler de işin içine girecektir. Bu problemlerin esasında demokratik problemler olduğunu söylemem gerekir. Zira toplumsal sözleşme tanımı gereği demokrasiye muhtaçdır. O halde bu tür problemler ancak daha iyi bir demokrasi anlayışıyla çözümlenecektir.Demokrasiye ilişkin problemi daha da açmak gerekirse toplum eşit olmayan fakat eşit oy hakkına sahip bireylerden oluşur. Bu bireyler kararlarını sahip oldukları önyargılar ile verir ve epistemik adaletsizliğe neden olurlar. Aynı zamanda toplumun içindeki pekçok kişi gelişen reformlara ve farklılaşmaya direnç gösterme eğilimnde olacaktır. Bu nedenden dolayı bu esasen bir demokrasi sorunudur. Toplumsal sözleşmenin ortaya koyduğu bir diğer ilginç şey bir toplumun erdeme sahip olabileceğidir. İnsanlar dil denen müthiş araç sayesinde birbirleriyle iletişim kurarlar ve kendi ortak erdemlerini oluştururlar. Bu erdemler bireysel erdemlerden farklıdırlar. Zira bu erdemler ortak aklın rasyonelliği ile oluşturulmuş ve meşruluk kazanmıştır.Aynı zamanda bireysel erdemler toplumsal erdemler tarafından sınırlandırılımıştır. Zira bu erdemler meşruluk bakımından bireysel erdemlerin üstündedir ve daha bağlayıcıdır. Bir diğer önemli husus ahlaki nihilizmin getirdiği rölativist anlayıştır. Bu anlayıştan dolayı bir toplumun ahlaki ilkeleri ancak bir tiran tarafından zorla kabul ettirilmiş ise yadsınabilir. Sonuç olarak bu ahlaki ilkeler toplumun ortak iradesinden çıkmış ve bu yüzden meşruluk kazanmıştır.

Gelelim bu çerçevede insan doğasının gizemini çözmeye. Öncelikle daha önce ortaya koyduğumuz üzere nesnel bir değerden söz edilemez. İnsan kendi değerlerini kendi oluşturur. İnsan bu kapsamda kendisini doğanın dışındaki bir gözlemci olarak görmemelidir. Oda her varlık gibi doğadan etkilenir ve bu ölçüde spesifik özelliklere sahip olur. Bu sebeple insan çıkarcı ve egoisttir. Fakat insan doğası tek bir şeye indirgenemez zira bütün insanlar sahip oldukları erdemler çerçevesinde birbirlerinden farklılaşırlar.Bu erdemler toplumsal ve bireysel erdemlerdir. Aynı zamanda insan ikili bir doğaya sahiptir. Zira insan sahip olduğu toplumsal erdemlerden ötürü rasyonel, bireysel erdemlerden ötürü irrasyonel bir varlıktır. 

Peki ya insan doğasının bu tasviri çerçevesinde insan için uygun olan yaşam ne olmalıdır? Öncelikle insan sadece hazza sahip olmak için yaşayan bir varlık değildir. Nozick'in deneyim makinesi  düşünce deneyi ile bana kalırsa bunu açıkça ortaya koymuştur. Nozick'in deneyim makinesi  düşünce deneyi ile bana kalırsa bunu açıkça ortaya koymuştur. Şayet bir simülasyonda olsaydık ve her türlü hazzı yaşayabilecek olsaydık bile bunu istemezdik. Zira insanın aradığı bu türden bir mutluluk değildir. Mutluluğu insan yaşamının en üstün amacı sayan hedonistler açıkça bir yanılgıya düşüyorlar. Zira onların bu ideali ulaşılamazdır. Hiçbir mutluluk kalıcı değildir. İnsanın yapması gereken şey mutluluğu aramak değildir. İnsan dinginliği bulmalı hayata karşı kayıtsız kalmalı, duygularının onu yönlendirmesine izin vermemelidir. Ancak o zaman insan makul bir hayat yaşayabilir. Bizim dünyamız olağanüstülüklerin, kaosun, şaşırtıcı tesadüflerin ve akıl almaz olayların vuku bulduğu bir dünyadır. İnsan oğlu talihin bu yüzünü görmüş ve ona karşı koymak ve kendi hayatına egemen olmak için çeşitli araçlara başvurmuştur. Bunlardan biri olan bilim güzel bir örnektir. Keza bilim insanın talihe karşı koymak için ortaya attığı en önemli araçlardan biridir. Bilim sayesinde insan bir öngörü gücüne sahip olmuş hayatını kendi isteği dahilinde şekillendirmiştir. Bilim ile ilgili diğer önemli bir nokta şudur ki o insana onun aklının sınırlarını göstermiştir. Zira bilimsel bilgi yanlışlanabilirdir. Bizim bildiğimiz her şey ise olgulara dayanır. O nedenle hakikate erişemeyiz erişsek bile erişip erişemediğimizi doğrulayamayız.

Bir diğer konu uygarlık ve modernlik meselesidir. İnsanlar olarak içinde bulunduğumuz devri diğerleriyle karşılaştırıyor farklılıklarını ön plana çıkartıyoruz. Ama hiçbir zamanda modernite dediğimiz şeyi temellendiremiyoruz. Çoğunlukla onu kültürel alışkanlıklar veya ahlaki değerlerdeki sözde gelişimle bağdaştırıyoruz. İşte tam da bu nokta da hata yapmaktayız. Modernite esasında insanın talihle mücadelesini ve özgürleşmeyi kapsar. Modern olmak esasen ahlaki bir gelişmeyi değil hayata egemen oluşumuzun diğer devirlerden üstünlüğüne ve özgürlüğümüzdeki gelişime vurgu yapar. Bu noktada bilimin bir diğer faydasına daha göz atmak faydalıdır. Bilim sayesinde insan özgürleşir. Bilimin getirdiği teknolojik gelişim insanların hayata dair imkanlarını geniş ölçüde arttırmış ve onları özgürleştirmiştir. Nitekim Francis Bacon tam da bu sebeple bilgi güçtür demiştir. Bilgi insan hayatının her alanına girmiş onu olduğundan daha akılcı ve özgür kılmıştır. Aynı zamanda sanatın da bu konuda baya etkisi vardır. Zira sanat insanlara yeni bakış açıları katar, onlara görülmeyini gösterir.O nedenle modernlik bilim, sanat ve özgürleşmeyi gerekli kılar.

Sonuç olarak insan garip bir varlıktır. Rasyonel ve irrasyonel yönleri vardır. Kimi zaman bilemeyiz neden o şekilde davrandığını.

Sadece bir tek şeyden emin olabiliriz o da gelişmiş bir primat olarak insanın sınırlı aklıyla hayal dahi edilmesi zor şeyler başardığıdır. İnsan yeryüzünde olduğu süreçte sayısız iş başarmış, inanılmaz facialırı önlemiş aynı zamanda kendi ve diğerleri için etik değerler üretmiştir. İşte bu nedenden insan sınırlı aklına rağmen övülmeyi hak eder.

Kaynakça:

https://onculanalitikfelsefe.com/evrimsel-curutme-argumanlari-talha-gulmez/

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/261422

https://plato.stanford.edu/entries/moral-anti-realism/

https://plato.stanford.edu/entries/ayn-rand/

https://plato.stanford.edu/entries/life-meaning/
                                                  

2. Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”   Umberto Eco 

Bilme Faaliyeti Üzerine Bir İnceleme

Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler, demişti Aristoteles. Şüphesiz o burada bilginin ve bilme eyleminin değerine işaret ediyordu. Peki bilgiyi bu kadar önemli ve vazgeçilmez kılan nedir?  Bilgi sayesinde yaşantılarımız ve düşüncelerimiz kökünden değişti. Hayatımızı farklı bilgi türlerinden öğrendiklerimizle idame ettiriyoruz ve onların güvenirliklerinden emin olmak istiyoruz. Örneğin bilimsel bilgiye güvenmek istiyoruz, bilimin sadece birkaç topluluğun veya bilim insanlarının şahsi fikirlerinden veya inançlarından daha fazlası olduğunu kabul etmek istiyoruz. Bu aynı zamanda etik açıdan da çok önemli bir problem teşkil etmekte. Çünkü eğer bilimsel bir teoriyi diğer bir teoriye tercih etmek için hiçbir makul sebebimiz yoksa o halde bilime güvenerek inşa ettiğimiz medeniyet hiç sağlam bir temelde değildir.

Bilginin değeri nedir? Öncelikle bilgi işe yarayan bir şeydir. Pragmatistlerin de belirttiği üzere bilgi çeşitli yerlerde ve zamanlarda işimize yarar. Dahası bilgi sayesinde ahlaki davranışlarımızı şekillendiririz. Neyi yapıp yapmamamız gerektiğini bilmek isteriz. Peki ya bilgi kendinde değerli midir? Yani bilgiyi getirdiği fayda veya onun gibi bir şeyden ötürü mü değerli görürüz yoksa onun değerli olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyacı yok mudur? Böyle bir durumda George Edward Moore'un yalıtma testini kullanarak şöyle bir senaryo düşünebiliriz. iki farklı insan var bunlardan biri normal durumda çok yararlı ve önemli olan bir bilgiye sahip diğeri ise bu bilgiden yoksun fakat diğer bütün açılardan bu iki kişi aynıdır. Bilen kişinin sahip olduğu bilgi gerçekten de değerli midir? İnsanlar olarak sadece bir bilgiye sahip olmayı değil o bilgiye diğer insanlarla da paylaşabilmek isteriz. Nihayetinde hepimiz sosyal varlıklarız. Çok önemli bir bilimsel gelişmenin farkında olmak onu diğer insanlarla paylaşmadıktan sonra herhangi bir anlam kazanır mı? Bilgiyi bize sağladığı entelektüel zevkten ve hayatımızı kolaylaştırmasından ötürü severiz. Bilgi bu sayede değerli hale gelir.

Peki nasıl bilebilirim? Bu cevaplandırılması epey zor bir soru olsa gerek. Öncelikle bilmek, bilginin ne olduğu problemiyle yakından ilişkilidir. Geleneksel epistemolojide bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak görülür fakat Gettier'in bu tanıma çok önemli bir itirazı vardır. Bu Gettier problemi olarak bilinir. Öncelikle bu noktada şunu anlamak çok önemli, bu itiraz bilginin bu tanımının şans faktörüne bağlı olduğuna yönelik bir itirazdır. Bu probleme yönelik kayda değer olarak gördüğüm cevaplardan biri Alvin Goldman'ın ortaya attığı güvenilirciliktir. Bilgi hangi türden gerekçelendirmelerle gerekçelendirilmelidir? Bu ancak ve ancak bilgi güvenilir süreç ile üretilirse doğru bir gerekçelendirme olarak kabul edilebilir.

Bilmenin doğru bir gerekçelendirmeyle olabileceğini vurguladık peki bu ne anlama gelmektedir? Bilme eylemi özneyle yakından ilgilidir. Bilen öznenin içinde bulunduğu durum onu yanıltabilir. Bu Kartezyen felsefenin en önemli argümanlarından biridir. Keza Descartes'ın belirttiği gibi bir rüyada olmadığımı nereden bilebilirim? Dahası tüm bu gördüklerim, kötü bir bilim insanın zihnimde meydana getirdiği imgelerden ibaret olabilir. Bu argümanlar esasen içsellik ve dışsallık problemiyle ilgilidir. Bu probleme cevap veren filozoflardan biri olan Quine, bilginin deneyim yoluyla elde edildiğini ve bütün önermelerin a posteriori olduğunu söyler ve a priori bilgiye şüpheyle yaklaşır fakat onun bu tutumunun kusurları bulunduğunu görmek çok zor değildir. Örneğin Descartes' ın cogitosu ve matematik a priori bilginin olduğuna dair önemli kanıtlardır. 
Peki sadece deneyim yoluyla a priori bir doğruya ulaşabilir miyiz? Esasen Locke' un da dediği gibi ben nesneleri onların benim zihnimdeki temsilleri ile bilirim. A priori bilgi ise bu temsillerin ortaya çıkışıyla yakından ilişkilidir. İnsan zihninin bir mekanizması vardır. Bu Kant tarafından da savunulmuştur. Kavonozdaki beyinler argümanı bu anlayışa yönelik çok ciddi bir itiraz teşkil etmekte. 

Bilgiye apaçık bir temelden ulaşabilirim. Bilgiye ulaşmak için sadece duyularımı kullanmama gerek yoktur. İç gözlem yaparak Descartes'ın cogitosuna ulaşabilirim. Bu bağlamda gerekçelendirme temelcilik ve bağdaşımcılık arasında bir uzlaşma olarak görülebilir. Belki de temelcilik ile dış dünyanın ve kendi varlığımın doğruluğunu güvenceye alabilirim. Bağdaşımcılık ile de dış dünyaya ilişkin duyularımla edindiğim bilgiyi oluştururum. Peki ama Herhangi iki farklı ve tutarlı bağdaşımcı tez arasında nasıl seçim yapabiliriz? Bu aslında bilimsel teorilerin mukayesesi ile yakından ilişkilidir. Bu noktada bütün bağdaşımcı tezlerin aynı olmadığını bazılarının çeşitli özellikleri bakımından diğerlerinden ayrıldığını vurgulamak gerekir. Her ne kadar bağdaşımcı bir tez kesin olarak çürütülemese de onlar arasında bu türden bir ayrım yapmak faydalı ve olanaklıdır.

Umberto Eco'nun da dediği gibi bilmek sadece o şeyin zihnimizde bir idesini oluşturmak değildir. Bilmek aynı zamanda bizi sorumlu kılar. Örneğin hayvanların davranışlarını ahlaki olarak değerlendirmeyiz. Zira onlar bunun ayırdını yapamaz. Yani bilinç düzeyimiz bizi belirli ahlaki eylemlerle sorumlu kılar. Bilmek bu yüzden çok önemlidir. Peki bu bağlamda bildiğini bilmek ne anlama gelir? İnsanlar diğer hayvanlardan farklı olarak bir özbilince sahiptir. Bu özbilinç insanı insan yapan şeydir. İnsan özbilinç sayesinde bilme eyleminden sorumlu olur.
                                                      

1. Adım Yazısı

“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill


DEMOKRATİK YÖNETİMLERDE ÖZGÜRLÜK VE BU YÖNETİMLERİN YETERSİZLİKLERİ

Mill'in bahsetmiş olduğu özgürlük biçimi elbetteki metafiziksel bir özgürlükten ziyade pratik bir özgürlüktür. Bu bakımdan kendisi mutlakçılığa karşı çıkmakta,bir fikirden çok emin olsak bile karşıt görüşü susturmaya çalışmamızın çok büyük bir yanlış olacağını söylemektedir. Kendisine bu bakımdan katılmak durumundayım fakat kendisinin savunmuş olduğu demokrasi fikrinin bu konudaki yetersizliğinin de açık olduğu görüşündeyim. Demokrasinin pek çok sorunun dan biri de çoğunluğun azınlığı ezmesinden kaynaklanmaktadır fakat onun karşıtı olan diktatörlüklerinde ondan aşağı kalır yanı yoktur. Bu bakımdan demokrasiyi tümüyle terk etmekten ziyade şu anda var olan demokrasimizi nasıl geliştirebileceğimiz problemi üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Demokratik rejimlerin nasıl olupta bi anda bir diktatörlüğe dönüştüğünü anlamak aslında demokrasinin temel problemlerini anlamamızda epey yardımcı olur. Bu durumda Sokrates'in demokrasiye olan eleştirisini dikkate almalıyız. Bir toplum içinde siyaset sanatı hakkında bilgisi olmayan bir toplumun nasıl doğru yöneticileri seçmelerini bekleyebiliriz? Bu problemin sadece halkın cahilliğiyle değil rasyonel irrasyonelite dediğimiz bir kavramlar da yakından ilişkilidir. Sokrates hakikati kavramış olan bir insanın yanlış davranışlardan uzak duracağı görüşündedir fakat bu günümüz dünyası için pek geçerli sayılmaz. İnsanlar her ne kadar hakikati kavramış ve anlamış olsada yanlış tercihlerde bulunabilirler. İşte bu rasyonel irrasyonelitenin temelini oluşturur. Bir insanın sigara içmenin zararlı olduğunu bilse dahi bu eyleminde devam edebilir. İşte demokratik yönetimlerde de bireyler veya yöneticiler doğru olanı bilse dahi yanlış seçimlerde bulunabilir. Bunu çözmek için ne yapabileceğimiz konusunda ahlak felsefesine başvurmak durumundayım. Verdiğim örnekte sigara içen kişi bu eylemine yapmış olduğu eylemden haz aldığı için devam etmektedir. Aynı şekilde devleti yöneten yöneticilerin de büyük çoğunluğu bir çıkar duygusuyla elde edecekleri hazlardan dolayı yapmaktadırlar. Bu konuda filozof Soren Kierkegaard'ın insan yaşamının fazları fikrinden yola çıkarak bu problemi çözebileceğimizi düşünüyorum. Ona göre insan yaşamı 3 evreden oluşur. Bunlar;estetik evre,törel evre ve dinsel evredir. Şayet insan hazcılığı terk edip akılcı ahlaklı bir hayat yaşarsa bu sorunun ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bu bakımdan Mill'in mutluluğu hedefleyen hazcılığına karşı çıkarak iyi bir hayatın mutlak bir ahlak kuramı çerçevesinde yaşanacağını düşünüyorum.

Her ne kadar fikir özgürlüğü çok önemli olsada iktisadi özgürlüğünde bir o kadar önemli olduğunun farkındayım. Bunu Mill de her ne kadar başlarda çok önem vermesede daha sonra bunun önemini kavramış ve sosyalizme yönelmiştir fakat ben Mill den farklı olarak bu tarz bir ekonomik anlayıştan ziyade karma ekonomi fikrini savunuyorum. Çünkü hayatta talih ve şansın çok büyük bir yer kapladığını hayatın o kadar da adil olmadığını düşünüyorum. Fırsat eşitliğinin sağlanması adına sosyalist politikaları zararlı görmemekle birlikte serbest piyasa anlayışının daha kaliteli mal üretimi açısından çok değerli olduğu görüşündeyim.

Başta demiş olduğum karşıt fikirlere yönelik fikir Mill'inkinden çeşitli yönlerde ayrışmaktadır. Kendisi her ne kadar mantıksız görünse ve biz fikrimizden ne kadar emin olursak olalım karşıt görüşün bu hakkını elinden almamız gerektiğini düşüncesindeyken ben mutlak doğrular olduğunu savunan biri olarak tartışmalarımızda bir dogmatizmin bulunması gerektiğini düşünüyorum. 

Mill'in faydacı anlayışında toplumun mutluluğu hedeflenmektedir fakat toplum cahillerden oluşmuşsa ve yöneticiler de bu cahillerin mutlulukları doğrultusunda devleti yönetirse elbette bu devlet uzun vadede yok olmaya mahkumdur. Bu noktada devleti yönetenlerin yapması gereken halk demokratik bir ortamda yaşamaya hazırlanarak geliştirilmeli. İnsanlara eğitim aracılığıyla demokrasi kavramı anlatılmalıdır. İşte bu yüzden bana kalırsa devletler varoluşlarına yarı diktatöryal bir yönetimle başlayıp demokrasi anlayışını sonrasında kazanırlar.

Kötü insanları öldürmeli miyiz? Kuşkusuz ilk bakışta pek çok insan bunun ne kadar yanlış olduğu düşüncesindedir. Peki bu fikri sezgilerimize bağlı olmadan nasıl temellendirebiliriz? Eğer kötü insanların ölümle cezalandırıldığı bir distopyayı hayal edecek olursak orada suç oranının epey düşük olduğunu görürüz. Bu iyi bir şey zannedilebilir ve o toplumda yaşayanların iyi insanlar oldukları düşünülebilir fakat böyle bir toplumda insanlar kötü olmadıklarından değil kötülük yapmaya imkanı olmadıklarından bunu yapmamaktadırlar. Bunu daha iyi anlamak için Gyges'in yüzüğünden bahsetmek epey faydalı olacaktır. Bir çoban olan Gyges'in bulduğu bir yüzükle kralı devirip başa geçmesi anlatılır. Bu yüzük ona görünmezlik gücü vermektedir. Yani Gyges gerçekten iyi biri olduğundan değil kötülük yapmaya imkanı olmadığından öyledir. Bu noktada bu distopik yönetimlerin bu zaafı açıkça görülür. Eğer ki biri Gyges gibi kötülük yapma imkanı bulursa bu devletin çökmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bence devletler bu tarz bir distopik hukuk sistemiyle yönetilmek yerine kişiye çocukluğundan itibaren iyilik fikri anlatılarak geliştirip devlet bu tür bireyler üzerine kurulmalıdır.