Final Yazısı
“Yalnızlık, düşünmenin koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder — çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”
— Hannah Arendt, "Totalitarizmin Kaynakları"
Bireyselciliğin Muhafazası ve Tahakkümün İzdüşümleri
Düşünmek, sorgulamak ve fikir yürütmek özgünlüğü yakalayabilme idealinin ufkunda kişinin yalnızlığını ve kendi benliğiyle yüzleşmesini beraberinde getirir. Ancak, izolasyon; doğası gereği kültürler arası etkileşimsizlikten doğan bir olgu olduğundan mütevellit; bireyi kapalı, kapkaranlık bir kutuya hapsederek onun ne dış dünyayı ne de kendi iç dünyasını görmesine izin verir. Bu metinde Hannah Arendt’in yalnızlık ve izolasyon ayrımının politik taraflarına girmekten çekinmeyerek, totaliter rejimde iktidarın güç eldesi, toplumu kontrol ediş biçimleri ve kutuplaştırıcı izolasyonun doğasını Byung-Chu Han, Giorgio Agamben, George Orwell, Karl Marx, Friedrich Engels, Friedrich Nietzsche ve Sylvere Lotringer gibi -toplum üzerine düşünceleri ve eserleriyle ün salmış- bireylerin fikirlerinden de faydalanarak itaat ve bireyselcilik hakkında yeni sonuçlara varacağız.
İzolasyon; fikrin, benlik yansımasının bireyin zihnindeki izdüşümünün ve geniş bir vizyonun düşmanıdır. Biliyoruz ki, bireylerin iç dünyası ve dış çevreyle etkileşimi yalnızca kendilerini etkilemekle kalmaz; yaşadıkları toplumun değişimi, gelişimi ve hatta varlığıyla doğrudan ilişkilidir. Öyle ki, bireyselciliğin öne çıktığı toplumlarda -özellikle ABD- pratik işleyiş temeli sömürüye bağlı olan kapitalistik üretim ve tüketim kültürünün, bu kültüre sahip ülkelerin post-kapitalistik etkileriyle yüzleşmekte olan geri kalan tüm toplumlar için ne kadar mühim olduğunu görebiliriz. Çağdaş toplumun epistemolojik krizini şeffaflık zorunluluğu ve performans öznesi gibi kavramlarla açıklayan Byung-Chul Han adlı yazar, ayrıca Yorgunluk Toplumu ve Şeffaflık Toplumu eserlerinde bireyin tükenmişliğini neoliberal özneleşme süreçleriyle açıklar. Bu bağlamda, bireyselcilik otoriteye gösterilen bir tepki olarak da görülebilir. Kişi, pozitif bir bencilliğe tutunarak hayatını geçirebilirse yaşamak için başkalarına ihtiyacı olmadığını kanıtlayabilecektir. Ancak bu sahte bir bağımsızlıktır, nitekim hayatta kalmak için yapması gereken her şey yine toplumsal yapı, içinde bulunduğu rejim ve devletin başında olan hükümete bağlıdır. Bireyselliğine sarılarak ve baskıyı içeren bazı durumlarda apolitik kalarak aslında tam da tahakkümün pençesine düşmüş olan birey, bunun farkında olsa da olmasa da baskıya destek vermektedir. Problemin ortaya çıkmaya başladığı süreç ise iktidarın insanın benliğini ve özüne duyduğu merakı silahlaştırması, bunu kendi makamlarıyla ilişkili asıl sorunları gizlemek için bir örtü olarak kullanmasıdır. Bireysel varlığını birincil savunma yöntemi haline getiren halk, tahakkümü uygulayan devlet gözünde basit bir avdır. Çünkü eğer ki kişi izole durumunu fark eder, asıl sorunun; işçinin derdi ve devletin baskısının bireysellikle çözülemeyeceğini algılar, yani kısacası sınıf farkındalığı yaşarsa toplumsal dayanışmaya ve örgütlenmeye sıcak bakmaya başlayabilir, ki bu iktidarın en korkulu rüyasıdır.
İktidarın ötekileştirdiği bireylere göz gezdirmek şu anki düşünce akışı için yerli yerinde olacaktır, ‘biz’ ve ‘onlar’ diye ayırıp bir grubu yabancı ilan ederken bir gruba ailesel değer yüklemek en çok uygulanan kontrol ve manipüle metodlarından biridir. Nefret, bambaşka insanları tutkuyla bir araya getiren çok etkili bir silahtır. Eğer bu nefretin hedefi olan ortak bir düşman belirlenirse, kontrol sağlamaya çalışan taraf için iş çok daha kolay bir hale bürünür. Hannah Arendt, ‘izole edilmiş bireyler’den bahsederken yalnızca dış dünyayla etkileşimi koparılmış bireylerden değil, ayrıca yalnız da bırakılmadığı için kendi gibi düşünen, görünen ve var olan bireylerle çevrili insanları kastetmektedir. Bu tarz ortamları ‘kendi kendini muhafaza eden’ ortamlar olarak tanımlamak gerekebilir, neticede görünmez bir düşmana karşı savunma hazırlarken nefretten ve bireyselcilikten beslenen bir habitat yaratılmış olur.
Bir toplumun izolasyonu birçok farklı şekilde geçekleşebilir ancak bu yöntemlerin başlarında insanların içinde bulunduğu coğrafya gelmektedir. Denize kıyısı olan bölgelerde ekonomik nedenlerden ötürü başka kültürlerle etkileşim oldukça yaygındır, bu sayede en azından bu bakımdan izolasyona mahrum kalmak pek mümkün olmaz, denize yakın şehirlerde tam da bu nedenle daha açık fikirli ve ilerici bir halk bulmak mümkündür. Ancak ülkenin iç bölgelerine iktidar tarafından bu alanlarda yaşayan halkı soyutlayıcı duvarlar örmek görece daha kolay olduğundan dolayı, iç kısımlarda daha muhafazakar ve içe kapanık bir halkla karşılaşırız. Farklı düşüncelerle etkileşime geçmeyen halk, kendisini kendi kendini doğrulayan kapalı bir kutunun içinde bulur. Bu kutuda sadece -farklılıkları göze çarpmayacak derecede- benzer olan insanlar yer alır. Ortamın getirdiği rahatlığa alışan bireyler ise alanı terk etmek istemez, hatta muhafaza eder. Değişime düşman hale gelene kadar bireyin zihni, kutunun dışındaki hayalet düşman hakkında yeni senaryolar üretir. Ancak bu, insanın doğasıyla çelişen bir istektir. Çünkü insan değişir. İnsanı yaşayan, canlı bir organizma kılan unsurlardan biridir bu. Her saniye ve her dakika, buna ne kadar karşı koyarsa koysun değişimlerin ürünüdür o. Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında Nietzsche’nin de vurguladığı gibi; gelişmek ve değişmek insanın korkmasının aksine kucaklaması gereken olgulardır. Ancak bu noktada, değişime düşman olan bireyi kendi doğasını reddetmekle suçlamak tamamiyle doğru olmayacaktır çünkü eğer tek sorunun bu olduğu bir evrende yaşıyor olsaydık, bireyselcilik toplumsal meselelerin çözümünde çok daha büyük ve efektif bir rol oynuyor olurdu. Yine asıl eleştirinin yapılması gereken yer; bireyi bu daracık kutuya sokup ona kutunun dışındakileri düşman belleten sistem ve iktidarın kurduğu tahakkümün ta kendisidir. Halkı içten kutuplaştırarak bir kördüğüm haline getirebilen totaliter bir rejimden bahsedersek, sınıf farkındalığının minimal düzeye getirilmesinden mütevellit kolaylıkla yönetilebilen bir toplumla karşı karşıya kalırız.
İlginç olan şudur ki, kutuplaştırıcı çalışmaların bir sonu yoktur. Birey, dünya çapında Türk olduğu için ötekidir, Türkiye’de Alevi, Hristiyan veya ateist olduğun için bölgeye bağlı olarak nefrete hedef olarak görülebilir. Neticede birey aşırı spesifik bir yapıya uymuyorsa başkalaştırılmanın pençesine düşmeye çok yatkındır. Bir olayın konuşulması kadar konuşulmaması da özü hakkında bilgi verir; Alevi katliamının tanınırlığa sahip olmaması, ve aynı şekilde Filistin’de devam eden vahşetin siyasi nedenlerle bazı ülkelerde söz konusu haline bile gelmemesi bu durumun en önemli örneklerindendir. Akıntıya Karşı adlı kitapta Alevilerin şiddetle dolu, anlatılmayan tarihleri ve hükümetlerin bu konuyu reddetip üstünde durmamasına, hatta bazılarının desteklemesine kadar birçok kutuplaştırıcı çaba anlatılır. Hakkında daha az kafa yorulan ancak toplum içi izolasyona sebebiyet veren bir diğer mesele ise gotiklik, punk’lık ve anarşizm gibi düşünce biçimlerinin devlet düzenine ve sağlanmak istenen hakimiyete tehdit olduğu gerekçesiyle ötekileştirilen ve kapitalizm sayesinde bir ‘tarz’ haline getirilip yüzeyselleştirilen akımlardan olmasıdır, her bir akımın kelimesini okurken bile bireyin zihnine bu akımların temsil ettiği asıl fikir ve duruş değil de, post-modern zamanların onlarla ilişkilendirilmesini sağlayan spesifik giyim tarzları gelir. Hele anarşizm, asıl manasından öylesine uzaklaştırılmış bir akımdır ki, kendine anarşist diyen bireyler toplum tarafından tehdit olarak görülür. Ancak bu tip algılar, toplum olan bu nehirde rastgele bir akıntıya kapılıp da oluşmaz. Her biri teker teker topluma bizzat tahakküm uygulayan iktidar tarafından uygulanmış stratejik hamlelerdir. Komünizm ve sosyalizm ise aynı Karl Marx ve Friedrich Engels gibi şeytanlaştırılan, tarih derslerinde anlatılmayan, önyargı bombardımanına tutulan siyasal akım ve düşünürlerden sadece birkaçıdır. Komünist Manifesto gibi kitaplar halk arasında yalnızca bir şakadan ibaret görülür. Çünkü tehditkar bir düşünceyle karşı karşıya kalındığında yapılabilecek en etkili hamlelerden biri o fikrin saygınlığını zedelemektir. Hakimiyeti elinde tutmanın en verimli ve efektif yolu ise; halkı birbiri içinde ötekileştirmek ve örgütlenmelerine, objektif bir düşünce yapısına sahip olmalarına engel olmaktır. Bu noktada, Sylvere Lotringer’ın Mad Like Artaud eserine dikkat çekmek hiç yersiz olmayacaktır. Lotringer, eserinde Artaud adlı bir adamın ‘deliliği’ üzerinden hem toplumun algısını hem de psikiyatri kurumlarını eleştirir. Artaud, deli olarak görülmesine karşın deliliğini varoluşsal bir sancıdan alan, düşünce yapısı sistemin empoze ettiği yapıyla benzeşmiyor diye ötekileştirilen bir insandır. Bu da tam olarak devletin sırf tahakküme karşıt fikirleri yabancı saydığı gerçekliğimize bir paraleldir.
İzole edilen birey, insanı unutur. İnsanın varlığını bir iş yüküyle özdeşleştirir ve insanı insan yapan özellikleri, analog olan dünyamızda dijitale evirmeye; bir bigisayar koduymuş edasıyla; varlığıyla birlikte gelen tüm o nüansları 1 ve 0’lara indirgemeye çalışır. Bu birey kendi kendinin kurdu değildir elbette, bu düşünce biçimi içinde bulunduğu toplumun bizzat yansıması ve itaat ettiği otoritenin gölgesidir. Eğer totaliter bir rejimin altında bireyselliğini aramaktaysa kişi, araştırdığı kaynaklar, elinde bulunan kitaplar bile tahakküm altında muhafaza içindedir. Giorgio Agamben’in de bağımlı bilgi hakkında söylediği gibi, totaliter ve faşist bir rejimde, bilgiyi, iktidar yapılarının dışında düşünmek zordur. Bireyin içinde feryatlar kopsa bile, ona bunu ifade edebileceği kelimeler verilmemişse içinde bulunduğu durumun rezilliğine yönelik taşıdığı herhangi bir his uçup gider. George Orwell’in 1984 adlı eserinde olan da tıpatıp budur aslında; iktidar, düşünen bireyin oluşturabileceği tehditin bir hayli farkında olduğu için otoriteye karşı muhtemel eleştiri içerebilecek bir dili silmiş, insanlara konuşmaları için Büyük Birader’e bağımlı başka bir dil vermiştir. Düşünen birey, sorgulayabilen bir zihni kucaklamıştır; o, sistemin sorunlarını apaçık gördüğü ve bir değişimin gerekli olduğunu bildiği için isyankardır, bu sıkıntıların farkında olup boyun eğmeye devam edemez. Tam da bu nedenle bireyler üzerinde tahakküm kuran otoritenin en büyük düşmanıdır.
Bu metinde, yalnız kalan birey ile izole edilmiş bireyin farklarından başlayarak bireyselciliğin otoriteye katkı sağlayan doğasından beslenerek -özellikle totaliter rejime sahip- hükümetlerin toplumu kontrol ediş biçimlerini ele aldık, Arendt’in düşüncesindeki ana odak olan; izolasyonun itaatkar tarafını, otoriteye bağlı sistemlerin karşıt düşünce akımlarından kurtulma biçimlerinin gerçek hayattaki örneklerini açıklayarak, bireyin elde edebildiği bilginin içinde bulunduğu siyasi sistemden ayrı değerlendirilemeyeceğini Byung-Chu Han, Giorgio Agamben, George Orwell, Karl Marx, Friedrich Engels, Friedrich Nietzsche ve Sylvere Lotringer gibi düşünürlerin fikirleri ve eserlerinden yararlanarak vurgulayarak, bireyin halktan ayrı değerlendirilemeyeceğini, tahakküm uygulayan devletin en büyük düşmanının sorgulayan bireyler ve örgütlenen halk olduğu sentezine varmış olduk.
2. Adım Yazısı
"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine
Erdemin Kör Noktası
Montesquieu’nün bu cümlesi, sadece hukukun değil, ahlakın ve hatta insanın kendisinin de çelişkili doğasını açığa çıkarır. Çünkü içinde adaletin olmadığı bir cesaret, yalnızca hoyratlıktır; içinde adaletin bulunmadığı bir sadakat, köleliktir; merhamet ise adaletsizse, sadece zayıflığın cilalı bir biçimidir. Bu metinde Montesquieu'nun düşüncesini analiz ederek, Kant, Nietzsche ve William James gibi filozofların da düşüncelerinden yararlanıp; adaletin olduğu erdemin ne olduğunu, Montesquieu’nun potansiyel bir hatasını tartıştıktan sonra güçlü bir sentez ortaya çıkaracağız.
Mutlak adalet yoktur. Olabilseydi, bir eylem bir kişi için 'haklı' görünürken başka biri için 'haksız' olamazdı. Adaletin özünde yatan şey nesnellik değil, yorumdur, ve yorum her zaman bir iradenin, bir kültürün, bir travmanın içinden geçerek biçimlenir. Bu nedenle adalet, Kant’ın evrensel ahlak yasasını anımsatacak kadar soğuk bir formülle ifade edilemez. Adalet, Kant için bir eylemin evrenselleştirilebilirliğinde yatar: Eğer bir davranış herkes tarafından yapılsaydı hâlâ 'iyi' olur muydu? İşte bu onun ahlak yasasının temelidir. Lakin Montesquieu, bu tür bir evrenselliğe mesafelidir. Ona göre her toplumun ruhunu belirleyen şey coğrafya, iklim, gelenek ve tarih gibi çok katmanlı unsurlardır. Kanunlar da bu ruhun bir yansımasıdır. O hâlde nasıl olur da Kuzeyli bir halkın hukukuyla Güneyli bir halkı yargılayabiliriz? Gerçek hayattan örnek vermek gerekirse: Bir doktor, hastasının acı çekmesini engellemek amacıyla ötanazi uygular. Kimi bu eylemi 'merhametli' bulur, kimiyse 'cinayet' olarak niteler. Aynı eylem, iki farklı adalet anlayışı tarafından taban tabana zıt şekilde değerlendirilir. Bu noktada erdemli bir davranış, merhamet gibi görünen bir tercih, adaletle desteklenmediği sürece, bazı bakış açılarına göre doğrudan zulüm olabilir.
Ama düşünce deneyimizi tersine çevirelim: Diyelim ki adalet gerçekten evrensel olabilseydi, o zaman bile bir erdemin adaletle birleşimi bizi doğruya götürmezdi. Neden mi? Çünkü 'iyi' dediğimiz şey, çoğu zaman bağlamdan bağımsız düşünüldüğünde yanılgılar doğurur. Jeremy Bentham’ın faydacılığına göre iyi olan, en çok sayıda insan için en büyük faydayı sağlayandır. Ancak Nietzsche’ye göre bu tür iyilik anlayışı, köle ahlakının ürünüdür; yani güçsüzlerin, güçlüleri baskılamak için icat ettiği, zayıflıkla yüceltilmiş bir anlayış. Burada pragmatizme dönmek gerekir: William James ve John Dewey’nin izinden gittiğimizde, bir eylemin 'iyi' ya da 'kötü' olması, onun pratik sonuçlarıyla ölçülür. İyi olan faydalıdır. Ancak fayda da kişiden kişiye değiştiğine göre, aynı eylem birine göre erdemli, diğerine göre yıkıcı olabilir. Bir devlet adamı savaş ilan eder: Kendi ulusu için bu, cesaret ve koruma göstergesidir; fakat bombalanan ülke halkı için aynı eylem, barbarlıktır. Bu durumda, 'erdemli' niyetin evrensel adaletle birleşmemesi, fiili anlamda bir felaket doğurur.
Erdemin adalet yoksunluğunda zulme dönüşme ihtimalini anlamak için Montesquieu’nun ifadesini derinlemesine incelemek gerekir. Burada anahtar kavram 'erdem'dir; fakat bu sözcük çok geniş ve soyut bir anlam alanına sahiptir. Bu yüzden onu üç temel erdem ekseninde değerlendirmek, analizimizi somutlaştıracaktır: sadakat, merhamet ve cesaret. Bu üç erdem, tarih boyunca hem en çok yüceltilen hem de en çok istismar edilen kavramlar arasında yer almıştır. Adaletin desteği olmadan ise bu nitelikler, kolaylıkla zalimce eylemlere zemin hazırlayabilir.
Cesaret:
Cesaret, birçok kültürde kahramanlıkla özdeşleştirilmiş bir erdemdir. Fakat bu erdemin yönü belirsizdir. Cesur bir asker, kendi halkı için bir kurtarıcı olabilirken başka bir halk için bir işgalciye dönüşebilir. Burada kilit soru şudur: Cesaret neye hizmet ediyor? Platon Devlet’te cesareti 'doğru olanı korkmadan savunmak' olarak tanımlar. Ancak 'doğru' olan nedir? İşte bu noktada adaletin belirleyici olması gerekir. Eğer cesaret, adil olmayan bir amaç için kullanılıyorsa; bu artık erdem değil, bir araçtır. Cesaretin bir savaş makinesine, bir tiranın kararlılığına dönüşmesi çok kolaydır. Örnek olarak, bir liderin halkını kurtarmak için gösterdiği cesaret, eğer başka bir topluluğun haklarını yok sayarak yapılıyorsa, artık kahramanlık değil bir zulüm aracıdır. Modern tarihte birçok siyasi figür -örneğin bazı askeri darbeleri yöneten komutanlar- kendilerini 'ülkeyi kurtaran cesur kişiler' olarak lanse etmiş; fakat bu cesaretleri hukuk devleti ve insan hakları yok sayılarak ortaya konulduğunda, sonuç özgürlük değil baskı olmuştur.
Sadakat:
Sadakat, bağlılık ve vefa anlamına gelir; dostlukta, aşkta, devlete hizmette bir değer olarak öne çıkar. Fakat sadakat adaletin terazisinde tartılmadığında körleşir. Kör sadakat, kişiyi zalime hizmet etmeye iter; tıpkı totaliter rejimlerde emirleri sorgulamadan uygulayan devlet memurları gibi. Ülkece yakından tanıdığımız bu tip insanlar, sadakat erdeminin adaletsizliğe evrilebileceğinin göstergesidir. Örnek olarak, Nazi Almanyası’nda sadece emirleri yerine getirdiğini söyleyen subaylar ya da bir siyasi partinin her kararına itaat eden bürokratlar, sadakati ahlaki sorgulamanın önüne koymuşlardır. Daha yakın zamanlarda, herhangi bir ülkede bir liderin haksız uygulamalarını eleştiremeyen, sadece sadakat gösteren danışmanlar veya medya mensupları, bu erdemin nasıl kör bir araca dönüşebileceğini ortaya koyar. Sadakat aynı zamanda Aristoteles’in belirttiği 'ortayı bulma' ilkesinden uzaklaştığında aşırılığa savrulur. Sadık olmakla körü körüne bağlanmak arasındaki çizgi, ancak adaletle korunabilir.
Merhamet:
Merhamet, insani erdemlerin belki de en yumuşak ve bağışlayıcı olanıdır. Ancak her merhamet iyi sonuç doğurmaz. Aşırı merhamet, kötülüğün cezasız kalmasına neden olabilir; bu da toplumun geneli için bir tehdittir. Bir katile merhamet etmek, potansiyel kurbanlara adaletsizlik etmek anlamına gelebilir. Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde, merhameti bir tür güçsüzlük olarak yorumlar ve acıyı kutsayan ahlak sistemlerini eleştirir. Nietzsche’ye göre bazı insanlar, başkalarının zayıflıklarını yücelterek merhameti bir tür üstünlük kurma biçimine dönüştürür. Bu noktada merhamet, adaleti arka plana atarak faydasız bir erdem hâline gelir. William James de duyguların, eylemin sonucuyla değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Bir eylem merhametli görünse de toplumun bütününe zarar veriyorsa, bu eylem 'iyi' sayılamaz.
Cesaret, sadakat ve merhamet; hepsi, kendi başına yüce değerler olarak görülebilir. Fakat bu değerler adalet ilkesine dayanmadıklarında, kolaylıkla şiddetin, körlüğün ve adaletsizliğin aracı hâline gelebilirler. Adalet, erdemin rotasıdır. Rota olmadan hareket özgürlük değil, sürüklenmedir.
Montesquieu’nun bu düşüncesinin belki de en tartışmalı kısmına parmak basmak için şu soru gerekli olacaktır: Eğer adaletin olmadığı bir erdem zulme dönüşüyorsa, o hâlde adaletin olduğu bir erdem ne demektir? Bu soru bizi adaletin kendisinin niteliğine götürür: Adalet, kendi başına bir ölçüt müdür, yoksa başka değerlere göre anlam mı kazanır? Bu noktada, Aristoteles’in yaptığı ayrım yol gösterici olabilir. Ona göre adalet, başkalarıyla ilişkili erdemdir; yani erdemlerin sosyal boyutudur. Erdem tek başına içsel bir mükemmellikken, adalet onun toplumla kurduğu ilişkideki sınavıdır. Dolayısıyla adil olan bir cesaret, yalnızca kendini koruyan değil, başkalarının yaşam hakkını da tanıyan bir cesarettir. Sadakat, bir lidere değil önce hakikate olmalıdır; merhamet ise zayıflığı değil, dönüşümü mümkün kılmalıdır.
Fakat eğer ki evrensel ahlak yoksa -ki postmodern düşüncenin pek çok temsilcisi bu görüştedir- hangi perspektifi ele alarak adaletten bahsetmemiz gerekecek? Akla gelen ilk fikir, erdemin iki ucundaki bireylerin -eylemi yapan ve ona maruz kalanların- adil bulduğu her ne ise onun adil sayılmasıdır. Ancak bu önerme gözlemcinin bakış açısını dışlar. Oysa adaletin toplumsal meşruiyeti, yalnızca doğrudan etkilenenlerin değil, eyleme tanık olanların vicdanlarında da yankı bulmasıyla mümkündür. Buna göre, bir eylem yalnızca bireysel düzlemde değil, kolektif vicdan tarafından da değerlendirilmelidir. Etkilenmeyen gözlemcinin tanıklığı, adaletin üçüncü boyutudur: O hem şahit, hem yorumcu, hem de toplumsal belleğin taşıyıcısıdır. Bu, Michel Foucault’nun panoptikon kavrayışıyla da kesişir. Gözetleyen bakış, iktidarın aracıdır ama aynı zamanda ahlaki denetimin de taşıyıcısıdır. Gözlemcinin sessizliği, haksızlığa ortaklıktır. O hâlde, adaletin olduğu bir erdem, yalnızca fail ve mağdurun deneyiminde değil; onu izleyenlerin, üzerine düşünenlerin, yargılayanların ortak tahayyülünde vücut bulur. Adalet, yalnızca yasada değil; dilde, tanıklıkta, hafızada ve öznellikte yaşar.
Sonuç olarak, Montesquieu’nün “Adaletsiz erdem zulümdür” düşüncesi, erdemin kendi başına yeterli olmadığını, onu anlamlı ve ahlaki kılan şeyin adaletle kurduğu bağ olduğunu ortaya koyar. Cesaret, sadakat ve merhamet gibi yüce görülen değerler, adaletin yönlendirmesi olmadan istismara açık hâle gelir; bireysel inançlar ya da duygularla sınırlı kalan erdemler, toplumsal düzlemde yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Kant’ın evrensel ahlakı, Nietzsche’nin güç eleştirisi ve James’in pragmatizmi ışığında yaptığımız tartışmalar; adaletin nesnel bir ilkeye değil, toplumsal vicdanda yankı bulan ortak bir anlayışa dayanması gerektiğini gösteriyor. Bu nedenle adil olan erdem, yalnızca haklı niyeti değil, aynı zamanda o niyetin çok boyutlu sonuçlarını da dikkate alabilen erdemdir.
1. Adım Yazısı
"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri
Özgürlük ve Ulaşılamazın Yanılsaması
Rousseau’nun özgürlük anlayışı, modern dünyanın en temel açmazlarından birini gözler önüne serer. Özgürlüğün gerçekten istediğimizi yapabilmek mi olduğu yoksa istemediğimiz şeyleri yapmak zorunda kalmamak mı olduğu, Rousseau’nun sözünden çıkarılabilecek olan tartışmalı ilk sorudur. Bu metinde, Rousseau'nun özgürlük anlayışını ve bunun toplumsal yapıdaki yerini; Jean Paul Sartre, Karl Marx, Albert Camus, Michel Foucault ve John Locke gibi filozofların düşünceleriyle karşılaştırarak tartışacağız ve Rousseau’nun düşüncesinin kısmi yüzeyselliğinden bahsedip yeni bakış açıları sunacağız.
Bu alıntının günlük hayatla bağlantısını incelediğimizde akla ilk gelen husus, gerçekte ne kadar az seçeneğimiz olduğu, neyi reddedebileceğimizin ne kadar sınırlı olduğudur. Gerçek özgürlük, bireyin sadece seçeneklere sahip olmasıyla değil, o seçenekler arasında kendisini zorunlu hissetmeden karar verebilmesiyle mümkündür. Ancak günümüz dünyasında reddetme hakkının büyük ölçüde ortadan kalkmış olduğunu gözlemleyebiliriz. Kapitalist düzen, insanları yalnızca tüketici ve üretici rollerine sıkıştırarak, seçim özgürlüğünü büyük oranda bir yanılsamaya dönüştürür. İnsanlar, özgür olduklarını düşünerek hayatlarını sürdürürken, gerçekte çoğu kararlarını zorunluluklardan dolayı almakta, yapmak istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kalmaktadır.
Kapitalizm ve modern toplumda, özgürlük yalnızca seçim yapabilme hakkı gibi görünen bir olguya dönüşmüştür. Ancak, bu seçimlerin çoğu zaman zorunluluklar ve sistemin dayattığı sınırlamalar içinde şekillendiğini görmekteyiz. Tahakkümden kaynaklanan eşitlik ve özgürlük eksikliği otoriteyi hedef hâline getirir. Bu fenomeni nasıl manipüle edeceğini iyi bilen yöneticiler ise bireyleri kutuplaştırarak asıl sorunu gözden kaçırmalarını, dikkatlerinin dağılmasını sağlar.
Baskı, direnişi ve özgürlüğe olan tutkuyu doğurur. Bunun en viral örneğini; devletli, kapitalist yönetim sistemlerinde baskılanan işçi sınıfının baskıdan kurtulma amacıyla yaptıkları eylemler sayesinde görebiliriz. Öte yandan Michel Foucault, özgürlüğü yalnızca devletin baskılarından kurtulmakla değil, aynı zamanda modern toplumda gözetim ve disiplin mekanizmalarını anlamakla ilişkilendirir. O, özgürlüğün, görünmeyen ama derinden etkili iktidar yapılarını sorgulamakla ilgili olduğunu savunur. Rousseau'nun özgürlük anlayışı, modern toplumdaki bu tür inceleyici gözetimden daha çok bireysel seçim özgürlüğüne dayanırken, Foucault özgürlüğü bireylerin toplumsal güç yapılarını anlamak ve bunlara karşı eylemde bulunmakla ilişkilendirir.
Bir bireyin istemediği hâlde uzun saatler çalışması, sevmeyeceği bir işi kabul etmesi, yalnızca geçinebilmek için zamanını satması, özgürlüğün pratikte nasıl bir ayrıcalığa dönüştüğünü gösterir. Bazı insanlar, ekonomik güçleri veya sosyal statüleri sayesinde yapmaktan kaçınabildikleri şeyler konusunda daha fazla özgürlüğe sahipken, çoğunluk ise hayatta kalabilmek için bu tür bir özgürlüğe sahip olamaz. Rousseau’nun vurguladığı özgürlük, yalnızca hukuki veya fiziksel kısıtlamaların olmamasıyla değil, bireyin kendisini istemediği bir yaşam biçimine mecbur bırakılmamasıyla ilgilidir. Jean Paul Sartre; özgürlüğü, kişinin spesifik bir eylemi yapmaya mecbur bırakılıp bırakılmamasıyla ölçer. Ancak modern dünyada kişi, tam da bu mecburiyetlerin içine doğar. Kişinin gözünü boyayan ve onu büyük resmi görmekten alıkoyan şey, bakılan her yerde sayısız seçeneklerin bulunduğu günümüz dünyasıdır. Sartre'ye göre özgürlük, sadece seçeneklerin olması değil, insanın kendi varoluşunu şekillendirme gücüne sahip olmasıdır. Varoluşunun temeline tüketim empoze edilmiş kişinin bireysel özgürlüğe ulaşabilme ihtimali ise muammadır.
Kapitalizm, özgürlüğü seçim yapabilmekle özdeşleştirerek insanlara belirli bir tatmin sunar: Hangi mesleği seçeceğin, hangi kıyafetleri alacağın, hangi ürünleri tüketeceğin sana aitmiş gibi görünür. Oysa bu seçimler, belirlenmiş sınırlar içinde gerçekleşir ve insan gerçekte kendi varoluşunu özgürce yönlendiremez. Çünkü bir şeyleri reddetme hakkı, büyük ölçüde sistemin dışına çıkmayı gerektirir ki bu da çoğu insan için mümkün değildir. Bu kısır döngü ise tam olarak içinde bulunduğumuz sistemin bir amacı ve buna hapsolmuş insanlar da yine aynı sistemin ürünüdür. Karl Marx’a göre kapitalist sistem, insanları özgür kılmak yerine onları üretim araçlarından ve kendi emeklerinden yabancılaştırır. İnsanlar, çalışarak kendi yaşamlarını kontrol etme gücüne sahip olmak yerine, başkaları için çalışmak zorunda bırakılır. Böylece, bireyler kendilerini özgür hissetseler bile, gerçekte hayatlarının büyük bir kısmı zorunluluklarla şekillenir. Rousseau gibi Marx da, gerçek özgürlüğün ancak sistemin dayattığı zorunluluklardan bağımsız olunduğunda mümkün olduğunu savunur.
Bu noktada bireyin özgürlüğünü kaybetmesi, sadece ekonomik zorunluluklarla sınırlı kalmaz; psikolojik ve varoluşsal bir meseleye dönüşür. İnsanlar, kendilerini ve benliklerini yitirerek, sadece yaşamlarını sürdürebilmek adına sistemin kurallarına uyum sağlamak zorunda kalırlar. Kendi kimliklerinden ödün vererek, çoğu zaman kim olduklarını bile sorgulamadan, toplumsal beklentilere göre şekillenen bir yaşam sürerler. İşte bu trajedi, özgürlüğün yalnızca teorik bir kavram olarak kaldığını, pratikte ise büyük bir ayrıcalığa dönüştüğünü gösterir.
Rousseau’nun düşüncesi, günümüz dünyasında giderek daha sert bir gerçeklikle karşılık bulur: Özgürlük, yalnızca sahip olduğumuz seçenekler kadar değil, bu seçenekler arasından herhangi birini zorunluluk hissetmeden reddedebilme gücümüzle ölçülür. Eğer bir insan, hayatını sürdürebilmek için istemediği şeyleri yapmak zorundaysa, onun özgürlüğünden söz edilemez. Gerçek özgürlük, yalnızca fiziksel ya da hukuki engellerin kalkması değil, bireyin sistemin dayattığı zorunluluklardan bağımsız karar verebilmesidir. Ancak bugünün dünyasında bu, çoğunluk için bir hak olmaktan çıkıp, yalnızca belli bir kesimin sahip olduğu bir lüks haline gelmiştir.
Özgürlük, insan aklında hiçbir zaman sönmeyecek bir ışık, fakat kişinin elleri ona doğru uzandığında daima bir adım öteye kayan bir ufuk çizgisi gibidir. Rousseau’nun “Özgürlük, yapmak istemediğini yapmamaktır.” tanımı, özgürlüğün yalnızca bir sınır çizme yetisine indirgenemeyeceğini gözden kaçırıyor olabilir. Çünkü insanın yapmak istemediğini yapmaması; yalnızca onun kişisel gücüyle değil, içinde bulunduğu sistemin ona sunduğu imkanlarla da şekillenir. Eğer bir insanın zorunda olduğu şeyler onun temel ihtiyaçlarını karşılamaz hale gelirse, özgürlüğü bir tercih olmaktan çıkıp hayatta kalmak için elindeki tek seçenek hâline gelir. O hâlde, özgürlük yalnızca bir reddetme hakkı değil, aynı zamanda bir yaratma gücüdür demek yanlış olmaz. Kendi yaşamını şekillendirebilme yetisi olmadan, sadece reddedebilmek gerçekten özgürlük sayılabilir mi, bu mesele muammadır.
Birinin özgürlüğü, başka birinin kısıtlanması anlamına geldiğinde, özgürlüğü mutlak bir kavram olarak ele almak çelişkili hâle gelir. Bir insanın istediği her şeyi yapabilmesi, bir başkasının zarar görmesine yol açıyorsa, özgürlüğün nerede başlayıp nerede bittiğini kimin belirleyeceği hususunda John Locke gibi filozofların düşüncelerinden yararlanmak yersiz olmayacaktır. John Locke, özgürlüğü bireyin doğuştan sahip olduğu haklarla ilişkilendirir ve özgürlüğü, başkalarının haklarına zarar vermediği sürece sınırsız olarak tanımlar. Rousseau'nun özgürlük tanımına benzer şekilde, Locke da bireyin kişisel özgürlüğünü savunur, ancak Rousseau'dan farklı olarak; Locke'un özgürlüğü, toplumun sözleşmesiyle daha çok bağlantılıdır. Rousseau, bireylerin toplum sözleşmesi ile toplumda özgürlüklerini garanti altına almalarını savunur, bu da Locke'un doğal haklar teorisine (yaşam, özgürlük ve mülkiyet) bir tepki gibidir. Rousseau, bireyin özgürlüğünü tanımlarken, bunun başkalarının özgürlüğüyle nasıl bir denge içinde olması gerektiğini göz ardı etmiş olabilir. Özgürlüğün bir kişinin tercihleriyle değil, toplumun kolektif olarak inşa ettiği koşullarla şekillendiğini göz önünde bulundurursak, yapmak istemediğini yapmamak, ancak bu hakkın herkes için erişilebilir olduğu bir sistemde gerçek anlamını bulabilir.
Bu noktada özgürlüğün ütopya mı, yoksa distopya mı olduğu sorusu kaçınılmaz hale gelir. Eğer özgürlük, kişinin tamamen bağımsız hareket edebilmesi anlamına gelirse; hiçbir otoritenin, yasanın veya düzenin olmadığı bir kaos ortamı yaratır. Öte yandan, herkesin eşit derecede özgür olmasını sağlamak için getirilen düzenlemeler, bireyin özgürlüğünü kısıtlayarak onu görünmez parmaklıklar ardına hapsedebilir. Mutlak özgürlük, ya bir anarşi ya da mutlak bir kontrol anlamına gelir. Her iki durumda da özgürlük olarak gördüğümüz şeyin, bireyin kendi üzerindeki hâkimiyeti olup olmadığı tartışmalıdır. Rousseau’nun özgürlük tanımı, bireyin yapmayı istemediği şeylerden kaçınma hakkını savunurken, bu kaçınma hakkının ne tür bir toplumsal düzlemde mümkün olabileceği konusunda eksiktir. Bir toplumda ancak belirli bir azınlık istemediklerini yapmama lüksüne sahipse, bu özgürlük herkes için geçerli bir hak olmaktan çıkar, bir ayrıcalık haline gelir.
İnsanlık tarih boyunca özgürlüğü arzulamış; ancak onu tam anlamıyla elde ettiğinde, veya elde etmeye yaklaştığında tatminsizlikle yeni kısıtlamalar yaratmıştır. Bu, özgürlüğün ancak ona ulaşmaya çalışırken anlam kazanan bir kavram olduğu fikrini doğurur. Dolayısıyla, eğer özgürlüğü tam olarak elde ettiğimizde onu kaybediyor gibi hissediyorsak, belki de özgürlük aslında asla tam anlamıyla erişemeyeceğimiz bir yanılsamadır. Albert Camus'un da Sisifos Söyleni'nde bahsettiği gibi, gerçek özgürlük insanın istemediği şeylerden kaçınması değil, anlamsızlığa rağmen yaşamı kabul etmesi ve kendi anlamını yaratmasıdır. Hayatta kalmaya bir direniş gibi bakan insan, özgürlüğe ulaşamayacak olsa da en azından varoluşsal bir ölçüde ona yaklaşacaktır. Rousseau’nun tanımını bu bağlamda ele aldığımızda, özgürlüğün bir eylem değil, bir süreç olduğu gerçeğini göz ardı ettiğini söylemek mümkündür. Yapmak istemediğini yapmamak; eğer toplumsal, ekonomik ve politik güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele alınırsa, gerçek bir özgürlük anlayışı yaratmaktan çok, belirli bir sınıfın veya bireyin ayrıcalığına dönüşebilir.
Sonuç olarak, özgürlük ne tam anlamıyla var olan ne de tamamen yok olan bir şeydir; onun varlığı, sürekli olarak ona ulaşmaya çalışmamızla anlam kazanır. Foucault, Sartre ve Marx gibi filozofların katkıları, özgürlüğün derinliklerini ve toplumsal yapılarla olan ilişkisini anlamamıza yardımcı olurken, gerçek özgürlüğün ancak toplumsal eşitlik ve bireysel gücün birleştiği bir düzende mümkün olduğunu göstermektedir. Özgürlük yalnızca istemediğini yapmamak değil, aynı zamanda kendi yaşamını yaratabilmekle mümkün hale gelir. Ancak bu yaratma süreci, bireyin değil, toplumun inşa ettiği koşullara bağlıdır. Bu nedenle, özgürlük yalnızca bir bireysel hak değil, aynı zamanda kolektif bir sorumluluktur; ve belki de onun en büyük trajedisi, tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ideal olmasıdır.Özgürlük ve Ulaşılamazın Yanılsaması
Rousseau’nun özgürlük anlayışı, modern dünyanın en temel açmazlarından birini gözler önüne serer. Özgürlüğün gerçekten istediğimizi yapabilmek mi olduğu yoksa istemediğimiz şeyleri yapmak zorunda kalmamak mı olduğu, Rousseau’nun sözünden çıkarılabilecek olan tartışmalı ilk sorudur. Bu metinde, Rousseau'nun özgürlük anlayışını ve bunun toplumsal yapıdaki yerini; Jean Paul Sartre, Karl Marx, Albert Camus, Michel Foucault ve John Locke gibi filozofların düşünceleriyle karşılaştırarak tartışacağız ve Rousseau’nun düşüncesinin kısmi yüzeyselliğinden bahsedip yeni bakış açıları sunacağız.
Bu alıntının günlük hayatla bağlantısını incelediğimizde akla ilk gelen husus, gerçekte ne kadar az seçeneğimiz olduğu, neyi reddedebileceğimizin ne kadar sınırlı olduğudur. Gerçek özgürlük, bireyin sadece seçeneklere sahip olmasıyla değil, o seçenekler arasında kendisini zorunlu hissetmeden karar verebilmesiyle mümkündür. Ancak günümüz dünyasında reddetme hakkının büyük ölçüde ortadan kalkmış olduğunu gözlemleyebiliriz. Kapitalist düzen, insanları yalnızca tüketici ve üretici rollerine sıkıştırarak, seçim özgürlüğünü büyük oranda bir yanılsamaya dönüştürür. İnsanlar, özgür olduklarını düşünerek hayatlarını sürdürürken, gerçekte çoğu kararlarını zorunluluklardan dolayı almakta, yapmak istemedikleri şeyleri yapmak zorunda kalmaktadır.
Kapitalizm ve modern toplumda, özgürlük yalnızca seçim yapabilme hakkı gibi görünen bir olguya dönüşmüştür. Ancak, bu seçimlerin çoğu zaman zorunluluklar ve sistemin dayattığı sınırlamalar içinde şekillendiğini görmekteyiz. Tahakkümden kaynaklanan eşitlik ve özgürlük eksikliği otoriteyi hedef hâline getirir. Bu fenomeni nasıl manipüle edeceğini iyi bilen yöneticiler ise bireyleri kutuplaştırarak asıl sorunu gözden kaçırmalarını, dikkatlerinin dağılmasını sağlar.
Baskı, direnişi ve özgürlüğe olan tutkuyu doğurur. Bunun en viral örneğini; devletli, kapitalist yönetim sistemlerinde baskılanan işçi sınıfının baskıdan kurtulma amacıyla yaptıkları eylemler sayesinde görebiliriz. Öte yandan Michel Foucault, özgürlüğü yalnızca devletin baskılarından kurtulmakla değil, aynı zamanda modern toplumda gözetim ve disiplin mekanizmalarını anlamakla ilişkilendirir. O, özgürlüğün, görünmeyen ama derinden etkili iktidar yapılarını sorgulamakla ilgili olduğunu savunur. Rousseau'nun özgürlük anlayışı, modern toplumdaki bu tür inceleyici gözetimden daha çok bireysel seçim özgürlüğüne dayanırken, Foucault özgürlüğü bireylerin toplumsal güç yapılarını anlamak ve bunlara karşı eylemde bulunmakla ilişkilendirir.
Bir bireyin istemediği hâlde uzun saatler çalışması, sevmeyeceği bir işi kabul etmesi, yalnızca geçinebilmek için zamanını satması, özgürlüğün pratikte nasıl bir ayrıcalığa dönüştüğünü gösterir. Bazı insanlar, ekonomik güçleri veya sosyal statüleri sayesinde yapmaktan kaçınabildikleri şeyler konusunda daha fazla özgürlüğe sahipken, çoğunluk ise hayatta kalabilmek için bu tür bir özgürlüğe sahip olamaz. Rousseau’nun vurguladığı özgürlük, yalnızca hukuki veya fiziksel kısıtlamaların olmamasıyla değil, bireyin kendisini istemediği bir yaşam biçimine mecbur bırakılmamasıyla ilgilidir. Jean Paul Sartre; özgürlüğü, kişinin spesifik bir eylemi yapmaya mecbur bırakılıp bırakılmamasıyla ölçer. Ancak modern dünyada kişi, tam da bu mecburiyetlerin içine doğar. Kişinin gözünü boyayan ve onu büyük resmi görmekten alıkoyan şey, bakılan her yerde sayısız seçeneklerin bulunduğu günümüz dünyasıdır. Sartre'ye göre özgürlük, sadece seçeneklerin olması değil, insanın kendi varoluşunu şekillendirme gücüne sahip olmasıdır. Varoluşunun temeline tüketim empoze edilmiş kişinin bireysel özgürlüğe ulaşabilme ihtimali ise muammadır.
Kapitalizm, özgürlüğü seçim yapabilmekle özdeşleştirerek insanlara belirli bir tatmin sunar: Hangi mesleği seçeceğin, hangi kıyafetleri alacağın, hangi ürünleri tüketeceğin sana aitmiş gibi görünür. Oysa bu seçimler, belirlenmiş sınırlar içinde gerçekleşir ve insan gerçekte kendi varoluşunu özgürce yönlendiremez. Çünkü bir şeyleri reddetme hakkı, büyük ölçüde sistemin dışına çıkmayı gerektirir ki bu da çoğu insan için mümkün değildir. Bu kısır döngü ise tam olarak içinde bulunduğumuz sistemin bir amacı ve buna hapsolmuş insanlar da yine aynı sistemin ürünüdür. Karl Marx’a göre kapitalist sistem, insanları özgür kılmak yerine onları üretim araçlarından ve kendi emeklerinden yabancılaştırır. İnsanlar, çalışarak kendi yaşamlarını kontrol etme gücüne sahip olmak yerine, başkaları için çalışmak zorunda bırakılır. Böylece, bireyler kendilerini özgür hissetseler bile, gerçekte hayatlarının büyük bir kısmı zorunluluklarla şekillenir. Rousseau gibi Marx da, gerçek özgürlüğün ancak sistemin dayattığı zorunluluklardan bağımsız olunduğunda mümkün olduğunu savunur.
Bu noktada bireyin özgürlüğünü kaybetmesi, sadece ekonomik zorunluluklarla sınırlı kalmaz; psikolojik ve varoluşsal bir meseleye dönüşür. İnsanlar, kendilerini ve benliklerini yitirerek, sadece yaşamlarını sürdürebilmek adına sistemin kurallarına uyum sağlamak zorunda kalırlar. Kendi kimliklerinden ödün vererek, çoğu zaman kim olduklarını bile sorgulamadan, toplumsal beklentilere göre şekillenen bir yaşam sürerler. İşte bu trajedi, özgürlüğün yalnızca teorik bir kavram olarak kaldığını, pratikte ise büyük bir ayrıcalığa dönüştüğünü gösterir.
Rousseau’nun düşüncesi, günümüz dünyasında giderek daha sert bir gerçeklikle karşılık bulur: Özgürlük, yalnızca sahip olduğumuz seçenekler kadar değil, bu seçenekler arasından herhangi birini zorunluluk hissetmeden reddedebilme gücümüzle ölçülür. Eğer bir insan, hayatını sürdürebilmek için istemediği şeyleri yapmak zorundaysa, onun özgürlüğünden söz edilemez. Gerçek özgürlük, yalnızca fiziksel ya da hukuki engellerin kalkması değil, bireyin sistemin dayattığı zorunluluklardan bağımsız karar verebilmesidir. Ancak bugünün dünyasında bu, çoğunluk için bir hak olmaktan çıkıp, yalnızca belli bir kesimin sahip olduğu bir lüks haline gelmiştir.
Özgürlük, insan aklında hiçbir zaman sönmeyecek bir ışık, fakat kişinin elleri ona doğru uzandığında daima bir adım öteye kayan bir ufuk çizgisi gibidir. Rousseau’nun “Özgürlük, yapmak istemediğini yapmamaktır.” tanımı, özgürlüğün yalnızca bir sınır çizme yetisine indirgenemeyeceğini gözden kaçırıyor olabilir. Çünkü insanın yapmak istemediğini yapmaması; yalnızca onun kişisel gücüyle değil, içinde bulunduğu sistemin ona sunduğu imkanlarla da şekillenir. Eğer bir insanın zorunda olduğu şeyler onun temel ihtiyaçlarını karşılamaz hale gelirse, özgürlüğü bir tercih olmaktan çıkıp hayatta kalmak için elindeki tek seçenek hâline gelir. O hâlde, özgürlük yalnızca bir reddetme hakkı değil, aynı zamanda bir yaratma gücüdür demek yanlış olmaz. Kendi yaşamını şekillendirebilme yetisi olmadan, sadece reddedebilmek gerçekten özgürlük sayılabilir mi, bu mesele muammadır.
Birinin özgürlüğü, başka birinin kısıtlanması anlamına geldiğinde, özgürlüğü mutlak bir kavram olarak ele almak çelişkili hâle gelir. Bir insanın istediği her şeyi yapabilmesi, bir başkasının zarar görmesine yol açıyorsa, özgürlüğün nerede başlayıp nerede bittiğini kimin belirleyeceği hususunda John Locke gibi filozofların düşüncelerinden yararlanmak yersiz olmayacaktır. John Locke, özgürlüğü bireyin doğuştan sahip olduğu haklarla ilişkilendirir ve özgürlüğü, başkalarının haklarına zarar vermediği sürece sınırsız olarak tanımlar. Rousseau'nun özgürlük tanımına benzer şekilde, Locke da bireyin kişisel özgürlüğünü savunur, ancak Rousseau'dan farklı olarak; Locke'un özgürlüğü, toplumun sözleşmesiyle daha çok bağlantılıdır. Rousseau, bireylerin toplum sözleşmesi ile toplumda özgürlüklerini garanti altına almalarını savunur, bu da Locke'un doğal haklar teorisine (yaşam, özgürlük ve mülkiyet) bir tepki gibidir. Rousseau, bireyin özgürlüğünü tanımlarken, bunun başkalarının özgürlüğüyle nasıl bir denge içinde olması gerektiğini göz ardı etmiş olabilir. Özgürlüğün bir kişinin tercihleriyle değil, toplumun kolektif olarak inşa ettiği koşullarla şekillendiğini göz önünde bulundurursak, yapmak istemediğini yapmamak, ancak bu hakkın herkes için erişilebilir olduğu bir sistemde gerçek anlamını bulabilir.
Bu noktada özgürlüğün ütopya mı, yoksa distopya mı olduğu sorusu kaçınılmaz hale gelir. Eğer özgürlük, kişinin tamamen bağımsız hareket edebilmesi anlamına gelirse; hiçbir otoritenin, yasanın veya düzenin olmadığı bir kaos ortamı yaratır. Öte yandan, herkesin eşit derecede özgür olmasını sağlamak için getirilen düzenlemeler, bireyin özgürlüğünü kısıtlayarak onu görünmez parmaklıklar ardına hapsedebilir. Mutlak özgürlük, ya bir anarşi ya da mutlak bir kontrol anlamına gelir. Her iki durumda da özgürlük olarak gördüğümüz şeyin, bireyin kendi üzerindeki hâkimiyeti olup olmadığı tartışmalıdır. Rousseau’nun özgürlük tanımı, bireyin yapmayı istemediği şeylerden kaçınma hakkını savunurken, bu kaçınma hakkının ne tür bir toplumsal düzlemde mümkün olabileceği konusunda eksiktir. Bir toplumda ancak belirli bir azınlık istemediklerini yapmama lüksüne sahipse, bu özgürlük herkes için geçerli bir hak olmaktan çıkar, bir ayrıcalık haline gelir.
İnsanlık tarih boyunca özgürlüğü arzulamış; ancak onu tam anlamıyla elde ettiğinde, veya elde etmeye yaklaştığında tatminsizlikle yeni kısıtlamalar yaratmıştır. Bu, özgürlüğün ancak ona ulaşmaya çalışırken anlam kazanan bir kavram olduğu fikrini doğurur. Dolayısıyla, eğer özgürlüğü tam olarak elde ettiğimizde onu kaybediyor gibi hissediyorsak, belki de özgürlük aslında asla tam anlamıyla erişemeyeceğimiz bir yanılsamadır. Albert Camus'un da Sisifos Söyleni'nde bahsettiği gibi, gerçek özgürlük insanın istemediği şeylerden kaçınması değil, anlamsızlığa rağmen yaşamı kabul etmesi ve kendi anlamını yaratmasıdır. Hayatta kalmaya bir direniş gibi bakan insan, özgürlüğe ulaşamayacak olsa da en azından varoluşsal bir ölçüde ona yaklaşacaktır. Rousseau’nun tanımını bu bağlamda ele aldığımızda, özgürlüğün bir eylem değil, bir süreç olduğu gerçeğini göz ardı ettiğini söylemek mümkündür. Yapmak istemediğini yapmamak; eğer toplumsal, ekonomik ve politik güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele alınırsa, gerçek bir özgürlük anlayışı yaratmaktan çok, belirli bir sınıfın veya bireyin ayrıcalığına dönüşebilir.
Sonuç olarak, özgürlük ne tam anlamıyla var olan ne de tamamen yok olan bir şeydir; onun varlığı, sürekli olarak ona ulaşmaya çalışmamızla anlam kazanır. Foucault, Sartre ve Marx gibi filozofların katkıları, özgürlüğün derinliklerini ve toplumsal yapılarla olan ilişkisini anlamamıza yardımcı olurken, gerçek özgürlüğün ancak toplumsal eşitlik ve bireysel gücün birleştiği bir düzende mümkün olduğunu göstermektedir. Özgürlük yalnızca istemediğini yapmamak değil, aynı zamanda kendi yaşamını yaratabilmekle mümkün hale gelir. Ancak bu yaratma süreci, bireyin değil, toplumun inşa ettiği koşullara bağlıdır. Bu nedenle, özgürlük yalnızca bir bireysel hak değil, aynı zamanda kolektif bir sorumluluktur; ve belki de onun en büyük trajedisi, tam anlamıyla hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir ideal olmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder