tag:blogger.com,1999:blog-36890905933451201572024-03-13T19:43:41.994+03:00lise felsefe lise felsefe lise felse...f e l s e f e s a n a t e d e b i y a t h a y a tymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.comBlogger120125tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-8490165546175274962023-06-11T18:42:00.006+03:002023-06-11T18:42:42.018+03:00Ali Berat Boşça / Üsküdar Amerikan Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Birincisi<p style="text-align: center;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYubvoErEa4x5qXQ-4iWcGkSUiYJrZMXinlyoEqM21jDBueBX5o81SjYrVQKFl3zqeP-aqH_-aNqupjP2M6T45ohh-G1SsZEhnSMP9otD_bYOFDtPm2LC4dHTD7E007xfb3mdcFuJQ9mAbG4VIyNYtCD-psZWh9UQREdT1yYOifIZf6tdC6YXQMPejBQ/s4618/IMG_20221110_142425.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYubvoErEa4x5qXQ-4iWcGkSUiYJrZMXinlyoEqM21jDBueBX5o81SjYrVQKFl3zqeP-aqH_-aNqupjP2M6T45ohh-G1SsZEhnSMP9otD_bYOFDtPm2LC4dHTD7E007xfb3mdcFuJQ9mAbG4VIyNYtCD-psZWh9UQREdT1yYOifIZf6tdC6YXQMPejBQ/s320/IMG_20221110_142425.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>Final Yazısı</b></div><p></p><div class="separator" style="clear: both;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><i>“Cinsiyetçilik kendini ifade etmek için ırkçılığa, ırkçılık da cinsiyetçiliğe başvurur. Irklılaştırma ve toplumsal cinsiyetlendirme, paralel ya da analojik süreçler değildir, iç içe işler.” Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka, Fol Kitap</i></span></div><div class="separator" style="clear: both;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both;"><b>Kurguculuk ve Statüko: “Irk” ve “Cinsiyet” Kavramlarının Epistemolojik Bir Analizi</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Varoluş, aidiyet, bu aidiyet duygusuna olan ihtiyaçtan kaynaklanan gruplaşma ve ötekileştirme; kökenleri çok karışık, karanlık tarihler barındıran olgu ve kavramlardır. İnsan ne yazık ki diğer hayvanlardan ayrışma yoluna gittiğini iddia ettiği “bilinç” sahibi olma durumunu, göreceli olarak incelendiğinde çoğunlukla kendi yararına kullanmayı seçmiş olsa da, kendi türünü birtakım gruplara, ‘sekt’lere ayırarak bu ayrışmayı kendi yararına ve/veya tatminine de kullanmaya çalıştı. Bunu bazen, ‘ırk’ olarak adlandırdığı ve genetik ölçeğinde bakıldığı zaman aslında sadece %0.1’lik bir DNA varyasyonunun etki ettiği (Duello) bir uydurulmuş sosyal bir kavram üzerinden yaptı, yeri geldiğinde ise günümüzde yine sosyal, uydurma bir konsept olduğuna inandığımız toplumsal cinsiyet üzerinden yaptı. Bu yazımda, Yuval Noah Harari’nin insanların ‘kurgular yaratma’ konuşmasından, Carl Schmitt’in “siyasal kavram”ından, Judith Butler’ın cinsiyetin “performatiflik” teorisinden ve son olarak Liberalizmin güç sistemleri inşası üzerinden Sosyalist bir eleştirisine, ve Martin Luther King Jr.’ın hukuk felsefesindeki görüşlerine yer vererek ırk, ırkçılık, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsiyetçilik ve ötekileştirme kavramları arasındaki yadsınamaz varoluşsal göbek bağından bahsedeceğim.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Felsefi analiz ve alıntılarıma geçmeden önce Harari’nin yapmış olduğu, kaynaklarımda bulabileceğiniz TED konuşmasında üzerinde durduğu, insanın “kurgular yaratma” özelliği ile bu yazının temel iki “kurgusu” olduğuna inandığım “ırk” ve “cinsiyet” üzerine biraz daha konuşmak istiyorum. Harari, bu konuşmasında temelde şu soruyu sorar: insan, ilk ortaya çıktığında ataları olan şempanzelere (ve diğer kendinden fiziksel olarak güçlü olan hayvanlara) kıyasla fiziksel olarak daha güçsüz olmasına ve işbirliği konusunda çok da farklı özelliklere sahip olmamasına rağmen nasıl günün sonunda dünyanın hakimi oldu? Harari, bu soruya 2 aşamada cevap verir: İnsanın, şempanzeler özelinde, çok da farklı işbirliği yetenekleri olmamasına rağmen, bunu ölçeklendirip karmaşık sistemler haline getirebilmesi, insanı dünyanın hakimi kılmasını sağlamıştır. Mesela, bir grup şempanze her ne kadar kendi aralarında işbirliği yapabiliyor olsalar bile, birbirini tanımayan şempanzelerin bir araya gelerek, sayıca çok fazla bir şekilde karmaşık sosyal etkileşimler gerçekleştirmesi mümkün değildir. Fakat aksine, insanlar bunu o kadar iyi yapabilirler ki, hiç tanımadığımız insanlarla kurduğumuz sosyal sistemler sayesinde mükemmel işleyen yapay işbirliği ağları kurabilirler (havayolu şirketleri, çok uluslu özel şirketler, ulus devlet sistemleri, vb.). Bunun en iyi örneği olarak Harari, parayı gösterir. Para, insanların ona inanması ve değerli olduğunu kabul etmesi sayesinde bir değere sahiptir. Bir insan tanımadığı bir kasiyere özünde değersiz bir kağıt parçası olan parayı uzattığında, karşılığında maddi bir değeri olan bir yiyecek alabilir mesela. İşte para özelinde Harari’nin temel argümanı ve cevabının 2. aşaması ortaya çıkar: kurgular yaratabilme. İnsanlar dünyaya hakim olmuştur çünkü kendilerini birbirlerine bağlayan, paranın değeri olduğunun kabul edilebilmesi gibi, birçok kurgu sistemi kurgulamışlardır. Harari’ye göre insanlar dışındaki canlılar gerçekliği objektif olarak yaşarlar ve gözleri önündeki şeyler onlar için tek gerçektir. Fakat insanlar, yarattıkları kurgular sayesinde ikincil, kurgusal bir gerçeklik yaratarak onları objektif gerçeklikleri haline getirebilirler. Bunu yaparak hem doğayı şekillendirebilir hem de doğaya hükmedebilirler. İşte tam bu noktada, ırk ve cinsiyet kavramını insanın ‘kurgular yaratma’ya olan yatkınlığına bağlamak istiyorum. Kurgusal sistemler ve kavramlar her ne kadar insanın gelişme ve doğayı değiştirmesinde çok önemli bir yere sahip olsa da, insan bu özelliğini birbirine daha da yakınlaşmak amacıyla belki de bir “öteki” yaratmaya çalışarak kullanır. Bunu da bu yazı çerçevesinde kurgulandıklarını savunduğum “ırk” ve “cinsiyet” üzerinden yaparlar. Bunu neden yaptıklarını Schmitt’in felsefedeki görüşlerini anatarak detaylandıracağım fakat öncelikle yazının öncülüne geri dönmek istiyorum. Irkçılık ve cinsiyetçilik birbirlerini kullanırlar ve iç içe işlerler çünkü ikisi de insanların kurgusal sistem/olgu kurma kabiliyeti, bazen de lanetinin bir sonucudur. O nedenle birbirlerini kullanmakla kalmazlar ve aslında birbirleridirler, zira onları var eden kaynak aynı kurgu kurgulama sistemidir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Carl Schmitt’in “siyasal kavramı” özellikle söz konusu ırkçılık olduğunda anlaması ve anlatması, yaşadığı ve öncülüğünü yaptığı 2. Dünya Savaşı Nazi Almanyası dramının tekrar yaşanmaması için kanımca çok önemlidir. Her ne kadar Schmitt’in görüşleri milyonlarca masum insanın soykırımını felsefi temellere oturtarak meşrulaştırmak için kullanılsa da, aslında onları anlamak, onlarla mücadele etmek için çok önemli bir adımdır. Schmitt, siyaset üzerine kaleme aldığı “Siyasal Kavramı” kitabında “siyasal”ı gündelik siyasetten farklı bir boyuta çekerek anlatır. Schmitt için “siyasal” olan, gruplaşma ve ötekileştirmenin pratik haline gelerek gündelik siyaset ve toplumda gerçekleştirilmesidir. Schmitt’e göre, gündelik siyasi faaliyetler, liberal demokratik hukuk temelleri üzerinden idealist bir şekilde yapılmamalıdır. Bunun en önemli sebebi, liberal demokratik sistemlerin ‘sıkıcı’ olmasıdır. Schmitt, liberal demokrasinin değer verdiği ve en önemli kazanımı olarak gördüğü tartışma kültürünün, insanları daha önemli ve çarpıcı sorunları ile ilgilenmekten onları alıkoyduğunu düşünür. O nedenle, siyasal olanın daha doğrudan, katı ve aksiyoner olması gerektiğini savunur. Fakat problem, bu aksiyoner tavrı nasıl oluşturmayı seçtiğinde başlar. Schmitt’in en temel anlatısı, ‘biz ve onlar’ olarak özetleyebileceğim kurumsallaşmış ötekileştirmedir. Schmitt, siyasal olanın bir ‘biz’ yaratarak başladığını, sonrasında ise toplumsal, siyasal, kültürel, kısaca her tür güç mücadelesi içine girdikleri bir ‘onlar’, bir ‘öteki’den ibaret olduğunu savunur. Schmitt için liberal demokratik idealler boş, anlamlı ve değerli olan kurumsallaşmış ötekileştirme üzerinden kurgulanmış sonsuz bir güç savaşıdır. İşte tam bu noktada, Schmitt’in öncüsü olduğu Alman Nazizminin belki de en kötü fakat konuşulmayan propagandist politikası ortaya çıkar: insansızlaştırma. Nazi Almanya zulmü ve katliamları söz konusu olduğunda genelde çoğu insanın aklına devrin insanlarının nasıl türdaşlarına yapılan bu zulme sessiz kalabildikleri ve bunu yadırgamadıkları gelir. Her ne kadar muhakkak bunu yadırgayan ve buna karşı faal olan insanlar olsa bile, bu soru genel ölçekte haklı bir sorudur. Bu sorunun cevabı ise, Schmitt’in siyasal olanında gizlidir. Nazizm, propaganda araçları ile ‘öteki’, ‘onlar’ olarak ilan ettiği Yahudiler başta olmak üzere birçok azınlığı, toplum nezdinde insansızlaştırma politikası yürütür. Çünkü kendileri de planladıkları soykırımların ne kadar acımasız ve kabul edilemez olduğunun içten içe farkındadırlar, o nedenle adeta “evinize dadanan hamam böceklerini öldürmek ne kadar haklı ve meşru ise, Yahudileri de öldürmek o kadar haklı, meşru ve gereklidir” gibi bir retorik kullanımı ile yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. Çünkü kendileri de insanın başka bir insana yaptıklarını yapmayacağını, yapmaması gerektiğini aslında bilirler. O nedenle, sadece insanlık ayıbı olarak tanımlanabilecek bir siyasi propaganda yöntemi ile ‘öteki’leri insansızlaştırarak, kıyımlarını bir hamam böceğini öldürmekten farksız kılmaya çalışırlar. Sonuç olarak, Schmitt’in felsefi temellere oturtmaya çalıştığı güç ilişkileri ve siyaset analizi, aslında kendisinden çok daha büyük bir dramın meşrulaştırılmasına neden olur. Schmitt’in yarattığı yanlış, affedilemez kurgu, ırkçılık başta olmak üzere cinsiyetçiliğin de “biz ve onlar” düzlemine alınması ile büyük bir insanlık dramına neden olur. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İlk paragrafımda, “ırk” kavramının biyolojik herhangi bir temele dayanmadığını, bilimsel kaynağım ile açıklamıştım. Şimdi ise yazımın bu kısmını, özellikle günümüzde çokça konuşulan “toplumsal cinsiyet” kavramına ayırmak istiyorum. Özellikle 20. yüzyılın ortalarına kadar tüm dünyada (ve hala da dünyanın birçok yerinde) hakim olan anlayış, sadece 2 temel cinsiyet olduğu (kadın, erkek), bazen bu 2 temel cinsiyete de ‘uymayan’ intersex bireylerin olduğu ve cinsiyetin doğuştan bireylerin biyolojik birtakım göstergeleri ile (genital uzuvlar, kromozom yapısı, vb.) anlaşılabileceği ve atanabileceği idi. Fakat, hem bu tanımda yapılan birtakım açık çelişkiler hem de feminizm ve marksizm gibi birçok felsefi kuramın kesişimselleşerek günümüzde “queer theory” dediğimiz ve LGBTİ+ bireyleri temel alan, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi toplumsal temellere dayandığını savundukları konuları inceleyen araştırma alanlarının ortaya çıkması, bu görüşe karşı çıkılmasına ve dünyanın bazı yerlerinde bu durumun (mesela ABD’de) bir ‘kültür savaşı’ haline gelmesine neden oldu. Judith Butler, “queer theory” olarak adlandırdığı cinsiyet ve toplum kuramları çerçevesinde, toplumda binyıllar boyunca kabul edilen cinsiyet kimliklerinin aslında sadece 2 ile sınırlandırılamayacağını, zira cinsiyetin doğumda (az önce bahsettiğim biyolojik göstergelere dayanan) atanmış cinsiyetten farklı olduğunu, uydurulmuş toplumsal bir kavram olduğunu ve bunun sonucunda sadece bir “performans”tan ibaret olduğunu savunur. Butler, müesses nizama mâl olmuş cinsiyet anlayışının (cinsiyetin bireylerin tipik cinsiyet faaliyetlerini belirlemesi, vb.) ters olduğunu ve cinsiyetten dolayı belli özelliklerin insanlarda zuhur ettiğini (erkeklerin maskülen olması, vb.) değil, bu performatif durum ve koşulların aslında kafamızdaki cinsiyet anlayışını oluşturduğunu savunur. Yani, kaba bir özet ile Butler’ın cinsiyet kuramı, Harari’nin insanın kurgusala olan yatkınlığının bir tezahürüdür diyebiliriz. Peki, madem hem müesses nizama mâl olmuş cinsiyet anlayışının kendi içindeki çelişkileri (2 cinsiyet olduğunun söylenmesi ama intersex bireylerin genelde konuşmadan göz ardı edilmesi ve üzerinde durulmaması) ve Butler’ın idealist temellere oturttuğu cinsiyet anlayışı bu kadar rasyonel olarak açıklanabilir ise, neden bu az önce bahsettiğim ‘kültür savaşı’na sebep oluyor? Bu soruya Butler’a son bir atıfta bulunarak sonrasında ise Liberalizmin Sosyalist eleştirisi ile cevap vermeye çalışacağım. Butler, son zamanlarda verdiği röportajlarda bu soruya doğrudan cevap vermiş olsa bile ben felsefeden çok sapmadan, ‘queer theory’ sınırları içerisinde bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Butler, klasik cinsiyet anlayışının neden öyle anlaşıldığını ve yaşandığını anlatmak için “normatif heteroseksüel” bir baskıdan söz eder. Bu baskı, doğası gereği her insanın sahip olduğu anne ve babasından öğrendiği birtakım normatif ve heteroseksüel cinsiyet rolleri ve kimliklerinin bir yansımasıdır. Kanımca, insanın statükocu ve değişime karşı olmaya yatkın olan yapısı, günümüzde ortaya çıkan ‘kültür savaşları’nın temel sebebidir. Yüz hatta belki de bin yıllardır süregelen düalist insan sınıflandırılmasının sağladığı ‘rahatlıktan’ vazgeçmek istemeyen insan, bu rasyonel temellendirmelere dayalı toplumsal cinsiyet anlayışını hazmetmemeyi seçebiliyor bazen. İnsanın ötekileştirmeye neden meyilli olduğunu, Schmitt’in ırk, güç ve siyasal olanın ilişkileri üzerinden anlatmıştım. Yazıma, insanın gruplaşma ve ötekileştirmeye olan meyline, sınıfsal bir perspektif katarak devam etmek istiyorum.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Liberalizm ve Sosyalizmin temel ihtilaf noktasını “eşitlik” ve “özgürlük” kavramlarına atfedilen değer üzerinden çizmek mümkündür kanımca. Bu doğrultuda, Liberal anlatı, çeşitli çatışmalar ve/veya pazarlıklar sonucunda alınan/verilen hakların ve özgürlüklerin (insan hakları, mülkiyet hakkı, vb.) öneminden bahseder ve savunurken, Sosyalizm, Liberalizmin bu kazanımlarına biraz şüphe ile yaklaşır. Tarihsel tüm süreçleri sınıf çatışmaları üzerinden okumayı amaç edinen Marksist tarih yorumu, kanımca bunu en çok günümüz ileri kapitalist ekonomilerini tanımlamak ve eleştirmek konusunda kullanır. Özellikle, kuruluşundan beri Liberal hak ve özgürlükleri mihenk taşı olarak gören ABD söz konusu olduğunda, Sosyalist ekol, ABD’yi ve ABD yönetici elitini iki yüzlülük ve yalancılık ile suçlar. Günümüz ABD’sine getirilen bu eleştirileri anlamak için, öncelikle temel bir örnek üzerinden gitmek faydalı olacaktır kanımca. Liberalizm, bireylerin eriştikleri sonuç konusunda eşitliğe o kadar değer atfetmese de, bireylerin hukuk ve devlet önünde eşit görülüp eşit muamele edilmesine çok önem verir. Bu nedenle, Locke ve Rousseau gibi toplum sözleşmecileri, bireylerin bir araya gelerek önemli birçok haklarının müdafaası için bazı haklarından kolektif bir feragatı savunurlar. Bu şekilde, örnek olarak, bir Liberalin ideal devletinde güçlü ve zengin bir iş adamının fakir ve güçsüz bir adama karşı işlediği suç, hukuk tarafından tarafsız ve eşit bir şekilde, objektif bir mekanizma ile ele alınır. Liberalizm, bu durumu en önemli kazanımlarından biri olarak gösterir fakat Sosyalist paradigma, aynı fikirde değildir. Sosyalistler, bu örnek özelinde, tabii ki ideal bir toplumda hukukun tarafsız bir şekilde her zaman haklıdan yana olmasını ve günün sonunda suçu işleyen kişi güçlü ve zengin olsa bile cezasını çekmesini temenni eder. Fakat onlara göre, bireylerin zenginliklerinin çeşitli varsayımsal idealler uğruna göz ardı edilmesi, çok yanlıştır ve büyük bir iki yüzlülüktür. Mesela en basit şekilde, Sosyalistlere göre güçlü ve zengin adam daha iyi avukatlar tutup daha iyi bir savunma hazırlayabilecekken fakir adamın aynı maddi güce sahip olmaması, Liberallerin kurguladıkları sistemin sadece bir hüsnükuruntudan ibaret olduğunu düşünmelerine neden olmuştur. Sosyalist paradigma, Liberallerin hukuk önünde eşitlik gibi temel değerlerin önemini tabii ki inkar etmez, ancak bu ve diğer tüm toplumsal konular özelinde materyal zenginliğin çok hatta belki de en önemli faktör olarak göz önünde bulundurulması gerektiğini savunur. ABD, cinsiyet, ırk, ve statüko konuma dönecek olursam Sosyalist eleştiriden şu argümanları eklemek isterim: Verdiğim dava örneğinde, Liberaller kulağa hoş gelen saikler ile yola çıkarak değerli ve özel bir sistem tasarladıklarını iddia ederler. Fakat materyal eşitsizliklerin merkeze alınıp çözümlerin sunulmadığı her sistem, sadece bu eşitsizliklerin büyümesine ve toplumu kötüleştirmeye devam edecektir onlara göre. Bu nedenle de, özgürlük ve adalet gibi evrensel idealler üzerinden yola çıkan ABD gibi ülkeler ve sistemler, Hayvan Çiftliği’nden çıkma, “bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir”vari sonuçlara yol açar. ABD’nin ilk kurulduğunda köleliğin ülkede çok önemli bir yeri olması, sadece mülk sahibi olan beyaz Anglo-Saksonların oy hakkı olması, kadınların 1920’de, Siyahi ve diğer azınlıkların ise bundan neredeyse 40 yıl sonra bu haklara erişmesi, özgürlük ve adalet gibi değerler ile yola çıkan sistemlerin statükocu bir zehrin etkisinde kalmasının en önemli yansımasıdır kanımca. Halihazırda var olan “ırk” ve “cinsiyet” kavramlarını bu değerli özgürlük ideallerine erişmek doğrultusunda yenilemek veya değiştirmek yerine, tabir-i caiz ise, kendilerine çizilen hareket alanlarında bu hak mücadelelerini vermeyi seçiyor bazen insanoğlu. Bu doğrultuda, “ırkçılık” ve “cinsiyetçilik” birbirlerine çok daha yakından ilişkilidir, çünkü ikisi de statükonun devamını simgeler. İkisi de idealist hamleler yapmak isteyen insanın, günün sonunda zaaflarına yenik düşerek acziyetlerini aşamamasını simgeler. İkisi de, entelektüel gelişim akan bir şelalenin altından geçen bir filozofun, kovalar dolusu suyu evine götürmek yerine bir daha geri dönememek pahasına küçük matarasını doldurmakla yetinmesine benzer.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Peki ya söz konusu kurumsallaşmış ırkçılık ve cinsiyetçilik olduğunda, değişim nasıl gelmeli? Martin Luther King Jr. (MLK), 1960’larda ABD’de çok önemli bir parçası ve lideri olduğu Sivil Haklar Hareketi kapsamında, Birmingham’daki nezarethanesinden kaleme aldığı mektup ile bu soruya çok güzel bir cevap verir. Hak mücadeleleri ve gayrimeşru devlet yönetim/faaliyetlerine karşı yürütülen mücadelelerin meşruiyetini koruyabilmek söz konusu olduğunda, Thoreau gibi sivil itaatsizlik savunucuları veya Ghandi gibi barışçıl direnişçiler, bu konu farklı konumlarlar kendilerini. MLK ise, direnişinin felsefesini açıklayarak, nadir görülen bir entelektüel direniş örneği sergiler. Özellikle ABD’de süregelen hukuk geleneği, hukukun sosyal bir fenomen olarak görülmesi üzerinedir. Yasalar, insanlar onları var ettiği sürece vardır ve işlevseldir. Bu paradigma, yasaların varlığını insanın sosyal ilişkiler yapılarına ve kısmen Harari’nin insan kurguculuğuna bağlar. Bu hukuk felsefesi anlayışında, yasaların varlığı konusunda ahlaki bir ön şart, beyanatta bulunulmaz. MLK ise bu anlayışa karşı gelir. Ona göre, yasaların sosyal olmasına ek olarak, ahlaki olmak gibi de bir gereklilikleri vardır. O nedenle, Aziz Augustine’e atıfta bulunarak, “Adil olmayan bir yasa, yasa değildir.” der. Bu tutum, entelektüel bir direniş örneğidir çünkü yasalarla ilgili kabul gören anlayış ile harekete ederek yasaların ahlaki gerekliliklerine takılmadan sadece onları değiştirmeye odaklanmak yerine, bu paradigma, insanları aslında MLK’in ‘çiğnediği’ yasaları çiğnemediğini, çünkü ahlaki gereklilikleri yerine getirmedikleri için zaten yasa olmadıklarına ikna etmeyi seçer. Bu sayede, insanların kurguculuk özelliği, ırk ve cinsiyet gibi kurguların olası istismarını, yine hukuk gibi benzer bir kurguya entelektüel bir cevap verir. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Söz konusu insan olduğunda, kurguya meyil, zaaflar, acziyetler ve statükoculuk gibi olguları göz önünde bulundurmak gerektiğini artık sanırım tekrar etmeme gerek yok. Ancak bu demek değildir ki bunların farkında olarak, olası yozlaşma anlarında içinde bulunduğumuz toplum sistemlerinin tercih edilmeyen şekillerde sonuçlanmasını önleyebiliriz. Her konuda olduğu gibi, insanın hayatını kocaman bir çözüm üretme serüveni olarak görmek mümkündür kanımca. Sorunu çözmeye çalışmak kadar, sorunun doğru tespiti de önemlidir. Çünkü tam anlamıyla anlamlandıramadığımız sorunlara çözüm bulmaya çalışmak, yenik düşmemeye çalıştığımız statükoculuğun bir tezahürü olma riskine gebedir. Günün sonunda, insanlığın aslında çözmeye çalıştığı sorunların bir çoğunun kaynağının yine insan olduğunun farkında olmak, belki de çok önemli bir başlangıçtır. Zira, kolektif bir birleşim orkestrası ile kompleks kurgular yaratmak, beraberinde bu kurguların gerçekleştiğindeki sorumlulukları da getirir. Sartre’den ilham ile, ‘insan, kurgularının gerçekleşmesine mahkumdur’ çünkü. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">KAYNAKÇA</div><div class="separator" style="clear: both;">Duello, Theresa M et al. “Race and genetics versus 'race' in genetics: A systematic review of the use of African ancestry in genetic studies.” Evolution, medicine, and public health vol. 9,1 232-245. 15 Jun. 2021, doi:10.1093/emph/eoab018</div><div class="separator" style="clear: both;">https://www.youtube.com/watch?v=nzj7Wg4DAbs</div></div><p style="text-align: center;"><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvzO1A3xIeiDIiAxRAG3ADPRLiGthu_aAMCGsKg9kN-Fpwj1xDyz8FzVEJirBZ_uzJ8huepO_Z7QUJyZm0xFOzYbtOrmM7byccZ3ki5YjWnhiheYAETB6suK58sUIPwuJkUA1mX4KKzgqdzZ39yuldcGBreuZcFAdcPG49wS4bjLwNAFu9Y0aWcgidRQ/s4618/IMG_20221110_141926.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvzO1A3xIeiDIiAxRAG3ADPRLiGthu_aAMCGsKg9kN-Fpwj1xDyz8FzVEJirBZ_uzJ8huepO_Z7QUJyZm0xFOzYbtOrmM7byccZ3ki5YjWnhiheYAETB6suK58sUIPwuJkUA1mX4KKzgqdzZ39yuldcGBreuZcFAdcPG49wS4bjLwNAFu9Y0aWcgidRQ/s320/IMG_20221110_141926.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>2. Adım Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left; text-indent: 0px;"><span style="text-indent: -18pt;"><b><br /></b></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left; text-indent: 0px;"><i><span style="text-indent: -18pt;"><b>"</b></span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></i></div><p></p><div class="separator" style="clear: both;"><b>İnsanın Fani Varoluşundan Kaynaklanan Aşkın Anlam Arayışının Psikanalitik ve Ontolojik İncelemesi</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsan; ilk yerleşik hayata geçtiği, salt olarak hayatta kalma fonksiyonlarını yerine getirmek zorunda olmadığı—kısaca—düşünmeye ayıracak zamanı olduğundan beri, bu zamanını belki de en çok tek bir temel sorunun cevabını arayarak bulmaya çalıştı: Neden? İnsan neden var, neden yaşıyor, neden ölüyor, neden neden? Bu ‘çok nedenli denklemler’in bilinmeyenlerini çözmeye çalışan insan, kendince birçok anlam mekanizması kurmaya çalıştı. Bazısı buna din, bazısı buna felsefe, bazısı ise ‘varoluş nedeni’ dedi. John Gray’in kediler üzerinden kurduğu ve insanın kendini ve kendini aşan sonsuz anlam arayışını anlamlandırmaya çalıştığu bu sözünden hareketle, ben de ‘bu çok nedenli denklem’leri çözmeyi ve sunduğum çözümü sizlere anlatarak anlamlandırmaya çalışacağım. Bu çözümümde; Platon’un idealizmi, Sartre’nin varoluşçuluğu, Camus’nun absürdizmi başta olmak üzere felsefi düşünürüleri; Maslow ve Lacan gibi psikolog/psikalanistleri ve Harari gibi tarihçileri merkeze koyuyor olacağım.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Argümanlarıma ve felsefi alıntılarıma geçmeden önce, insanın hayatını, varoluşunu ve ötesini anlamlandırma arayışının aslında neden bu kadar önemli, temel bir sorunsal ve paradigma olduğundan bahsederek başlamak isterim. Amerikalı psikolog Maslow, insanı ve varoluşu anlama ve anlamlandırma serüveninde, insanların varoluşunun getirdiği ihtiyaçlarını “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisi ile açıklar. Maslow’a göre insan, en altta “fizyolojik”, en üstte ise “kendini gerçekleştirme” olmak üzere varoluşundan beri birçok “ihtiyacı” doyurmak, karşılamak üzere dünyaya gelmiştir. Kişi, bir kategorideki ihtiyaçlarını tam anlamıyla doyuramadan bir diğer aşamaya geçemez, kişisel gelişim ve karakter oluşumu serüvenine devam edemez. Bu doğrultuda, yazımın başında da bahsettiğim gibi, kanımca, insanın varoluşu üzerine düşünüp felsefe yapması, yerleşik hayata geçip fizyolojik ihtiyaçlarını doyurup, en sonunda ‘kendini gerçekleştirebilme’ üzerine düşünmeye fırsat bulabilmesi ile sonuçlanacaktır. Bunun tarihsel olarak en temel örneğini, ünlü tarihçi Harari’nin “Sapiens” kitabında da bahsettiği üzere, insanın gelişiminin ve ilk tanrı/din kalıntılarının insanın neolitik devrim sonrası yerleşik hayata geçmesi ile görebiliriz. Bu doğrultuda, Gray’in sözünün anlamsal ve felsefi boyutuna geçmeden önce, tarihsel ve bilimsel doğruluk boyutunda bir analiz yapmış olmanın önemli olduğu kanaatindeyim.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Gray, sözünde, insanların anlam arayışına atıfta bulunmaya başlamadan önce, bir kedi metaforu ile bu arayışın aslında bir kedinin gözünden ne kadar ‘absürt’ olduğunu anlatarak başlar. Bu sözü tam anlamıyla anlayabilmek için, Platon’un idealizmini ele alarak başlamak isterim. Gray’in bu sözünde, hiç şüphesiz ki ‘kedi’, aslında karmaşık düşünme mekanizmalarına sahip olmayan tüm canlı ve cansız varlıkları ifade etmektedir. Gray’in sözü aslında temelde 2 varsayım içermektedir: bunlardan birincisi, insanın varoluşunun bir doğal sonucu olan faniliğin, insana varoluşunu ve varoluşunun ötesindeki büyük bir sistemi anlamlandırmak gibi bir, tabiri caiz ise, ‘doğuştan kodlanmış’ bir mekanizma getirdiğidir. Diğer varsayım ise, bunun sadece insanlara özgü olduğu, insan gibi karmaşık düşünme ve anlam arayışı mekanizmalaraına sahip olmayan canlıların (bu alıntı kapsamında kedilerin) bu mekanizmalara sahip olmamalarından kaynaklanan bir anlam arayışı ihtiyacına sahip olmadığıdır. Bu varsayımlardan birincisinin doğruluğunu, Maslow ile bilimsel ve psikanlitik düzlemde açıkladığıma inararak, Platon’un varlık felsefesindeki idealizmi ile detaylandırmak isterim. Platon’un varlık felsefesindeki idealizmi, her varlığın idealar dünyasında var olan ‘ideal’ halinin, bizim yaşadığımız “yansımalar” dünyasının özünü oluşturur nitelikte olduğu yönündedir. Platon’un insanın doğası konusundaki görüşü, insanın ‘insan ideası’na, hocası Sokrates’in diyalektik metoduna benzer bir şekilde mantık ve diyalog yoluyla erişebileceği ve buna yatkın olduğu yönündedir. Platon’a göre insanın “özü” ve “doğası”nı anlamak için bu yöntem yeterlidir. Fakat, insanın özü ve varoluşunu anlamak için kullanılan bu yöntem, aslında insanın yansımalar dünyasındaki halini değil, daha büyük, evrensel ve ‘ideal’ bir insanı anlamaya yöneliktir. Gray’in sözüne dönecek olursak, aslında Platon’un tasvir ettiği ideal insan, kendini anlamlandırmasını anlamlandırmaya çalışırken hem ‘ideal’ insanın kendini anlamlandırma içgüdüsünün bir gereğini yapmış hem de sonucunda insanı ve varoluşunu anlamaya bir adım bile olsa daha da yaklaşmıştır. Yani, Platon idealizmi açısından baktığımızda kediler, herhangi bir varoluş sorgulamasına girebilecek ve bunu fark edebilecek düşüncesel gelişime sahip olması senaryosunda bile bunu yapmamakta, bunu yapmıyor olmaktan bir rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü, Gray’in varsayımı, Platonik açıdan bakıldığında ‘ideal bir kedi’nin özünde böyle bir güdüsü olmadığı fakat tam tersi açıdan ‘ideal bir insan’ın kendi ideasını anlama ve anlamlandırma güdüsüne sahip ve yatkın olduğu yönündedir. Bu nedenle insan kendi varlığını aşan bir anlam ararken, böyle bir güdüsü olmayan ‘kedi’, bu arayışı sadece ‘absürt’ bulmaktadır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Lakin, Sartre, varoluşçu felsefesi ile Platon’un varlık idealizmi ve insanın özü konusuna farklı bir perspektif getirmektedir. Sartre’nin varolşçu felsefesi, “varoluş özden önce gelir” sözü ile özetlenebilir. Fakat bu kısa özet, Gray’in sözünü anlamlandırmak için yeterli değildir. Zira, kanımca, bu söz ve varoluşçu anlayış, ‘özünde’ Gray’in görüşü ile çelişiyor gibi görünse bile aslında üzerine düşünüldükçe, Gray’i haklı çıkarabilecek nitelikte olabilme özelliğine sahiptir. Sartre bu sözü ve varoluşçu felsefesi ile insanın sadece varoluyor olmak ile birlikte gelen bir “öz”e sahip olmadığını anlatmak için sarf etmiştir. Sartre’ye göre insanlar için temel varoluşsal düzlem, sadece varoluyor olmaktır. Bundan sonrasında insanın yapacağı her şey, kendi özünü ‘oluşturma’ niteliği taşımaktadır. Bu nokta, Gray’in sözü ve Platon’un idealizmi ile olan ihtilafın en temel noktasıdır. Gray’in sözü ve Platon’ün idealizmi, insanın varoluşu ve insan ideasının bir sonucu olarak bu varoluşun özünü ve kendi ideasını anlamak ve anlamlandırmak gibi bir güdüye sahip olduğu yönündedir. Gray, bu görüşü biraz daha ileri götürür ve insanın faniliğinin onu kendi özünün ötesinde de bir anlam arayışına ittiğini söyler. Buna rağmen, Gray’in sözünde insanın özünden gelen ‘anlam açlığı’ bâkidir. Fakat, Sartre, bu görüşe karşı çıkarken adeta “var olmayan bir özü anlamak ve bu özün ötesini anlamlandırmaya çalışmak imkansızdır, zira ortada anlaşılıp anlamlandırılacak bir öz, devamında bu özün dayandırılabileceği ‘daha aşkın bir neden yoktur’!” tavrı ile görüşünü ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda, Sartre’nin varoluşçu paradigmasından bakıldığında, felsefe ve din gibi mekanizmalar, insanın özünü ve daha aşkın bir nedeni anlamaya değil, olsa olsa insanın özünü oluşturmaya hizmet edebilecek birçok farklı faktörden sadece ikisi olabilir niteliktedir. Fakat, bir noktada, Sartre’nin varoluşçu felsefesinin kendisi ile çelişkiye düştüğü kanaatindeyim. Sartre’nin insanın kendi özünü oluşturuyor olmasının müesses nizama malolmuş anlamı ve yorumu, insanın temelde bir özü olmadığı üzerinden kuruludur. İşte bu noktada, insanın kendi özünü oluşturmak üzerine bir özü olduğununun söylenip söylenemeyeceği, eğer söylenebiliyor ise bu söylemin bir çelişki mi yoksa Sartre’nin argümanlarının doğruluğuna bir kanıt mı olduğunu söylemek konusunda bir ihtilaf içerisindeyim. Zira, eğer Sartre’nin görüşleri bu paradigmadan okunacak olursa, insanın özünün ‘kendini özünü oluşturmak’ oluyor olması, Gray’in sözünü haklı çıkarır nitelikte olma ihtimaline sahiptir. Çünkü; eğer insanın ‘kendi özünü oluşturma’ özü var ise ve bu öz eğer insanı, ‘kendi özünü oluşturma özünü anlama ve bu özün ötesine geçip aşkın bir varoluş nedeni arama’ şeklinde şekillenir ise, Sartre’nin görüşleri ve Gray’in Platonik idealizm temelinde açıklamaya çalıştığım sözü, içinden çıkılamaz ve kendini yanlışlar bir kısır döngüye girme riskine sahiptir. O nedenle, bu noktaya kadar Gray, Sartre ve Platon üzerinden anlatmaya çalıştığım varoluş-öz-anlam ilişkisini Camus’nun absürdizmi ile yeni bir boyuta taşımak isterim.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Camus’nun absürdizmi, bu noktaya kadar görüşlerimi aktarmaya çalıştığım varoluş-öz-anlam ihtilafına kanımca bir noktada iç ferahlatıcı, bir noktada ise ihtilafı daha da alevlendirici bir paradigma sunmaktadır. Temelinde Camus, bahsi geçen ihtilafın kaynağı olan varoluşun kendisini ve ötesini anlamlandırma sorunun ‘absürt’ olduğunu, onu (ve ötesini) anlamlandırma çabasına girilmemesi gerektiğini, zira gerçekten bu varoluşun (ve de dolaylı olarak ötesinin) bir anlamı olmadığını, olsa bile bu anlayış durumuna asla erişilemeyeceğinin insan tarafından kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. Gray’in sözü özelinde Camus’nun absürdizmi, “kedi” metaforu tarafından açıklanmaktadır kanımca. Çünkü kedi, insanın varoluşunun ölümle el ele olmasından kaynaklanan aşkın bir anlam arayışının ‘absürtlüğünü’ savunmakta, kendi varoluşunun bunun gibi anlam arayışları ile dolu olmamasından kaynaklanan çarpık bir rahatlama hissini savunan Camus’yu temsil etmektedir. Fakat, Sartre’nin sözünün aksine hem Camus’nun absürdizmi hem de Gray’in kedi metaforu, insanın varoluşunu anlamlandırma çabası içerisinde olduğunu üstü kapalı ve dolaylı olarak bile olsa kabul etmektedir kanımca. Fakat, bu kabul, sadece bu arayışın ‘absürt’lüğünü ikrar etme, adeta ‘dalga geçme’ amacıyladır. Camus’nun absürdizmi, aynı zamanda Gray’in sözünün en temel taşlarından birisini oluşturan “ölüm” kavramı ile göz ardı edilemez bir ilişki içerisindedir. Gray, ölüm kavramını insanın varoluşunu anlamlandırma serüveninde kendisi ile sınırlı kalmaması yönünde bir katalizör olarak görürken, Camus, ölümü başka bir absürt olarak tanımlamaktadır. Camus için ölüm, en temel ve açık ‘absürt’tür. Çünkü, ölüm kavramı hiçbir insanın rasyonel akıl ve muhakeme ile kavrayabileceği bir kavram değildir. Yazımı bitirmeden önce, tüm görüşlerimi yazıma başlarken bilimsel bir temel olarak aldığım psikanalize tekrar başvurarak bitirmek isterim. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Devrinin ve alanının en meşhur psikanalistlerinden Lacan, hem pskiyatri alanında sıkça üzerinde tartışılan hem de Zizek gibi günümüz filozofları tarafından üzerine eklenip geliştirilen “objet petit a” kavramını türetmiştir. “Objet petit a” kavramı, anlaması zor olduğu kadar anlatması da bir o kadar zor bir kavramdır. Dilimize tam doğru olmamak ile birlikte ‘arzularımızın ulaşılamayan nesnesi’ olarak çevrilebilecek kavram, Gray’in ‘insanın kendini aşkın bir anlam arayışı’ konusunu anlamada kanımca çok önemli bir başka noktaya değinmektedir. “Objet petit a” kavramını, somut bir örnek ile bir nebze bile olsa açıklamak isterim: Lacan’a göre insan, aç olduğu durumda yemeği arzuladığını düşünür ve hisseder. Ancak insan, yemeği değil, yemek yediğinde açlığını gidereceğine inandığı ‘tokluk hissi’ni arzular. İnsanın fark etmeden erişmeyi arzuladığı bu tokluk hissi ise, asla erişilebilen bir durum, hissiyat değildir. Çünkü insanın arzuladığı ve açlığını gidereceğine inandığı tokluk hissi, asla deneyimlemesi mümkün olmayan bir histir. Bunun yansıması olarak insan, aç olduğunda bu hissiyata olan düşünceyi arzuladığını değil, yemeğin kendisini arzuladığını düşünür. Lacan’ın bu kavramından hareketle, Gray’in sözünde bahsedilen kedi, “objet petit a”ya erişmek gibi bir arzusu olmayan, zira ya açlık duygusu hissetmeyen ya da arzularının gerçek sebebinin tokluğunu giderecek hissiyatın arzusu olduğunu bilen ve bununla barışmış, insanın erişemeyeceği veya anne karnında kaybettiğini iddia ettiği bir varlık formunu temsil ediyor olabilir kanımca. Yine bu doğrultuda, insan, aslında faniliğinin getirdiği korku ile kendini aşkın bir varoluşu, bir anlamı aradığını düşünür fakat aslında aradığı şey, bu aşkın anlama eriştiğinde hissedeceğini düşündüğü ama erişmesinin asla mümkün olmadığı rahatlık ve tatmin duygusudur. Lacan’ın oldukça karışık ve sofistike bu kavramı, her ne kadar psikanalitik bir araç olarak türese de, felsefi düzlemde de çok işlevsel olabilme özelliğine sahiptir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Günün sonunda, insanın varoluş-öz-anlam olguları etrafında dönen “çok nedenli denklem”lerini biraz bile olsun anlamlandırmayı amaçladığım bu yazıyı, bilinmezliğin sonsuz bir çaba sonucu bilinmeye çalışılmasının verdiği korkutucu ama bir o kadar da rahatlatıcı bir kabullenmişlik ile bitirmek istiyorum. Matematikte ileri sınıflarda öğretilen ve soyut kavramsal temellere dayanan “limit” kavramı, kanımca, insanın kendini aşkın anlam arayışını tasvir etmek için çok güzel bir metafor görevi görmektedir. Limit, bir bilinmeyenin, bir bilinen değere ‘gitmesi’ sonucunda o bilinmeyenin ‘yaklaştığı’ varsayılan matematiksel bir kavramı ifade eder. Bu kavram, soyut temellere dayanıyor olmak ile birlikte somut işlemler ve çözümlerin temelini oluşturur. Bu doğrultuda, ‘çok nedenli denklem’lerimizi bilinen anlam çözümlemelerine ve felsefi kuramlara yaklaştırdıkça, bilinen başka ‘değerlere’ bir o kadar daha yaklaşırız. Her ne kadar bu yaklaşma hali tamamen soyut ve kavramsal olsa bile, günlük hayatta somut bir anlam ve varoluşun temelini oluşturur. O nedenle, belki de insanların amaç olarak edindiği aşkın anlam arayışı, bizleri sadece var oluyor olmasından tatmin olan, ‘çok nedenli bir denklem’ olma halinden mutlu ve bu denklemin varlığını kabullenebilen ‘kediler’ olmamız için vardır sadece.</div></div><p style="text-align: center;"><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiaMzQo020ZZ2dLw2PCzfXmewIEgEo1dPRQpbOpFkSBPvcW-zXY3u5dYQjMDqWP52vuNotZXZpidz0tSjc6LCmIODcAdfg_OJQ0t-y7iiJ_13T5IO3ILh4tvb5qTADr_f2tCW4X7zcfGQ5zrxFVyushd0iGp36haGin-2q3C8nNA-ilCRyEVb_Vb4L1GA/s4618/IMG_20221110_144540.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiaMzQo020ZZ2dLw2PCzfXmewIEgEo1dPRQpbOpFkSBPvcW-zXY3u5dYQjMDqWP52vuNotZXZpidz0tSjc6LCmIODcAdfg_OJQ0t-y7iiJ_13T5IO3ILh4tvb5qTADr_f2tCW4X7zcfGQ5zrxFVyushd0iGp36haGin-2q3C8nNA-ilCRyEVb_Vb4L1GA/s320/IMG_20221110_144540.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>1. Adım Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><i>“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</i><br /><br /></span></div><p></p><div class="separator" style="clear: both;">Fayda maksimizasyonu, kapsamı gereği, konuları ekonomi, siyaset ve ahlak felsefesi başta olmak üzere insanlığın modern konjonktürde karşı karşıya kaldığı birçok sorunu ve soruyu beraberinde getirmektedir. Bu yazımda, ekonomi biliminin kapsamı ve ahlak felsefesi ile olan yadsınamaz ilişkisi üzerinde durarak, Çetin Balanuye’nin bahsettiği ve insanın naçiz varoluşunun ötesine geçtiğini öne sürdüğü problemi, fayda maksimizasyonunun birey, toplum, doğa ve dünyaya olan etkileri başlıkları altında ele alacağım.</div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Ekonomi biliminin babası kabul edilen ve aynı zamanda ahlak felsefesi alanında önemli eserler kaleme almış Adam Smith’in 18. YY’da adeta ‘ekonominin İncili’ sayılan “Ulusların Zenginliği” kitabı, Çetin Balanuye’nin günümüz uygarlığının bir sorunu olarak gördüğü fayda maksimizasyonu konusunun başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Günümüz ortadoks ve hetorodoks ekonomistlerin çoğu tarafından reddedilen veya en azından reformist bir bakış ile ele alınan “görünmez el” teorisi, Adam Smith’in ahlak felsefesi temelinde öne sürdüğü ve Balanuye’nin “fayda maksimizasyonu makinesi”nin ilk tohumlarının ekildiği görüş olarak ele alınabilir kanımca. Smith’in görünmez el teorisi, temelinde, bireylerin kendi faydaları ve çıkarlarını gözeterek giriştikleri ekonomik faaliyetlerin günün sonunda toplumda gözle görülebilir ve hissedilebilir, toplam bir refah ve ‘fayda’ artışına neden olacağı yönündedir. Adam Smith’in bu görüşü, kendisinden sonra gelecek olan düşünürler tarafından değiştirilecek, geliştirilecek hatta zaman zaman reddedilecek ama günün sonunda Balanuye’nin kritiğini yaptığı sistemin temeli olacaktır. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Fayda maksimizasyonunun etkilerini ele almadan önce, Smith sonrası düşünürlerin felsefeye ve ekonomi bilimine kazandırdıkları birkaç düşünce üzerine durmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Smith’den sonra gelen ve ekonomik düşünce alanında ‘klasik okul’un bir parçası olarak kabul edilen bir diğer kişi ise David Ricardo’dur. Ricardo’nun ekonomi alanında yaptığı en büyük katkı, “karşılaştırmalı üstünlük teorisi”dir. Bu teoriye göre A ve B ülkelerinde eğer A ülkesi X ürününü B ülkesinden daha ucuza üretebiliyorsa Y ürününü hiç üretmemeli, aynı şekilde de B ülkesi Y ürününü A ülkesinden daha ucuza üretebiliyors X ürününü hiç üretmemeli ve sadece Y ürünün üretimine odaklanmalı, bu 2 ülke de üretmedikleri diğer ürünü birbirleriyle serbestçe ticaret yaparak temin etmelidir. Bu teori yine fayda maksimizasyonu sistemi temelinde ortaya atılmış ve etkilerini hala gördüğümüz, modern neoliberal dünya sistemimizin temel taşlarından birisi olmuştur. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Fayda maksimizasyonu ve ekonomi ilişkisi konusunda ele almak istediğim ve öne sürdükleri ile Smith ve Ricardo’nun temellerini attığı kapitalist sisteminin en önemli eleştirmenlerinden birisi Karl Marx’dır. Marx’ın kapitalizm ve kapitalizmin adeta temel paraziti olarak kabul ettiği burjuva, Balanuye’nin fayda maksimizasyonuna getirdiği eleştirinin temel semptomlarını gösteren en temel erk olarak kabul edilebilir. Marx’ın burjuvazi ve kapitalist sisteme getirdiği en önemli (eleştirilerinden biri olarak kabul edilebilecek) ve bu yazı kapsamında ele almak istediğim eleştirisi emek sömürüsü eleştirisidir. Marx’a göre, kapitalist sistemde az önce ele aldığım “görünmez el” ve “karşılaştırmalı üstünlük teorisi” gibi salt olarak birey veya toplumların kapital bakımından faydalarının güdüldüğü durumlarda burjuva, ellerinde bulunan kapitalin kendilerine sağladığı güç ve şiddet unsurları ile işçi sınıfını ezmekte ve onların emeklerini sömürmektedir. Marx’a göre bu sistemin en büyük sonuçları arasında işçinin yaptığı işinden yabancılaşması gibi konular olmak ile birlikte kendisi aynı zamanda fayda maksimizasyonunun yolsuzlaştırdığı ve yozlşatırdığı bir toplum resmi çizmektedir. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Adam Smith’in öne sürdüğü, ben merkezci ve burjuvanın kapitalini devamlı olarak artırması ile döneceğini iddia ettiği sistemin gerçekte (çoğunlukla) öyle olmadığını hem Marx’ın eleştirileri hem de günümüz konjonktürü göz önünde bulundurulduğunda kolayca söyleyebiliriz. Smith’in görüşlerinin en önemli zayıflıklarından bir tanesi, bireyin bencil olarak hareket etmesini meşrulaştırdığı ve hatta teşvik ettiği bir toplumda çok dolaylı olarak toplumun genel refahının artacağını öne sürmesidir. Bu refah artışının dolaylı olması ve de refah artışının garantilenmesi için herhangi bir denetim ve/veya garanti mekanizmasının olmaması ve Smith’in argümantasyonunun belli bir noktadan sonra tabir-i caizse hüsnükuruntudan öteye geçememesi, Smith’in ekonomik tezlerinin çok önemli olmak ile birlikte en büyük zaafiyetlerini de oluşturduğunu söyleyebiliriz. Benzer tezlerin özellikle 1980-90’lı yıllarda ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher gibi siyasetçilerin Keynes dalgası sonrası dünya ekonomik sisteminin oluşturulmasında öne sürdükleri neoliberal ekol ile görmemiz mümkün. Özellikle Ronald Reagan’ın ABD’de sıkça savunduğu “Trickle Down Economics”in (Aşağı Sızdırma Ekonomisi) temellerinin Adam Smith’in “görünmez el”ine dayandığını görmek mümkün. Reagan’ın bu yeni ekonomik teorisi kapsamında şirket ve gelir vergilerini düşürerek ekonomideki büyük oyunculara imtiyazlar sağlaması, bu şirket ve oyuncuların kendi çıkarlarını önceleyerek hareket etmeleri sonucunda toplumun genel refahını artıracağı ve üretimleri ile zenginliklerinin (ürünler, sunulan hizmetler, iş olanakları vb. ile) toplumun en alt tabakasına kadar “sızacağı” savının günümüz ABD’sindeki gelir eşitsizliği ve yoksulluk göz önünde bulundurulduğunda ne kadar etkili olduğu sorusunu bir kez daha düşünmemize neden oluyor. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Ricardo’nun teorisinin en önemli doğal sonuçlarından bir tanesini ele almanın, fayda maksimizasyonunun aslında nasıl bir şekilde tahmin edilemeyen, dolaylı zararlara yol açabileceğinin anlaşılması konusunda önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle coğrafi keşiflerden sonra sömürgeleşen toplumların, 2. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlıklarına kavuşmaları sonucunda gözlemlediğimiz en büyük ekonomik fenomen, fakirlik ve gelişmemişlik zinciridir. Bunun en büyük etmenlerinden bir tanesi, Ricardo ve Smith gibi klasik (ve ortadoks kabul edilebilecek neoklasik, neoliberal vb.) ekonomistlerin savunduğu sistemlerin sonucunda gördüğümüz “katma değer” durumudur. Ricardo’nun önerdiği sisteme göre her ülke en ucuza üretebileceği ürünleri üretmesi gerektiği için bazı ülkeler ham maddelerini diğer ülkelere ihraç ederek karşılığında onları işlenmiş olarak, daha pahalıya, katma değer sonucunda almalıdır. Mesela Ricardo’nun teorisine göre eğer Türkiye’nin en iyi ve en ucuza ihraç edebileceği ürün eğer ham çelik ise sadece ham çelik üretim ve ihracatına odaklanmalı, eğer Almanyanınki son model arabalar ise son model araba üretimine odaklanmaldır. Ricardo’nun ticaret sistemi sonucunda Türkiye kendi ülkesinden ihraç ettiği ham çeliği daha pahalıya, işlenmiş olarak araba halinde Almanya’dan geri alacaktır. Bu sistemin en büyük sorunu ise yoksul ülkeleri yoksulluğa mahkum etmesi ve katma değerden faydalanarak gelişmelerini sağlama olanaklarını kısması olduğunu anlayabiliriz.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Modern toplumda fayda maksimizasyonuna dayalı bir düşünce yapısına sahip olunmasının negatif etkileri arasında Balanuye’nin de öne sürdüğü tezlerden bir tanesi, günün sonunda bir şekilde elde edilen zenginliğin topluma eşit bir şekilde sirayet edememiş olmasıdır. Her ne kadar bu görüşün temellendirmesi Marx’ın komünist toplum ideali veya günümüz dünyasının en büyük sorunları arasında olan gelir eşitsizliği olarak görülse de, eşitsizliğin aslında neden fayda maksimizasyonununu savunan sistemin eleştirilmesinde çok da etkili bir argüman olmadığını, Rawls’ın “Cehalet Peçesi” anlatısı ile açıklamak isterim. Rawls, “Bir Adalet Teorisi” adlı eserinde toplumun nasıl adil bir şekilde yönetilebileceği sorusunu ele alırken birkaç temel varsayımda bulunur. Bu varsayımlardan en önemlisi, bireylerin veya toplumların, yönetim sistemleri ve/veya ekonomik sistemler değerlendirirken kendi sahip oldukları kimlik özelliklerinden arınamamaları dolayısıyla tarafsız olamayacakları yönündedir. Rawls, bunu aşmak için “Cehalet Peçesi” adını verdiği bir düşünce deneyi ortaya koyar. Bu deneye göre toplumun yönetileceği sistemi seçmesi gereken kişiden seçeceği sistemin uygulanacağı dünyaya geldiği bir senaryoda herhangi bir insan olarak dünyaya gelebileceğini ve bunu göz önünde bulundurarak nasıl bir sistemin uygulanmasını isteyeceğini seçmesini ister. Rawls’ın bu soruya verdiği cevap, aslında uygulanacak ideal sistemin tamamen mutlak bir eşitliğe (Balanuye’nin sözü kapsamında ise fayda zenginliği eşitliğine) dayanacağı bir sistemin değil, o sistemde var olacak en alt tabakadaki insanın bile en fazla “refaha”, “faydaya” sahip olabileceği sistemin oluşturulmasıdır. Rawls’ın anlatısı göz önünde bulundurulduğunda Balanuye’nin zenginliğin eşit olarak dağılması konusundaki eleştirileri fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıklar için çok güçlü bir argüman olmasa da, öne sürdüğü genel eleştirinin göz ardı edilebilir olduğu anlamına gelmiyor.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Her ne kadar fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıklar konusunda somut eleştirilere sıkça yer verebiliyor olmak ile birlikte, günün sonunda tartışmanın en kilit noktalarından biri olduğunu düşündüğüm, hatta belki de bu konu üzerine sunulabilecek tez-antitez dengesinin antitezler lehine dönmesini sağlayabileceğine inandığım konu, Balanuye’nin eleştirdiği uygarlık yapısının inovasyon ve tarihsel gelişim konusunda çok önemli bir yere sahip olması konusudur. Bunu, özellikle son zamanlarda popüler kültüre de mâl olmuş tarihçi Yuval Noah Harari ile açıklamak isterim. Harari, yazdığı “Sapiens” eserinde insanoğlunun serüvenini teknolojik ve toplumsal inovasyonlar kapsamında ele alması ile aslında kapitalizm ve fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıkların eleştirilmesinin karşısında çok önemli sorular öne sürer. Harari’nin kitabında öne sürdüğü en önemli argümanlardan bir tanesi, günümüz gelir eşitsizliğinin yadsınamaz bir gerçek olması ile birlikte, birkaç yüz yıl önceki atalarımıza kıyasla (günümüz toplumunun en alt tabakasında yaşayan insalar söz konusu olduğunda bile) birçok refah ölçüm metriğinde kantitatif olarak çok önde olmamızdır. Salgın hastalıklar, kıtlık, ortalama insan ömrü ve eğitim olanakları gibi birçok konuda Harari’nin öne sürdükleri, aslında özünde bakıldığında fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlıkların doğal işleyiğinin sonuçlarıdır. O nedenle tarihsel süreç ve insanın milyonlarca yıllık varoluşu göz önünde bulundurulduğunda, geniş bir perspektiften yapılan analiz sonucunda Balanuye’nin eleştirdiği uygarlık yapısının pek çok toplumsal alanda net pozitif sonuçlar doğurabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Konu üzerine sunulabilecek sosyal ve toplumsal argümanların ötesinde, dünyamızın beşeri yapısını da ilgilendiren bir analiz yapmak, fayda maksimizasyonunu etkili bir şekilde ele almak için çok önemlidir. Özellikle günümüz dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesi olan küresel ısınma ve dolayısıyla gelen iklim değişikliği, uygarlığımızın fayda maksimizasyonuna dayalı olmasının en şiddetli semptomlarından birisidir. Fayda maksimizasyonuna dayalı uygarlığın en önemli zaafiyetlerinden bir tanesi, bu faydaya erişebilmek için uygulandığı zaman ve mekanda her türlü kaynak ve yolu kendine meşru görmesidir. Bu kapsamda dünyanın sınırlı kaynaklarının hor kullanması, büyük şirketlerin üretimleri sonucunda saldıkları sera gazları ve kirlettikleri su kaynakları, gelecek nesillerin ve genel bağlamda geleceğin fayda maksimizasyonu konjonktüründe önemli olmamasında kaynaklanmaktadır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Tüm bunların sonucunda fayda maksimizasyonunun modern toplumumuzu oluşturan çok temel bir yapıtaşı olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Fayda konusunun özellikle ekonomi biliminin analitik incelemeleri kapsamında olması ve Smith, Marx, Ricardo gibi filozofların hem doğrudan ekonomi ve ekonominin ahlaki boyutu kapsamında değerlendirilmesi ile söyledikleri, içinde yaşadığımız “fayda maksimizasyonu makinesi”ni değerlendirmede çok önemli ve gerekli perspektifler sunmaktadır. Her ne kadar Balanuye fayda maksimizasyonu konusunu verilen alıntıda net bir negatif olarak ele alsa da, tarihsel süreç, güncel konjonktür ve değişen dünyamız göz önünde bulundurulduğunda daha iyi bir alternatif sunulana kadar elimizde olan en iyi sistem ve paradigmanın bu olduğu kanaatindeyim. Yazımı, Winston Churchill’e atfedilen bir söz ile bitirmek istiyorum. Kendisine demokrasi ile ilgili görüşleri sorulan Churchill’in demokrasi ile ilgili “Demokrasi gelmiş geçmiş en kötü sistemdir, tüm denediklerimiz hariç.” dediği rivayet edilir. Bu doğrultuda ben de fayda maksimizasyonuna dayanan toplumsal paradigmanın gerçekten de var olan en kötü toplumsal paradigma olduğunu ama tüm diğer paradigmalara kıyasla öyle olmadığını söylemek isterim. </div></div><p style="text-align: center;"><br /> </p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-66502106270004807022023-06-11T18:35:00.000+03:002023-06-11T18:35:03.602+03:00İren Şerbetçioğlu / Özel İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 9 Türkiye İkincisi<p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPIdoQ9wV2Wlit9ApnoXCYVTV1x9C5oL3m0lu4_ZDQbUjPGF2A-CRcpqYu1DD-bVhwS63ZbsX-leN2_-xH_i2-Q2Yc-Mpr0BSYcdbH39b6w_4Tm_r2xNF0T3K5hpS4BTAXPZUmzxmgkzeTHKF99MjrKgumY1I_MoV_GB76Ggee1HDQdgv1EU29QW-7CA/s4618/IMG_20220729_181600.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiPIdoQ9wV2Wlit9ApnoXCYVTV1x9C5oL3m0lu4_ZDQbUjPGF2A-CRcpqYu1DD-bVhwS63ZbsX-leN2_-xH_i2-Q2Yc-Mpr0BSYcdbH39b6w_4Tm_r2xNF0T3K5hpS4BTAXPZUmzxmgkzeTHKF99MjrKgumY1I_MoV_GB76Ggee1HDQdgv1EU29QW-7CA/s320/IMG_20220729_181600.jpg" width="320" /></a></p><b>Final Yazısı</b><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><br /></span></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><i>“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.</i></span></div><div><div style="text-indent: -24px;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br /></span></div><div><div><div>Özellikle 21. yüzyılın giderek post modern bir hal alan realitesi içerisinde insanlığın paylaşılmış yalnızlık içerisinde yaşadığı aşikardır. Paylaşılmış yalnızlık ifadesi, insanların arasındaki bağın içlerindeki yalnızlığı azaltıcı olmaktansa dizginleyici olması sebebiyle geçerlidir. Yalnızlığın paylaşımı kişinin yalnızlığını taksimlemektense her insanın içinde bulunan bu yalnızlığın aynısının başkalarında da olduğu hissiyle daha az yalnız gibi hissettirir. Yani, kişinin yalnızlığına bir çare olmaktansa, bu yalnızlıkta yalnız kalmamalarını sağlar. Honoré de Balzac’ın yazdığı üzere, “Yalnızlık iyidir, ama birinin size yalnızlığın iyi olduğunu söylemesine ihtiyacınız vardır.” </div><div><br /></div><div>Yalnızlık, insanların kimliğinin doğal bir parçası olarak ele alınabilir. Bu yalnızlığın en temel olarak algının bireyselliğinden kaynaklandığı savunulabilir. İnsanların iç dünyalarının tekilliği, zihinlerinin içerisinde tek başlarına olmalarını gerektirmektedir. Bu iç dünyanın paylaşılamaması, insanı kendi perspektifinin tekilliği içerisinde yalnız bırakmaktadır. İnsan, kendi duygularını, kendi düşüncelerini dışarıya aktarmaya ne kadar çabalarsa çabalasın bu çabayı bile yalnız başına vermektedir. Dış dünyayla etkileşiminde tamamıyla yalnız başınadır. Sanat da bu nedenle önemlidir: bireye kendi iç dünyasını kelimeler, sesler veya görseller üzerinden paylaşma şansı sunar. Ancak, yukarıda da savunulduğu üzere bu paylaşım sanatçının veya bu sanatın içerisinde kendini gören seyircinin yalnızlığını azaltamaz. Sadece yalnızlıklarında yalnız olmadığını hissettirir. </div><div><br /></div><div>Eğer, yalnızlığı paylaşarak ulaşabileceğimiz tek şey başkalarının da bizim gibi olduğunu anlamaksa birinin ıssız bir uçuruma bağırıp kendi sesinin yankısını duymaya çalışmasından farkı yoktur. Dolayısıyla, insanların birbirine duydukları sevginin, ihtiyacın sadece yalnızlıkla bağlantısı yoktur. Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü neden insanların ancak başkalarıyla bağ kurabildiğinde mutlu olabildiğidir. Bu öneri, insanlar arası ilişkilerin tamamıyla hedonistik bir yönelim olduğunu düşündürtmektedir. Bu bakış açısına Jeremy Bentham’ın öne sürdüğü insanın davranışlarının efendilerinin zevk ve acı olduğu fikri üzerinden yaklaşılabilir. Bentham’ın da paylaştığı fenomenist bir algıda “zevk” spesifik karakteristikleri olan soyut bir olgudur. Bu spesifik karakteristikler farklı felsefeciler tarafından tartışılsa da Merleau-Ponty’nin önkabulu insanların başka insanlarla olmaktan mutlu olduğu olduğundan bu sorgulamada zevkin tanımı önemsiz kalmaktadır. Bentham’ın etik hedonizmine göre zevk olumlu ve acı olumsuzdur. Utilitaryen bir yaklaşım olan zevk-acı dikotomisi içerisinde insanın eylemlerini zevki maksimize edecek şekilde belirlediği bir durumda insanların sosyalleşmesinin Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü üzere bunun “vazgeçilemeyecek” bir eylem olduğu kabul edilebilir. Hedonistik etiğe göre maksimum miktarda mutlu olmayı hedefleyecek olan insan bu mutluluk için başka insanlara muhtaçsa doğal olarak sosyalleşme vazgeçemediği bir eylem olacaktır.</div><div><br /></div><div>Merleau-Ponty’in önerisi kendi içerisinde tutarlı olsa da belli önkabul ve varsayımlarla kurulmuştur. Sosyalleşmenin ve başka insanların bireyi mutlu ettiği varsayımı incelenmelidir. Tekrar yalnızlık açısından düşünülürse, yalnızlığın insanların özünde olduğu düşünülürse yalnızlık bir parçadan daha çok bir boşluk şeklindedir. Yalnızlığın iç dünyanın tekilliği nedeniyle de çözülemez bir boşluk olduğunu savunulmuştur. Bu durumda insan gerçeği kabullenmektense bu boşluğu farklı biçimlerde doldurmaya çalışır. Yalnızlığın insanın en büyük motivasyonu olduğu kolayca argümente edilebilir. İnsanların hayatlarında kendilerine gaye olarak edindikleri başarı, ekonomik refah, bilim, sanat gibi her uğraşın arkasında yalnızlıklarını azaltmak veya görmezden gelmek için beyhude bir motivasyon olduğu tartışılabilir. İnsanın yalnızlığıyla ilişkisi iki farklı bilişsel seviyede olabilir: farkındalık ve kaçış. Farkında olan insan bu yalnızlığa rağmen çabalar. Bir insanın, bir ödülün veya bir arabanın yalnızlığını çözemeyeceğini, yalnızlığın içsel olarak devam edeceğini anlar ve yaşamına yalnızlığını dindirmeye çalışarak değil, kendi amacını oluşturarak devam eder. Kaçan insan ise, yalnızlığının bir çözümü olduğuna inanmayı tercih eder. İçerisindeki boşluğa para, başka insanlar gibi çözümler oturtmaya çalışır; ancak farkında olmadan bu boşluğu bir karadeliğe çevirir. Kaçmaya çalıştığı gerçeğin kendisine ve çevresindekilere zarar vermesine izin verir. Bir romantik ilişki üzerinden bu görülebilir. Yalnızlığından kaçmaya çalışan bir insan partnerinin çözüm olacağına kendini inandırır. Belki, belli bir süre boyunca işe yaradığı yanılsamasına da düşer. Ancak, eninde sonunda kendi yalnızlığının gitmediğini fark eder ve karşısındakini de olmadığı bir konuma zorlamaya çalıştığından karşısına da kendine de zarar verir. İşe yaradığı yanılgısı yıkılabileceği gibi bir simulakruma da dönüşebilir. Jean Baudrillard’ın tanımladığı üzere bir simulakrum gerçeği olmayan bir şeyin kopyasıdır. Eğer birey boşluğu doldurmak için yarattığı çözümlerden birinin yalnızlığını çözdüğü yanılgısını benimserse bu çözüm bir simulakrum olur. Gerçeği olmayan bir algının kopyasıdır. Kopya olmasının sebebi ise insanın kendi yaratımından değil, toplumca dikte edilen algılardan oluşuyor olmasıdır. Sigmund Freud’un üç katmanlı zihin yapısı çerçevesinde düşünülürse; yalnızlık süperegonun bir parçası, id bu yalnızlığın yarattığı olumsuz duygulardan kaçma isteğini oluşturur, ego ise idin ve süperegonun çatışmasını toplumsal ve kültürel bir realitede çözmeye çalışır. Dolayısı ile egonun oluşturduğu çözümler, genellikle toplum tarafından insanı mutlu etmesi gerektiği dikte edilen uğraşlardan oluşur. </div><div>Kapitalist sistem içerisinde başarı, güç ve finansal değerlerin insanı mutlu etmesi gerektiği fikri topluma beslenmiştir. Dolayısı ile, kaçmaya çalışan bir insan hissettiği yalnızlığın boşluğunu doldurmak için bu tür mutlulukları kullanmaya çalışır. </div><div><br /></div><div>Varoluşsal bir bakış açıdan kaçmaya çalışan bir insan kendini var edememiş bir insandır. Öz ve varoluş kavramları dahilinde yalnızlık varoluşunun bir parçasıdır, ve insan kendini var etmek için kendi özünü bu varoluşun üzerine oluşturmalıdır. Dolayısıyla varoluşunun gölgesinde kalmadan, yalnızlığına çözüm aramaya çalışmayan insan kendi özünü oluşturabilir. Öte yandan, varoluşuyla çatışmaya, karşı gelmeye çalışan insan kendini hiçbir noktada var edemez.</div><div><br /></div><div>Bireyin topluma ihtiyaç duyması hedonistik bir çekim olabileceği gibi yararcı bir yönelim de olabilir. Merleau-Ponty, toplumun kendimiz olma yükünü sırtımızdan alamayacağını ifade etmiştir. Bu bağlam üzerinden de insanın toplumla ilişkisi incelenebilir. İnsan kendine bir kimlik, bir öz oluşturamadığı durumda kendi kimliğini bir toplumla bağdaştırmayı tercih eder. Çoğu radikal siyasi felsefenin temeli insanların bireysel kimliklerini toplumsal kimlikler için feda etmesiyle ortaya çıkmıştır. Irkçılık, insana kendini tanımlaması için bir fırsat verir. Öncesinde kendisini tanımlayacak herhangi bir nitelik bulamayan insan, ırkçılığın onun için oluşturduğu nitelikleri kimlik olarak benimser. Örneğin, kendi ırkının güçlü ve zeki olduğu fikrini içselleştirip kendisinin de bu ırka mensup olduğu için aynı nitelikleri paylaştığını düşünür. Kişiye rahatlık sağlayan durum, onu kendi kimliğini yaratma yükünden kurtarır. Aynı zamanda, bu ideolojide yanında bulunan insanlarla arasında bir bağ olduğuna inanıp yalnızlığının da geçtiği fikrine kapılır. Daha önce anlatıldığı üzere, bu çözüm bir simulakrumdur ve gerçekten içerisindeki boşluğu dolduramaz. </div><div><br /></div><div>Paylaşılmış yalnızlığın 21. yüzyılda artışta olmasının dünyanın postmodernleşmesiyle bağlantılı olduğu yukarıda öne sürülmüştü. Yalnızlık ve insanların başa çıkma yöntemleri üzerinden bu önerge temellendirilebilir. İnternetin en temel sosyal mekan olduğu ve post-truth (gerçek ötesi) özellikler taşıyan zamanımızda insanların değer algısı postmodernleşmektedir. Postmodernizmin tanımı tartışma konusu olsa bile herhangi bir kabul gören değerlerden uzaklaşma ve soyutlanmayı içerir. İnternet sayesinde insanlar ilk defa gerçek anlamda ne kadar önemsiz olduklarını görebilmektedirler. Sadece kendilerinin değil, her şeyin ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu düşünmekte ve duyarsızlaşmaktadırlar. Sosyal medyada bir kedi videosunun altında yüz kişinin öldüğü haberiyle karşılaşmakta, daha bu bilgiyi özümseyemeden aşağı kaydırdıklarında da bir modelin tatil fotoğrafını kıskançlık içerisinde incelemeye başlamaktadırlar. Her an dünyada olan her olaya erişimi olan insanın empati duygusunun körelmesi olağandır; her kötü olaya üzülmesi realistik olarak beklenemez. Ancak, dünyadaki kötülükler bu kadar bayağı bir şekilde kedi videoları arasında okununca insanda varoluşsal bir bunalım ortaya çıkmaktadır. Duygularını ve tepkilerini anlayamadan bir sonraki önemli olaya, habere geçmeleri gerekir, çünkü internet akışı nefes alacak vakit vermez. İnternette büyüyen kuşaklar içerisinde nihilizme yönelimde bu durumun rolü vardır. Bu anlamsızlık ve varoluşsal bunalım içerisinde insanlar postmodern değer algılarına yönelmekte; eski “kutsal”ları, değerleri aşmaktadırlar. İnternetin kalabalıklığı ve herkese her an ulaşabilme kolaylığı içerisinde insanların yalnızlığı sadece yakın çevresiyle değil, bütün internetle paylaşılabilmeye başlamıştır. İnternet ortak bir yalnızlıktan kaçış yöntemi olarak görülmüştür, insana her yaptığı şeyi bütün dünyayla paylaşma şansı verilmiştir. Ancak, telefon ekranı kapanınca yine siyah ekranda birey kendi yansımasıyla baş başa kalmak zorundadır. </div><div><br /></div><div>Merleau-Ponty, insanın iç dünyasının başkalarıyla ilişkisinin denemesi olduğunu savunmuştur. Bu internetle beraber daha da güçlenmiştir. Her an paylaşımda olan bir insan, hayatını sosyal medyada göstermeyi hedefleyen insan, bir süre sonunda seyirciyi benimser. Hayatını kendisi için değil, kafasındaki seyirci için yaşamaya başlar. John Berger’in kadınların hem gözlenen hem de gözlemci olduğu önerisi internet sonucunda bütün insanların yaşamı için geçerli olmaya başlamıştır. Berger, kadınların her an çevreleri tarafından değerlendirildikleri ve bu değerlendirilmeyi özümseyerek kend gözlemcilerine dönüşerek, zihinleri içerisinde gözetçilerine göre davranmaya başladıklarını savunur. Bir tür öz gözetim olan bu içselleştirilmiş mekanizma, internetle büyüyen çoğu insanda görülebilir. Kendi zihinleri içerisinde bir seyirciyi mutlu etmeye çalışan bu insanlar aslında iç dünyasını başkalarına göre şekillendirir. Merleau-Ponty’nin öne sürdüğü ilişki denemesi aslında her an insanın kendisini yargılanan bir obje olarak görmesine yol açar. Bu paranoya bir panoptikona benzetilebilir. Jeremy Bentham’ın önerdiği panoptikon konseptinde insanlar her an bir gözlemci korkusuyla yaşar. İnsanın topluma bağlılığı bu bağlamda da incelenebilir: insanın kendi değer algısını toplum üzerine kurması insanı topluma muhtaç bırakır. Zihninin içerisinde bir panoptikon olan insan her an gözlemcinin onu gördüğü paranoyası ile hareket eder ve toplumun onayı, takdirine ihtiyaç duyar. </div><div><br /></div><div>İnsanın zihninin içerisindeki yalnızlığı bu şekilde bölünebilir--çünkü bu durumda insan hiçbir zaman yalnız değildir; en bireysel anlarını bile bir seyirci ile deneyimler ve kendi düşüncelerini, özünü toplumun oluşturmasına izin verir. Perspektif tekilliğinden oluşan yalnızlık bu şekilde yok edilebilir çünkü perspektifin kendisi yok edilmiştir. İnsanın kendini topluma o boyutta bağlaması kendi iç dünyasını yok eder. Herhangi bir zaman yalnız değildir çünkü her zaman toplum onu kontrol etmektedir.</div><div><br /></div><div>Yalnızlık çözülmesi gereken bir sorun değil, gurur duyulması gereken bir olgu olarak görülebilir. Bir insan kendini geliştirmeye, kendi iç dünyasını zenginleştirmeye çalışırsa zihninin içerisindeki yalnızlığı değerlenir; çevresindeki insanlara ve kendisine daha büyük katkılar sağlamaya başlayabilir. Kendini simulakrumlardan ve yalnızlık korkusundan sıyıran insanın egosu süperegosunu kabullenerek idinin yalnızlığı giderme dürtüsünü bastırır; insan mutluluğa yalnızlığını çözmeye çalışarak değil, gerçekten kendisini mutlu edecek uğraşlar arayarak, özünü yaratarak erişmeye çalışır. Kurt Vonnegut’un yazdığı üzere, “Farkındalığımız, herhangi birimizde hayatta olan ve belki de kutsal olan tek şey. Bizimle ilgili kalan her şey ölü makine parçalarıdır.” Farkındalığımız bizi yalnızlığımızın oluşturduğu boşluğu doldurmaya değil, başka insanlarla beraber kalplerimizi doldurmaya, mutlu olmaya iter. Bu boşluk makinelerde yoktur--insanlarda vardır. Bizi insan yapan şey, her an hissettiğimiz bu boşluğa rağmen başka insanlara açık bir kalple yaklaşabilmektir. Boşluğu dolduracakları için değil, bütün bu dünya içerisinde yanında oturacak başka bir insan bulmanın güzelliğinin farkında olduğumuzdan. İnsan-toplum ilişkisi bu nedenle de insanı mutlu edebilir: insanı makineden ayıran şeyin kurabildiği bağlar olduğunu hatırlattığı için. </div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpO-ee8BAqrYNyKSkFou8_WoTk9mBD6G3dKEYJ7LNyb0kCJ5n5-9lXf_-cbuE4ATD3-WbGS2iqM_CFGhoUxUs9Utt2AZjnzpjHRu72e4kBI9tfqiTcM8R44vJJcqJ3C119mm_ioDcqWFV_Ikt3f9k7nxFSVN29TgMwMZ_k4SJDfskUWFhR6ZdKX9ZRcg/s4618/IMG_20220626_071752.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpO-ee8BAqrYNyKSkFou8_WoTk9mBD6G3dKEYJ7LNyb0kCJ5n5-9lXf_-cbuE4ATD3-WbGS2iqM_CFGhoUxUs9Utt2AZjnzpjHRu72e4kBI9tfqiTcM8R44vJJcqJ3C119mm_ioDcqWFV_Ikt3f9k7nxFSVN29TgMwMZ_k4SJDfskUWFhR6ZdKX9ZRcg/s320/IMG_20220626_071752.jpg" width="320" /></a></div><b>2. Adım Yazısı</b><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><br /></span></div><div><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">"Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.</span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></i></div><div><div style="text-indent: -24px;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br /></span></div><div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><div class="separator" style="clear: both;"><b>Zamanımızın Bir Orfe’si </b></div><div class="separator" style="clear: both;"> İnsan kendi var oluşunun bilincini oluşturduğu andan itibaren ölümle yüz yüze gelir ve hayatının sonuna dek farkında olarak veya olmayarak ölüme karşı satranç oynar. Kendisini beyaz, ölümü siyah taraf zannederken fark etmez ki ölüm aslında tahtanın ta kendisidir; savaştığını zannettiği siyah taşlar ise ona ölümlülüğünü hatırlatan gerçeklerdir. </div><div class="separator" style="clear: both;"> Ölüme karşı ilk hamleyi yaparak bir avantaj sağladığını zanneder, piyonunu ortaya çıkarır. Bunun karşılığında çocukken çok sevdiği balığı ölür; bu durumda ölümün kendi açılışını yaptığını zanneder ama oysa ölüm ona karşı bir savaş içerisinde değildir, ama insan ölümün ebediliğini ve umursamazlığını kavramak istemediğinden ölümü temsil edecek bir düşman yaratır. Bu hayali savaşı ölüme karşı değil, bir simulakruma karşı yapmaktadır. </div><div class="separator" style="clear: both;"> Oyunu kendi ömrü içerisinde tamamlayabileceğini, gücünün yeteceğini düşünmez; dolayısı ile büyük hamleler yapmak ister, kendi başına sahip olabileceği anlamdan daha öte bir şey için savaşmak ister. Bu yönde de dinler kurar, uygarlıklar kurar; savaşının arkasına bir felsefe oluşturur. Ama bunları yaparken, herhangi bir noktada tahtanın kendisine bakmayı akıl etmez; her zaman ölümün hayatında nerede belireceğini düşünür gerçekte ne olduğunu değil.</div><div class="separator" style="clear: both;"> Ölüm algısı, çoğumuzun hayatını dikte ederken; kendi var oluşumuzu, anlamımızı elimizde var olan şeyleri göz önünde bulundurarak değil de nelerin yitebileceğini düşünerek oluşturmaya çalışırken, çok nadiren onun neden bu kadar kilit bir rolde olduğunu sorgularız. Ölümü temsil eden simulakrumlar kendi anlam algımıza karşı bir saldırı olarak görürüz. Bu olaylar—çevremizdeki ölümler, hastalıklar, kazalar—bize kendi ölümümüzü temsil ediyor gibi gözükür, bizimle ne kadar alakasız olsalar da. Biz de onlarla savaşarak kendimizi avutmaya çalışırız; birinin ölümünün yarattığı anlamsızlık hissini yenmek için onlar adına anıtlar diker, hikayeler yazarız. Bu eylemleri onlara bir yararı olduğundan değil, kendi ölümle olduğunu zannettiğimiz çekişmemizde bir adım öne geçmek için; ölümün ebediliğini reddettiğimizi göstermek için yaparız. Bir insanın “kalbimizde yaşadığı” ifadesi de aynı şekilde ölümün mutlaklığını reddetme çabasıdır. </div><div class="separator" style="clear: both;"> Kendi anlamımızı ve özümüzü ölümle bir diyalektik içinde kurarız ve inanç sistemimizin önemsenmeyecek kadar fazla kısmı da satranç oyununda avantajlı bir konuma geçmek içindir. Ancak, toplumca ölüm kavramını ne kadar tanrılaştırdığımızın ve bu bireysel diyalektiğin ne kadar kültürel algılardan beslendiğinin de farkında olmayız. Çoğumuzun zihninde var olduğu haliyle ölüm, bir tanrıdır ve hatta hayat veren bir tanrıdan çok daha fazla hayatımızı dikte eder, yönlendirir. Bu nedenle tek tanrılı dinler insana belli bir seviye rahatlık ve güven hissi sağlar—hayat veren ve hayatı alan tek bir tanrı olması insanı ölümün bir şekilde kendi tarafında olduğuna inandırır. </div><div class="separator" style="clear: both;"> Hatta, ölümün mutlaklığı karşısında çoğu insan kendi zihnine ve inanç sistemine güvenemez çünkü bu çok büyük bir risktir. Kurumsallaştırmış dinler de insanın bu özgüvensizliğinden yarar sağlar; ölümü bir emtiaya çevirerek insanlara ondan kurtuluş yolu vaat eder. Çoğu insan da kolektif bilincin doğruluğuna inanmayı kendi dünya görüşlerini, anlamlarını oluşturmaya tercih eder. Bu nedenle de dinin ona sunduğu hayat anlamını ve görüşlerini kabullenir; karşılığında da ölümün ebedi ve mutlak olmadığına, bilincinin—hayatında elde etmek için çabaladığı her şeyin, duygularının, iç dünyasının—yok olmayacağına, sadece başka bir boyutta yaşamaya devam edeceğine inanır. Çoğu dinin ve çevrelerindeki inanç sistemlerinin sunduğu en değerli ve en rahatlatıcı olgu ölümün bir yok oluş değil, bir geçiş olduğudur. İnsan bunu kabul etmek için isteklidir çünkü ölümün gerçeğiyle, tahtanın kendisiyle yüzleşmesine gerek bırakmaz; ölene dek siyaha karşı savaşma şansı verir. Bu nedenle de dinler için ölüm ve ölüm korkusu bir pazarlama yöntemine döner; tek bir pakette bütün dini inanç sistemlerini insanlara yaymalarına izin verir. </div><div class="separator" style="clear: both;"> İnsan, hayatını modern bir Orfe olarak geçirir: sevdiği şeyleri, kendisine kurduğu düzeni, inanç sistemini korumak istediği için geriye bakmamaya çalışmaktadır. Çünkü geriye dönüp ölüme doğru bakarsa sadece kendi inancını değil, ölümle savaşma yolunda kurup anlam yüklediği her şeyin beyhudeliğini fark edecektir. İnandığı dinlerin, sayfalarca ölüm üzerine yazdığı yazıların, düşüncelerin, paranın, herhangi noktada kutsallaştırdığı herhangi bir kavramın bir sonu olduğunu kabullenmesi gerekecektir. İnsan, bundan kaçmak için, tırmanmaya devam eder ve bir şekilde Evridiki’nin , kendisine oluşturduğu anlamın, arkasından geldiğine, kendisinin haklı olduğuna inanmaya çalışır. Ama bütün yol boyunca içinde bastırdığı bir merak ve sorgulama vardır; ya hayatında o ana kadar anlam yüklediği her şey yanlışsa? Yine de tırmanmaya devam eder, o anlamları büyütür, dallandırır, birbiriyle bağlar, kendine bir sistem oluşturur. Ancak bir gün geriye bakar ve ölümün gerçeğiyle yüzleşir—bu belki öldüğü gün gerçekleşir, nadir zamanlarda da hala hayatı devam ederken gerçekleşir—ve Evridiki o an elinden uçup gider. Bütün anlamlı bulduğu olguların, ölüme karşı diktiği güvencelerin anlamsızlığıyla baş başa kalır. O noktada tahtaya baktığında ilk defa gerçek anlamda tahtanın kendisini görür. </div><div class="separator" style="clear: both;"> İnsan, varoluşunun anlamsızlığıyla, sonunun ebediliğiyle hep bir savaş halinde verir. Bu savaş nedeniyle de “öz”ünü sadece ölümle yaşadığı bu diyalektik üzerine kurar. Oysa ki, eğer tahtaya bakıp satranç masasında bulunduğu yıllar boyunca ne bir taş kazandığı ne de bir taş kaybettiğinin farkına varırsa kendi “öz”ünü kendisi yaratmaya başlayabilir. Bu yolda, Evridiki’yi feda etmesi gerekir, çünkü Evridiki hiçbir zaman cehennemin dışına ait değildir. Bir kere ölümü tattı mı bir daha ölümlülerin dünyasında yeri yoktur. </div></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwbkduUFDasP9DeitmFkqqelPVnI7Tz19oRf9MFCWZ8UoB_eiLfiWFsv3KGstht8whl8-tSt9DrNTtLUvKhnOaQ0hy5N2SEd5C3DDcttD1DicZkLPpazGC0yFnTtFK3rn3ihqVF63-RH9KVpWgnTv9jCXZtzIpyJg8t2tsvd0_NsO4UmwmHW4qYyJS2Q/s4618/IMG_20220424_134643.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwbkduUFDasP9DeitmFkqqelPVnI7Tz19oRf9MFCWZ8UoB_eiLfiWFsv3KGstht8whl8-tSt9DrNTtLUvKhnOaQ0hy5N2SEd5C3DDcttD1DicZkLPpazGC0yFnTtFK3rn3ihqVF63-RH9KVpWgnTv9jCXZtzIpyJg8t2tsvd0_NsO4UmwmHW4qYyJS2Q/s320/IMG_20220424_134643.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><div class="separator" style="clear: both;"><b>1. Adım Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><b><br /></b></div><div class="separator" style="clear: both;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><i>“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</i><br /><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both;"><b>Ozymandias</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">21. Yüzyılın en baskın gücünün kapitalist sistem olduğu kolaylıkla savunulabilir. Ancak kapitalist sistem sadece bir ekonomik sistem olmanın çok da ötesinde devrimizin insanının kendisi ve çevresiyle olan ilişkisini dikte eden bir düşünce yapısıdır. Sistemin insan ve doğanın üstünde tutulması nedeniyle bu ikisine de Balanuye’nin ifade ettiği şekilde zarar verilmektedir. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">“Fayda maksimizasyonu makinesi” olarak ifade edilen makine utilitaryanizmin spesifik bir türünü betimlemektedir. Utilitaryanizm, (maksimum yararı hedefleyen ahlak algısı) Kantçılık gibi ahlak felsefelerine kıyasla daha objektif, hatta matematiksel, bir ölçüt gibi gözükse de “yarar” ve “zarar” kavramlarının subjektivitesi nedeniyle belirsiz olabilmektedir. Kapitalizmin sunduğu maksimum faydacılık, insandan ziyade sistem lehine bir “yarar” algısını doğurmuştur. Sistemin sağlamlığı ve sürdürülmesi herhangi bir insandan daha önemli görüldüğünde doğal olarak makine uğruna sayısız insan feda edilebilmektedir. Dolayısı ile 21. yüzyılın kapitalizminin mizantropik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Şu an sistemin yararına olacak eylemler için hem bugünün insanı hem de geleceğin insanı harcanmaktadır. Maksimum üretim uğruna doğayı hızlı bir şekilde tüketmek, insanın ve geleceğin zararınadır; ancak o an sistemin yararına olacağından dolayı kapitalist bir bakış açısından “maksimum fayda”dır. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Kapitalizm, insanlar üzerinden parazitik olarak yaşayan bir organizma olarak hayal edilebilir. Sistemin devamı insanların varlığına dayalıdır ve ironik bir şekilde insanlığın ömrünü doğaya verdiği zararla azaltan da kapitalizmdir. Faydacılık, maksimum ütilite ve açgözlülük nedeni ile geleceği yok ederek sistem kendisine zarar vermektedir. Percy Shelley’nin Erdal Ceyhan tarafından çevrilen Ozymandias şiirinde bir yolcu ıssız bir çölde bulduğu bir anıtta “Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım/ Ey güçlü olan,şu yaptığım işlere bak ve titre” ifadesi yazılıdır. Kapitalizm bir Ozymandias’tır; şu anki gücü nedeniyle sonsuzluk hissine kapılmıştır. Ancak tıpkı Ozymandias gibi etrafta onun gücüne hizmet edecek, gözlemleyecek bir insan olmadığında gücü hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Şiirin son dizesinde ifade edildiği gibi artık etrafında görülebilen tek şey “uzanıp giden yalnızlık ve kumlar” olarak kalır. Faydacılık uğruna sistem kendi içerisine çöker. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Alıntıdaki “kozmosla kavgalılık” durumu insanın doyumsuzluğu nedeniyle doğayla ve kendisiyle çatışmada oluşunu ifade eder. İnsan belli bir iştaha ulaşınca kozmostaki her şeyle kavga etmeye başlar. Çünkü hiçbir şey yeterli hissettirmez, hırsını doyuramaz. Bu doyumsuzluk yıkıma ve gerçekliğe karşı bir pişmanlık duygusuna yol açar. Gerçekler, elde olanlar yeterli gelmemeye başlayınca daha büyük düşünmek, daha fazla ilerlemek ister insan. Bu ilerleme isteği nedeniyle bir sürü inovasyon da yapılmıştır, insanlığın en büyük atılımlarından bazıları kapitalizm sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Ancak bu ilerlemeler de yeterli gelmemeye başladıkça insan tanrıya yaklaşmaya çalışmaya başlamıştır. Kapitalizm; insana tanrı olabileceğini, eğer yeterince ilerlerse kozmosun en güçlüsü olabileceğini vadeder veya insan kapitalizme bu hayalle tutunur. Kozmos, doğa veya yanındaki insan ulaşmak istediği seviyeyi ona sağlayamayadığında beraber çalışarak doğal bir ilerleme kaydetmektense düşmanlık ve nefretle bir ilerleme isteğine dönüşür.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsanın bu doyumsuzluğu kendisi ile olan ilişkisini de etkilemektedir. Kapitalist sistemdeki “faydacılık” üretime ve dolayısı ile insanın üretkenliğine bağlıdır. İnsanın değer algısı üretkenliğe dayanınca insan kendisini bu sistem dışında yaratamamaya başlar. İnsanın sistemi içselleştirmesi sonucu varoluşsal felsefenin “öz” olarak tanımlayacağı özellikleri sistemden bağımsız olarak oluşamaz. İnsan kendini var edemediği zaman, “öz”ünü yaratamadığı zaman sistem için gerçek anlamda sadece bir çarka dönüşür. Sistem bu şekilde kendi içerisinde sürdürülebilmektedir: Sistem içerisinde doğan insan sistemden bağımsız kendini yaratamadığından sistemle bütünleşir ve devamını sağlar. Bu şekilde de Balanuye’nin bahsettiği “aşiret” oluşur: Sadece içine doğdukları sistemi bilen, tanıyan ve anlayan bir grup insanın sistemin yararına olan her şeyi kendi yararları olarak benimsemesi ve o an sistemin en üst yararına olmayan her şeyle kavga durumu. Kendi düşüncesi, otonomisi olmayan; bir aşiret gibi kendilerinden üstün gördükleri bir güce, sisteme, hizmet eden bir insan formu oluşur. Aşiretteki hiyerarşi doğal olarak oluşur, iki sınıflık bir kast sistemidir: en üst basamakta sistem ve altında da insanlar. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Sistemin insanı kendi değersizliğine ikna etmesi sonucu insan varoluşundaki önemi de görememeye başlamıştır. Görevinin üretkenlik olduğunu içselleştiren bir insan bunun ötesinde kendini oluşturmaya, kendi “öz”ünü yaratmaya çalışmamanın ötesinde kendi “varoluş”unu da önemsiz olarak görür. Sistemin üzerinden beslenerek hayatını sürdürebileceği binlerce insandan biri olduğunu düşünen insan kendisinin “maksimum fayda” uğruna feda edilebilir bir piyon olduğunu düşünmeye başlar. Bu sayede de, bahsedildiği üzere sistemdeki yarar kavramı insanlığın, doğanın, kozmosun aleyhine ve sadece sistemin olabildiğince beslenmesi hedefinde bir algıya çevrilir. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Umudum odur ki bir gün kapitalizm için diktiğimiz anıtları çok geç olmadan kendi ellerimizle indirebiliriz. Shelley’nin şiirindeki gibi sadece anıtın ardında kalan yıkımla karşı karşıya kalıp bir zamanlar her şeyden fazla değer verdiğimiz, uğruna anıtlar diktiğimiz, kendimizi ve geleceğimizi feda ettiğimiz gücün nafileliğini ancak çok geç olduğunda farkına varmamamız; bu noktadan önce kapitalizmin bizim üzerimizden beslenmesine engel olmaya başlamamız gerekmektedir.</div><div><br /></div></div><br /></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style></div></div></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style></div>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-19833244397471433842023-06-11T18:27:00.004+03:002023-06-12T13:24:20.387+03:00Giray Alkan Erdinç / Hisar Okulları / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Üçüncüsü<p style="text-align: center;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh64ruRoDR4DuuVh3nUWlCkB6KUNDVBjKU8h1rLkx1_l-ef7E-15Srvl3wUfwexuhfQKn72SmIm7mLM76clmPKo9s4fPgL2RqCCTssWCsns6wLDmxEI3r1rJW1N-g1GN1bkeuZXs3opGrw2mYl0yqIWDQ0ADOPjCtpUjk7pYzpPN_6J4duZxjqIG7Uwzg/s4618/IMG_20220407_230322.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh64ruRoDR4DuuVh3nUWlCkB6KUNDVBjKU8h1rLkx1_l-ef7E-15Srvl3wUfwexuhfQKn72SmIm7mLM76clmPKo9s4fPgL2RqCCTssWCsns6wLDmxEI3r1rJW1N-g1GN1bkeuZXs3opGrw2mYl0yqIWDQ0ADOPjCtpUjk7pYzpPN_6J4duZxjqIG7Uwzg/s320/IMG_20220407_230322.jpg" width="240" /></a></div><b><br /></b><p></p><p><b>Final Yazısı</b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><i>“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.</i></span></p><p><b>Kirpiler: Birey, Öteki ve Topluma Dair</b></p><p>Sosyal bir varlık olan insanın, "ben olmayan" (öteki) ile ilişkisi toplumsallaşmayı, hatta en geniş anlamıyla yaşamın kendisini ilgilendiren temel bir problemdir. Bir münzevinin yaşamı, her ne kadar -Nietzsche'ye atıfla- yeni değerlerin yaratımının ön şartı olarak anlaşılabilir olsa da "yaratımın" materyali; kapanılan, dönülen iç dünyada değil insanda ve başkalarıyla kurulan ilişkidedir. İnsanın kendisiyle olan ilişkisi ise, diğer her türlü ilişkinin bir "ilk denemesini", insanın kendi ötekisiyle yüzleşmesini işaret eder. Dolayısıyla, "ötekiyle" ilişkim "beni", kendimle olan ilişkimse "ötekileri" ve onlarla olan ilişkileri şekillendirir. Lakin problem şudur ki, Sartre'ın da işaret ettiği üzere "öteki" benim için cehennemdir ve insan, bu cehennemde sıkışmış, bu uzama hapsedilmiştir. Bu yazıda, bireyin (individual) gücü üzerinde düşünülürken, iç dünya - toplum çatışması ele alınacak, toplumsal yaşamda bireyin hakikatle olan ilişkisi irdelenecektir. </p><p>Freud'un kullandığı benzetmeyle kirpiler, üşüdüklerinde birbirine sokulmakta ve bu yolla ısınmaya gayret etmektedir. Fakat sırtında dikenleri olan bu hayvanlar, ne zaman birbirlerine haddinden fazla sokulsa, sırtlarında kendilerini savunmaları için doğanın onlara armağan ettiği dikenler, diğer kirpilere batarak onların canını yakmaktadır. Bu alegoriyi biraz daha genişletirsek canı yanan kirpinin diğer kirpilere doğru sıçrayacağı ve onları da yaralayarak ucu görünmez bir zincir var edeceği açıktır. Bu durum, kökünde "güçsüz" bireylerin birbirini tamamlamak gayesiyle (net bir bilincin varlığı burada şüphelidir çünkü ilk toplumlar / ilkel komünel topluluklar biyolojik ilişkiler ve doğal ihtiyaçların ürünüdür) kurulan toplulukların geniş bir spektrumda dahi ironik güçsüzlüğünü gözler önüne sermektedir. Benim yaralanmam, ötekinin yaralanmasına yol açar, o zaman işin en uç noktasında "benim kanım", aslında ötekinin kanıdır. Ortak kan anlayışı, bir yandan toplulukların fedakarlık etrafında biçim alan -ki fedakarlık zorunludur çünkü feragat edilmeden toplumsallaşmak olanaksızdır- yapısına ışık tutarken diğer yandan da saf bir ütopyaya gönderme yapmaktadır. Nitekim, Ponty'nin de işaret ettiği üzere her insan yalnızdır, bu yalnızlık hem psikolojik bir iç dünyayı gerektirirken hem de egoist bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Diğer taraftan, tasavvufî bir bakış açısıyla bireye seslenen Mevlana ise "İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz. / Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane." diyerek bireyin acziyetini de yüzüne vurmakta ve onu ötekiye doğru döndürmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar bireyi tamamlamak üzere ortaya çıkmış olsa da toplulukların gücü ve özünde yatan ilkelerin geçerliliği bireyin yalnızlığı karşısında önemli bir soru işaretidir ve aciz bireyin yaşamını nasıl devam ettireceği sorusu da burada önemlidir. </p><p>Topluluk ve iç dünya ilişkisinde ise karşılıklı bir durum mevcuttur. Heidegger'de "aletheia" kavramı varlığın, doğrunun açığa çıkışını ifade eder. Yaşam, var oluşa dairdir fakat var oluşun belirdiği anlar "dasein"den kopulan, ortak bağlamdan uzaklaşılan anlardır. Hakikat, bu anlarda, bu kopuşta belirmekte, kendini örten örtüyü kaldırmaktadır. Hakikat, insan kitleden koptuğunda ortaya çıkmaktadır. Ancak bu demek değildir ki insan, hakikate ulaşmak amacıyla bir münzevi yaşamı sürmeli, "bir damla olarak okyanusa katılmalıdır.". Aksine, yine Heidegger'e atıfla yalnız kalışlarımız bile kitlenin özelliklerini göstermektedir. Ben, aslında ötekidir ve benden kaçış yoksa ötekiden de kaçış yoktur. Toplu yaşam, fikrin de ötesinde belirli bir yaşam biçimini ve dünya algısını insana sunar, bu noktada hakikat, kişinin kendini ötekiden soyutlamasıyla değil (bu mümkün de değildir) onlar aracılığıyla şekillendirdiği dokuyu kendi dokusunda, düşünce aracılığıyla harmanlayarak ortaya koymasında yatmaktadır. İnsanın önündeki perde, bu yolla kaldırılmakta ve görüşü de bu yolla keskinleşmektedir. Hakikatin ifade edilişinin en üst formuysa Heidegger'de şiirdir. Kirpilere dönecek olursak Derrida, şiiri ifade etmek üzere kirpi metaforuna başvurmaktadır. O yaralanan kirpi, şimdi kabuğuna çekilmiş, toplumsalın köşesine sıkışmıştır ve dikenlerine dışa doğru döndürerek hakikati haykırmaktadır. Bu sessiz bir haykırıştır, "varlığın evinden" (dil - Heidegger) dışarıya doğru yayılan bir dalga biçimindedir. Hem bir kapanmayı, hem de dışa doğru bir haykırışı gerekli kılar ve şiir, bireyin "kendi olma yükünün" en çok hissedildiği andır. "Var oluşun dayanılmaz hafifliği"nin artık kitleden kopuşla beraber katlanılmaz bir ağırlığa dönüşmesidir. Kişi, burada kendi hakikatini yaratmak zorundadır, toplu bir uzamda tutsak olarak, tutsak olmasına rağmen kendine dönüşün bir çabası ve Dionysos'un şarabından tat alınmasıdır. Hakikat önemlidir çünkü yanında sorumluluğu da getirmektedir. Hakikati söylemek, toplu yaşamın içinde onu ifade etmek, bir ödev eylemidir fakat kişi, bu noktada ödeviyle birleşmekte, onun ağırlığı altında ezilmektedir. </p><p>Hakikati inkâr etmenin veya ifade etmemenin ağırlığı ise hakikatin kendi ağırlığından daha ağırdır. "Parrhesia" (doğruyu söyleme) hiyerarşik olarak düzenlenmiş (Foucault'nun analizinde) bir toplumsal yapıda, üst pozisyondakine yöneltilen bir eleştiridir. Bunun da ötesinde, hakikati ve Antik Yunan'daki anlayışla, içinden geçeni olduğu gibi (retoriğe başvurmadan) söylemektir. Oedipus'un ölümünün ardından çocuklar arasında yönetimin paylaşımı noktasında bir anlaşmazlık belirmektedir. Kardeşler her ne kadar ülkeyi senelik yönetme konusunda bir anlaşmaya varsalar da büyük kardeş, tahtını devretmemiş ve Polyneikes'i sürgüne göndererek bir tiranlık kurmuştur. Polyneikes, demokrasinin ve bir anlamda da hakikatin sürgüne gönderilmesidir. Anne Iokaste'nin de ifade ettiği üzere, hakikati söylememek, sürgünle cezalandırılmış olmak, bir kölenin yaşamına benzemektedir.</p><p>Ötekinin hayalinde sıkışmak; hem kişinin düşünce dünyasını bozduğundan, onu elde edilemez ötekide, sahip olunmaz ve denetlenemez bir insan ve ayrı bir bilinçte sıkıştırdığından hem de bu elde edilemezliğe rağmen ona sürekli erişmek istendiğinden trajiktir, hatta kişinin kendi iç dünyasının ortasında beliren bir tümörü andırmaktadır. Ötekiyle olan bu birleşme veya elde etme isteği, platonik aşk gibi durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bir ötekiye bağlanmak fikri, son derece ilgi çekiciyken üzerine düşünmeye değerdir. Jean Baudrillard, baştan çık(ar)manın gizemine gönderme yapmakta, "Baştan Çıkarma Üzerine" eserinde de dişil olana dair bir sorgulamaya girişmektedir. Dişil olan, "eril olmayandır" yani o, paradigmaya, düzene ötekidir. Ötekidir fakat karşıt değildir, negatiftir, cinsiyetin ikili yapısını doğrudan bozan unsurdur ve biriktirdiği enerji ile eril tarafından erişilemeyen güçle (doğurganlık) dişil olan öteki bir çekim alanı yaratır. Ataerkil düzen yorumunun aksine tarih, gizli bir dişil egemenliği şeklinde de okunabilir demektedir Baudrillard. Bu şekilde, aslında ötekinin gizemine ve "kölenin, efendiyi şekillendiren örtülü gücüne" dikkat çekmektedir. Ötekinin, -geniş anlamda- anlaşılmazlığının yarattığı gerilim ve ortaya çıkan çatışmalar, ilişkilerin baştan belirlenmiş bir kuralıyken Ponty'nin de söylediği gibi başkaları olmadan, "dünyanın rengine kanmadan" mutlu olmak da olanaklı değildir. Tipik bir çıkar ilişkisinin ötesinde, ortak bir paydada buluşmanın, anlaşılmanın, hatta zıttına çatışmanın hazzı; yaşamı, yalnız birey için yaşanır kılmaktadır. Biyolojik gerekliliklerin ötesinde sosyal gereklilikler de bu noktada önemlidir ve tam anlamıyla "yalnız" bir insanın yaşamına devam etmesi imkânsızdır.</p><p>Toplu bir yaşamın oluşturulma sürecinde ise bir düzen oluşturmak ve hiyerarşiyi yerine oturtmak amacıyla "ötekilerin" varlığı kaçınılmazdır. Oğuz Atay'ın "Beyaz Mantolu Adam" öyküsünde karakter, ekonomik durumuna ve cinsiyetine ters olmasına karşın "beyaz bir manto" almaktadır. Bu manto; karakterin toplum içindeki "mutlak öteki"liğinin sembolü olarak belirmekte ve adam etrafında kendiyle alay edenlerle karşı bir kelime konuşmamakta, onların teklif ile sorularına cevap vermemektedir. İşin sonunda; adam, bu "toplu yaşamdan" denize doğru koşarak ve bir intihar yoluyla kaçmaktadır. Yabancı olan kişi, toplumsallaşmanın kurbanıdır çünkü en çok fedakarlığı ondan yapması istenilir. Yabancı olan, sembolik olarak intihar etmeli, kendi düşüncelerini, kimliğini ortadan kaldırmalıdır. Bu dayatıcı tutum, topluluk olma sürecinin sosyal tahakküm yönüne de ışık tutmakta ve kimliğin dönüştürülme sürecini görünür kılmaktadır. </p><p>İçinde bulunulan toplulukların çeşitlenmesiyle beraber kimliklerin sayısında da kayda değer bir artış olmuş ve işin siyasî tarafı iyice karışık bir vaziyete bürünmüştür. Fiziksel kimliklere dijital olanlar eklenmiş ve piyasanın kolunun her yere ulaştığı sistemde, bireyin özgürlüğü (en azından görünürde) maksimize edilmiştir. Birey, ekonomik özgürlüğünün ardında (her an manipülasyonun hâkim olduğu bir sistemde özgürlük ne kadar mümkünse ) psikolojik ve sosyal denetlemeler içindedir. Her kimlik, belirli bir tip kurarken bölünemez olan birey, ironik şekilde "kitlelere ayrıştırılmıştır", insan tipleşmiş, karakter içsel derinliğini yitirmeye başlamıştır. Öteki kaybolmuştur çünkü her şey birleşmiştir. Bireyi, eylemesinde özgür bırakıp tercihlerini yönlendirmek onun üzerinde daha baskın bir tahakküm oluşturmaktır. Kitlelere katılarak bu sistemi önleme düşüncesi de çoğu durumda sistemin kendisine eklemlenerek onun gölgesinde oynanmakta, mağara duvarına yansıyan gölgelere yumruk savrulmaktadır. Diğer türlü, tamamen bireysel bir kayıtsızlık ile oyuna katılmama durumu ise yapay ilişkiler düzeninde varlığı sürdürmeyi olanaksız hale getirmektedir. Bireyin söyleme değil, düşünce özgürlüğü neredeyse elinden alınmaktadır. Chul Han'ın da yer verdiği "Tanrı, beni benim istediğimden korusun!" sözü, kıymetlidir ama ne istediğim belirsizken bu söz de pratikte havada kalmaktadır.</p><p>İnsan, dünyayı şeylerle olan ilişkisi noktasında algılamakta ve Ponty'e göndermeyle, kendisi de bu uzamın bir parçası olmaktadır. Uzam; saf değildir, benim şeylerle olan ilişkim, mesela tatlı ve yapışkan olan balı algılama yöntemim/biçimimle, önceden algıladıklarım ışığında şekillenir. Varlıklar sabit bir uzama serpiştirilmiş değildir, onları benim için kendi algılayışım şekillendirir ve her algı da beni oluşturur. Aynı doğrultuda, ötekiyle olan ilişkilerim beni, ben de ötekileri oluştururum. Bu ilişkiler ağının oluşturduğu topluluk ise bir kirpi sürüsünün dinamiklerini andırır. Bazı zamanlar birbirini ısıtan, bazı zamanlar yaralayan, bazı zamanlar da sessizce direnişe geçen kirpileri. Toplumsal oluşumun yarattığı ayrımlarla, "yalnız insan", ancak başkalarıyla birlikte var olmaktadır. Yeni postmodern dünyada, kitleler çoğalırken karakterler gittikçe silikleşmektedir. Buna karşın, ötekinin gizli kuvveti her dönem için geçerliliğini korumakta ve hakikati kovalayan kirpiler, "hayaletler"e dönüşerek zamanın her aşamasında "insan"ı takip etmektedir.</p><p style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVxgtlNyO9dzRnr8rEqSpFVVgG4ecsBTqXUb4m8fnhdVHSm3YaM2JDhDAPqOXJVJS04HorcXksKpBV6BB4nErfjZmdQySXL7i9hr2vdG517XF0mJQiyFDGLk9uXxTqH-usxxN5H4VzR459vo5-z8CxAWfaHTifWU4FtiaA8EBqt9buac9kx4g2L3g48g/s4618/IMG_20220412_150834.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVxgtlNyO9dzRnr8rEqSpFVVgG4ecsBTqXUb4m8fnhdVHSm3YaM2JDhDAPqOXJVJS04HorcXksKpBV6BB4nErfjZmdQySXL7i9hr2vdG517XF0mJQiyFDGLk9uXxTqH-usxxN5H4VzR459vo5-z8CxAWfaHTifWU4FtiaA8EBqt9buac9kx4g2L3g48g/s320/IMG_20220412_150834.jpg" width="240" /></a></p><p><b>2.Adım Yazısı</b></p><p><b>Hayatın Trajedisi</b></p><p><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></i></p><p>Ölüm bilinciyle yaşamak veya öleceğini bilmeye rağmen yaşamaya devam etmek hayatı, daha baştan "trajik" bir süreç hâline getirmektedir. Varlığa eklemlenemeyen ve var oluşun içinde hiçbir yere konumlandırılamayan ölüm, insanı yaşamın içinde ve ölümden sonraki süreçte anlam aramaya iterken olayları rasyonel, somut bir zemin üzerine oturtma isteğini de tetiklemiştir. Her ne kadar ortaya konmuş her düşünceyi bir tür ölüm kaygısına mal etmek insana yapılacak ciddi bir haksızlık olsa da evrimsel süreçte varlığını devam ettirmeye koşullanmış bir hayvanın sahip olduğu bu bilinç, onun laneti olarak belirmektedir. Absürdist bir perspektiften, Tanrılarla didişmiş Sisifos'un trajik mücadelesi, insanın anlam arayışını açık şekilde yansıtırken hayatın değerini de kendi içinde kurmaktadır. Ölüm, yaşamın hem gölgesi hem de bir tamamlayıcısıdır, Baudelaire'in dizelerinde ifade ettiği üzere, "Yer, içer bir Şeytanlar takımı beynimizde, / Ve ne zaman solusak, dolar ciğerimize, / Boğuk iniltilerle, Ölüm, görünmez ırmak.”.</p><p>Yaradılış mitine gönderme yapılacak olursa, insanın yaşama atılışı daha temelden ona verilmiş bir cezadır ve insanın cezalandırılma sebebi de bilgi ağacından yediği meyvenin sağladığı bilinç ile insanın hissettiği utanma duygusudur. Bilmek, yanında her zaman sorumluluğu da getirmektedir ve insana “önceden sağlanmış” bir anlamlar sistemi sunulmadığından onu kendi kurması veya önceden sağlandığı iddia edilecekse de bu anlamı kendisinin keşfetmesi gerekmektedir. Yaşamın doğuşu, büyük sözün, “ana” logosun çiğnenmesiyle gerçekleştirmektedir ve yarı şiirsel bir ifadeyle insan, sorumluluğunun sebebi olan aklıyla kurmuş olduğu logosentrik anlatılar aracılığıyla, bir bakıma, temel sözün himayesi altındaki istikrar ile birliğe tekrardan kavuşmayı hedeflemektedir. </p><p>Antik Yunan’da, anlam konusunda zıt cephelerde konumlanmış iki felsefi görüş, anlamın anatomisini çıkarmada yardımcı olabilir. Bu noktada, Platon’un “idealar evreni” etrafında şekillenen görüş, yaşamın ötesinde var olan bir boyutta, şeylerin formlarının asıl hakikati var ettiğine inanırken erdem ile rasyonaliteyi birbiriyle sıkı ilişki içinde ele almakta ve “Devlet”te kurulan hiyerarşilere, ayrımlara dayanan idealist bir düzende kendini göstermektedir. Nitekim, Sokrates, baldıran zehrini içmeye, inandığı hakikat ve anlamlar rehberliğinde tereddütsüz yürümektedir. Sokrates, Derrida’nın “Ölümün Armağanı”nda analiz ettiği üzere; sahip olduğu idealler, doğruluğundan emin olduğu erdemleri ve ölüm sonrası yaşam inancı sayesinde zehri gönül rahatlığıyla içmektedir. Bu yolla, ölümü rasyonalize edebilirken aklının sorumluluğu aracılığıyla, ölümü deneyimleyerek “ölümü” fethetmektedir. Doğru olmanın gerektirdiği sorumluluk ve kişinin bu yoldaki görüşleri, onun ölümü aşmasında önemli bir rol oynamakta ve Sokrates, hem ölümün armağanını almakta hem de bu armağanı öğrencilerine bırakmaktadır. Diğer taraftan, bu idealist bakış açısının karşısında hakikatin göreceli bir kavram olduğunu savunan Sofistler yer almaktadır. Logosun mutlaklığı ve hakikatin hiyerarşi yaratan dikte edici yapısına karşı Sofistler, bu dünya içinde, realist ve/veya pragmatist denebilecek bir yaklaşımla belagat üzerinde dururken “söz”ün içeriğinden ziyade biçimine ve yarattığı etkiye önem vermektedir. Mutlak hakikatin varlığını savunan ilk görüş, ölümle doğruluk aracılığıyla bir yüzleşmeyi gerektirirken ikinci görüş ise ölüneceği bilinciyle ve yaşamın anlamının değişkenliği inancıyla hayatın içinde bir akış, öğreti yaratarak sistemin kendi düzeninde var olmayı gerektirmektedir. Diğer taraftan, Sokrates öncesi felsefeye, Nietzsche’nin ifadesiyle “Yunanların Trajik Çağında Felsefeye” de bu noktada bir parantez açmak gerekir. Tragedyada, yaratımın, coşkunun temsilcisi olan Dionysos ile düzen sağlayıcı Apollon arasındaki birlik; Sokrat felsefesiyle beraber sekteye uğrarken Dionysos ve yaşamın “bulanıklığını” ortaya koyan her tür düşünce, aklın rasyonelleştirici yapısına karşı açık bir hedef haline gelmektedir. Bu durum, aklın ölümü rasyonelleştirme aracılığıyla ele geçirme uğraşındaki yapaylığı ve rasyonalitenin vurdumduymaz kibrini ortaya koymaktadır.</p><p>Ölüm bilinciyle ortaya konan düşünceler, çoğunlukla “nasıl yaşanması” gerektiği düsturu etrafında şekillenmektedir. Dinler, ideolojiler gibi üst-anlatılar aracılığıyla insanlar, yaşamı genel geçer bir temele oturtmaya ve hayatın içinde bir anlam bulmaya çalışmışlardır. İnsanın, etrafta gördüklerini açıklayabilme gayesiyle kurduğu mitolojilerin (mitos) ve düşünce yoluyla oluşturduğu din ile ideolojilerin (logos) temel olarak bir anlamlandırma -her ne kadar bilgi açısından gittikçe karmaşık hâle de gelse- amacı etrafında kurulu olması, insana her soluğunda eşlik eden ölüm bilincinin yoğun etkisini yansıtmaktadır. Akıl ile şüphe öncülüğünde bir arayışa giren Descartes, hakikate ulaşmak amacıyla sepetindeki tüm elmaları çıkarmakta ve düşünce öncülüğüyle elmaları sepetinde toplamaya başlamaktadır. İnsana düşünebilme yetisi sebebiyle atfettiği ayrıcalıklı konumda Descartes, insanlara “akıllarını doğru şekilde” kullanma sorumluluğu yüklemektedir. Cogito’nun gereği olarak rasyonalite, insanı var eden unsur olmakta ve insan, var olmayı sürdürebilmek adına aklını kullanmakla mükellef kılınmaktadır. Bu arayış sürecinde Descartes, Tanrı kestirmesiyle yoluna devam ederken hayvanlara da birer otomat pozisyonunu layık görmektedir. Fakat Merleau-Ponty’nin “Algılanan Dünya” başlıklı konuşmalarında ifade ettiği üzere hayvanlar, dünyaya bir biçim sağlarken var oluşlarını sürdürme yolundaki biyolojik çabalarıyla bir miktar saygıyı da sonuna kadar hak ediyorlar. Filozofun deyimiyle hayvan, “anahtarı elinde olmayan bir dünyaya fırlatılmış bir varoluşun çabası”nı gözler önüne serdiğinden insanın imgeleminde ve anlatılarda önemli bir yer sahibi olmakta. Dahası, sahip oldukları fikirler, insanın varlığıyla bütünleştiğinde nihilist çizgide yer alan Cioran’ın ifadesiyle tüm cinayetlerin sorumluluğunu da tapınmalar üstlenmektedir. İnsanlığın yaşadığı mezhep kavgaları, katliamlar, büyük savaşlar; oksimoronik biçimde bilinçli bir varlığın kendi yaratımına tapınmasıyla var olan dramatik sonuçlardır. </p><p>Kolektif yaşamın gereği olarak, insanın etrafıyla kurduğu ilişkilerde ahlak, ciddi bir düzenleyici misyonu görmektedir. “Yasa” kavramı ile emirler etik bir zeminin kuruluşu için kritik önemdedir. Anlamın gülünç olduğu ne kadar iddia edilirse edilsin yasasız bir dünyanın Saramago’nun “Körlük” kitabındaki salgın sonucu beliren sefil düzenden pek bir farkı muhtemelen olmayacaktır. Yasa, dışsal bir zorunluluğu gerektirmemektedir, tersine Kant’ın “Kategorik Imperativ”inde olduğu üzere, kişi yasaya dışsal faktörlerden soyutlanma yoluyla ve eğitim aracılığıyla inşa edilen bir değerler sisteminde ulaşabilmektedir. Bilincin kendisi, -Tanrı’nın varlığına dayansın veya dayanmasın- yasayı zorunlu kılmaktadır. </p><p> İnsan, fırlatıldığı dünyada çok boyutlu bir etkenler ağının ortasına konumlanmıştır. Algıyı şekillendiren bir dil düzeninin, post-endüstriyel göstergeler bombardımanının ve spesifik bir zamansal-mekansal anlayışın ortasında yaşamını sürdürmektedir. Heidegger’e atıfla, yalnız kalışımızın bile kalabalığın özelliklerini yansıttığı bir ortamda, ontolojik hakikatin ötesinde bir anlam aramak Gray’in de belirttiği üzere kedilere gülünç gelebilir. Her şeyin güç istenci etrafında şekillendiğini söyleyerek sözde gerçekleri kullanışlı yalanlar olarak gören Nietzsche, anlamın politik boyutuna parmak basarken dekonstrüksiyona yolu açan üst-anlatıların bozunum sürecinin de önüne açmaktaydı. Anlamlar sisteminin çöküşüyle beraber ortaya çıkan Nihilizm ve absürdizm benzeri felsefi akımlar eli boş kalan insanın acısını göstermektedir. Araçsal aklın, doğayı rasyonellik içinde eritme çabasının eleştirisini sunan Frankfurtçular’ın ardından ve ortaya çıkan postmodern anlayışta, anlamın kurucusu doğrudan birey olmaktadır. Metin, metafizik anlamının ötesinde çok katmanlı yapı-sökümsel yorumlar vaat etmektedir. İçsel yapıdaki her hiyerarşi tersine dönebilmekte, merkezler artık dinamik bir vaziyette bulunmaktadır. Uzam dahî kişinin algısıyla şekillenmekte ve Baudrillard’ın simülasyon teorisinde hakikat iyice erimektedir. “Simülasyon ile Simülakrlar”da ikonoklast dönemin analizini yapan filozof, Tanrı’nın ikonalarının onun yerini alarak ardındaki anlamsızlığa, boşluğa işaret ettiğini söylemektedir. Günümüzde de her yeri kaplayan simülakrlar anlamın tamamıyla ortadan kaybolmasına ve ölüme; boşlukla, hiçlikle karşı koyulmasına yol açmaktadır.</p><p>İnsanlık, ölüm gerçeğine karşı trajik yaşamda anlam bulma çabasıyla birçok anlatı kurmuş ve doğru olanı bulma yolunda mücadele etmiştir. Anlatılar, akıl ve inanç sistemleri günümüzdeki karmaşık teknoloji çağında iyiden iyiye sarsılmaktadır. Bu noktada, kişinin kendinden sonra da anısını sürdüren ve ölüme inat bir direniş olarak beliren sanat, yaratıcı doğasıyla insanların, karmaşık bir zamansal ağda iz bırakmasını sağlamaktadır. İnsana her soluğunda kendini hatırlatan ölüme karşılık insanlık, Klimt’in “Ölüm ve Yaşam” tablosunda olduğu üzere kollektif bir hafızada, yaşamın döngüsünde direnmektedir. </p><p style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJWyD5WWWMlPMphP4TXt6FtCdiCE_tOlXspDuJwfPMGIBqL4t22WGtUeiJ1u6xI56qzaKxnl61ccaR_RbY5JQad56cLuUJ8dXmfwR-qqGGhbo6AUHopaGXukiy0m3R1olE4F_TPNRBeaYbbXwKqP2-soTstGZXxUD1VfXs6ODLHN41BqGO0Hfsa28ORA/s2776/IMG_20220517_160306.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2776" data-original-width="2637" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjJWyD5WWWMlPMphP4TXt6FtCdiCE_tOlXspDuJwfPMGIBqL4t22WGtUeiJ1u6xI56qzaKxnl61ccaR_RbY5JQad56cLuUJ8dXmfwR-qqGGhbo6AUHopaGXukiy0m3R1olE4F_TPNRBeaYbbXwKqP2-soTstGZXxUD1VfXs6ODLHN41BqGO0Hfsa28ORA/s320/IMG_20220517_160306.jpg" width="304" /></a></p><p><b>1. Adım Yazısı</b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><i>“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</i></span></p><p>Tarihin merkezine konumlandırılmış uygarlık illüzyonunun; insanı tarihin ucundaki ütopyaya ulaştırmak yerine ona ütopyaların varlığını unutturması ironik olduğu kadar acı bir durumun da yansımasıdır. O uygarlıktır ki insana hak ettiği onuru vaat ederken yok saydığı ötekilerin varlığı sayesinde dimdik ayakta durabilmiş ve işin sonunda hem doğaya hem gerçeğe hem de insanın kendisine karşı kocaman bir yutucu ve iğdiş edici mekanizmaya dönüşmüştür. Bu noktada, ufacık bir azınlığın lüksü adına insanlık üretken bir makineye indirgenip yaratma yetisinden yoksun bırakılmış ve yaratıcı olarak kişi; kolu kesik, gözleri bağlı bir biçimde kendini üretime sunan saf bir üretici ile rızalı tüketici konumuna yerleşmiştir. Bu dönem, "tarihin sonunu" bir şekilde teşkil ediyorsa bu, ancak sakatlanmış yaşamların ilerlemeyi olanaksız kılan fakirliği ile kaybolup yeniden üretilen gerçekliğin geleceğe doğru yeni bir açılımı imkansız kılmasından ileri gelmektedir. Bu yazıda, çölleşen uygarlığın, kendisinin eseri olmayan unsurları sindirme süreci üzerinde durulurken insanlık aşiretinin hakikat ve evren ile olan kavgası da irdelenecektir. </p><p>Duraklama olmaksızın sürekli üretimi mümkün kılmak, insanı denetlenebilir ve kaydedilebilir bir parçaya dönüştürmeyi gerekli kılmaktadır. Bu durumun sonucu olarak, Byung Chul-Han'ın "Şeffaflık Toplumu"nda detaylıca ortaya koyduğu üzere her şey şeffaflaşmakta ve birer sergi ürününe indirgenirken enformasyon halini almaktadır. Maksimum fayda, her tür gizin elimine edilerek açığa vurulmasını gerekli kılırken yapbozun aykırı her bir parçasını da kurmuş olduğu global ve bir o kadar da mikro iktidarlar alanında sisteme entegre etmektedir. Kitle, bir "teşhir toplumu" halini alırken derinlik ile yavaşlık da yetersizliğin ifadesi olan birer negatif kavram halini almaktadır. İnsanın faydası için yaratılmış düzende, artık her tür organik unsur sistemin işleyişinin önünde köstek olurken imha edilmesi de zorunlu düşmektedir. Hal böyle olunca, insan ilişkileri de hayalî kimliklerin kol gezdiği ve gösteriye uygunluk kaygısıyla insanların çırpınıp imgesel kimliklerin birbirleriyle çarpıştığı bir arenaya dönüşmektedir. İnsan, hakikatin kaybolduğu yeni uygarlık düzeninde keyfini gönüllü olarak kandırılmakta bulmaktadır. Roland Barthes'ın "Çağdaş Söylenceler"de betimlediği üzere dünya, bir gösteri güreşi (Kaç) ringine bürünmektedir. Kişiler, hem kurgunun büyüsüyle sarhoş olup yapaylığın yarı bilinçli farkındalığıyla kendilerinden geçerken hem de oyunun fazla yapma ve sahte bir hal almasından hoşnut olmamaktadır. Bireyler, imgesel kimliklerin radikalliğinden (iyiye karşı hain benzeri) zevk duyarken duyguların açıkça fakat -yapısına aykırı şekilde- bir o kadar da tekdüze gösterilmesinden haz duymaktadır. İmge ile duygular dahi artık mülk edinilir hale dönüştürülmekte, kategorik ayrımlar vasıtasıyla hem karakterden hem de derinlikten yoksun kalmaktadır. O halde, hakikat bayağılığı ve imkansızı yansıtırken mutlak verim üzerine kurgulanmış "Cesur Yeni Dünya"da sahip olmanın doruklarında olan kişi için gösteri ile sergiler, Huxley'in romanındaki sedatif somaların yerini tutmaktadır. </p><p>Hızlı bir işleyişi öngören kârın maksimizasyonuna uyuşturma ve haz ile erişmek çelişkili görünüyor olsa da bireyin sistemli bir şekilde ehlileştirilme sürecine göz atmak, durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Foucault'nun analizini yaptığı disiplin toplumunda, panoptikonun varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Jeremy Bentham tarafından bir hapishane modeli olarak ortaya konan panoptikon, Klasik Dönemde iktidarların karakterini çözümlemek adına kullanışlı bir araçtır. Model, merkezde bulunan bir kule aracılığıyla gözetleyenin varlığından habersiz bir şekilde birbirinden ayrı hücrelerinde konumlandırılmış mahkumları ön görmektedir. Bu yolla, minimum masrafla maksimum düzen sağlanabilir. Toplum içinde sınıflandırılmış gruplar görünmez bir kuleden kendilerine gizlice fısıldanan emirlere göre kendilerini dönüştürmektedir. Herkes, görünmez bir prototipe en uygun hale gelmek adına çırpınırken durmaksızın gelişmek de bireyin temel gayesi olmaktadır. Diğer taraftan; bu anlayış, güç odaklarının görünmezliği ve dağılmışlığına rağmen hâlâ masraflı olmakta ve direnişlere yol açmaktadır. Kontrol süreci; teknolojinin de gelişimiyle beraber tahakküm aracından kontrol aracına ve en nihayetinde de herkesin bir diğerinin bekçisi olduğu modern uygarlıkta bir gönüllü teslimiyet halini almaktadır. Kişinin benliğini gönüllü teslimi ile keyif merkezli bir kontrol, her tür mekanizmanın en etkilisi olurken tamamen görünmez hale gelmiş bir iktidar sistemi ile arka plandan işleyen teknolojik süreçler de insanı ağında hapsedip sürekli üretmeye teşvik etmektedir. Devasa bir reklamlar ağı aracılığıyla insan satın almaya yönlendirilirken her şey satın alınabilir gözükmekte ve insanın kimliğini sahip oldukları belirlemektedir.</p><p>Tüketilenler, her ne kadar bireyi içten içe kuruyor olsa da vaziyet, en sonunda Erich Fromm'un bahsettiği üzere bir "nekrofili" (ölüseverlik) halini almaktadır. İnsan, satın aldıklarını kontrol edemez hale gelip piyasa manipülasyonun bir kuklası halini aldığında organik olana sırtını dönmekte ve o meşhur uygarlık, koca bir cesetler zinciri var etmektedir. Canlı olana karşı bir tür sırt dönüşün yansıması olan bu kopuş, hem simgesel hem de eylemsel boyutta uygarlığın evrenle olan küskünlüğünü de yansıtmaktadır. Bu dengesizlik hali; kendini iklim değişikliği benzeri küresel boyutta bir denge yoksunluğu formunda da görünür kılmaktadır. Fromm, bu noktada insanın önüne "sahip olmak" ya da "olmak" ayrımını çıkartırken temel antagonizmayı da formülize etmekteydi. Fakat ayrım, (her ne kadar sembolik de olsa) böyle bir ayrımla da sınırlı kalmamakta ve piyasa, Baudrillard'ın fazlaca üzerinde durduğu gibi kendi hakikatini kendi kurgular hale gelirken kendine has bir hiper gerçeklik boyutu da oluşturmaktaydı. Bu simülarklar düzeninde artık organik domatese gerek yoktu, hatta domatesin kendisine bile gerek yoktu çünkü "post-truth"un büyüsü kendine göstermekte ve simülarklar evreninde her şeyin anlam ile biçimi bir şekilde ters yüz edilirken üretimin, yalnızca üretmek için üretimin, sindirici yapısına eklemlenmekte ve "karnavalın ritüellerini" belirlemekteydi. Her zaman Batı'nın mülkü olmuş uygarlık, içinde bulunulan Antroposen Çağ'da dünyaya iyice ihraç edilir olmuş ve "öteki" kültürler de bu uygarlığın görkemi önünde erir hale gelmiştir. Bu karnavalın ve verimlilik ile üretim ekseninde şekillenen sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi imkansız hale gelirken Baudrillard'ın "Karnaval ve Yamyam"da ortaya koyduğu üzere aşirete dönüşmüş dünyada sistem, bir yamyam veya hastalıklı hücre misali hakikat ile beraber kendini de yok etmektedir. </p><p>Zenginleşme amacı, her açıdan akışkan ve hızlı bir düzeni gerekli kılmaktadır. Fakat bu hız, bir yandan üretirken diğer yandan da düşünceyi yok etmektedir. Heidegger'in belirttiği tarzda düşünsel anlamda bir "çölleşme" meydana gelmekte ve bu kurak arazi, bir enfeksiyon misali insanın dört bir yanı sarmaktadır. Üretim fazlalığı, yaratımı dışlamakta ve her tür aykırı gerçeklik ile yaratımın yok sayıldığı bir vaziyet yeni gerçekliğe dönüşmektedir. Yaratıcının dahi ne hikmetse altı günde yaratıp bir günde dinlendiği bir evrende insan, her daim veriler tarafından sarılmış bir vaziyette sürekli meşguliyet halinde yaşamaktadır. Bu hız, milyonların sefalet içinde yaşamını sürdüğü bir düzende hem her türlü direnişin önüne geçmekte hem de Grimm Kardeşler'in "Tavşan ile Kirpi" masalındaki tavşan misali gözleri hırstan görmez olmuş bir halde kendini tüketip imha etmektedir. Dahası, yerinde duran kişi de hızlı birey de tanımlanabilir olmakta ve tanımlanabilir olan da yutulmaktadır. Kendisine uygun olmayanı dışarıda bırakan kapitalizm, Deleuze ile Guattari'nin ifade ettiği üzere insanın yer ile yurdunu da elinde almakta ve onu parçalara ayrıştırıp sistemin işleyişine entegre etmektedir. Dünya ufak bir azınlığa cennet olsun diye dünyanın ezici bir çoğunluğu sefaleti en uç noktasına kadar yaşamakta fakat herkesin payına düşen düşünsel zayıflık olmaktadır.</p><p>Ütopyalar artık hatırlanmaz olmuştur çünkü hakikat defalarca parçalanarak atomize hale gelmiş ve her tür organik, inorganik unsura yabancılaşan uygarlık, düşünsel bir kuraklık içinde kâr üretmek adına bireyi her şeyden yoksun hale getirmiştir. "Yer Altından Notlar"daki gibi insan, bir böceğe dahi dönüşemez olmuştur. Şeffaf dünya, evrene küskün koca bir aşiret olurken bir yamyam misali kendini sindirmektedir. </p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-87580094740717890432023-06-11T18:13:00.000+03:002023-06-11T18:13:18.608+03:00Ali Kurnaz / Halil İnalcık Sosyal Bilimler Lisesi / Bursa / DüşünYaz 9 Türkiye Dördüncüsü<p style="text-align: center;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxgWL8YxHVtOS-AU6K6Z2EpcwZpw0RxgB3nV4b2OiaJ08m3QkSPLybMUQu4KCL8c_LN2p8RUFCL-5sokHDbrqH1gY1jnwGVQHnFk6RWJ1YwTNabo3opN9f0ZpJA6_WQTYz1biP50lLU52_uXc-WmCwbYYO4ldFH5sk_62JKVl71Vmj5JgsaWT8idt_-g/s4618/IMG_20221107_143409.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxgWL8YxHVtOS-AU6K6Z2EpcwZpw0RxgB3nV4b2OiaJ08m3QkSPLybMUQu4KCL8c_LN2p8RUFCL-5sokHDbrqH1gY1jnwGVQHnFk6RWJ1YwTNabo3opN9f0ZpJA6_WQTYz1biP50lLU52_uXc-WmCwbYYO4ldFH5sk_62JKVl71Vmj5JgsaWT8idt_-g/s320/IMG_20221107_143409.jpg" width="240" /></a></div><b>Final Yazısı</b><div><b><br /></b></div><div><div>"Yaşamdaşlık, uygarlığımızın yetmezlik noktasının özetlendiği, "yaşam insan için var, yaşam benim için var" kendiliğinden kabullenişinin, "insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var, ben de bu yaşam ağı için varım" anlayışına geçişi demek. Orman-yaprak metaforu ile anlatırsak; yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlaması demek." Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Ayrıntı Yay</div><div><br /></div><div><b>HÜMANİZMDEN KOPUŞUN GEREKLİLİĞİ: İNSAN HAKLARINI NEDEN MEŞRU KILAMIYORUZ?</b></div><div><br /></div><div>Giriş ve Yöntem: </div><div><br /></div><div>Bu alıntıda Kılıç'ın çok açıkça dünyadaki her şeyin ötesine ben anlayışını koyanlara ve her türlü şeyin önüne kendi çıkarlarını, kendi benliklerini koyanlara yani Hümanistlere karşı durduğu görülmektedir. Bu açıdan bu denemede bir Hümanizm eleştirdi yapacak, bu bağlamda İnsan Haklarının neden meşru olmadığına dair bir tartışma yürüteceğiz.</div><div><br /></div><div> Hümanizmin, 15. Yüzyılda Machiavelli tarafından sistematikleştirilse dahi insanlık tarihinin ilk anlarına kadar uzanabildiği görülmektedir. Bu kanıya nasıl mı varıyoruz? İnsanlık tarihinin, ‘’benden olmayana karşı’’ şiddet üzerine kurulduğu gerçeğinden. Tarih, insanlık hakkı elinden alınmışların acılarını bizzat yazmaktadır ve felsefe buna çözüm bulmak zorundadır. Peki bulabildik mi? Kısmen, Peki uygulamaya koyabildik mi? Kesinlikle hayır! Günümüzde hala Rusya’da, Afganistan’da, Orta Doğu’da ve Afrika’da yaşanılan katliamlar, insan hakları ihlalleri devam ederken bizim akademisyenlerimiz hala akademik dergilere Kant’ın Ebedi Barış düşüncesini anlattığı makaleleri bol kaynakçalarıyla göndermeye çalışmaktadır. Sivil toplum örgütlerimiz ellerinde bir bayrakla slogan atmanın ötesine geçmemektedir. İnsanlar, birleşip bir toplum benliği kazandığında doğal bir tahakküm yaratırlar. Bu tahakkümün kaynağı da, Kılıç’ın açıkladığı: yaşam insan için var, yaşam benim için var- anlayışından doğmaktadır. İlk bakıldığında yaşamın insan için olduğu fikrini ulus devletlerle özdeşleştiremiyoruz, fakat bir de ne görelim! Devletlerimiz kendi yasalarına, kendi kültürlerine, kendi dinlerine uymayan herkesi barbar ve hain ilan etmektedir. Onların konuşma haklarını ellerinden almakta, onları yok etmektedir. İnsan konuşamadığında, fikirlerini belirtmediğinde, özgürce mülk edinemediğinde hala insan mıdır? O halde bu devletlerde yaşam, ‘’yasalarımıza tabii olanlar için vardır, şayet yasalarımıza tabii olmazsanız zaten insan olamazsınız’’ anlayışı üzerine kurulmaktadır. Kılıç’ın burada bulduğu problem, insanların benlik duygularının ne kadar da baskın gelebildiği ve bu baskınlığın nasıl sonuçlara yol açtığıdır. Uygarlığın yetmezlik noktası tabiri de bunu açıklamaktadır. O halde bu denemede, yaşamı kendileri için var eden devletleri inceleyecek, bu anlayışın İnsan Hakları fikrini nasıl meşru kılamadığını açıklayacağız. Sonuç Bölümünde de, bu meşrusuzluğun nasıl giderileceğini açıklayacağız. Bunları yaparken öncelikli olarak Rousseau’dan, Kant’tan; Augustinus’tan ve Habermas’tan bahsedeceğiz. Tabii bütün bunları yaparken Kılıç’ın fikirleri arasında bir bağlantı kuracağız.</div><div><br /></div><div>1. ROUSSEAU’DA İNSAN HAKLARI </div><div><br /></div><div>Rousseau, 1712 yılında doğmuş Cenevreli siyaset filozofudur. Hayatı boyunca devleti anlamaya, anlatmaya ve ideal bir toplumun nasıl oluşturulacağına dair fikirlerini beyan etmiştir. Ve onun pekte öne çıkmayan bir görüşü bulunmaktadır: İnsan Hakları. İnsan Hakları dediğimizde karşımıza ilk olarak Kant çıkmaktadır fakat Rousseau, Kant’ın insan hakları fikrinin temelini oluşturmaktadır. Bu yüzden onun incelenmesi bir elzemdir. Rousseau, yoksul bir saatçinin oğluydu. Hiçbir zaman kendisini yüksek kesimlere ait hissetmedi, her daim işçi sınıfıyla bir yakınlık içerisinde bulundu. Taşralı olması, yaşamı boyunca alt kesimle beraber olması onun insan hakları fikirine zemin hazırlamıştır. Rousseau, her ne olursa olsun insanların mülkiyetini -bundan ne kadar hoşlanmasa bile- özgürlüğünü ve haklarını savunmuştur. O bir özgürlük filozofudur, peki onun bu fikirlerini oluşmasında yaşamında etkileyen çok önemli bir özelliği bulunmaktadır: Püriten bir eğitin görmüştür.</div><div><br /></div><div>1.1 PÜRİTENLİK; DEVLETE KARŞI BİR FİKİRSEL İSYAN</div><div><br /></div><div>Püritenler, 17. Yüzyıl İngilteresinde ortaya çıkmış bir dini görüş hareketidir. Bu ayrılık diğer ayrılıklardan pek bir farklıdır zira siyasal bir zemin taşımaktadır, ayrıca acılarla dolu da bir tarihe sahiplerdir. Püritenizm dinde bireysel dindarlığı savunan, devletle yollarını ayıran özgür bir siyasal düşünceydi. Püritenler, İngiltere Kraliçesine karşı olan ‘’fikirsel isyanlarından’’ ötürü yurtlarından sürgüne gönderilmişlerdir. Püritenizm, kendi görüşlerini tebliğ ederken kitaplar ve topluluk üzerine bir yapı inşaa etmişlerdi. Bundan mütevellit onların eline kılıç alıp savaşacaklarını düşünmek doğru olmaz, zaten tarihte de böyle bir isyan hareketi gözlemlenmez. Püritenler katı ahlaki yaşayışları ve giyim şekilleri yüzünden ‘’gerici, kültür düşmanı’’ olarak da adlandırılmışlardı (Güngör, 2005: 8), bütün bunların sonucunda yurtlarından sürgüne gönderilmişlerdi, belli bir kesim Amerika’ya belli bir kesimde Avrupa’ya gitmişti. Cenevre’de bu Püritenlerin yükselttiği bir şehir olarak karşımıza çıkmaktadır. Rousseau’da böyle bir ortamda büyümüş oldu. Peki biz buradan ne anlamalıyız?</div><div><br /></div><div>Rousseau, etrafına, ailesine ve yaşadığı toplumun yüzüne bakıldığında azınlığın ezilmişliğini görüyordu. Bu insanlar, atalarının memleketinden sırf dünya anlayışları aykırı diye devlet gücüyle göç ettirilmiş, fikirsel etkinlikleri elinden alınmış, pek çoğu da öldürülmüştü. Peki neden? Sadece çoğunluktan farklı düşündükleri, çoğunluğa uymadıkları, çoğunluğun dünya anlayışına uymadıkları için sürgün edilmişlerdi. Püritenler devletle olan bu nahoş münasebetinin kaynağının da kaynağı böylece çok net bir biçimde kendisi göstermektedir. Rousseau’da felsefesinde bu devlet denilen yapıyı anlamaya çalışmıştır, dahası devletin bu tahakkümünü durdurmak için bir ideal düzen fikri ortaya atmıştır. Bunun da genel ilkelerini toplum sözleşmesi kitabında ortaya koymuştur. Bu vaziyette, Rousseau’nun felsefesinde insan haklarının görmezden gelinebileceğini düşünmek doğru olmayacaktır. Rousseau’nun Siyaset Felsefesinde bizim bugün adlandırdığımız İnsan Hakları fikrinin -pratik yansıması ve temelleri- bulunmaktadır.</div><div><br /></div><div>1.2 ROUSSEAU: İNSAN HAKLARININ ASIL SAHİBİ</div><div><br /></div><div>İnsan Hakları dediğimizde felsefede karşımıza ilk olarak Kant ve onun Ebedi Barış’ı çıkmaktadır, bu doğru bir fikirdir fakat yeterli değildir. Kant’ın insan hakları günümüz insan haklarıyla uyuşmamakta, pratik şekliyle hiç uyuşmamaktadır. Bunun sebepleri birazdan açıklanacaktır. Peki o halde günümüzde insan hakları dediğimiz şey II. Dünya Savaşından sonra bir avuç bürokrat tarafından oluşturulmuş bir kağıt parçasından mı ibaretti? Hayır, zira onun kökenleri felsefeye dayanmaktaydı. Bu yüzden felsefe ile incelenmeliydi. Bizzat Rousseau’ya, dediklerimizi, daha iyi anlatabilmek için Diderot ve Rousseau arasında bir mukayese yapmalıyız, okuyucu birazdan tam olarak ne kast ettiğimi anlayacaktır. </div><div><br /></div><div>‘’Bireye adalet ve adaletsizliğin ne olduğunu belirleme hakkını vermiyorsak, bu büyük meseleyi hangi merciinin önünde savunabiliriz? Nerede? İnsanlığın önünde. Buna sadece insanlık karar vermeli, zira herkesin iyiliğinin dışında bir arzusu yoktur. Bireysel iradeler kuşkuludur; ya iyi, ya kötü olurlar. Fakat genel irade her zaman iyidir. Hiçbir zaman yanıltmamıştır ve bundan sonra da yanlış yönlendirmeyecektir. . . . Bireyin ne derece insan, vatandaş, tebaa, baba veya çocuk olması gerektiğini ve ne zaman ölüp, ne zaman yaşaması gerektiğini bilmesi için genel iradeye başvurması gerekir. Tüm yükümlülüklerin sınırlarını belirlemek genel iradenin işidir. (Aktaran: Orhan, 2012: 1)’’</div><div><br /></div><div>Diderot’un bu alıntısından tam olarak anlaşılacağı üzere, aslında o insan haklarının teorik fikrinin asıl kurucularından birisidir. Genel İradeye karşı yüklediği bu ilahvari tutum ve onu kesinlikle en doğru mercii kabul etmesi, insanı yargılayacak tek kişinin gene insanlığın tümü olduğunu, en açık haliyle insanın bütün insanlığa karşı yükümlü olduğunu savunmaktadır. Rousseau da bu anlayışa karşı birisidir. </div><div><br /></div><div>Orhan bunu şöyle açıklamıştır: ‘’Rousseau, Diderot‟nun kozmopolit yaklaşımına karşı çıkar ve genel iradeyi tüm insanlıkla değil, onun alt grupları olan halklarla sınırlı tutar. Daha doğru bir ifadeyle, Rousseau genel insan toplumunun ahlaki ve siyasi açıdan birey üzerinde bağlayıcılığını kabul etmez (Orhan, 2012: 5). Yani Rousseau, insanın insanlığa karşı yükümlü olduğu anlayışına karşı çıkmakta, insanın ancak kendi insanlarına karşı bir yükümlülüğü olduğunu düşünmektedir. Bu tam olarak da bizim devletlerimizin insan hakları kavrayışını yansıtmaktadır. Devletler için insan hakları sadece sivil toplum örgütleri tarafından kullanılan bir baş ağrısından ötesi değildir. Yeri geldiğinde insan hakları işlemektedir fakat bazı ülkeler için insan hakları hususunda peşkeşler çekilmektedir. Avrupa bunun ana merkezidir, Marx’ın istediği devrim de bu açıdan tamamlanmış değildir, insanca yaşam arayan gençlerin batıya ulaştığında yaşayacağı en büyük hüsranlardan birisi de budur. Tahakküm, coğrafyadan coğrafyaya yok olmaz, sadece şekil değiştirir. Dünyanın hiçbir yerinde, tamamlanması gerekenler tamamlanmadı.</div><div><br /></div><div>Devletlerimiz yukarıda bahsedildiği üzere, insanlığın tümüne karşı bir sorumluluk içerisinde maalesef ki değildir. Bunun yerine, ulusal ölçekte bir sorumluluk vardır. Yani anlatmak isterim ki, insan haklarının günümüz formu Rousseau’ya aittir. Rousseau, insan haklarının bir savunucusuydu, her insanın biricik ve özgür olduğunu da bilindiği üzere kabul etmişti. Kimsenin doğuştan birisine karşı sorumluluk aldığını da düşünmüyordu. Rousseau, her ulus devletin -ideal devletin- bu kaidelere uyarsa ve her devlet ulus devlete dönüşürse insan haklarının var olacağını düşünüyordu. Yani bunu ulusal bir ölçekte yapıyordu. Günümüzde de dikkatle görüldüğünde bu anlayış ortaya çıkmaktadır. Devletlerimiz öncelikle bizlere karşı insan muamelesi göstermektedir, diğer ulusların vatandaşları ikinci planda kalıyordu. Rousseau’da tam olarak bunu sistemleştirmişti, öncelikle ulusun çıkarları öne koyulmalıydı. Yani ulusal çıkarlar, insan haklarından önce gelmişti. Velhasıl kelam; ‘’ yaşam şayet benim keyfim isterse diğer insanlar için varolur, benim ulusal çıkarlarım yeterince olduğunda sizi belki tanırım’’ diyen devlet fikirleri ortaya çıkmıştır. Bu devletler kendi küçük cennetlerinde yaşamakta ve orada varlığını sürdürmektedir, kendilerini bu yaşam ağı için uygun görmezler.</div><div><br /></div><div>Rousseau’nun fikirlerinin pratik iz düşümü günümüzü yansıtmaktadır, bu vaziyette onu tanımak çok önemliydi. Rousseau’nun insan hakları fikirlerinin teorik yapısı Kant’ta tamamlanmıştır, onun pratik fikirlerinin eleştirisi sonuç bölümünde tekrardan yapılacaktır. Fakat şu anlık bu konuyu rafa kaldıralım ve Kant’ın ‘’Ebedi Barışını’’ bir tahlil içerisine tutalım.</div><div><br /></div><div>2.0 KANT: DEVLETLE UZLAŞAMAMIŞ BİR DÜŞÜNÜR VE BU UZLAŞI BAĞLAMINDA PİETİZM</div><div><br /></div><div>Öncelikle Kant bir Pietist idi ve Pietizm, devlete karşı bir sorguyla başlayan ve dine karşı olan bir bağlılığa dönüşmüş bir dini düşünceydi. Pietizm bu açıdan oldukça önemlidir zira Kant’ta Ebedi Barışında bu yolu izlemiş bulunmaktadır.</div><div><br /></div><div>Kant’ın Ebedi Barışı bir manifestodur; özgürlüğün ve insanın devletlerin yapısal özelliklerine karşı olduğunu beyan ettiği bir manifesto, devlet kurumuna karşı bir baş kaldırıştır ve ahlakın devletlerin yasalarına değil, devletin ahlak yasalarının alanında girmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu açıdan tamda bir Hümanizm eleştirisidir Ebedi Barış. Her devletin, yaşamın ve özgürlüğün sınırlarını kabul etmesi gerektiğini anlatmaktadır. Yani Kılıç’ın deyimiyle yaşam ağını ve bu yaşam içindeki doğal olguları, yapay bir kurum olan devlet kurumuna karşı savunmaktadır. Kant, Ebedi Barış’ta öncelikle devlet kurumunu tek başına yetersiz bulmaktadır. Devletler, tek başına insan haklarını pratik olarak sağlayamamaktadır. Bu yüzden, devletler üstü bir kuruma ihtiyaç duymaktayız, bunu da Kant’ın literatürüne ‘’Dünya Devleti’’ olarak adlandırabiliriz. Aslında Kant, devletleri yeniden kurmaktadır. Devletler, birden çok insanın bir sözleşme vasıtasıyla oluşturduğu bir kurumdur; bu bağlamda devletler üstü bir devlette birden çok devletin bağlayıcı bir sözleşme vasıtasıyla oluşturacağı bir kurum olmaktadır. Yani Kant, devletin kuruluş sürecini yetersiz bulmakta, tamamlanılması gereken şeyi tamamlamaktadır.</div><div><br /></div><div>Görüldüğü üzere Kant, Ebedi Barışına devlete karşı bir eleştiriyle başlasa bile devlet kurumunun büyüklüğünü kabul ederek bitirmiştir. Tıp kı Pietizm gibi, devlete karşı olan nahoş bir sorgulama ile başlamış, en nihayetinde devlet kurumunu kabul etmiştir. Yani insan hakları için, devleti kabul etmekten başka bir yol bulamadığını açıklamıştır. Fakat bunları yaparken, devleti yeniden şekillendirmiştir. Bunun en çarpıcı örneği, Ebedi Barış’ın III. Maddesi olan: Daimi Ordular, Zamanla Ortadan Kaldırılmalıdır adlı maddedir. Kant, Königsberg’te doğmuş, yaşamış ve ölmüştür. Königsberg, konumundan ötürü bir askeri şehirdi. Kant’ın da bu askeri ortamdan ötürü askerler hakkında çokça gözlemi olduğu düşünülmektedir. Kant için savaşın hiçbir haklı sebebi ve makul bir götürüsü bulunmamaktadır. Savaş, kazanan da kaybeden için de aynıdır. Kant, devleti devlet yapan şeyi yani milli güvenliği ortadan kaldırmak istemektedir. Bu yönde de Kant’ta anarşiye dair bir temel olduğunu düşünülebilir, bu da yukarıda bahsettiğimiz devlete karşı nahoş bir sorgulama fikrinin temelini oluşturmaktadır. -Zaten Kant’ın Epistemolojik fikirleri Anarko-Liberteryen Mises Enstitüsü’nün Epistemik Fikirlerinin temelini oluşturmaktadır-</div><div><br /></div><div>Fakat ilk bakışta görüleceği üzere, Kant’ın fikirleri bir devlet için pek ütopiktir, Kant’ta bunu olabildiğince azaltmaya çalışmış ve girişte de bunun öylesine bir deneme olmadığını belirtmiştir. Ancak pratik bağlamda Kant’ın fikirleri yerine Rousseau’nun fikirleri tercih edilmiştir. Kant, bu eleştiriyi de tahmin ederek Edebi Barışın ertelenebilir fakat önlenemez olduğunu savunmaktadır yani her ne olursa olsun o haklı çıkacaktır. Kant’ın fikirlerinden bir kaçını bu alıntı bağlamında böyle değerlendirebiliriz. Elimizde artık İnsan Hakları fikirinin teorik ve pratik iki öncüsüne dair yeterli bilgiler bulunmaktadır. Kant’ın fikirlerinin pratik iz düşümünün olması pek zordur zira devletler yapısal olarak buna elverişli değildir, Habermas’ta buna katılarak Kant’ın felsefi temelini alarak pratik düzlemini de değiştirmiştir. Bunu birazdan inceleyeceğiz fakat bağlamdan uzaklaşmış gibi görünüyor olabiliriz, fakat yaşam ağı için var olmak fikrini engelleyen, yasalarıyla bireye bu konuda bir alan sağlamayan devlet düşüncesine dair iki düşünüründe fikirlerinden Kant’ın fikirlerinin işlemediğini, Rousseau’nun fikirlerinin ise günümüzde rahatlıkla görebileceğimiz bir biçimde acımasız ve havada kaldığını sonucuna varabiliriz. O halde, acaba devlet varken, yaşam benim için var demeye mahkûm muyuz? </div><div><br /></div><div>3.0 HİPPO’LU AUGUSTİNUS: DEVLETİN KAÇINILMAZ KADERİ</div><div><br /></div><div>Augustinus, 4. Yüzyılda doğmuş Hristiyan bir teologtur. Felsefi Hegel’e çok benzer bir biçimde kompleks ve muğlaktır fakat bu muğlaklık, devlet kurumuyla beraber açılmaktadır. Augustinus’un felsefesi için 5 temel öge vardır: Aşk, Tanrı, Zaman, Tarih ve Devlet; bütün kavramlar -devlet dahi- devlet fikrinde açılmaktadır. Augustinus yaşamının son zamanlarında, kuşatma altındayken Dünya Devleti adlı eseri yazmış, bu dünya hakkındaki bütün fikirlerini tamamlamıştır. Bu eser, bütün yaşamı boyunca tanrıyı arayan samimi bir dindarın tanrının aşkı arayışında karşısına çıkan ‘’devlet dağını’’ aşmaya çalışan birisi tarafından yazılmıştır.</div><div><br /></div><div>Augustinus için iki çeşit devlet bulunmaktadır; yer ve gök devleti -çeviriden çeviriye bu isimler değişebilir dünyevi ve ilahi devlet gibi gibi- ve tarihi de oluşturan bu iki devletin çarpışmasıdır. Augustinus, Antik Yunan’da görülen tarih anlayışı yerine tek bir noktaya ilerleyen bir tarih anlayışı geliştirmiştir. Tarih, meleklerin Tanrı’ya olan itaatsizliği ile başlar ve kıyametle sona erir. Devletin kökeni burada teolojik bir unsura yönelmiş bulunmaktadır. Augustinus’un bu fikrini anlamak için 4. Yüzyılda ki Hristiyan anlayışını gözlemlemek gerekir. Hristiyanlık o tarihlerde Roma’nın resmi dini olmaya doğru yol alıyordu. Fakat Hristiyanlık bundan öncesinde asla böylesine bir dönüşüm geçirmemişti, devlet tarafından peygamberi çarmağa gerilmiş olan bir din nasıl devletle uzlaşırdı? Hobbes, İsa için şunu söyler: İsa, olsa olsa bir çobandı (Aktaran Durkheim, Hobbes Üzerine Dersler: Alfa Yayınları, çev. Melike Odabaş). Hobbes’un İsa’yı bu kavrayışı çok önemlidir zira o zamanlardaki Hristiyanlığa asırlar sonra yaptığı müthiş bir yorumdur. İsa, Hz. Muhammed gibi ne bir devlet yöneticisiydi ne de bir halk önderiydi, sadece bir çobandı. Bu insanlar dinleri ile devleti nasıl uzlaştıracaktı? Fakat artık bu bir ihtiyaç haline gelmişti, Augustinus bunu yapmalıydı ki yaptı. Devlet ile dini bir arada açıklamayı başardı. Bu kısımları neden anlattığıma birazdan değineceğim.</div><div><br /></div><div>Augustinus devlet ve dini asla bir arada olamayacak iki şey olarak görüyordu, dünyevi devlet meşruydu evet fakat asla gök devleti olamazdı, sadece gök devletine yakınlaşabilirdi. Burada Augustinus’un devlete karşı küçümseyici bakışını görmekteyiz. O dünyevi devleti başarıya ulaşamayacak ve yıkılmaya mahkûm bir şey olarak algılamıştı. Fakat buna da mahkûmduk, böylesine kusurlu bir yapıda ebedi barışın sağlanması mümkün değildi. Esasen, ‘’Augustinus’a göre yeryüzünde kalıcı/ebedi barışın sağlanması için insanların kendisini yaratmış olan Tanrı’ya mutlak olarak itaat etmesi gerekmektedir (Aktaran Yeşilçayır, 2019: 110). Fakat Augustinus devlette bu gücü bulamaz. Ebedi Barış ancak gök devletinde sağlanabilir. Burada aslında Rousseau ve Kant’ta çok büyük bir problem olan devlete karşı bir sorgulama ve bunun sonucunda bir vazgeçiş görünmektedir. Daha doğrusu, Augustinus samimi bir Hristiyandı, barış denilen kavramın insanla ters düştüğünü, bu dünya içerisinde barışın olamayacağını savunmuştu en nihayetinde. Çoban olan peygamberini öldüren tahakküme karşı bir güvensizlik içerisindeydi. Belki de, devletlerimiz varken Ebedi Barış imkânsızdır? Yani Augustinus’a göre insanların bütünü yahut elde tutulur bir miktarı asla yaşamın büyüklüğünü ve devletlerinin acizliğini kabul edecek bilince sahip olamayacaktı. Augustinus gibi etkisinde kaldığımız fikirler eşliğinde bir sistem kurup her şeyden vaz mı geçmeliyiz? Bu soruları sonuçta tekrardan ele alacağız. Peki Ebedi Barış için devlet kaçınılmaz mı, bunu farklı bir yolla yapamaz mıyız? Sonuç bölümümüze varmadan önce bu hususta karşımıza Alman Siyaset Bilimci Jürgen Habermas çıkmaktadır.</div><div><br /></div><div>4.0 HABERMAS: KÜLTÜRLER ÜSTÜ KÜLTÜR</div><div><br /></div><div>Jürgen Habermas, Çağdaş Felsefesinin en önemli düşünürlerinden birisidir. Ebedi Barış üzerine düşünmüş ve yazmıştır, peki ne söylemiştir? Kant’a katılır bir şekilde Ebedi Barışı aramıştır fakat ondan farklı bir yol izlemiştir.</div><div><br /></div><div>Habermas, bizim şu anda anladığımız gibi insanlığın bu hümanist kavrayışını ve egosunu yok etmek için Kant gibi bir yol aradı. Bunun sonucunda herkesten farklı olarak, Ebedi Barış için devletler üzerinde değişikliğe gitmeden yapılabilecek şeyler olduğunu düşündü: Halkların birliği. </div><div><br /></div><div>Habermas, tıpkı Kant gibi devletlerin üstünde bir şey olması gerektiğine inanıyordu. Fakat anlaşılır ki Habermas devletleri devlet yardımıyla değil, halkların sahip olduğu benzerlik ve ‘’dil’’ ile tabiri caizse alt etmeyi düşünmektedir. Habermas, halklarda kültürel olarak çok net bir şey gördü: barış ve sadelik. Hiçbir kültür kendi içerisinde tacizi, yağmayı ve barbalığı savunmuyordu. Almanlar tarihin en büyük katliamlarından birisini gerçekleştirmelerine rağmen kültürlerinde buna dair bir şey rastlanmamıştı. O halde acaba kültürlerimizi devletlerin üzerinde egemen kılarsak, bu barışsal ve açık seçik olguların devleti alt edebileceğini düşünebilir miyiz? Habermas düşündü. Kültürlerin bu zeminde Marx’a benzer bir şekilde kardeş olduğu sonucuna çıkmış oldu diyebiliriz. Tabii, bazı kültürlerin arasında ki çatışma gözden kaçırılamaz. Bu temel erdemlerin yolunda bir çatışma olabileceği için Habermas aynı kant gibi kültürler üstü bir kültür kurmuş oldu. Kısaca onun ebedi barış hakkındaki fikirlerini böyle özetleyebiliriz. Bu vaziyette, artık önerilerimizi sunacak hale gelmiş bulunmaktayız.</div><div><br /></div><div>SONUÇ VE ÖNERİLER:</div><div><br /></div><div>Kılıç’ın ortaya attığı bu geçişte öncelikle bir eksik gördüm, biricikliğimizden kurtulmayı sadece bireysel bir şekilde mi yapacağız? Birilerinin benlik kavrayışı benim değerlerime karşı hücum ederken ben burada oturup insanların bilinçlenip bunu durdurmasını mı bekleyeceğim? Bu kabul edilemez bir önerme, bu kendiliğinden kabulleniş, en sert biçimde yok edilmelidir ve kendilik algısı yıkılmak zorundadır. Bu bir geçiş olamaz, iradeye bırakılan bir şey olamaz, baskılanması gerekmektedir. İnsanlık tarihindeki bütün katliamlara sahip olunmuş bu anlayış yok etmek zorundayız. Bu düşüncenin varlığına fazla müsamaha yüzünden tarihte yeterince ölümler yaşanmışken daha başka ne göreceğiz? Peki bizler bütün bu olanlar olurken ne yaptık?</div><div><br /></div><div>Hadi gelin tarihe bir yolculuk yapalım, Naziler iktidarını güçlendirirken İngiltere ve Fransa, hatta dünya ne yaptı? I. Dünya savaşının yaralarını sarmaya çalışıyorlardı yani kendi ulusal çıkarlarını öne koymuşlardı, bunun sonucunda o görmezden geldikleri iktidar onları ilhak etti ve beter konuma geldiler. Peki bir ders aldık mı? Hayır zira hala aynısını yapıyoruz. Dünyanın her bir yanında savaşlar devam ederken, kendi ekonomimizi ve diplomatik çıkarlarımızı düşünerek mi ölümü durduracağız? Daha doğrusu o ölümün bize gelmeyeceğini mi zannediyoruz? ‘’İlk önce ulusal çıkar’’ anlayışı tiranların büyümesine müsaade etmektir ve bu kabul edilemez. Tiranın ve halkının bu hümanizmi yok edilmek zorundadır, bu bir değişim değildir, bir dayatma halinde ebedi barışın otoritesi tahsil edilmelidir. İşte bu günümüz hak kavrayışı Rousseau’nun eseridir, ulusal devletlerden kendiliğince, onların ideal olmalarını bekleyerek, en sonundan bütün devletlerin haklara riayet ederek ebedi barışın geleceğini düşünmenin mantıklı kalır bir yanı bulunmamaktadır.</div><div><br /></div><div>Peki o halde ne yapacağız? Devletler bu savaş ve katliam ortamının farkındaysa Kant’ın önerisi gibi neden yeni bir devletler üstü kurum kurmuyorlar, düşününce ne mantıklı değil mi? Fakat devletler kendi başına asla böyle bir sorumluluk almıyorlar, almak istemiyorlar ve halk asla bu konuyla ilgilenmek istemiyor, halk ilgilense bile devletin bu fikirlere karşı manipülasyonu çarpıtması durmuyor. Pasifist bu tutum yüzünden bunları yazarken bile insan hakları ihlalleri gerçekleşiyor, açıkça her şeyin yazıldığı gibi olduğu sanan o ‘’entelektüel camianın’’ bunu artık fark etmesi gerekiyor. Felsefe bu yüzden zengin kesimin elinde bir otorite halinde olmamalı, bizi bu durumdan ancak taşradan gelmiş, her şeyin farkında olan ve insan hakları ihlallerini bizzat görmüş bir düşünür kurtarabilir. Bu iş artık birinin empatisine kalmış bir şey değildir, oldukça ciddi ve bunu bizzat görmüş birisi bu konuya bir açıklık getirmek zorunadır. Bunun dışında yazılan her şey samimiyetsizdir. Devletler binlerce yıldır hayatımızda ve devletlerin varlığını gözlemleyebiliyorsak, devletler üstü bu devletin kuruluşu için sözleşmeye her devletin imza atacağını düşünmek mantıklı durmamaktadır. Kant’ın fikirlerini bu açıdan yetersiz bulmuş bulunmaktayız.</div><div><br /></div><div>Peki o halde ne yapacağız? Devlet üzerine olan bu iki fikir de herhangi bir sonuca varamamış gibi duruyor, karamsar bir bakış açısıyla, Augustinus gibi kendimizi bu köhne kadere terk mi etmeliyiz, gerçekten başka hiçbir yol bulunmamakta mı, Augustinus’un felsefesinde bu noktada bir çelişki bulunmaktadır. Augustinus yer devletinin olabildiğince gök devleti olmaya çalışması gerektiğini savunurken neden ebedi barıştan ümidi keser? Bunda şüphesiz hayatında yaşadığı şeylerin etkisi olduğu düşünülebilir. Bu makûs kaderi ben şahsen kabul etmiyorum, bir canı bile kurtarmak için bir şeyler bulmalıyız, zaten elsefe de bundan başka ne yapar ki? Şayet insan hakları birisinin yaşamını daha güzel bir hale getiriyorsa, o idealin arkasından gidilmek ve tamamlanılmasına karşı bitmeyen bir inanç içinde bulunmalıyız.</div><div><br /></div><div>Peki o halde ne yapacağız? Devletleri kuran halklar devletlerin üstünde olduğunu düşünür Habermas, kültürlerin-halkların sade ve erdemli fikirleri sayesinde çoğu şeyi kurtarabildiğimizi düşünüyordu, halkların bu erdemleri şüphesiz çok önemlidir fakat devletler kültürlerin formunu değiştirebilmektedir. Yukarıda Almanların işlediği cinayetlerin Almanlarla alakası olmadığından bahsetmiştim. Bu, bu fikrin en temel örneğidir. Fakat Hitler ve takımı; Göring, Himmler, Goebbels gibi isimler bu halkı manipüle edebilmişti, bunu nasıl durduracağız? </div><div><br /></div><div>Üç filozofumuzun görüşlerini üst üste koyarak ulaştığımız bu sonuçta, kültürlerin üstünlüğü elimizde kalmıştır fakat devletler kültürleri manipüle edebiliyorsa ne yapmamız gerekmektedir? İlk önce kendimizde değişikliği başlatıp, bunu herkese yaymalıyız ve devletlerin olabildiğince en küçük sınırlara çekilmesini sağlamalıyız. Devletler her anlamda en küçük sınırlara çekildiğinde, bu manipülatif tavrını istese bile yerine getiremeyecek hale gelir. Bundan mütevellit, kültürlerin saf erdemlerinin egemenliği ortaya çıkmaktadır. Tam da bu sırada yeni bir soru bizi karşılar, kültürler ya yeni devletlerimiz haline gelirse, burada Habermas’ın bu noktaya gelmeden önce kullandığı bir kavramı: Müzakereyi kullanmalıyız. Dünya, devletlerin tahakkümünden bu kadar çok çekmişken yeni devletimiz olma potansiyeline sahip olan kültürleri ancak gene bizim bireysel erdemlerimiz kurtarabilir. Durmadan müzakere etmeliyiz, insan görmediğimiz o insanları acaba bir kez olsun bile dinlemeyi denedik mi? Konuşmayı hiç denemedik bile, onlar için savaş bile vermeden, sosyal medyada hikayelerimizdeki o ölmüş insanlara karşı tepkimizi anca böyle mi verebiliyoruz? Sorunlarımızdan kaçıyoruz, küçük cennetlerimizin cehennem olmayacağını zannediyoruz fakat yanılıyoruz, ‘’yaşam insan için var, yaşam benim için var’’ diyenler en nihayetinde rehavetlerinin kurbanı olacaklardır. Bu anlayışa sahip diğer zalimler onların gözünün yaşına bile bakmayacak.</div><div><br /></div><div>Aydınlanma tamamlanmadı, insan hakları tahsis edilmedi, devlet anlaşılmadı, ölüm ve tahakküm dünyanın dört bir yanında, düşünmeye cüret etmeliyiz, ayağa kalkmalıyız ve geçmişte yaptığımız o bütün hataları bir daha yapmamak için harekete geçmeliyiz. Biz sustukça, ölen gene bizler olacağız. Müzakere ile, kültürlerimizin yüksek erdemi ve içimizdeki ahlak yasası ile öyle eyleyeceğiz ki hepimiz o yüksek egolarımızdan kurtulup orman için olduğumuzu fark edeceğiz. Bunu yapmak zorundayız ve bende Kant gibi, elbet bir gün bunun gerçekleşeceğine inanıyorum ve bu tesis edildiğinde o zamanda yaşayanların bizleri onurlu insanlar olarak anmasını istiyorum. İşte bu yüzden düşünüyorum, çağımı ve kalıplarımı aşmak istiyorum.</div><div><br /></div><div>Bu denemeyi; düşünceleri, dinleri ve kültürleri yüzünden ötekileştirilmiş, yurtlarından ve memleketlerinden uzaklara sürülmüş, ''yaşam benim için var'' diyenler tarafından öldürülmüş, insanlık tarihinin dört bir yanında bulabileceğimiz o yüce gönüllü insanlara adıyorum. Onların cesetleri üzerinde bir dağdayız ve dağ büyümeye devam ediyor, fakat dağ bir gün yıkılacak ve hepimiz günahlarımızın sorumluluğu altında ezileceğiz. </div><div><br /></div><div>KAYNAKÇA</div><div><br /></div><div>Emile Durkheim, Marcel Mauss’un Notlarından Hobbes Üzerine Dersler, Alfa Yayınları: çev. Melike Odabaş</div><div><br /></div><div>Güngör, Ali İsra . "Hıristiyanlıkta Püriten Anlayış ve Etkileri". Dini Araştırmalar 7 / 21 (Haziran 2005): 7-26 .</div><div><br /></div><div>Yeşilçayır, C. (2019). Kant’ın Ebedi Barış Teorisinin Özgünlüğü . Mavi Atlas , 7 (2) , 108-120 . DOI: 10.18795/gumusmaviatlas.599785</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjOFKiXfwHtdSc-gnOHaBBCeSZV4qXmQiPAwb0C4GPDklLHkJ4g-atl44oejGZLU5J_ic_tEJBz13fb125RCUBv7IwneND85ZMxBtqV5HUJqz6BYyhhaOwSlFYtzd-_pEzSEwFjh0UgPz3DVZlmacU3QF1KMLwll-nmqgQDI5_Fp1mCI-SSgm5f4jrfQ/s4618/IMG_20221107_140507.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgjOFKiXfwHtdSc-gnOHaBBCeSZV4qXmQiPAwb0C4GPDklLHkJ4g-atl44oejGZLU5J_ic_tEJBz13fb125RCUBv7IwneND85ZMxBtqV5HUJqz6BYyhhaOwSlFYtzd-_pEzSEwFjh0UgPz3DVZlmacU3QF1KMLwll-nmqgQDI5_Fp1mCI-SSgm5f4jrfQ/s320/IMG_20221107_140507.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>2. Adım Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b><br /></b></div><div>"Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır." John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</div><div><br /></div><div><b>Ölümün Verdiği Kaygı ve Anlam Arayışının Sonucunda Din</b></div><div><b><br /></b></div><div><b>Martin Heidegger ve Kierkegaard’da Ölüm, Kaygı ve Anlam</b></div><div><br /></div><div><br /></div><div>1. GİRİŞ VE YÖNTEM</div><div><br /></div><div>Fakat olmazsa sonsuz bir ıssızlık</div><div><br /></div><div>Ne yapacak bu nehir?</div><div><br /></div><div>Kimse bilmiyor…</div><div><br /></div><div>-Hölderlin[1]</div><div><br /></div><div>Yukarıdaki dizeler, Hölderlin’in ‘’Der Ister’’ şiirinden. Bu şiir, Alman Filozof, XX. Yüzyıla ağırlığını koymuş Martin Heidegger tarafından seslendirilerek felsefi hayata yeniden katılmıştır. Heidegger, gençliğinde Varlık ve Zaman’ı yazdıktan sonra daha fazla kendisine özgün yeni kavramlar oluşturmamıştır fakat kişilik özelliklerinde ve felsefesinin yapısında önemli değişikliklere gitmiştir. Geç Dönem Heidegger’in en önemli, özelliği, ozanın tanrıyı ve varlığı anlatmada herhangi bir eşi olmadığını, biricik olduğunu düşünmesidir. Bu fikirde zaten Hölderlin’in şiirlerinde bizzat görülebilir. Ona göre ozan tanrının ilahi krallığında yapayalnız olmasının yanı sıra oradaki tek kişidir. Heidegger’in Hannah Arendt’e olan mektuplarında görürüz ki genç Heidegger şiire ilgilidir fakat bunu felsefesinde doğrudan doğruya işlemez[2]. Yaş aldıkça, teknik savını geliştirmeye başlar ve bununla beraber şiire yönelir. Peki bu dizeler Heidegger’e ne katmıştır? Açıkça söylemek gerekir ki, bu dizeler, varoluşçuluğun temel yapı taşlarıdır ve Heidegger’in bütün felsefesini özetler niteliktedir. Der Ister şiiri, Tuna Nehrinde olan mistik bir yolculuğu anlatan bir şiirdir, Hölderlin Tuna Nehrinin başlangıcındaki bütün tarihi özellikleri ve geçen mitleri işleyerek Avrupa’nın doğusundan batısına kültürel bir bağ kurmaktadır. En nihayetinde bu nehrin kendisine has bir özellik kazandığını, arzu ederseniz var olmasını sağlayan şeyin aynı zamanda bir yokluk olduğunu anlatır.</div><div><br /></div><div>Heidegger, ‘’Metafizik Nedir?’’ adlı eserinde de: Hiçin, var olanın belirsiz bir karşılığı olarak değil var olanın varlığına ait olarak kendini ortaya çıkartan bir şey olduğunu söyler.[3] Görüldüğü üzere, dizenin izdüşümü Heidegger’in kaleminde kendisini bizzat göstermiştir. Bizi burada bir soru karşılamaktadır, Konfüçyüs’ün öğrencisine sorulan ‘’Senin ustanın kime ne faydası dokunmuş?’’ sorusunun bir benzerini biz soracağız. İnsan, neden varlık ve hiçliği düşünür? Bu ona ne bir para ne de maddi gelir sağlayacaktır, bunları bir kenara koyun, bu fikirler üzerine düşünmek sizleri derin bir uçuruma dahi atabilir. Varoluşçular için bu sorunun cevabı, ‘’Özgür olmak ve anlamak [Hermeneuitik] içindir’’. Varlık ve hiçliği düşünmek, insanın tamamlaması gereken bir sürecin bir parçasıdır. İnsan neden özgür olmak ve anlama erişmek ister? Çünkü onun içinde devamlı bir kaygı, ölüm kaygısı yatmaktadır. Hiçliğe karışma korkusu, onu sarmıştır. Peki insan, bu hiçliğe karşı neler yapabilir? Bu deneme esasen, Heidegger’in ölüm-için-varlık ve Kierkegaard’ın İman Şövalyesi konularını alarak ölüm-hiçlik[4] ve insan arasındaki ilişkiyi anlatacaktır.</div><div><br /></div><div>2. Heidegger’in Dasein’ında Ölüm-için-Varlık</div><div><br /></div><div>Heidegger, Varlık ve Zaman boyunca Dasein’a herhangi bir tanım getirmez. Onun yerine Dasein’ı etkileri üzerinden anlatmaktadır. Tıpkı varlığa yaptığı gibi, ona göre varlık bir elma yahut ağaç değildir ki basitçe anlatılabilip, kelimelerin arasında sıkıştırılabilsin. Fakat en basit haliyle Dasein’ın insanın varlık sürecinin bir sonucu olmakla beraber insanı insan yapan şeydir, insan Dasein olmadığı müddetçe Dasein yani insan değil, bir das Mandır. Das Man ise en basit haliyle varlığının ve ölümünün farkında olmayan, birbirinden farkı olmayan insanlar topluluğudur ve Dasein’ın otantiklik sürecinde karşısında durandır. Heidegger’in felsefesi bu iki varlık-hiçlik tipinin etrafında ilerlemektedir. Bu halde; ölüm, varoluşun basit bir olumsuzluğundan fazlası değildir[5].</div><div><br /></div><div>Heidegger için ölüm, insanın varoluş sürecinin her an durdurabilecek bir güçtür ve insan bu yolda hayatı boyunca Dasein’a ulaşamadan ölecektir. Ölüm, Dasein’ın hayat boyunca ki sınırları çizmesinden ötürü ve Dasein’da bulunan yoğun ‘’var olmalıyım’’ duygusunu bir paranoyanın ötesine taşımak gerekmektedir. Heidegger için bu soru asla yok olmamalıdır zira otantiklik süreci bozulabilir ve baştan kurulabilir bir formdadır. Fakat dikkatli ve empatik bir fikir açısından, hayat üzerinde çok büyük hayalleri olan birisi için ölüm devamlı insan zihninin kafasında bütün görkemiyle durmaktadır. Heidegger için bu yok edilmelidir ve onla barışılmalıdır, bu trajik yani aşılamaz unsurla bir anlaşma yapılmalıdır. Heidegger bu vaziyette tabiri caizse ölüme sarılır ve Dasein’ı kendisi yapan şey ölüm olmuştur. Heidegger, zihinde görkemiyle duran ölümün varlığında varoluş sürecini tamamlayacağını düşünemez. Dediklerimizi Sallis’in şu sözüyle tamamlamak gerekir: Heidegger’e göre ölüm, ‘’şimdiki zamanın bizzat kendisidir[6]’’ yani insan mütemadiyen bu kaygının çocuğudur, Dasein için her an ölüm vardır, bu kaygı tavan yapmıştır fakat kaygı artık gerilim veren bir olgudan ziyade insanı var eden bir olguya dönüşmüştür. Dasein bu vaziyette, Kierkergaard’ın terminolojisinin aksine kimseye ihtiyaç duymadan ve insan dahi olmadan varolmanın bir yolunu bulmuştur. Zihninin içindeki ölüme sarılmak, Heidegger’de mistik bir formüldür. Monster yapıtında bulunan başkarakter Johann Liebert şöyle bir cümle kurmaktadır: İnsanların eşit olduğu yegâne şey, ölümdür. Ölüm burada da belirtildiği üzere, herkeste bulunmaktadır ve hepimize mahsustur. Hepimiz farklı bir zaman diliminde ve bütünüyle farklı şekillerde ölecek bir haldeyiz, hayatımız boyunca tek servetimizin ölüm olduğunu söylemek bu vaziyette yanlış olmayacaktır. Bizi hiçliğe karıştıracak şeyde ölümdür, bizi var eden şeyde ölümdür; bu halde böylesine büyük bir güçle savaşmaya çalışmak ve hedonist hareketler ile kafadan uzaklaştırmaya çalışmak imkânsızdır. Thomas Hobbes’ta felsefesinde bunu yapmıştır. Ona göre ölüm korkusu ve yarattığı kaygı, bizleri devletleri ve toplumları kurmaya itmektedir. Bu üç filozofumuzun ortak noktasının trajik bir gerçeği kabul ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.</div><div><br /></div><div>Heidegger, hayvanlara öldü derken, Dasein’a vefat etti der. Bunun sebebi, hayvanların hayatlarına bir bilinç ve varoluş katamadıklarıdır[7]. Gray’de tam olarak buna dikkat çekmektedir, kediler varlıkları için bir kaygı ve bilinç içerisinde değilken insanda böyle olgular bulunmaktadır. Zaten bu sebepledir ki günümüz dünyasında bir kedi medeniyeti yoktur. En nihayetinde, her an dış etkenlere bağlı olan ve kazayla sizi vurabilecek ölüm problemine dair etkili ve çarpıcı bir yöntem bulmuştur: Ölüme Sarılmak. İnsan bahsettiğimiz üzere ölüme sarılırken de yoğun bir anlam arayışı içerisindedir. Peki tüm bunların sonucunda Dasein ne yapar? Din ve felsefe mi kurar? Bir bakımdan bu soruya evet diyebiliriz zira Heidegger metodolojisinde Dasein’ı fırlatılmış-çepeçevre-sarılmış (Geworfenheit-Entwerfen) halde bulur. Dasein buraya fırlatıldığında onun bu yalnızlığı ve çaresizliği içerisinde ona ilahi bir yardım elini uzatır, buna da din denilir. Fakat Heidegger’in din anlayışı varoluşçu teolojiye girdiği için ona sıkı bir Hristiyan demek doğru olmaz. O mevcut dinlerin sadece bir tahakküm aracı olduğunu, bir tanrı olduğunu ve bizi gözetlediğini fakat peygamber-kitap gibi basit araçlara sıkışmayacağını söylemiştir. Van Gogh’un ömrünün sonlarına doğru sistematik dinden ayrılıp doğanın güzelliklerinde tanrıyı bulması da buna bir örnektir. Hatta Heidegger bu görüşünden ötürü Nietzsche’yi sıkı bir imansız değil, tanrıyı sıkı sıkıya arayan biri olarak görüyordu. Yani Dasein ölüme uğradığında, hala dünyada bıraktığı bir anlama sahipti. Heidegger’in gene Hölderlin’den seslendirdiği ‘’Wass ist Got?’’ yani ‘’Tanrı Nedir?’’ adlı şiirde tanrı da bilinmez ve açıklanamaz kılınmıştır ve tanrının etkilerinden tanrı anlaşılmıştır. Bunun Heidegger’in din felsefesini etkilediğini söylemek haksız kalmayacaktır. Dasein, Din ve Felsefe kurmasa dahi, kendi sürecinde ölümünden sonra dünyaya bir şeyler bırakma isteği göze çarpmaktadır. Heidegger’i anladığımıza göre şimdi Kierkegaard’ın fikirlerini inceleyebiliriz.</div><div><br /></div><div>3. Kierkegaard, Varoluşçu Teoloji ve İman Şövalyesi</div><div><br /></div><div>Kierkegaard, Danimarkalı Filozof ve Hristiyan Teologudur. Varlıklı bir aileden gelme olan Kierkegaard, çok dindar bir atmosfer içerisinde yetişti ve abisiyle beraber başarılı kardeşlerdi. Kierkegaard’ın felsefesini etkileyen önemli bir olay bulunmaktadır, normalde Kierkegaard’ın babası fakir bir adamken kazançları çok çılgınca artmaya başlar ve babası bundan korkar, bu paraların tanrıdan gelen bir ceza olduğunu düşünerek kendisini dine adar. Oğullarını da bu disiplin içerisinde yetiştirdi ve gerçekten bütün bunlar da bir cezaydı. Babasının olan 7 çocuğundan 5’i ölmüştü, sadece Kierkegaard ve abisi hayatta kalmıştı. Babası öldükten sonra bile Kierkegaard, bu lanetlenmiş olmanın kaygısını üzerinde taşıdı.</div><div><br /></div><div>Kierkegaard’ın Varoluşçu Teolojisi ve Fideizmi özünde oldukça özgürlükçü ve esnek bir yapıya dayanmaktadır. Hristiyanlığın bütünüyle yozlaşmış olduğunu da böylece dile getirmiştir. Onun teolojisinde, ölüm ilk defa eksistensiyal-ontoloji ekseninde ilk defa sistematik bir halde yorumlanmıştır[8]. Onun felsefesinde hayat ve ölüm kavramı Heidegger’de olduğu gibi farklı bir biçimde yorumlanmamıştır, devamlı iç içe bir haldedirler ve varlık daima ölüm tarafından tehdit edilmektedir. Ölüm, onun için en gerçek şeydir. Onun felsefesinde insan daima ölüme durmadan yürür ve bunu metaforlaştırarak insanın ilk ağlayışının ruhun ölümü istemesi olduğunu öne sürmüştür. Kierkegaard’da ölüm Heidegger’in dünya ve insana yaptığı gibi insanın hayatıyla iç içedir. Heidegger için insan dünyanın karşısında değil bizzat içindedir ve onun hümanizm eleştirisi de buradan başlar. Kierkegaard içinde ölüm bu gibi bir yapıdadır, insanı ne uzağında ne de yakınında, insanın bizzat kendisindedir. Acı çekmek varoluşu duyumsamaktır. Acı çekmek çevresine şefkat dolu gözlerle bakmaktır, başkalarını fark edebilmektir. Acı çekmek merhametle yoğrulmaktır[9] der Aydoğdu, tamda bu şekildedir Kierkegaard’da ona göre insanın insanlaşması ve tanrıya varma sürecinde ölüm kaygısı devamlı yanı başımızdadır ve bizi geliştiren şeydir. Aslında tanrıya olan korkuda buradan kaynaklanmaktadır, her an bizim canımızı alabilir ve bizi cehenneme atabilir fakat dinsel inançlarda Allah bunu istemediği için kullarına müddet vermektedir. Kulda, devamlı bu kaygının içerisindedir. Kierkegaard, İman Şövalyesi fikrinde olanları şöyle açıklıyor.</div><div><br /></div><div>Kierkegaard için bir insan olabilmek oldukça zor bir şeydir, bunun için tıpkı Heidegger’in yaptığı gibi belli bir takım süreçlerin içerisinden geçmelidir. Heidegger, Kierkegaard gibi sonucunda dini öne çıkarmamıştı fakat Kierkegaard’ın felsefesi dinde doruk noktasına erişiyordu. Heidegger’in Dasein’ı; Kierkegaard’da iman şövalyesidir fakat sonuç itibariyle aynı yerde farklı noktalara çıkarlar.</div><div><br /></div><div>Kierkegaard için insan ilk başta estetik evrededir, hayatında pek çok zevki ve eğlenceyi görür, yalnızca kendisini yahut tek bir kişiyi sever ve kaygı içerisinde değildir. Kısaca Hedonist bir yaşam tarzı içerisindedir. Fakat Kierkegaard için kaygı kaçınılmazdır, er y ada geç kaygı bu insanı bulur. Kaygının kendini gösterme biçimi, can sıkıntısı halindedir. Estetik Evrede hazlar bir süre sonra sıkıcılaşmaya başlar ve haz yerine can sıkıntısına bırakır, can sıkıntısı da insana her şeyi yaptırabilir ve bundan kurtulmak gerekmektedir. Kierkegaard insanın bu evresini en tehlikeli evre olarak görmektedir ve Heidegger'in das Man'ına denktir.</div><div><br /></div><div>Ardından insan etik evreye geçmektedir, bu aşamada insan daha münzevi bir hayata yönelmektedir. Bu münzevi hayat acıdan kaçmak olarak değil acının bizzat içinde olmak olarak yorumlanmalıdır. Bu evrede ‘’sevgi’’ denilen duygu öne çıkar, komşundan başlayarak yayılan bir sevgi dalgasıdır. Büyüyerek sel olur, insanlarla iletişim içinde olduğun, ölüm gibi kaygıların bizzat içinde olduğun bir haldesindir. Fakat zaman ilerledikçe, bu beşeri olgu da can sıkıntısına yol açacaktır. Sevgi ebedidir fakat bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlar, bu yüzden sevgiyi daha farklı bir şeye yöneltmemiz, kendini tekrar etmeyen ve her şeyin ötesinde olan bir güce: Tanrıya. Kierkegaard için bu evre insana akıl sağlar fakat her şeyi akılla açıklamak imkânsızdır. Aklı geride bırakmak gerekir…</div><div><br /></div><div>İnsan dini evreye geldiğinde, öncelikle tanrıya olan sevgisi baş göstermiştir. Tanrıya ve onun nimetlerine karşılık durdurulamayan ve sönmeyen bir sevgi içerisindedir. Dini evrenin en önemli özelliği, akıldan yoksun kalmaktır. Kierkegaard, korku ve titreme adlı eserinde Hz. İbrahim kıssası üzerinden akıldan yoksunluğu anlatmaktadır. Hz. İbrahim’in çocuğunu tanrıya bağışlaması, ne akli ne de etik açıdan doğrudur fakat bunu tanrı emretmiştir. Bütün doğrularımızla çelişiyor olsa bile bu dindir, aklınızı ve ahlakınızı bir kenara bırakmak zorundasınız. İbrahim’de bunu yaptı, her şeyi geride bıraktı ve çocuğunu kurban etti fakat tanrısı da bunu istiyordu. Bütün değerlerini bırakıp sadece kendisini yönelmesini, İbrahim sınavı geçince çocuğu ölmemişti. Kierkegaard için bu durum, kurban etme, kavramı ile açıklanır. Bir şeyin ölmemesi için kurban etmek lazımdır, o şey için her şeyden vazgeçebileceğinizi göstermek zorundasınız. İbrahim’de bunu yaptı. Kierkegaard’da kişisel hayatında buna benzer bir yol kullandı. Çok sevdiği nişanlıyla evlendiğinde aşkının biteceğinden korktu bu yüzden nişanı attı, sokaklarda avarece dolaştı fakat kendi dünyasının İbrahim’i olmuştu. Tanrısı için nişanlısını kurban etmişti. Peki bu tanrıyı bu denli özgün kılan neydi? Bizi yaratması sadece bunun için yeterli miydi? Görülür ki hiçbir inanan varlığı için değil, yokluğundan sonra gelecek olanlardan korkarak dua eder. Ölüm kaygısı, bizleri tanrıya bağlar. Ölümün korkusu ve ölümden sonra yaşamın verdiği kaygı, dini evredeki insan için durak noktasındadır. Kierkegaard için dini evredeki insan salt bir korku içerisinde değildir, aynı zamanda bir anlam arayışı içerisinde olduğu için yoğun bir sorgulama içerisindedir. Bunun sonucunda felsefi ve dini görüşleri devamlı bir gelişim içindedir. </div><div><br /></div><div>En nihayetinde görülmektedir ki, bu iki filozofunda görüşlerinde ölümün sonucunda din ve anlam arayışı ana noktadadır. Dasein ve İman Şövalyesi beklediği ölümü elde ettiğinde, kendi dinlerinin ve anlamlarının son durağına erişirler.</div><div><br /></div><div>Heidegger ve Kierkegaard aynı şekilde ölümün insanın görebileceği en elim ve vefalı durum olduğunu belirtmektedir. Hiçbir üzüntünün ölüm üzüntüsünün yerini tutmadığını yazmışlardır. Bu vaziyette, ölüm sadece acının bir tasavvuru olmaktadır fakat Hegel ve Kierkegaard bunlardan fazlasını yapmak istemiştir. Ölüme, varoluşla bir anlam katmak istemişlerdir. Gray’de tam olarak buna dikkat çekmiştir. </div><div><br /></div><div>4. SONUÇ</div><div><br /></div><div> Sonuç olarak, hayvanlarla insan arasındaki anlam arayışındaki fark bilinç ve akıldan doğmaktadır. Fakat insan yaşadığı ölüm kaygısını tanrı, din ve sevgi gibi kaygılar takip etmektedir. Bu gibi farklı kavramları bir arada toplayabilmek için Heidegger ve Kierkegaard’ın fikirlerinin bir sentezini gerçekleştirdik ve bunları Grey’in alıntısıyla harmanladık.</div><div><br /></div><div> Ölüm Problemini çözebilmek için başka hiçbir yol yoktur. Antik Yunan Tragedyalarında öne çıkan ‘’Trajik’’ kavramı bu şekilde tekrardan literatürümüze katılmalıdır. Ölümü bir problem olmaktan çıkarmak için, ölümü kabullenmek gerekir. Heidegger ve Kierkegaard’ın bu yöndeki görüşlerini inceledik ve kendimize bir dayanak oluşturduk.</div><div><br /></div><div> Fakat Kierkegaard ve Heidegger’in en büyük hatası, Dasein’ın otantiklik süreci için kimse tarafından fark edilmeyen bir görevde bulunması ve Kierkegaard’ın iman şövalyesinin toplum fikrinden son evrede uzaklaşmasıdır. Bu halde bakıldığında Heidegger ve Kierkegaard’ın felsefesi ironik bir biçimde tasavvuf fikriyle hemen hemen aynı yere varıyor. Heidegger ve Kierkegaard’ın sistematik fikirlerine yeni bir alternatif sunmak bu sınırlar ve imkanlar dâhilinde makûl değildir fakat eksikliklerini gösterdiğimi düşünüyorum. Ölüm Probleminin içerisinde yeni bir problem doğmaktadır, ölümü öldürmek için toplumdan uzaklaşmak ne kadar mantıklıdır? Bu fikir oldukça eksiktir zira kendi başımıza kaldığımızda asıl benliğimiz öne çıkmaz, insan insanla beraber olduğunda günahları ve sevabı öne çıkar. İslam'da Asr Suresinde bunu anlatmak istemektedir, zaman içerisinde ziyanda olmayanların insanla iç içe olanın- birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşta olduğunu bildirmektedir. Gerçekten böyledir, münzevi bir hayatta nefsi yenmek kolaydır fakat halkın içinde nefsi yenmek çok zordur. Bu yüzden anlam arayışının ve bulunmasının Kierkegaard ve Heidegger'in yaptığından ziyade halkın içinde olan bir sistematik teori çok daha makûl durmaktadır.</div><div><br /></div><div> KAYNAKÇA</div><div><br /></div><div>[1] Zeno.org’dan naklen: Friedrich Hölderlin: Sämtliche Werke. 6 Bände, Band 2, Stuttgart 1953, S. 198–201.</div><div><br /></div><div>[2] Heidegger-Arendt Mektuplar, Ursula Ludz, Kaknüs Yayınları,2022</div><div><br /></div><div>[3] Martin Heidegger, 2009, Metafizik Nedir? çev. Yusuf Örnek, Ankara, TFK Yayınları s.43</div><div><br /></div><div>[4] Belirtilmek gerekir ki, hiç ve ölüm Heidegger’in terminolojisinde pek farklı anlamlar ifade etmez. Karakaya, Jankelevitch, Vladimir (1997). La Mort. Paris : Flammorion’den yaptığı alıntıyı şöyle aktarır: Heidegger için ölüm ve hiçlik durumunu şöyle açıklar: “ölümün bir hiç ve olumsuzluk olduğu ve özellikle diğer varlıklar gibi bir obje olmadığının”</div><div><br /></div><div>[5] Karakaya, T. (2003). Martin Heidegger Felsefesinde Ölüm Problemi . Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi , 4 (5) , 23-35</div><div><br /></div><div>[6] Karakaya, T. (2003). Martin Heidegger Felsefesinde Ölüm Problemi . Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi , 4 (5) , 23-35: Sallis, John. La Mortalité et L’imagination in Le Cahier. Paris : Eds. Osiris’den naklen</div><div><br /></div><div>[7] Karakaya, T. (2003). Martin Heidegger Felsefesinde Ölüm Problemi . Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi , 4 (5) , 23-35</div><div><br /></div><div>[8] Aydoğdu, H. (2016). Kierkegaard ve Heidegger’de Ölümün Eksistensiyal-Ontolojik Çözümlemesi . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , (27) , 127-150</div><div><br /></div><div>[9] Aydoğdu, H. (2016). Kierkegaard ve Heidegger’de Ölümün Eksistensiyal-Ontolojik Çözümlemesi . Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi , (27) , 127-150</div><div><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhfBrkErcBfibO5OwewuwTUmbeO0vNF5kOVWp2VTXTbvhRM0O2Vq4Ol57udYOxmnZKVNveKoyZ3Yyh47fM-ZF-N8CeYWQQJ4GgiB2vruvk_R3XDLVBzypx5A5EccwuBzUau5EC1zGWzPGgqW3nOqLClAWgU2W9xh9I9_m0A2sL2WTP57CpH46wSPQ5-nA/s4618/IMG_20221103_081307.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhfBrkErcBfibO5OwewuwTUmbeO0vNF5kOVWp2VTXTbvhRM0O2Vq4Ol57udYOxmnZKVNveKoyZ3Yyh47fM-ZF-N8CeYWQQJ4GgiB2vruvk_R3XDLVBzypx5A5EccwuBzUau5EC1zGWzPGgqW3nOqLClAWgU2W9xh9I9_m0A2sL2WTP57CpH46wSPQ5-nA/s320/IMG_20221103_081307.jpg" width="240" /></a></div><b><br /></b><p></p><p><b>1. Adım Yazısı</b></p><p><i> "Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız." Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</i></p><p><b>İnsanın Yüzyıllık Muharebesi</b></p><p>Günümüz meşru akademisindeki temel tahakküm savının temel noktası sanayi devrimidir. Onlara göre sanayi devrimine kadar dünya güllük gülistanlık bir yer iken; birkaç yönetimin yayılmacı politikasıyla beraber insanlık kara günlerini yaşamaya başlamıştır. Hatta köleliğin ve insan hakları ihlalinin dayanağını beşeri bir dönüm noktasına döndürmeye kararlı oldukları için köleliğin de miladının sanayi devrimiyle başladıklarını söylerler. Tabii ki bu dayanaklarının temelinde Marx’ın literatürünü ve destekçilerini arkalarına alma istekleri kuşku götürmez bir gerçektir. Marx, das Kapital’de bizzat tahakkümü ele aldı fakat bunu Sanayi Devrimi vasıtasıyla anlattı. Zaten kendisi şahsına özgün bir tarih felsefesi [Tarihsel Materyalizm] ortaya attı ve tahakkümü anlamlandırmaya çalıştı. Fakat takipçileri kendisinden farklı olarak Sanayi Devrimini sanki mistik bir dönüm noktasıymış gibi ele almaktadır. Herhangi bir kötü durum görüldüğünde başlangıcı çok ironik bir şekilde Sanayi Devrimi olarak verilmektedir. Günümüz insan ve siyaset anlayışını tek bir konuma ve olaya çekmek isteyen bu anlayışın hatası büyük portreyi görememek olmuştur. Hegel’in tarihi devrimler oluşturduğu savı burada anlam kazanır; tarih, insanlığın farklı noktalarda farklı devinimler yaşamasıyla oluşur. Ve bunun göz önündeki hali ne kadar x ihtilali yahut x devrimi olsa dahi arkasında temel bir sebep yatmaktadır: Tahakkümle Özgürlüğün Mücadelesi. Bu iki düşünce farklı kılıklara bürünerek her çağda savaşır. Tarihi oluşturan temel düşüncede bunlardır, bir medeninin kendini medeni addeden bir zorbaya karşı savaşları tarihin neredeyse en etkili olaylarındandır. Bu iki kişiden birini illaki medeni yahut zorba addetmek zorunda hissederiz kendimizi, olanların arkasında daima bir düşman ararız, birde her çağda bütün olanlardan sorumlu bir günah keçimiz vardır. Belki de bütün olanların sorumlusu birçok zorba iken, oradaki tek medeni ailesini korumak ve sakin bir yaşam geçirmek isteyen insanlardır. Bu dediklerim bütün tarihe yayılmıştır. Tarihi yazan insanların zorba, yendikleri kişilerin ise medeni olduklarını düşünebildiğimiz müddetçe tarih insanlık tarihinin en büyük sırları arasındadır.</p><p>Yaşadıklarımız bizlere has değil, bizden öncekilerde yaşadıklarımızın tıpkısını yaşadılar. Onların da uygarlığı engin bir tahakkümle karşı karşıyaydı, onlar bunu bazen Moğol İstilasının sonucu bazen Fransız İhtilalinin sonucu bazen de Haricilerin İsyanlarının bir sonucu olarak nitelendirdi fakat dikkat çekilir ki bütün bu devrimlerin ulaştığı nokta birilerinin özgürlük ve huzur isteğiyle zorbanın çıkarlarının çatışmasıydı. Çetin Hocanın ‘’fayda maksimizasyonu’’ yorumunun değeri, çok evrensel bir tanım ortaya atmasında yatmaktadır. Kilise tarafından angaryaya mahkûm edilen masum köylülerde bir istatistikten ibaretti; tahakkümcü otoritelerin beş kuruş paraya layık gördüğü fakir işçiler de bir istatistikten; fayda aracından ibaretti. Buraya kadar dediklerim neredeyse her yazarda karşılaşabileceğiniz bilgilerdir, ben burada sizlere sorunun bizim doğrudan doğruya devlet anlayışımızın bir sonucu olduğunu göstermek istiyorum. Tahakkümü yok etmeye çalışmak yönetim şekilleriyle alakalı bir husus değildir, insanı yönetimlerden uzaklaştırıp bizzat kendisini yönetmeye imkân vermekle alakalıdır. Fayda Maksimizasyonunu durdurmak için, tahakkümü yaratan tarafın daima devlet olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekir. Bu gerçekten korkmak, tepki çekerim korkusuyla sonsuza kadar birilerinin kaleminin susturması bizleri nereye götürecektir? Platon’dan itibaren siyaset felsefesi ideal yönetim biçimi konuşuyor, daha ne kadar konuşacağız? Daha ne kadar yeni ideolojiler türetip onlar arasında teorik ve iktisadi kavgalar yürüteceğiz? Daha fazla korkarsak, bunları söyleyen insanların yanından uzaklaşır ve üstünü örtersek [bizden öncekilerin daima yaptığı gibi] daha yüzyıllar boyunca bu makûs durumu kaderleştirmiş oluruz. Ne devleti yok edelim, ne de insanı kısıtlayalım; sadece, insanı artık kendi kararlarını alabilen ve istediği sözleşmeyi kabul edebilen bir varlık haline getirme talebinde bulunuyorum. Bunun yolunun ise bizzat insanın kendisinden geçtiği açıktır. </p><p>Tahakküm sorununun temeli insan değil, Heidegger’in das Man ve daha nicelerinin yerden yere vurduğu o ‘’kişilerdir’’. Onlar insan olamaz, Heidegger onlara özel olarak hitap etmek yerine sadece bir kişiyle ‘’das Man’’ diyerek özneleştirmiştir. Onlarca belki de milyonlarca kişi olmalarına rağmen bir sepet elmadan daha acizlerdir, birbirlerinden hiçbir farkları yoktur. O sepetteki her bir elma birbirinden o kadar farklı ve muhteşemdir ki asla tıpatıp aynı olamazlar; farklı renklere, farklı tatlara ve farklı kokulara sahiplerdir. Fakat das Manlar öylesine acizdir ki böylesine bir yetiye sahip olmaktan, O insanların gözlerindeki bağları çözersek, onun devlete karşı olan kör bağlılığını yok edersek işte o antik çağlardan beri süre gelen ideal yönetim anlayışını ideal insan anlayışına çevirip çözebiliriz. Biz Fayda Maksimizasyonunu incelerken, günümüz devletlerini de antik imparatorlukları da inceleyeceğiz zira biz öncelikle tahakkümü inceleyeceğiz. Yeryüzünde bir devlet görülmesin ki tahakküm uğramamış, zorbalık yapmamış olsun.</p><p>İnsanlık tarihinin yazılabilir olduğu dönemlerden bu yana neresine dönersek dönelim mutlak bir huzursuzluk ve kaosla karşılaşırız, savaşlar ve katliamlarla şekillenen bu tarih hiçbir zaman huzurlu dönemler geçiremedi. Her daim insanlar kıyametin kendilerine yakın olduğunu düşünerek korkudan tir tir titredi. Çağdan çağa, zamandan zamana insanın kaygıları değişerek yeni bir form kazandı ve kazanmaya da devam ediyor. İnsanlık, bir şeylere vakıf olamamaya ve daima bir kaygıyla yaşamaya mahkûm durumda. Kaygıdan kaçmak için ise tarihte pek farklı yöntemler bulunmuştur, 21. Yüzyıldan önceki çağları ele aldığımızda kaygıdan kurtulma yolunun açıkça din olduğunu; günümüz için konuşmak gerekirse filmler, diziler ve sosyal medya olduğunu söylemek mümkün. İnsanlar tarihin her bir anında gerçek hayatın kaygılarından kaçmak için bir şeyler aradı zira onlar gerçekliğe döndüğünde o kadar değersiz ve önemsizler ki böylesine bir dünyada yaşamak onlara çok ağır geliyor. Okula gittiğinde, nottan ibaret olan bir kişi iken; sokağa çıktığında meraklı gözlerin esiri; akademiye gittiğinde beyni yıkanmak istenen meraklı bir genç; yaşlandığında ise en iyi ihtimalle devletlerin oy politikası için hedef aldığı memurlardan bir tanesi olacak. Ondan daima ve daima en iyisi istenecek, çalışmadığında yeri doldurulacak biri olarak görülecektir. Kendisine biçilmiş kaftanı giymek zorunda kalacak, başını yastığa huzur dolu bir şekilde bir kerecik bile koyamamış şekilde ölecektir. Anlamsızca, korkunçça ve unutulmuş bir halde toprağa gömülecektir. Mezarlıklar bu insanlarla doludur, hayatı boyunca oradan buraya koşturan, hayatında hiç görmediği miktarda parayı vergileriyle kendi eliyle veren bir ölümlüdür artık o. Bir ailesi ya da yurdu yoktur, ailesi de yurdu da ona ne kadar biçilmişse o kadardır. Özgürce ne düşünebilir ne de karar alabilir, bütün doğru-yanlış algısı devletin ona bilmesini izin verdiği kadardır. Başındaki devlete dahi devletin izin verdiği sınırlar içerisinde eleştirebilir, düşünmek istediğinde karşısına çıkacak kitaplar dahi bir komisyon tarafından seçilmiştir. O komisyon, bireyin ne duygularını ne de insanlığını göz önünde bulundurur; sadece onun sonsuz iktidarlarına ne denli yardım edebileceğini göz önünde bulundurabilirler. </p><p>İnsan bu halde Hans Herman Hoppe’nın Argümantasyon Etiğinin temelini oluşturan Performatif Çelişki durumundadır, performatif çelişki basitçe elinde kalem tutan bir adamın ‘’ben bu kalemi tutmuyorum’’ demesidir. İnsanda böylesine tahakküm ortamında performatif çelişki içerisindedir, gönlünde yatanlar ile söyledikleri arasında mutlak bir çelişki vardır. Aklında temellendirdiği şeyler onun insanlığına öylesine ters ki, bu insanlık kavrayışım herhangi bir sosyal, psikolojik yahut sosyoloji temelinde değil bizzat fenni bir temel üzerine kurulmuştur. İnsan vücudu, böylesine bir fayda ortamında asla ve kati suretle gerekli ihtiyaçlarını alamaz. Onun her bir zerresi ne kadar da büyük bir delalette olduğunu haykırır, insan da bu halde iken sokakta hiçbir şey olmamışçasına yürür. Onun ağzından çıkan her bir neşeli söz performatif çelişkinin bir eseridir. İnsan devlet var olduğundan beri buna doğrudan doğruya köledir, bunda gocunulacak herhangi bir durum yoktur zira devletin altında yaşamak kendi özgürlüğünden ve asıl durumundan feragat etmektir, [Barbar olmaktan (asıl durum) Medeni hale geçiş, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinde devletin oluşumu böyle açılanmıştır] devletçiler bu performatif çelişkinin düzeni sağladığını iddia etmektedir. </p><p>Günümüzde bu çelişki farklı bir forma bürünmüştür, kişinin kendisi oldukça iyi bir durumda olduğunu daima iddia etmekte ve savının arkasını bırakmamaktadır. Eskiden o kendi doğasıyla savaşmayı göz önüne alırken artık öylesine gülünç bir hale geldi ki vücudunun halini bile göremez oldu. Tahakküm ebedidir, fakat 20-21. Yüzyıl tahakkümünün patlama noktasıdır. Sartre, günümüzü bir orji sonrası olarak, özgürlüğün patladığı an olarak değerlendiriyor. Ben Sartre’nin söylediklerinin tam aksini iddia ediyorum, şayet özgürlük buysa bunca insanın iradesiyle kör olduğunu kim söyleyebilir? Onlara atanan bir yaşam ve biçilen bir kader olduğunu kim reddedebilir? Sartre, politik özgürlükten ve cinsel özgürlükten bahsediyor fakat bu gibi hususlarda daima birileri bütün bu işlerin yürütülüşüne ev sahipliği yapıyor. Özgürlüğün arttığını zannediyoruz fakat artan bütün o özgürlüklerin altında bir felsefe değil, toplum mühendisliği yatıyor. Varmak istedikleri sonuç, tahakkümün ta kendisidir. Böylesine bir sonuca sahip yolu ‘’özgürlüğün patlamasının bir sonucu’’ olarak değerlendirmek hatalıdır. Zira özgürlük, anlık bir işten ziyade bir süreç, bir hayat idealidir. Eskisinden daha özgür olmak, şimdi özgür olduğun manasına gelmez. Günümüz, apaçık bir biçimde tahakkümünün doruk noktasına ev sahipliği yapmaktadır. Eski çağları düşündüğümüzde onlardan çok daha ‘’özgürlükçü’’ olduğumu düşüneceğiz fakat bu sadece görünendir, Rodney Hilton Bond Men Made Free adlı kitabında: Hiçbir yükümlülüğü bulunmayan hatta derebeyine saygı göstermesi beklenmeyen ortaçağ köylülerini günümüz özgürlüğüne en önemli miras olarak gösterir [Wood, Yurttaşlardan Lordlara adlı kitaptan naklen: çev. Oya Köymen]. Solon Reformları ile demokrasinin en ileri düzeyini kurmuş olan Antik Yunanlıların, az önce değindiğimiz bu Orta Çağ köylülerinin bizden çok daha özgür olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. İşte böylesine bir durum bizzat fayda makinesine dönüşmüş insanın halidir. O düşmanını bile seçmekten aciz bir haldedir, ona düşman gösterilir ve o düşmana karşı bir saldırı gerçekleştirir. Devletler ise daima Carl Schmitt’in literatüre kattığı gibi bir düşmana-saldırıya ihtiyacı vardır ki içeride olanlar birbirlerine kenetlenebilsin. O makine insan, düşmanına televizyon karşısında küfürler savurduğunda rahatlar ve diğerleriyle kenetlenir. Tamda istenildiği gibi, işte buna kelimenin tam anlamıyla toplum mühendisliği denmektedir. İnsan böylesine çalışırken, emeğinin karşılığını alamazken bunun bir karşılığının olması gereklidir. Bu insanın çalıştıklarının karşılığı ise ne kendisine ne de dostlarına, bizzat küçük bir kesime gitmektedir. Bu kesimde ne hayrettir ki, özerk değildir. </p><p>Sermayeye olan düşmanlığın temeli aslında tahakkümkâr devlete düşmanlıktır zira tahakküm yaratan sermaye bizzat politik gücü olan sermayedir. Şu da bir gerçektir ki, politikadan uzak olan herhangi bir kimse yatırımcı asla büyüyemez zira sistem politikadan doğar. Paranın arzı ve talebi bu sistemde yok olmuş gibi gösterilir fakat aslında sadece birileri tarafından artık kontrol edilmektedir. Para, fabrikatörlerin elinde değil fabrikatör görünümlü siyasetçilerin elinde dönmektedir. Günümüzde sanayi ve siyaset birbirinden ayrı değildir; sanayi ortaya çıkışı gibi siyasetin bir alt kümesidir. Bu insanların meçhul varlığı ise en baştan beri vurguladığım bu kör insanların varlığının bir sonucudur. Şayet bu insanlar düşünmeyi değil anlamayı deneseydi [Hermeneutik] benlik kazanacak, insan devletin önüne geçecektir. Düşünmeyi anlamanın önüne atan şey, düşüncelerin şekillenebilir olmasıdır fakat anlamak önsel olarak sorgulamayı içerdiği için doğru bilginin bizzat kaynağıdır. Devlet insanı yaşatmak yerine insanın kendini gerçek manada [Günümüz sosyal demokrasilerinin yaptığının tam aksine] yaşatmasına izin verirse ve insana kaybettiği özgürlüklerini iade ederek uygarlığımızın bu yüzyıllık mücadelesi sona erdirebilir. Bu durumda, tekelleşme son bulacaktır ve özel sektör gerçekten rekabet ortamında bulunacaktır. Devletler daima rekabet ortamını şekillendirdi, bu yüzden de kıskançlık korkunç bir duygu olarak adlandırıldı. Bu ne de büyük bir yalandır, kıskançlık insanın yaşadığını hissettiren şeylerden biridir. Kıskandığınız kişiyi bizlere empoze edilmiş haliyle öldürmek yahut bıçaklamak (!) zorunda değilsiniz; kıskandığınız kişiyle beraber olarak onla rekabet içine girebilir ve ondan daha iyi olmak için çabalayabilirsiniz. Piyasanın zaten temel dinamiği budur, bir işletmenin kendisinden küçük farklar ile önde olan işletmeye karşı olan kıskançlığı ve müşterinin bu küçük farklara göre ürün tercihi yapması piyasayı dinamik tutan şeydir. Bunun varlığı, tekeli yok eder ve bu çok paranın küçük bir azınlık tarafından kırıştırılmasını sağlar. Küçük işletmeler ile büyük işletme kavramı arasında uçurum bir fark varsa orada piyasanın dinamiğinin birileri tarafından şekillendiği açıktır.</p><p>Ben bu yazıda suçu 21. Yüzyıla atabilir, olayları inceleyebilir ve kapitalizm ile bağlantısını kurabilirdim fakat bu yaptıklarım beni çıktığımız bu devasa sonucun çok küçük bir kısmına çıkaracaktı. Laf kalabalığından ziyade tarihi anlamlandırmak için bir yol izledik ve belli sonuçlara vardık. Değerli Çetin Hocanın çıktığı sonucun bizlere özgü olmadığını, tarih boyunca görülen bir sonucun farklı bir varyasyonu olduğunu anlatmayı hedefledim. Bunun çözümünün günümüzde ortaya çıkacak Neo-X ideolojisi olmadığını bizzat insanın devlete verdiği güç ve onla olan münasebetini incelemesiyle alakalı olduğunu en nihayetinde göstermek istedim. Umarım amacımda muvaffak olabilmişimdir.</p><div><br /></div></div>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-82138103896438870222023-06-11T17:56:00.008+03:002023-06-11T17:56:54.989+03:00Zeynep Duru Albayrak / İstanbul Enka Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Beşincisi<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4es731zG8x5K-FKY_MAkkqrKFLOicbq7RaY32aIChrNdwWt8n173Q29Uu3P-1J8wsExCpnIKOECYKjE3dzgFd5tYobyDwPJGqdaIctD8uW8fMAE_-1oPN5E7eV3JRgXFbCTApEEuLDOanzcVZ0Mqn2FTrrem0OHJQj1g_UkyQcXEve4K6TO8yIyd0Vg/s4618/IMG_20221208_175016.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4es731zG8x5K-FKY_MAkkqrKFLOicbq7RaY32aIChrNdwWt8n173Q29Uu3P-1J8wsExCpnIKOECYKjE3dzgFd5tYobyDwPJGqdaIctD8uW8fMAE_-1oPN5E7eV3JRgXFbCTApEEuLDOanzcVZ0Mqn2FTrrem0OHJQj1g_UkyQcXEve4K6TO8yIyd0Vg/s320/IMG_20221208_175016.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><b>Final Yazısı</b><p></p><p> "Cinsiyetçilik kendini ifade etmek için ırkçılığa, ırkçılık da cinsiyetçiliğe başvurur. Irklılaştırma ve toplumsal cinsiyetlendirme, paralel ya da analojik süreçler değildir, iç içe işler." Emmanuel Levinas, Zaman ve Başka, Fol Kitap</p><p><b>Cinsiyetçilik ve Irkçılık Bağlantısının Analizi</b></p><p>Toplumdaki rolümüz, yerleştirildiğimiz katman, iç içe geçerek sarmaşıklaşmış bir sistemler ağından oluşur. Bu sistemler, toplumsal öteleme ve farklılaştırmaya dayanarak herkesi birer kutuya ayıran standartlardan oluşur. Örneğin cinsiyetçilik, toplumsal standartı erkek olmak üzerine kuran, ardından bunun dışında kalan öte kimliklerin karşısına hayatın her köşesinde çıkan problemler oluşturan bir sistemdir. Bunun gibi sosyal sınıflandırma sistemleri kişilerin toplum içerisindeki varoluşlarını etkiler, onlara hangi gözle bakılacağına, nasıl yaşayacaklarına karar verir. </p><p>Genellikle, teoride bu sistemlerin her biri ayrı olarak ele alınır. Üniversitelerin cinsiyet araştırması için ayrı ırk araştırması için ayrı dersleri vardır. Bu alanlarda, akademik olarak ayrı çalışmalar yürütülür. Literatürde yer alan eser, konuşma ve tartışmaların çoğu tek bir marjinal kimlik özelliğini analiz eder. Ancak gerçek hayatta, insan akışkan bir varoluşa sahiptir. Birey, kadın olduğu için yalnızca bu özelliğe sahip olacak veya siyahi olduğu için yalnızca ırk sistemi üzerinden sosyal bir katmana yerleştirilecek değildir. Birey, kendisini etkileyecek birden çok ötekileştirilmiş kimliğe sahip olabilir. İşte bu durumda, toplumun bastırdığı gruplardan birden fazlasında yer alan kişi, bir “kesişim noktası”dır.</p><p>Birden çok sistem, bu bireyin kimliğini hedef alacak şekilde “kesişmiş”lerdir. Örneğin beyaz bir kadının deneyimlediği hayat ve sosyal yapı, siyahi bir kadının deneyimlediği gerçeklikten farklı olacaktır. Bu fark, yalnızca bir toplumsal sistemin ele alınışı söz konusuysa göz ardı edilecektir. Bu farkın yok sayılması; feminizmin sadece beyaz kadınlara, siyahi hakları hareketlerinin de yalnızca siyahi erkeklere odaklanmasına sebep olur. Ancak o halde siyahi kadınların haklarını savunan bir hareket yok mudur?</p><p>İşte bu noktada kesişimsel feminizm devreye girer. Toplumdan uzaklaştırılmış, ayıplanmış kişiler çoğu zaman birden çok azınlık grubuna dahillerdir. Kesişimsel feminizm, bu kadınların yani birden çok katmanlı baskıya uğramış kadınların feminizmidir. En ücra köşelerde bırakılmış, unutulmuş ve silinmiş kadınların feminizmidir. Çünkü kadınların tüm problemleri, beyaz kadınlarınkinden ibaret değildir. Yalnızca beyaz kadınları hedef alan bir feminizm algısı, ırk ve cinsiyetin iç içe geçmiş sistemler olduğunun inkarıdır. Radikal bir toplumsal değişim ve kurtuluşa, hakları yenen her kesimi dahil etmeden ulaşmak mümkün değildir.</p><p>Amerikan yazar Audre Lord, bu konuyla ilgili şu fikrini belirtmiştir :</p><p>“Kadınlar olarak bazı sorunları paylaşıyoruz, bazılarını paylaşmıyoruz. Siz çocuklarınızın büyüyünce ataerkil düzene katılıp aleyhinize tanıklık edeceklerinden korkuyorsunuz; Biz ise çocuklarımızın bir arabadan sürüklenip sokakta kurşuna dizilmesinden ve onların ölme nedenlerine sırt çevirmenizden korkuyoruz.” - Audre Lord</p><p>Bu alıntı, tek katmanlı beyaz feminizmin duyarsızlığına dikkat çeker. Beyaz kadınları problemleri yalnızca ataerkil düzenledir. Onların karşı karşıya olduğu tek sistem budur. Bu nedenle, siyahi kadınlar kendilerine kurtuluş sözü vermiş beyaz feministlerin, ırk sorunları oluştuğunda onlara sırtlarını döneceklerinden korkarlar. Çünkü bazı kadınların savaşı yalnızca bir sistemledir. Bazı kadınların verdiği savaş yalnızca cinsiyetçiliğe karşıdır, oysa bazılarının savaşı hem ırkçılığa hem de cinsiyetçiliğe karşı olmak zorundadır. Bu durumda, karşılarına tek gözlü tek dişli bir canavar değil, üst üste çıkmış ve iç içe geçmiş bir çok canavarın gücünde olan devasa bir yaratık çıkan kimseler de vardır. </p><p>Beyaz feminizm, kaçınılmaz bir şekilde ayrıcalıklı kimselerin feminizmidir. Bu ayrıcalık, feminizmde derinleşmeyi ve sosyolojik konumlandırmayı her tarafıyla analiz edebilme becerisini öldürmüştür. Oysa ki toplumda hem kadın, hem siyahi, hem de diğer ötekileştirilmiş kimliklere sahip insanlar; çoğu zaman en büyük insan hakları gelişmelerine önayak olan kimselerdir. Bu kimseler, tekrar tekrar silinmiş, tarih içerisinde hak ettikleri önemi görmemişlerdir. Devrim, sosyal hiyerarşinin en alt basamağında olan, ‘En öteki’ insanlardan doğar.</p><p>Örneğin, 1969 yılındaki Stonewall ayaklanmaları sırasında insan hakları ve kuir birey hakları için ayakta durmuş en önemli figürlerden biri Marsha P. Johnson’dır. Marsha P. Johnson, siyahi trans bir kadındır. Bunun yanında düşük sosyo-ekonomik kesimdendir. Bu anlamda dört farklı baskıcı sistemin hedef aldığı bu kadın, Stonewall ayaklanmalarının başarıya ulaşması ve kuir bireylerin hak mücadelessinin ilk adımlarının atılması için büyük önem taşımıştır. Bir nevi, özgürleşme mücadelesini o başlatmıştır. Baskının karşısında ötekileştirilmiş kimlikleriyle ayrı ayrı değil, bu kimliklerin bütünü olarak durmuştur. Böyle figürler, hak mücadelelerinin ön saflarını oluşturmuşlardır. O halde feminizm veya ırkçılık karşıtı hareketlerde onların varlıklarını tanımak çok önemlidir.</p><p>Kesişim noktası ilan edilen bu insanlar, saldırıya uğramaya daha yatkınlardır çünkü onları hedef alan sistemler onları savunmasız kılar. Bu durumda karşılaşabilecekleri saldırılar yalnızca bir kimlikleri üzerinden değil, ikisinin de üzerinden olur. Örneğin siyahi bir kadın hem kadınlara karşı gösterilen saldırganlığa hem de siyahi bireylere uygulanan şiddete açık bir noktadadır. Kendisine yapılacak bu saldırılar, iki marjinal kimliği üzerinden de ifade edilebilir. Üstelik, kendisine ırkçı bir bakış açısıyla yapılacak olan bir saldırı cinsiyetçilikle birleşerek kendini o boyutta da gösterebilir. Bu duruma örnek; siyahi insanların yıllarca köle ticaretine maruz kalmaları, beyaz insanların evlerinde ağır işleri, temizliği ve hizmet görevlerini yerine getirmeleri ancak siyahi kadınların bunun üstüne bir de köle satıcı ve sahipleri tarafından tecavüze uğramalarıdır. Siyahi kadınlara yapılan haksızlık, köle ticaretinin yanında cinsel saldırı yoluyla da gerçekleştiğinden katmanlanmıştır. Onlara gösterilen ırk bazlı saldırı, cinsiyet bazlı bir saldırı üzerinden de kendini ifade etmiştir.</p><p>Bu konunun bir başka boyutu, aynı anda birçok marjinal kimliğe sahip olmanın yanında, bir çeşit marjinal kimliğe sahip oluşun bir diğer marjinal kimliğe sahip olmayı da beraberinde getirmesidir. Yine ırk ve cinsiyet kavramları üzerinden konuşacak olursak, bir kadın olmanın, veya siyahi olmanın, veya siyahi bir kadın olmanın finansal anlamda etkileri vardır. Kadın ve erkek üzerinden yapılan maaş karşılaştırmasının ırk değerlendirmesinin dahil oluşuyla daha da detaylandığı söylenebilir. “Erkeklerin kazandığı her 1 dolar için, aynı pozisyondaki bir kadın 83 cent kazanır.” bilgisi her kadın için doğru değildir. Çünkü her kadın beyaz değildir. United Way verilerine göre; beyaz bir erkeğin kazandığı her 1 dolar için beyaz bir kadın 83 cent, siyahi bir kadın 64 cent, melez bir kadın 63 cent, hispanik bir kadın ise 57 cent kazanır. (“Day 16: Intersectionality of Wage Gaps and Wealth Inequity”) Bu durumda kadınlar adeta sahip oldukları her marjinal kimlik için ekstra cezalandırılmakta, penalize edilmektedir. Yani sosyo-ekonomik anlamda düşük bir kesime ait olma, başka marjinal kimliklerin bir getirisidir. Siyahi nüfusunun yüksek olduğu yerlerde yoksulluğun ve suç oranının daha fazla olmasına benzetilebilir bir durumdur bu. Siyahi ve Hispanik kadınlar, doğadan gelme bir nedenle düşük ekonomik sınıflara ait değillerdir, ancak sosyolojik nedenlerle genelde bu sınıflara ait olmuşlardır. Marjinal kimlikleri, onları finansal bakımdan da alt kesme mahkum etmiştir.</p><p>Kesişimsel Feminizme bu nedenle ihtiyaç vardır. Toplumdaki adaletsizlikler, bazı bireyleri diğerlerine göre daha çok etkiler. George Orwell’in yazdığı gibi “Her hayvan eşittir, ancak bazıları daha eşittir.” Bu alıntıyı sosyalist bir bakış açısının ötesinde de ele almak mümkün. Eşitlik, ekonomik alanın da ötesinde, her alanda yakalanmaya çalışılan bir olgu. Günümüzde pek çok hareket, pek çok vatandaş hakkı gözeten topluluk, eşitlik iddiası ile ortaya birer mücadele koyuyorlar. Ancak kimi insanlar, bu mücadelelerin odaklandığı ana grup olmalarından kaynaklansa gerek, ‘daha eşit’ bir konuma ulaşıyorlar. Oysa eşitlik herkes için olmalı, aksi takdirde aktivistlerin uğruna savaş verdiği olgu gerçekten eşitlik midir?</p><p>Katmanlı ötekileştirilmeyi anlamak için, son olarak bir de ırk ve feminenlik ilişkisine bakılmalıdır. Irklar, bilinçdışı bir şekilde çeşitli seviyelerde maskülenlik ve feminenlikle bağdaştırılmaktadır. Bu çağrışım, birtakım ırk bazlı nefret suçlarına beraberinde getirir. Örneğin, 2021in Mart ayında ABD Atlanta’da gerçekleşen toplu katliam, asyalı kadınları hedef almış bir saldırıydı. Farklı spa ve bakım merkezlerinde çalışan 8 asyalı kadın bu saldırının kurbanlarıydı. Vakanın soruşturması sırasında, saldırıyı gerçekleştiren adamın bir çeşit “Asyalı kadın fetişi”ne sahip olduğunun ortaya çıkmasının ardından, otorite figürleri bu saldırının resmi olarak bir nefret suçu, yani spesifik bir azınlık grubunu hedef alan bir suç olduğunu duyurdu. (“8 Dead in Atlanta Spa Shootings, With Fears of Anti-Asian Bias (Published 2021)”) Asyalı ırklar, toplumsal bağlamda bir çeşit feminenlik algısıyla yaftalanmakta. Bu ırk, otomatik bir feminenlik çağrısını beraberinde getiriyor. Sonuç olarak da, asyalı kadınların hiper-feminen birer obje gibi görülmesi, bu vaka gibi hastalıklı sonuçlara sebebiyet veriyor. Irk ve cinsiyet ifadesinin bağdaşması, Asyalı kadınları etkilediği gibi Asyalı erkekleri de etkiliyor. Sonuç olarak Asyalı erkeklere ait bir otomatik feminenlik algısı da, bireysel kimliği tamamen göz ardı ederek, doğuyor.</p><p>Benzer bir durumdan siyahi bireyler de etkileniyor. Ancak bu ırkın beraberinde getirdiği, adeta iç içe geçtiği cinsiyet bağdaştırması ise maskülenlik üzerinden. Siyahi bir birey olmak, toplumsal bağlamda ‘maskülen’ sınıflandırmasını beraberinde getiriyor. Sonuç olarak, siyahi kadınların erkeksileştirilmesi, veya erkek olmakla suçlanması gibi birtakım olaylar doğuyor. Bunun yanında, spor dünyasındaki büyük bir tartışma ve vaka da bu çağrışımın bir sonucu. Siyahiliğin, kadınların algılanış biçimlerini maskülenleştirmesi, olimpiyatlarda gerçekleşen ‘ırksal profilleme’ olaylarına sebebiyet veriyor. Bu ‘ırksal profilleme’, dereceye giren siyahi kadın sporcuların beyaz sporculara göre orantısız bir şekilde testosteron testlerine maruz bırakılmaları anlamına geliyor. Yıllardır devam eden bu fenomen, pek çok siyahi kadının olimpiyatlardan men edilmesine, ve dereceye giren birçok siyahi kadının cinsiyeti hakkında spekülasyonların oluşmasına yol açıyor. Toplum, siyahi kadınların ‘kadınlık’larına karşı çıkma, bunu inkar etme eğiliminde.</p><p>Bu ön yargıyı ve ırk-cinsiyet karmaşasını en iyi yansıtan vakalardan biri “Caster Semenya” vakası. Caster Semenya, 2012 ve 2016 olimpiyatları 800 m koşu şampiyonu olan Güney Afrikalı bir kadın sporcu. (Winkler) Bu başarısı tüm Güney Afrika’da kutlanmış olan Semenya, Tokyo olimpiyatlarında ülkesini temsil edemedi. 2016 olimpiyatlarındaki başarısının ardından kendisinin cinsiyeti hakkında çeşitli spekülasyonlar oluşmaya başladı. Bir çok kimse, siyahi fenotipinden ve bunun getirdiği önyargı ve çağrışımlardan yola çıkarak Semenya’nın erkek olduğunu iddia etti. Bunun yanında pek çok söylenti de haberlerde yer aldı. Aynı pozisyondaki beyaz bir kadın hakkında iddia edilemeyecek şeylerdi bunlar. Ancak siyahiliğin masküleniteyle olan bağdaştırılışı, medyanın Semenya’nın kimliği ve kadınlığını sorgulama cesaretini bulmasını sağladı. Semenya, olimpyatlarda standart olmayan yani çoğu kimseye yapılmayan testosteron testlerine tabi tutuldu. Tarih boyunca bu testler, spekülasyonlar üzerinden yalnızca siyahi kadınlara yapıldı(Bu durumun tek eksepsiyonu beyaz bir Rus sporcu, ancak bunun dışında hedef alınan her kadın siyahi). Kendisini bu testlere tabi tutup ardından sporuna devam etmekten men eden olimpiyat kurulunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıyan Semenya, öz kimliğini ve otonomisini geri alabilmek için hukuksal mücadelesine devam ediyor. </p><p>Özetle ırk ve cinsiyet, pek çok farklı açıdan kesişerek farklı sonuç ve etkilere sebep oluyor. İkisini gerçekçi bir perspektifle birbirinden ayrı ele almak mümkün değil. Bu bakımdan ırkçılık ve cinsiyetçilik paralel ilerleyen doğrular değiller; aksine pek çok noktada kesişen, sosyolojik bakımdan olayları ve kimlikleri kompleksleştirici ve daha çetrefilli kılan birer eğriler. Kimi zaman birbirlerinin etkilerini yankı etkisi yaratarak büyütüyorlar, ki bu da hem cinsiyetçilik hem ırkçılığa maruz kalan kimselerin hayata dair deneyimlerini zorlaştırarak onların bastırılmış kimliklerine katmanlar ekliyor, kimi zaman da bazı gruplara karşı ön yargılar oluşturarak onları basmakalıp kutulara yerleştiriyorlar. </p><p>Bu gibi durumlar nedeniyle kesişim felsefesine ihtiyacımız var. Toplum ele alınırken tek taraflı bakış açıları yeterli kalmıyor. Örneğin indeterminist bir felsefi bakış, bu kesişimsellikten mahrum. Bireyin sınırsız özgürlüğü olduğunu varsayan felsefe, birçok marjinal kimliğe sahip olan insanları ve bu yazıda yer alan birçok vakayı göz ardı ediyor. Toplumun farklı kesimleri için farklı özgürlük alanları söz konusu, ve bunun inkarı bir sürü grubun silinmesi demek. Bu nedenle, felsefi düşünce her zaman çok taraflı olmalı. Yani aynı anda, aynı duruma veya kişiye ait pek çok farklı özelliği değerlendirebilmeli. Kesişimsel feminizm felsefesinin de temelinde yer alan bu çoklu bakış açısı, cinsiyet teorisi ve ırk teorisinin arasında büyük bir ayrım olamayacağının da bir kanıtı. </p><p>Bireye ait düşünceler, bireyi etkileyen her bir sistemin konuşulmasıyla doğru şekillenebileceğinden, hem sosyoloji hem felsefe hem de psikolojinin göz ardı etmekten çekinmesi gereken en büyük alan kesişimli kimlikler konusudur. Kişi varlığına ait her özellikle mevcuttur. Bu özellikleri birbirinden ayırarak mikroskop altına almak yalnızca yanıltıcı olacaktır.</p><p>Kaynakça :</p><p>“Day 16: Intersectionality of Wage Gaps and Wealth Inequity.” United Way for Southeastern Michigan, https://unitedwaysem.org/equity_challenge/day-16-intersectionality-of-wage-gaps-and-wealth-inequity/. Accessed 10 June 2023. </p><p>“8 Dead in Atlanta Spa Shootings, With Fears of Anti-Asian Bias (Published 2021).” The New York Times, 26 March 2021, https://www.nytimes.com/live/2021/03/17/us/shooting-atlanta-acworth. Accessed 10 June 2023.</p><p>Winkler, Matteo M. “The Uncertain Promise of Human Rights in Sports: Understanding the Caster Semenya Case.” HEC Paris, 23 July 2021, https://www.hec.edu/en/knowledge/articles/uncertain-promise-human-rights-sports-understanding-caster-semenya-case. Accessed 10 June 2023.</p><p style="text-align: center;"><br /></p><p style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiich3G3huxtuBg1CICwJgO6FhqrRnlv3k-eOCh9VachMbRORJLJKFNwLYsDG3lBh9FO1m7sKT9TCxc-ADEiGgJUcoBqmIX1XLi6EsDnxvgHrH2RI-EK_xgqAQs3M-_lPmqmXy6MwWTjzWPBA9nYBlu6dEskg-v56BoSUxzObGTtSKlQb8o5ObyBU52Pg/s4618/IMG_20221128_172317_BURST007.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiich3G3huxtuBg1CICwJgO6FhqrRnlv3k-eOCh9VachMbRORJLJKFNwLYsDG3lBh9FO1m7sKT9TCxc-ADEiGgJUcoBqmIX1XLi6EsDnxvgHrH2RI-EK_xgqAQs3M-_lPmqmXy6MwWTjzWPBA9nYBlu6dEskg-v56BoSUxzObGTtSKlQb8o5ObyBU52Pg/s320/IMG_20221128_172317_BURST007.jpg" width="240" /></a></p><p style="text-align: left;"><b>2. Adım Yazısı</b></p><p style="text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%; text-indent: -18pt;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 7pt; font-stretch: normal; line-height: normal;"> </span></span><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px; text-indent: -18pt;">“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></i></p><p>Varoluşumuzda anlam arama güdüsü bizi hayvanlardan ayırır. Ancak bu ayrım bizi ne üstün kılar ne de mutlu. Aksine birçok insanı hem toplumdan hem de gerçeklerden soyutlar. Anlam bulabilme telaşına kapılan insan da bu anlam arayışı tarafından acıya ve hüzne hapsedilir. Oysaki kişi neyi yapıyorsa onu yapar, ne hissediyorsa onu hisseder, topluma karşı ne katkı sağlıyorsa o katkıyı sağlar. İnsan kimse odur, ve kim olduğunu kendisi seçer. Önceden gelmiş bir özü, kendi var olmadan var olmuş bir amacı, hayatının da yaradılıştan gelme bir anlamı yoktur. İnsan önce var olur, sonra özünü yaratır, bu nedenle vaktini ve odağını özden gelme bir anlam aramaya harcamamalıdır. İnsanın böyle bir anlama olan inancı ise, kediler gibi var olan, ve yalnızca var olmasını bilen yaratıklara komik gelecektir. İnsan, anlam arayışı içerisinde bu kedilere ancak şapşal, kaybolmuş, kafası karışık ve sakar gözükecektir.</p><p>Birçok eserde işlendiği ve tartışıldığı gibi, hayatın anlamına ve onu bilmeye yüklenen değer hayatın kendisine yüklenebilecek olan değerden kısar. Örneğin Albert Camus'nün kitabı "Yabancı"da işlemiş olan absürtlük fikri, bu 'öz,amaç' arayışı ve anlam sorgusunun ne kadar abeskleştiğinin bir anlatısıdır. Kitap "Aujourd'hui maman est morté. Ou peut-etre hier, je ne sais pas", yani "Annem bugün öldü. Ya da dün de olabilir, bilmiyorum" şeklinde başlar. Bu başlangıç şok etkisi yarattığı gibi aynı zamanda kitabın geri kalanı boyunca tekrarlanacak olan yabancılaşma temasına değinir. "Yabancılaşma" fikri modern toplum bağlamında gerçektir, bir yandan da hayattaki önem sırasını doğru kuramıyor oluşumuzun cezasıdır. Hayatlarımıza dair değer algısına sahip olmanın şartını yalnızca anlam bulabilmeye bağladığımızda, yaptığımız şeyin anlamsızlığı ve beyhudeliği bizi zaptedecektir. Başladığımız noktaya dönmekle beraber, anlamsızlığın komikliği de gözümüze çarpacaktır. Üstelik de anlam peşinde koşan, bunu dert edinen kimse topluma yabancılaşacaktır. Öyleyse toplumdan uzaklaşan bu kişinin tümel halka da bir katkısı olmayacaktır. "Anlam"ı takip ederek adeta "toplum"un içinden çıkacak, toplumdan tamamen soyutlanacaktır. Böyle bir yabancılaşmanın yaşanmaması hayatın akışının korunması demektir. Bir kediymişcesine var olamayan birey mutsuzluğa, dışlanmaya, yalnızlığa mahkum kalacaktır. Bu nedenle de anlam arayışı beraberinde hüzün getirir.</p><p>Hayat, ona dair aşırı bilincimizden ve medeniyetler boyu sürmüş olan devamlı anlam sorgulamalarımızdan dolayı her zaman bizlere sert gelecektir. Natüralist bakış açısı kazanmış, somutluğa önem vermiş, hayatı bir deney gibi yaşayıp bu deneylerin tüm sonuçlarını öldükten sonra geleceğe miras bırakmış toplumların alınyazısı çirkin bir çıplaklıkla hayatın bu sertliğini görebilmektir. Bu bireyi yabancılaştırır. Öz'e dair bitmez bir sorgulama, onu her sorudan önce sorma fikri, hayatlarımızdan bir adım geriye açılıp da yaptıklarımızın ne kadar küçük, ne kadar insan, hatta belki de ne kadar komik olduğunu anlamamızı önler. Yani anlam sorgusu hayatın kendine ait değerini yitirtir. Belki de anlam bulamamaktan çıkarılabilecek daha önemli bir şeyler yatar hayatlarımızın altında. Belki de anlamsızlık anlamın ta kendisidir, belki de yalnızca saçmalıyoruzdur. Belki de hayatlarımızda Nietzsche'nin iddia ettiği derecede yokluk söz konusudur, ancak bu durum onun bakış açısı tarafından ele alındığı kadar olumsuz değildir. Ahlakın Soykütüğü Üzerine'de Nietzsche'nin "Neden acı çekiyorum?” En cesur ve acı çekmeye en yatkın hayvan olan insan, acıyı bu şekilde inkar etmez: Bunu ister, hatta arar, yeter ki ona bir anlam, acı çekmenin bir amacı gösterilsin." ifadesini kullanması da insanın anlam arayışı uğruna kendini hapsettiği sefaleti anlatır. Bir anlam vaad edildiği takdirde insan kötü yaşamaya razıdır. Bu durumda ‘anlam’ olgusuna verilen değer insanı mutsuz olduğu, kötü diye değerlendirdiği durumlardan çıkmaktan alıkoyar. Bunların bir anlamı olduğuna, bir plana hizmet ettiğine inanan kişi, tıpkı çektiği acıların onu cennete götüreceğine inanan, bu yüzden onlara razı olan bir kimse gibidir. Anlam arayışı insanı bu denli hapsediyorsa, bilinçten doğmuş olan ‘öz’ sorgulaması iyilikten çok kötülük yapmaz mı?</p><p>Bu anlam sorgusunun absürtlüğü, kediler tarafından fark edilse bizi alay konusu kılacak olan bu takıntımız, bizim bildiğimiz ve onların bilmediği bir gerçekten kaynaklanır. Biz ölüceğimizin farkındayızdır, ama onlar değildir. Varoluşun kesin bir sonu olması; insanı bu denli bir panikle anlam, amaç, tutunabileceği herhangi bir disiplin aramaya iter. "Madem bitecek, onu anlamlı kılmalıyım." fikri bireyin üstüne büyük bir baskı düşürür. Oysa hiçbir kedi bugünü de anlamlı kılma kaygısıyla uyanmaz. Onlar yalnızca bugün de var olmanın peşindelerdir. Biz anlama önem verip din, felsefe gibi araçlar kurmuşken onlar ise var olmaya devam etmek için keskin diş ve tırnaklar gibi araçlar kullanırlar. Her ne kadar fiziksel araçları ilkel olarak değerlendiriyorsak da şunun inkarı yoktur ki; Kediler bizlerden daha mutludur. Çünkü onlar ölümden korkup her günlerine bir anlam biçmeye çalışmazlar. Yaşamı tekrar tekrar analiz ediyor oluşumuz onu gerçekten yaşamamıza engel olur. Tek derdi var olmak olan bir kedi daha iyi, daha adanmış bir şekilde yaşayacaktır. Nazım Hikmet'in "Yaşamaya Dair" şiirinin bu dizeleri güzel birer örnektir : Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın / Bir sincap gibi mesela / Yani, yaşamın ötesinde ve dışında hiçbir şey beklemeden / Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak. Peşine düşülen sorular bireyi hayatın kendisinden uzaklaştırıyor, onu tam ters yönde koşturuyorlar ise, kedilere kalan da tabiki bu abesliğe karşı keyifle mırlamaktır. </p><p>Özetle; var olduğumuz gerçeği, bir kediye kedi olmanın yetmesi gibi, bizler için yaşamaya dair yeterli bir anlam doğurabilmelidir. Diyelim ki bu varoluş anlamsızdır, bırakılsın da öyle olsun. Bu anlamsızlık bir başka anlamı doğurabilir. 'Anlam'ı aramayı bırakmak ise bizleri özgürleştirebilir, topluma kazandırabilir, hüzünlerimizden kurtarabilir ve bizlere hakkını vererek yaşamayı öğretebilir. Yaşam, zaten var olan ve var olanları barındıran bu olgu, bulunması dert edilecek bir başka kavram tarafından gölgeye düşürülmemelidir. Ne de olsa kişi istediği gibi biri olabilir, kendine yeni bir anlam, yeni bir öz, yeni bir tanım kesip biçebilir. İnsan olduğu kişidir ve istediği kişi olmayı seçebilir. Varoluş kendiliğinden değerlidir, onu değerli sayabilmek için başka bir şey aramaya gerek yoktur. Bu prensipte yaşamak, bireyi mırıldanan bir kedi kadar hoşnut kılacaktır. Varolmak için uyanmak, uyanıp da varlığı anlamlı kılacak bir açıklama aramaktan daha doğru bir yaşama yolu olacaktır. </p><p style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9i-SAy_hesTymmgthpnl3ZVyQ7YWX-rCQlqAlJy27Jfq1_Ls8ZtxRRA1Bgae5bT6yvSlNCo-2hpsYyJFwD2oStdpwgNu-veHZaeymnt6ci080b5Xgad3beqQBU6Wsj2wi3Zm4L1b2VUT36WeukIf-hO_c5YmpqSb2fr1CKsjEkyECDk8LmiKUTcDbyA/s4618/IMG_20221202_123332.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9i-SAy_hesTymmgthpnl3ZVyQ7YWX-rCQlqAlJy27Jfq1_Ls8ZtxRRA1Bgae5bT6yvSlNCo-2hpsYyJFwD2oStdpwgNu-veHZaeymnt6ci080b5Xgad3beqQBU6Wsj2wi3Zm4L1b2VUT36WeukIf-hO_c5YmpqSb2fr1CKsjEkyECDk8LmiKUTcDbyA/s320/IMG_20221202_123332.jpg" width="320" /></a></p><p style="text-align: left;"><b>1. Adım yazısı</b></p><p style="text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><i>“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</i><br /></span></p><p>Herkesten "minimalize" etmesi beklenir. Dünyamızın geldiği son nokta, insanları hayatlarından kısabildikleri kadarıyla değerlendiren ve kimin daha çok kısabildiğini her şeyden çok önemseyen bir sıralama sistemidir. İnsan, hayata dair yaptığı, sahip olduğu, hatta sevdiği ne varsa ancak bunları kısabilirse maksimum fayda sağlayabilir. Yani faydalı olabilmek, topluma bir katkıda bulunarak değil birey olma halinden eksilerek sağlanabilir. Çünkü insanları çalışmaya teşvik ederken ortaya atılan, öğrenciler test sistemine dair endişelerini belirtmeye kalkışınca karşılarına çin seddi gibi çekilen bu "fayda" sağlama amacı ve ifadesi aslında onların kendilerine faydalı olma durumlarını temsil etmez. Bunun yerine, övülen ve her birimizin ulaşması istenen bu faydalı olma durumu hayattan alabilecekleri çoğu şeyi almış, adaletli bir dağıtım durumunda kendilerine düşecekten çok daha fazlasını elde etmiş bir avuç insan içindir. Fayda maksimizasyonu için içine girilen bu kısma, minimalize etme çabası tahmin edilebileceği gibi bireyin kendisi veya yaşadığı toplumun bütünü için olumlu şartlar oluşturmaz; kişinin mutluluğu veya zenginliği büyütmez, yalnızca küçültür. Bu durumda maksimizasyon işin neresindedir? </p><p>Kapitalizmi ele alırken en çok kullanılan antolojilerden biri dondurma analojisidir. Bir işçi saatte 100 dondurma yapıp 10 cent alıyorsa, ancak bu bir saatlik ücretiyle 100 dondurma değil 1 dondurma bile alamıyorsa verdiği emek ve aldığı ücret denk düşmüş müdür? Peki aradaki farka ne olmuştur, bu fark kime gitmiştir? İşte tam da bu noktada bireyin kendinden kısarak, yemek yemeye gitmeyerek, molaya çıkıp annesini aramaktan vazgeçerek saatte tam 200 dondurma ürettiğini düşünelim. Bu durumda bireyin ürettiğinin saf değeri ve kazandığının saf değeri arasındaki farkı her kim alıyor ise kazancını ikiye katlamıştır. Birey kendine ait alışkanlıklarından ödün vererek bir başkasına kazanç sağlamıştır. İşin doğrusu şudur ki bu kazancın dönüp dolaşıp ulaştığı bu kişiler toplumun en zenginleridir. Dolayısıyla sayıca az olmak bir yana, nitelik bakımından kazanca ihtiyacı olmayan kişilerdir de. Zaten neye sahiplerse, ondan daha fazlasını kazanırlar. Bu bireyin gösterebileceği emek her zaman değersizdir demek değil tabi. Her birimizin topluma katabileceği birçok şey var, ama bunun yolu insan doğasına ters düşen bir hiçe dönme savaşından geçmiyor.</p><p>İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Bunun dışında da pek çok şeydir; yaratıcıdır, özgürlüğe ihtiyacı vardır, hatalar yapabileceği alanı olmalıdır, fizyolojik refaha ulaşabilmelidir. Bu şartlar bahsetmekte olduğumuz “en zengin” kesimin çalıştırdıkları kişilere sağlamayı reddettiği şartlardır. Çünkü çalışanların rahat edebilmesi, nasıl yaşamaları gerekiyorsa öyle yaşayabiliyor olmaları onları “verimli” olmaktan çıkarır. Bu şartların sağlanması işverenin cebinden para çıkması anlamına da gelir ama “verimliliği” -ki söylediğim gibi bu verim ve fayda genel birer olgu değil aksine sadece en zenginlere yarar sağlayabilen spesifik durumlardır, öyleyse gerçekten “fayda” veya “verim” oldukları iddia edilebilir mi?- düşüren faktör bu para çıkışı değildir. Verimlilik özünde insana atfedilmiş bir sıfat değildir, çünkü sıkı bir gelir gider hesabına ve makinesel bir hassasiyet ve kesinliğe dayanır. Optimal verimliliğe bir insan ulaşmaz, çünkü bu mefhum onu düşünülerek oluşturulmadığı gibi onun doğasal özelliklerine ters düşer. Kesinlik dedik, ancak insan hata yapar ve kendisine bu hataları yapmak için alan bırakılmazsa işleyemez. Bir makine ise insani özelliklere sahip değildir, sisteminde bir insanın oluşturduğu hatalar yoksa yapmak için programlandığı görevi yapacaktır. Ancak her işverenin aradığı da bu değil midir? İşverenlerin peşinde oldukları ve çalışanlarında görmek istedikleri özellikler makinelere bu kadar paralelse makineye benzeyen insanları çalıştırmak istedikleri söylenebilir. Ancak hiçbir insan doğduğu anda bu kriterlere denk düşerek var olamaz. İçinden yaşamak gelir insanın, ofisinden çıkıp iş arkadaşlarıyla konuşmak, harekete geçmeden önce düşünmek, şarkı söylemek, dans etmek ve daha nicesi. İnsan, içinde bu özellikler ölmeden makineleri değerlendiren bir standarta erişemez. Bu durumda iş başa düşmüştür. En doğal hali işverenin isteğine uymayan bireyi işveren kendi elleriyle yontup ruhsuz bir adamın heykeline dönüştürmek zorundadır, çünkü ona gelen kişi bir makine olmadığı için aranan ruhsuzluktan uzak olacaktır. Bunun ötesinde, insanlığın diğer özellikleri de “fayda”nın son durağı olan zengin kesimin ayağına bağ olur. İşçilerinin fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan bu nedenle geri dururlar. Yemek arası bu nedenle kısa sürer, ofisin koridorundaki damacanalar bu nedenle boştur, küçük bir ofiste bu nedenle altı kişi çalıştırılır ve kişisel alana yer kalmaz. İnsanın insan olmaya yeri kalmayınca bunu içselleştirerek kendisine dair insanlık algısını yitirir. Ona verilmesi reddedilmiş her insani hak onu kendi bilinci içerisinde de insanlıktan uzaklaştırır. Bu psikolojik ve daha önemlisi sistematik, devamlı ve planlı şiddet, ona uğramış kişiden geriye yalnızca kabuğunun kalmasını sağlar. Bu da onu ideal bir hizmetkar, ya da modern tabiriyle ideal bir çalışan yapar. İnsan ruhunu kaybederek makineye dönüşür ve verimli olmaya ne kadar yaklaşabilecekse o kadar yaklaşır. İşveren kendi menfaati için çalışanlarına verebileceği insani olanakları kısmıştır ve fayda optimizasyonunu böyle sağlayabilmiştir, çalıştırdığı insanları doğal hallerinden koparıp insanlıklarına göz dikerek.</p><p>Ayrıca, varlığın devamı insanın varlıkta anlam bulabilmesine dayanır. Makineleşen bireyin bu kabiliyeti yitirmesi toplumun geleceği hakkında ne söyler? Pragmatizm, pratik sonuç alabilme ve bu sonuca kolay ulaşılacak yolu tercih etme düşüncesi, varlıkta anlam bulabilme yeteneğimizi yavaş yavaş körelten, onu öldürmeye çalışan bir tehlikedir. Bireye yalnızca ulaştığı sonucun önemli olduğu düşüncesi dayatılırsa, yaptığı yolculuğun anlamsız olduğu kanısına varacaktır. “Saatte 200 dondurma üreteceksin. Nasıl yaptığın önemli değil”. Bu direktifi alan çalışan 200 dondurma üretebildiği sürece başka bir şey yapmasına gerek olmadığını düşünür. İş arkadaşları arasındaki iletişim “gereksiz, faydasız” durumuna düştüğü için kesilecektir. Yalnızca hız ve ürün çokluğuna odaklanıldığı için ürünün kalitesi de düşecektir. Bu da müşteri memnuniyetini azaltacaktır. Yani faydaya yapılan aşırı vurgu başka yönlerden zarar demektir. Bu dondurma üretimi politikasından 0 olumlu bir sonuç alınamamıştır. Pragmatizm ulaşması imkansız bir hali hedefler, ve yalnızca sonuca önem vermek büyük resmi görmeyi reddetmektir. O zaman tek amacı optimal sonuca ulaşmak olan kişi, küçük bir grup insana sağlayacağı avantajları da uzun vadede yitirmekle beraber, yaptığı işin hakkını verme isteğini de yitirir. 200 dondurmayı öyle veya böyle üretmek, bir başka özelliğinden, nicelikten değilse nitelikten ödün vermektir. Şimdi bu düşünceyi hayatın geneline yansıtalım. Maksimum verime ulaşmanın hayattaki tek amaç haline getirilmesi hayatın geri kalan ve tamamlayıcı özellik taşıyan kısımlarından vazgeçmektir. Patronu için para kazanarak geçirdiği sürece övgüye değer bir hayat yaşadığı kabul edilecek birey yalnızca buna odaklanacaktır. Günün sonunda, maliye departmanına ne kadar katkıda bulunduysa, muhasebecinin rakamlarını ne kadar büyütebildiyse hayatı o kadar önemli olacak olan kişinin zamanının kalanına yaptığı her şey gözden düşürülmüştür. Yani maksimum faydaya ulaşma çabamız ve bu konuda izlediğimiz pragmatist yaklaşım çalışmanın dışında kalan hayatı manasız yapacaktır. Okumanın, düşünmenin, yazmanın, arkadaşlıklar kurmanın, bizi hayatta tutacak bir sebep aramanın anlamı kalmayacaktır. Anlam sorgusundan eli boş bir şekilde çıkacaktır herkes. Varlığın neden, ne uğruna devam ettirilmesi gerektiği hakkında bir argüman bulamayan insanlığın tutunacağı hiçbir şey kalmayacaktır. Oysa ki bu sorgu, insanların tüm varlıkları boyunca değindiği, cevaplar türettiği, ve kaçınılmaz bir şekilde dönüp dolaşıp geldiği bir noktadır. Benim bu yazıyı yazmamın, sizin okumanızın; yaşayan her kişinin yarın sabaha uyanacak gücü kendilerinde bulabilmelerinin sebebi bu sorgu ve ona verebileceğimiz cevaplardır. Eğer ki bu sorguya cevap veremeyeceğimiz, verme çabamızın kıymetsiz olacağı bir boyutta “maksimizasyon”a ulaşırsak, varlık büsbütün boşuna olacaktır, hiç olmadığı kadar küçülecektir. Bunu bilerek, buna inanarak ne birey yaşayabilir ne de toplum yapısı sürdürülebilir. İnsanın ruhsuzlaştırılarak faydalı bir makineye dönüşmesi varlığı sonlandıracak olan tohumları eker. </p><p>Özetle, sayıca çok az olan bir grubun iyiliği için insanlığımızdan, doğamızdan, ihtiyaçlarımızdan, ruhumuzdan ve varlıkta bulduğumuz anlamdan vazgeçmiş durumdayız. Bütün bu fedakarlığın ne bize, ne hepimize ne de gereksinimi olan herhangi birine ulaşmadığı da bir gerçek. O halde neden hayatın insana sunabileceği bunca imkanı bütünüyle reddetmiş ve tembellik olarak yaftalamış durumdayız? Bu bir grup insan bizi buna ikna ettiği için mi? O zaman bir an önce uyanmalı, “büyüme” adı takılmış bir “küçülme”nin farkına varmalı, insani ihtiyaçlarımız bize verilmediğinde insanlığımızı değil toleransımızı yitirmeli ve ne olursa olsun hayatta anlam bulabilmeliyiz. Bunun önünde ne işverenin ne de bir başkasının durmasına izin vermeliyiz. Evrendeki yerimize, içimizden gelene sadık kalarak birey olabilme halimizi korumalıyız. Ne zaman ki içi boş bir kabuk olmayı, 200 dondurma üretmek için yaşamı yaşamaya değer kılandan vazgeçmeyi reddederiz, ancak o zaman tekrar insan olmayı başarabiliriz. </p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-52980663429128548972023-06-11T17:44:00.003+03:002023-06-11T17:44:38.235+03:00Çağrı Okan / TEV Özel İnanç Türkeş Anadolu Lisesi / Kocaeli / DüşünYaz 9 Türkiye Altıncısı<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVFnuSbuXYL4nVcvZZo4QL581d-5XJ5YY-whf0-68U4aRm6tKH2zWD_0VxxHeAyuNnqtZg6wdkzf-KTmvT9E3SF-jRgcU6GkwH5dgRxufkuAxwe_2AxCHUQvPcoWZ22wm3sR3BTXrzeu7bryewpeV--dFCll3siP_oLd0-bcI-w88pZyaUYAjZVIR1Mg/s4618/IMG_20221205_151558.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjVFnuSbuXYL4nVcvZZo4QL581d-5XJ5YY-whf0-68U4aRm6tKH2zWD_0VxxHeAyuNnqtZg6wdkzf-KTmvT9E3SF-jRgcU6GkwH5dgRxufkuAxwe_2AxCHUQvPcoWZ22wm3sR3BTXrzeu7bryewpeV--dFCll3siP_oLd0-bcI-w88pZyaUYAjZVIR1Mg/s320/IMG_20221205_151558.jpg" width="240" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>Final Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;"><i>“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.</i></span></div><p></p><div class="separator" style="clear: both;"><b>YALNIZ VE EGOİST İNSAN</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Verilen alıntıda Merleau-Ponty insanın, kendisine içkin birtakım varoluşsal problemlerden kaçmak için yalnızlığa sırt çevirdiğinden ve topluma karıştığından bahsetmektedir. Merleau-Ponty’e göre yalnızlık, insanın kendisi olma yükünü üstünden atamayacağını ve hiçbir pratik fayda elde edemeyeceğini bildiği halde ne pahasına olursa olsun kurtulmaya çalıştığı durumdur. Ona göre insan, yalnızken yaşadığı kendisine özgü acıları ve zorlukları toplumun içine karıştığında da yaşayacaktır. Kişiler, başlıca içsel acılarından olan kendisi olma yükünden ve fikir sahibi oldukları gerçeğinden (kendisinden bir parçayı yoğun bir şekilde hissetme ve dışarıya vurma isteği) kaçmak için toplum içerisinde yer almak ve başka insanlarla ilişkiler kurmak istemektedirler. Ne var ki Merleau-Ponty’nin “yalnızlığı” onları bu acılardan kurtarmamakta ve iyileştirememektedir. Bu yazıda, Merleau-Ponty’nin alıntısı bağlamında Friedrich Nietzsche ve Ayn Rand’ın üstinsanı ve egoizmi arasında bir ilişki kurularak toplumdan koparak kendini gerçekleştiren insandan bahsedilecektir. Yazının etrafında kurulacağı ana tez, insanın kendisini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesinin tek yolunun toplumdan koparak kendisi olmayı ve yalnızlığı en egoist ve cesur haliyle sevmesinden geçmesidir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsanın yalnızlığından ve kendisini bütün gerçekliği ile dışarı vurmasından bahsetmeden önce, insanın neden kendisine yararlı olmadığı halde başkalarından vazgeçemediği hakkında tartışılmalıdır. Yazının ilerleyen kısımlarında Ayn Rand’ın görüşleriyle de desteklenecek olan “egoizm” kavramı, bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Egoizm, insanın kendi çıkarlarına hizmet eden hamleler yapması anlamına gelir. Hatta egoizmin etik ile kesiştiği alanda yer alan görüşlerden biri olan rasyonel egoizm, insanın kendi çıkarlarına uyan davranışlar sergilemesini “akıllıca” olarak tanımlar. Merleau-Ponty’nin bahsettiği durum ise tam olarak rasyonel egoizm kalıplarına uydurulamaz, ona göre insan yalnızca o yolla mutlu olabildiği için çıkarlarına ters düşen yolu tercih eder ve “akıllıca olmayan” bir davranış sergiler. Bu noktada Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eserinden ve kendisinin bu anlayışa karşı çıkmak için yarattığı “yeraltı adamından” bahsetmek isabetli olur. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Yeraltından Notlar, kitabın yazıldığı tarihlerde Rusya’da yayımlanan ve Nikolay Çernışevski tarafından yazılan “Nasıl Yapmalı?” adlı esere bir karşı duruştur. Bu eserde Çernışevski, o dönem Rusya’da yaygınlık kazanan sosyalizm ideolojisi eşliğinde yayımlanan bu eser, sosyalizmden geçen yeni ve “sonsuz neşe” sağlayan bir toplum düzeni kurgulamaktadır. Yeraltından Notlar eseri; Çernışevski’nin kurguladığı, yalnızca kendi çıkarlarına yönelik hareket eden ve mantıklı davranışlar sergileyen, hazzı kucaklayan ve acıdan kaçan bir insanın gerçekte var olmadığını ve bu düzenin insan gibi “tuhaf” bir canlıda işe yaramayacağını savunmaktadır. Kendisi, bu durumu “Günümüz insanı pek çok açıdan barbarlık çağı insanından daha üstün görüşlü olduğu halde aklın, bilginin gösterdiği yoldan gitmeye bir türlü alışamamıştır.” ve “Kim olursa olsun, insan daima, her yerde akılla çıkarın buyurduğu gibi değil; canının isteğine göre hareket etmeyi sever.” sözleri ile açıklar. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Merleau-Ponty’nin alıntısındaki insana geri dönüldüğünde, Dostoyevski’nin tabiri ile özünde “tuhaf” ve mantıktan uzak bir varoluşu olması sebebiyle kendisine yararlı olmadığı halde yalnızca o yolla mutlu olabildiği için toplumdan kopamamaktadır. Lakin insanın toplumdan kopmadan onun içinde veya toplumdan uzak bir yalnızlıkta yaşaması, giriş kısmında bahsedilen “kendisi olma yükü” ve kendini gerçekleştirme korkusu gibi insani problemlere yeterli bir açıklama sunmamaktadır. İnsanın toplumdan kopmamasının, “canının istemesi” dışındaki başka sebepleri ve kendisini gerçekleştirip özgürleşmek için toplumdan kopmasının bir zorunluluk olması hakkında tartışmak için “toplum” kavramı ve onun doğasından bahsedilmelidir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsanın toplumdan kopmak “istememesinin” yanı sıra, üzerinde durulması gereken bir başka konu ise insanın toplumdan “kopamamasıdır”. Yazının devamında “toplum” kelimesi yalnızca bir grup insanı ifade etmeyip o gruptaki insanların ahlaki değerlerinin, ilkelerinin, sanatsal anlayışlarının ve entelektüel yapılarının bir ortalamasını da ifade etmemektedir. Toplum, kendisine içkin tüm insanları ifade etmenin yanı sıra toplum içerisindeki tekillerin değerlerini göz ardı ederek kazandığı kendi değerlerini (ahlaki, felsefi, siyasi ve entelektüel olarak) ifade eder. Toplumun kendine özel kimliğinin üzerinde kısaca durulduğunda, onun kimliğinin toplumdaki bireylerin kimlikleri ile doğrudan bir ilişkisi olmadığından ve bireylerin içlerinde gerçekte o ideolojileri taşımadıkları halde toplumun kimliğine kazınması sebebiyle “rol yaptıklarından” bahsedilebilir. Toplumun kendisine ait insanların kimliği ve ilkelerinden bağımsız edindiği güçlü kimlik, Ayn Rand ve Nietzsche tarafından “toplumsal gelişmenin önüne geçen bir engel” ve gerici bir faktör olarak tanımlanmıştır. Gelişmenin önüne geçen bu engel, bireylerin kendilerini gerçekleştirmek için taşıdıkları “yeni” ve “cesur” fikirleri reddederek bütün gücü ile onları baskılamaya çalışır. İnsanların toplumdan kopması da toplumun kimliğine ters düşmek ve kendi “önemsiz” ilkelerinin peşinden koşmak anlamına geldiği için toplumdan kopan insan yine toplum tarafından ezilmemek için hayati bir mücadele vermelidir. Örneğin, günümüz eğitim kurumlarının büyük çoğunluğu öğrencilerin kendi fikirlerinin desteklenmesi ve öğretilen literatürde yeni yolların açılması konularında zayıf kalmaktadır. Aynı şekilde basın, sosyal medya ve televizyon kanalları yaygın görüş karşıtı içeriklerin halka sunulmasını ya tamamen kısıtlamaktadır ya da buna tepki göstererek içerik sahiplerini dışlamaktadır (cancelling). Yani insan yalnızca “canı istediği için” toplum içerisinde bulunmanın yanı sıra üzerinde hissettiği bu baskı ve var olma mücadelesi sebebiyle de toplum içerisinde yer almayı tercih edebilir. Ne var ki hayat mücadelesi vermeyip topluma teslim olmuş insan Nietzsche ve Ayn Rand’a göre hiçbir zaman kendisini gerçekleştiremeyecek ve kendi benliğine en uygun özgürlüğe ulaşamayacaktır. Bu noktada, Nietzsche ve Ayn Rand’ın “üstinsan” ve “egoizm” konseptleri öne sürülebilir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Toplumun edindiği kimlik toplumdan topluma değişiklikler gösterse de toplumun kimliğine ait değişmeyen ana özellikler “geleneksel olanı sevmek” ve “modernist olandan kaçmaktır”. Öte yandan Nietzsche’ye göre toplumsal gelişme ve aydınlanma, bireylerin kendi ilkelerini ortaya çıkarmaları sayesinde ve geleneksellikten kopmaları gerektiği noktada bunu seve seve yapmaları sonucunda gerçekleşir. Toplumun tüm baskıları ve geriye çekme girişimlerinin farkında olarak bu ilerlemeye cesaret gösteren birey Nietzsche’ye göre “üstinsandır”. Üstinsan, geleneklerin dışına çıkamayan ve kendi modernist görüşlerini herhangi bir yolla dışarıya vuramayan insanın evriminin bir sonraki noktasıdır. Nietzsche’nin Almanya’da hristiyanlığın oldukça yaygın olduğu bir dönemde “Böyle Buyurdu Zerdüşt” gibi eserleri ve “Tanrı Öldü” sözü, üstinsanın gelenekselliğe karşı çıkmasının bir örneği niteliğindedir.</div><div class="separator" style="clear: both;">Benzer şekilde toplumun, “kendisi olma yükünü taşıyabilen” insana yaşattığı durumların (cancelling, aşağıya çekme, zorbalık vs.) üstesinden gelebilecek cesarete ve kendi ilkelerini geleneksel her türlü alışılmışın üzerinde tutabilecek egoya sahip insan Ayn Rand’a göre gelişimin temel sebebidir. Ayn Rand’ın Hayatın Kaynağı eserinde kurguladığı Howard Roark karakteri, toplumun geleneksel anlayışının aksine modernist bir mimardır ve eserde Howard’ın kendi mimari ilkelerini kabul ettirebilmek için toplumla yaptığı savaş anlatılmıştır. Merleau-Ponty’nin alıntısında da bahsettiği insanın mutlu olmak ve yatışmak için toplumun içerisine girme fırsatı, eserde Howard Roark karakterine birçok kez sunulmuştur. Ne var ki bu dahil oluşun ağır bir bedeli vardır ve o bedel Howard Roark’un toplumsal gelişmenin öncüsü olan mimari fikirlerini bir kenara bırakarak geleneksel anlayışa hizmet etmesidir. Bu noktada Howard Roark, tıpkı Nietzsche’nin üstinsanı gibi kendisi olma yükünü taşıyabilecek cesarete sahiptir ve kendi yenilikçi fikirlerinin arkasında durmaya devam ederek tüm şehri kendi binaları ile doldurmayı ve insanları büyülemeyi başarmıştır. Merleau-Ponty’nin de bahsettiği “iç yaşamın başkalarıyla olan ilişkilerin ilk denemesi gibi olması”, kişinin kendisine karşı duyduğu şüphe ve özgüvensizliği belirtir. Toplum içerisinde kurulan herhangi bir ilişki, ilişki içerisindeki bireylerin tümü üzerinde toplum kimliğinin baskısını taşıdığından bir önceki paragrafta bahsedilen baskılanma ve dışlanmayı da içerisinde barındırır. Toplumdan kopan insan ise, toplumda yaşadığı bu dışlanma ve eziklenme hislerini sahip olduğu özgüvensizlik ve şüphe ile devam ettirir. Aynı zamanda, toplum içerisinde yaşayan insanlar arasında adeta bir zorunluluk haline gelen “rol yapma” ise kişilerin iç yaşamlarında da görülebilir. Kişinin mantıkçı ve akılcı görüşten kaçarak kendisine yalan söylemesi de Merleau-Ponty’nin “iç yaşamda başkalarıyla olan ilişkilerden parçaların görülmesi” sözü ile açıklanabilir. Howard Roark ise üstinsanın beslendiği cesaret duygusu gibi kendi sanatı ve ilkelerine duyduğu şüphenin de sahip olduğu egoist kişiliği ile üstesinden gelebilmiştir. Üstinsan ve Howard Roark’un en büyük ortak özelliği; Maurice Merleau-Ponty’nin alıntısında bahsettiği yalnızlık-toplum döngüsünden kurtularak kendileri olma yükünü taşıyabilmeleri ve fikri sahibi olduklarını tüm benlikleri ile kabul ederek bu fikirlerini sanat, felsefe, mimari, teknoloji gibi alanlar ile ortaya çıkarabilmeleridir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Alıntıda bahsedilen döngüde sıkışan insana Nietzsche ve Ayn Rand tarafından sunulan çözüm önerisi, çaresiz şekilde topluma karışmak yerine kişinin kendi benliği ve fikirlerini bir pusula olarak kullanmasıdır. Aksi halde; kişinin sanat yoluyla kendi entelektüel yapısını üretmede kullanabileceği parçalar ve ilkeler, zihninde sıkışmış halde ona kendi benliğini taşınması zor bir yük haline getirir. Bu benliğin üstinsan ve egoist insan konseptlerinde görüldüğü gibi bir yol gösterici olarak kullanılması ise kişiye gerektiğinde toplumun gelenekselliğinden kopmak için gereken cesareti ve kendi benliğini sırtlayarak toplumu bir sonraki seviyeye çıkarmak için gereken egoist düşünceyi sağlar. Tartışmanın ulaştığı mevcut derinlikte görüldüğü üzere insanın faydasız şekilde her seferinde topluma karışmasının temelinde “can sıkıntısı”, “mücadele vermeye yetmeyecek güç veya cesaret” ve “yetersiz ego sebebiyle kendi ilkelerinin devrim niteliğinde olmadığını düşünmesi” gibi mantıktan uzak ve akılcı olmayan sebepleri vardır. Bu noktada insan, kendisi için en uygun özgürlüğü elde edebilmek için toplumun edindiği kimlik yerine kendi kimliğine içkin ilkeleri ve fikirleri takip etmelidir. Ancak bu sayede kendisi olma yükünü taşıyabilir ve hatta kendisi olmayı her şeyden çok severek sahip olduğu tüm tutku ile kendisini sanat yoluyla gerçekleştirebilir.</div></div><p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjQwfNXwSfCbLdzLgeAYlJJNvmmadeqqwnRbqke4fFfySLJQWNaFfJC5v9YQf1cOU_seX7wWddWP1-xUPSipD3eLRvqdsnoldS1M_GaJ5wT7P0HvstAhG2iMWCrCfsFnn87j5x6bMzzOpa0BBS9Ho5Lx6t0V2XDksYVw_TogGdxh-Wm-b1GxfWrtcMBg/s4618/IMG_20221203_165504.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhjQwfNXwSfCbLdzLgeAYlJJNvmmadeqqwnRbqke4fFfySLJQWNaFfJC5v9YQf1cOU_seX7wWddWP1-xUPSipD3eLRvqdsnoldS1M_GaJ5wT7P0HvstAhG2iMWCrCfsFnn87j5x6bMzzOpa0BBS9Ho5Lx6t0V2XDksYVw_TogGdxh-Wm-b1GxfWrtcMBg/s320/IMG_20221203_165504.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>2. Adım Yazısı</b></div><p></p><p><b>ÜMİTSİZ İNSAN</b></p><p><i>"Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır." John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</i></p><p>Hayatın anlamı veya yaşamaya değer olup olmadığı, felsefenin çözülemeyen başlıca problemlerinden biridir. Albert Camus’a göre, yaşamaya devam etmek ve intihar arasındaki kararı vermek felsefedeki diğer konuları tartışmaktan önce gelir. Sisifos Söyleni’nde bahsettiği gibi, “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar. Yaşamın yaşanınaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı düşüncesinin dokuz mu, yoksa on iki ulamı mı bulunduğu, sonra gelir. Oyundur bunlar; ilkin yanıt vermek gerekir”. Verilen alıntıda John Gray, insanları ve kedileri hayatta aradıkları anlam bağlamında karşılaştırmış ve insanın intihar yerine yaşamı tercih etmesi için gerekli bir şarttan bahsetmiştir. Bu şart, insanın salt bir kedinin aksine kendi varoluşunu veya bitişini aşan bir anlam arayışıdır ve karşılanmadığı takdirde insan salt bir kedinin mutluluğuna ulaşamaz. Bu yazıda, John Gray’in alıntısı eşliğinde insanın mutluluğunun kendi varoluşuna yetmeyen sebebinden bahsedilecektir. </p><p>Giriş kısmında bahsedildiği gibi, insan yalnızca benimsediği anlamın kendi sınırlarını aştığına inandığı zaman mutlu olabilir. Bu mutluluk, John Gray’in bahsettiği salt kedi veya kendisini “yeterince” mutlu eden bir anlam taşıyan diğer canlılarla karşılaştırıldığında ulaşılması imkansızdır. Bu ulaşılamazlığın temel sebebi, insanın günlük hayattaki her türlü isteğinin kesiştiği en önemli istek olan “devam ettirme” isteğidir. Devam ettirmek, insanın kendi varoluşunu devam ettirmesi anlamına gelir ve ölümü kucaklayan veya bu isteği açıkça dışa vurmayan insanlarda bile en derinlerde etkisini hissettirir. Devam ettirme isteğini ve sonrasında önemle üzerinde durulacak olan ölüm farkındalığını daha iyi anlamak için öncelikle insana ve insanın istençlerine dair ön kabullerden bahsedilmelidir. </p><p>Yazı boyunca, insanın mutluluğunun tek sebebinin kendi bitişinin ötesine geçen bir “şey” olduğu hipotezi insanın bencil olmasına dayanmaktadır. Bencil insan, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için sosyal hesaplamalar yaptığı varoluşunu ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen insandır. Bu tanımlamadaki “sosyal hesaplamalar”, insanın bahsi geçen karanlık yüzünü kabullenememesi ve şahsi çıkarlarını kendi ahlak algısına en meşru şekli kazandırmak için başvurduğu “oyunlar” veya John Gray’in de dediği gibi dini inançlardır. Bencil insan tanımına bakıldığında insanın varoluş kaynaklı birtakım çıkarları olduğu, bu çıkarları gerçekten yerine getiremese de kendisini buna inandıracak yöntemler geliştirdiği ve bu savunma yöntemlerini uyguladığı varoluşunu devam ettirmenin kendisinin en önemli amacı olduğu kabul edilebilir.</p><p>Bencil insanın kim olduğunun ve amaçlarının netleştirilmesi ile birlikte insanın salt bir kedinin mutluluğuna neden ayak uyduramayacağı ve düşlediği mutluluğun neden ulaşılması imkansız olduğu tartışmasına devam edilebilir. Bencil insan, özünde en şeytani amacını asla gerçekleştiremeyecek olan kötü bir kahraman gibidir. Sonsuza kadar yaşayamadığı ve en temel şartı karşılayamadığı için tarifi mümkün olmayan bir keder içerisindedir. Bu noktada üzerinde durulması gereken konu, insanın tarifsiz bir ümitsizlik içerisinde boğulduğu halde hala yaşamaya devam etmek istemesidir. Bu konu, devam ettirme isteği gibi tartışma kapsamında oldukça önemli bir konsept daha olan “ölüm farkındalığı” veya “bitiş farkındalığı” hakkında tartışmak için bir zemin hazırlar. </p><p>Ölüm farkındalığı, tartışma sınırları içerisinde hakkında konuşulması gereken bir konsepttir çünkü insanın içerisindeki en büyük boşluk olan tamamlayamadığı amacına rağmen tutunmasına verilebilecek tek cevap bu konsept eşelenerek bulunabilir. Kendi varlığına bir zaman dilimi olarak bakabilen ve kendi sonunun farkında olan bir canlı olarak insan, bu farkındalığa ulaştığı anda en temel amacını elinden kaçırmıştır bile. Bahsedilen bu korku veya tarifsiz keder, insanlar arasında “ölüm korkusu” olarak tanımlanır. Bu korku, ölümün ardından insanı neyin beklediğinin bilinmemesinden doğan bir korku olmaktan çok insanın çıkarlarını sürdürmeyi bıraktığı zaman kendisini neyin beklediğini bilmemesinden doğmaktadır. Sonunun Sisifos gibi kendisinden asla kurtulamayacağı bir yükü sırtlanmaktan ibaret olduğunu fark eden insan, yaşamaya devam etmesi ile tıpkı Sisifos gibi bir karar vermiştir: yaratmak, hükmetmek ve mutlu olmak. Kendisinin eseri olmayan bu taş yükü, insanın bencil varoluşuna bir tehdit sağlamakla birlikte asla mutluluk sağlamamaktadır. Bu acı durumu kabullenemeyen insanoğlu, Camus’un Sisifos’u gibi kendi dünyasında yeni dünyalar yaratmıştır. John Gray’in alıntısında bahsettiği “dinler ve felsefeler”, insanın bir kaybeden olarak başladığı oyunda kendi oluşturduğu ve yine kendisinin kazandığı oyunları simgelemektedir. Mimarı olduğu oyunları kazanmak, insana hayatta küçük mutluluklar sağlayabileceği gibi hayatı boyunca kendisini bu oyuna inandırmasını sağlayacak bir mutluluk da sağlayabilir. Bu durum, yaşama bir kaybeden olarak atıldığı halde neden hala yaşamak istemesini açıklar: kendi sonuna yaklaşana kadar yarattığı oyunlara hükmeder ve yaşayabileceği maksimum mutluluğu yaşamaya çalışır.</p><p>İnsanın temel amacı yerine koyduğu küçük mutluluklar için bir örnek vermek gerekirse, çok hırslı öğrencilerden oluşan rekabetçi bir üniversiteden bahsedilebilir. Bu üniversite, aynı yaşam gibi öğrencilerin içerisinde bulunduğu süre boyunca en başarılı ideallerin peşinde koşmaları ve çaba harcamaları için öğrencileri teşvik etmektedir. Öğrenciler ise, tıpkı yaşam gibi, üniversite zamanlarının bir gün sona ereceği ve kendi potansiyellerini tam olarak ortaya koyamayacakları gerçeği ile çarpılırlar ve el ele vererek ortak bir kültürle yıkanmış birçok oyun oluştururlar. Öğrenciler belirli konularla ilgili kulüplere katılır, yarışmalara başvurur, fiziksel olarak ulaşılması zor görünen yurt dışı topraklarına gitmeyi amaçlarlar. Üniversitenin sona erme kaygısı ile öğrenciler kendilerini başarıya daha da fazla iterler. İşte Sisifos’un felsefesi tam olarak bu noktada karşımıza çıkar, üniversite bittikten sonra öğrenci hala istediği idealleri tamamlayamasa da önünde daha oldukça uzun bir yaşam durmaktadır. Öğrencinin anlam arayışı bitmemiştir, aksine yeniden ve daha büyük umutlarla başlamıştır. Yaratılan bu oyun sayesinde, öğrenci yaşananların bir son olmadığına kendisini inandırmış ve hayata daha sıkı başlanmıştır. Kendi yaşamı sona erene kadar, bahsi geçen örnekteki gibi oyunlar sayesinde kendi bitişine inanmak istemez ve küçük mutluluklara ulaşma telaşı içerisinde bulduğu anlama sarılır. Verilen örnekte görüldüğü gibi, kendi bitişinin farkında olan insan belirli sebeplerden ötürü yine de yaşama tutunmak istemektedir. Her ne kadar insanların büyük çoğunluğu bitiş farkındalığı karşısında daha dolu ve anlamlı bir yaşamı tercih etse de intihar eden insanları göz ardı etmek sunulan tezi daha zayıf hale getirecektir. İntihar olayı, her şeyin biteceği farkındalığına eriştiğinde “nasıl olsa bitecek, alabileceğim zevkin herhangi bir anlamı yok” düşüncesine sahip insanın ümitsizliğini temsil etmektedir. Camus da, yazının en başında bahsedildiği gibi felsefenin herhangi bir probleminden önce yaşam ve intihar arasındaki ilişki üzerine tartışılması gerektiğini savunmuştur; yarattığımız oyunlarda eğlenmeye, bilim yapmaya ve başarılı olmaya devam mı etmeli yoksa insanın gerçeğiyle yüzleşmeli mi?</p><p>Sonuç olarak, John Gray’in verdiği örnekteki gibi insanı salt kediden ayıran en önemli özellik bencil insanın sahip olduğu varoluşunu devam ettirme isteğidir. Sonsuza kadar yaşamayacağı için ise, aslına bakılırsa insan yaşama en kutsal idealini kaybetmiş bir şekilde başlamıştır. Buna rağmen yaşama tutunması, hayalini kurduğu mutluluğa ulaşamasa da kendi yarattığı oyunlar aracılığıyla edindiği küçük mutluluklarla açıklanabilir. Tıpkı Sisifos gibi; kurallarını kendisi belirlediği oyunlarda rekorlar kırarak hayatına yeni anlamlar getiren insanoğlu, bu oyunlar sona erse de her zaman yeni bir insan tarafından ortaya atılmış yeni bir oyuna dahil olabileceğini bilir. Kendi yaşamı sona erdiğinde ise, insanın oynanacak oyunlar için zamanı kalmamıştır ve çıkarlarının varoluşu sona ermiştir. </p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRXd0iDL7INaDd3Z-_RDmq70NdHYiEducusgbFeAGhzQUy5Xy-XFeuFedkmHEHdv8nMDLQtevwxBkDI5Y7wA9i2prW3460QW0MT2e8mT1in4FHq8HMqiivddKIrUIcpNWeogNyt6WkobUom1NvU3LabATMYqfZG65kSCSOmPtvRTaUnY0aH4Nzxxl0Lg/s4618/IMG_20221203_100600.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRXd0iDL7INaDd3Z-_RDmq70NdHYiEducusgbFeAGhzQUy5Xy-XFeuFedkmHEHdv8nMDLQtevwxBkDI5Y7wA9i2prW3460QW0MT2e8mT1in4FHq8HMqiivddKIrUIcpNWeogNyt6WkobUom1NvU3LabATMYqfZG65kSCSOmPtvRTaUnY0aH4Nzxxl0Lg/s320/IMG_20221203_100600.jpg" width="320" /></a></div><b>1. Adım Yazısı</b><p></p><p><b>ÇİTLERİN ARDINDAKİ İNEK VE GEÇİCİ KESİN BİLGİ</b></p><p>"Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz."A. J. Ayer</p><p>Bilginin kesinliği, felsefe tarihi boyunca birçok filozofun omuzlarında farklı görüşler ile yükselmiş ve günümüze “bilimsel yöntem” gibi meyvelerini vermiş bir konu ve aynı zamanda tamamıyla çözülememiş bir problemdir. Verilen alıntı, kesin olduğu kabul edilen bir başlangıç noktası olmadan hiçbir bilginin kabul edilen kesinlik üzerine inşa edilemeyeceğinden bahseder. Aynı zamanda, bilginin kesinliği üzerine ortaya atılmış “septisizm” gibi görüşleri çürütmeyi amaçlar. Bu yazıda alıntı bağlamında; Ayer’in görüşünün modern bilimdeki yerinden ve amaçlarından bahsedilecektir.</p><p>Ayer’in görüşü, “doğruluğu tartışılabilir olan görüşlerin ortaya atılabilmesi için kelimeler ve cümlelerin kesinliğine ihtiyaç duyulur” gibi basit bir şekilde açıklanabilmenin yanı sıra Tanrı’nın sebebi (ilk sebep) ve diğer ontolojik problemlere de çözüm bulmayı amaçlamaktadır. Bu çözümleri daha iyi anlayabilmek için modern bilimin prensiplerinin incelenmesi ve Ayer’in görüşünde modern bilimin temel noktalarının aranması faydalı olacaktır.</p><p>Modern bilim, Orta Çağ sonrası Rönesans ile oldukça yeni bir form kazanmış ve insanlığa hiç olmadığı kadar yardım etmeye başlamıştır. Modern bilimin en önemli prensiplerinden biri olan “yeni güçlerin elde edilmesi” prensibi, bilimde doğru veya kesin kabul edilen noktalar belirleyerek o noktaları genişletmek ve yeni noktalar keşfetmek anlamına gelir. Ayer’in görüşünün bu prensip ile olan bağlantısı, epistemoloji alanında sıkça bahsedilen “çitlerin ardındaki inek” örneği ile açıklanabilir. </p><p>Bu örnekte komşu çitlerin ardındaki bahçede bir inek olup olmadığı merak edilir ve herhangi bilimsel bir sebebe dayanılmaksızın çitlerin ardında bir inek olduğu “tahmin edilir” veya “varsayılır”. Bu varsayımın ardından komşu çitlerin ötesine yapılan bir ziyaretin ardından orada gerçekten bir ineğin otlamakta olduğu görülür. Bu noktada felsefe camiası tarafından sorulan asıl soru, kişinin haklı olup olmadığı veya orada gerçekten bir ineğin olduğunu bilip bilmediğidir. A. J. Ayer’e göre, kişinin oluşturduğu hipotez tamamen anlamsızdır çünkü Ayer’in görüşüne göre hipotezin anlamı onun doğrulanma metodu ile doğrudan bağlantılıdır ve çitlerin ardında bir ineğin otladığı hipotezi bilimsel yöntemler kullanılarak doğrulanmamıştır. Yapılanın aksine, komşu bahçe gözlemlenerek bilimsel yöntem aşamalarına uygun bir hipotez Ayer’e göre anlamlıdır ve diğer anlamlı veya doğru bilgilerin doğrulanması için kullanılabilir. Bu sonuca şüpheci bir insanın yaklaşımı ise iki hipotezin de doğrulanma yöntemlerinden bağımsız olarak hiçbir şekilde kesin olamayacağı şeklindedir ve kişiye pratik bir yarar sağlamaz.</p><p>Modern bilimin bir diğer önemli prensiplerinden biri olan ignoramus, yani “bilmiyoruz” prensibi, bizlere modern bilimin Orta Çağ’da deneyimlenen hatalar ile tekrar karşılaşmaması adına büründüğü kendini düzeltebilen bir kimlik tanımlar. A. J. Ayer’in kesin bilginin varlığının kesin olması görüşü modern bilimin takındığı bu bilinemezci tavır ile karşılaştırıldığında akıllara modern bilimde yer alan önemli kavramlardan olan “paradigmayı” ortaya atan Karl Popper gelir. Karl Popper, bilimsel yöntem ile doğrulanan hipotezin yaşam döngüsündeki bir sonraki adımın “kesin doğru” veya “yasa” olmadığından ve onun “paradigma” olduğundan bahseder. Paradigmalar, hipotezi doğrulayan ve destekleyen veriler ile daha güçlü hale gelse de paradigmaların kesinliğinin sebebi onları doğrulayan sonuçların aksine onları yanlışlayan sonuçlardır. Bilimdeki paradigmalar, yanlışlanana dek “geçici kesin” kabul edilirler. Bu şekilde, Ayer’in kesin bilginin devamında elde edilecek olan kesinliği tartışılır bilgiye ulaşmak için elimizde referans alabileceğimiz noktalar barındırırken aynı zamanda modern bilimin ignoramus prensibinden kopmamış ve bilimin ilerleyişini bir ağacın dalları gibi yanlış olduğu fark edilen noktaya geri dönerek zamanla kolektif bir biçimde büyütmüş oluyoruz.</p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-708320023306737332023-06-11T17:36:00.004+03:002023-06-11T17:45:22.934+03:00Şahpar Nil Özer / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 9 Türkiye Yedincisi<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2PioxDO1J69HzXpsTzvz4dQCszqSp1O0Ld0A51_MZG_c8okCHmMTo4SDwdN8FdFNBJ5H4lesLBNRSIwCvDhRnvNuhAiUQeNECtRl_RTGwbjUL5fOGp4B1Y5TiXP5Eh480zT-UGu7Q-isLN4azTIO0-sT0mXW1yvL8Md-M5EELCFaspdHvO2efPjyUBA/s4618/IMG_20221209_174905.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2PioxDO1J69HzXpsTzvz4dQCszqSp1O0Ld0A51_MZG_c8okCHmMTo4SDwdN8FdFNBJ5H4lesLBNRSIwCvDhRnvNuhAiUQeNECtRl_RTGwbjUL5fOGp4B1Y5TiXP5Eh480zT-UGu7Q-isLN4azTIO0-sT0mXW1yvL8Md-M5EELCFaspdHvO2efPjyUBA/s320/IMG_20221209_174905.jpg" width="320" /></a></div><b>Final Yarışması Yazısı</b><p></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.</span></p><p><b>Mavi Kuşu Büyütmek</b></p><p>Charles Bukowski’nin “Mavi Kuş” adlı bir şiiri vardır. </p><p>Şiir şöyle başlar: </p><p>“Bir mavi kuş var yüreğimde </p><p>çıkmaya can atan </p><p>ama ben ondan güçlüyüm, </p><p>“Kal”, diyorum ona, </p><p>kimsenin seni görmesine izin veremem.” </p><p>Bukowski yaşamını hiçbir zaman bir yazar olarak yaşamamıştır. Ağır ve sürekli devam gelen işlerde çalışmış ama her fırsatı olduğunda masanın başına geçip kendi kendine yazılar yazmıştır. Henüz daha genç ve dünyadaki fırsatların sonsuz olduğu dönemlerde bu yazıları yayınlatmaya çalışmış ama toplumda zorunlu olduğu birtakım mücadelelerle “kendine bir yazar” olmuştur. Bukowski’nin hayattaki temel dayanak noktalarından biri de “denememektir”. O yaşamının geri kalanında bir yazar olmayı denemememiş, birçok farklı işte çalışıp hayatını devam ettirmeye çalışırken bir yazar “olmuştur”. Yazılarını tüm dünyayla paylaşıp paylaşamamak ya da yazarlığı hayatını geçindiren bir meslek olarak hayatına taşımamak bir problem değildir. Yalnızca içerisindekileri bir kağıda dökmek, yazmak onu bir yazar kılmıştır. Bukowski’nin yaşamı ve yazarlığı Maurice Merleau-Ponty’nin Algılanan Dünya adlı eserinden alınan bu alıntı için önemli bir dayanak sayılabilir. </p><p>Evet herkes yalnızdır, Bukowski’nin şiirindeki gibi herkesin yalnız olduğu anda içinden çıkmaya çalışan belki mavi belki pempe belki de siyah bir kuşu vardır. Ama bu kuşu dışarıya çıkarmak her zaman mümkün değildir. Özellikle Bukowski gibi çok güçlüysek içimizdeki yalnızlığı dünyayla paylaşmak çok yersiz, çok gereksizdir. İçimizdeki mavi hüzün hayattaki yaşamı kovalayabilmek için kapalı kalmaya mahkumdur. Sürekli içimizde dönüp çözümleyemediğimiz sorunları, anlayamadığımız hisleri kurcalamak günlük yaşamımızda sırtladığımız mutlu olma çabasını yersiz bir çıkmaza sokar. Ama bu çaba kuşu öldürmeye de yetmez, onu içimizden atamadığımız gibi varlığını yoksaymamız da olanaksızdır. O kuşla yaşamaya mecbur, onun ötüşünün zihnimizdeki ekolarını dinlemeye sürgünüzdür. Onunla konuşmaya çalışsak da biz sandığımız kişiden ne kadar farklı olduğuna şaşar kalırız. Bu yüzden bu denemede içimizdeki mavi kuşun bizi hem kendisine hem topluma nasıl mahkum ettiğini; mutluluğun ne olduğu ve ona nasıl ulaşıldığı üzerine farklı görüşleri, insanın iç düyası ile olan çatışması ve iç dünyanın dış dünyayla olan yok sayılamaz bağlantısını inceleyeceğim. </p><p>Felsefe tarihindeki en temel mutluluk anlatılarından biri Aristotales’e aittir. Mutluluğu “Eudaimonia” kavramı altında “mükemmel” ve “mutlu” bir yaşam ile denkleştiren Aristoteles, mutluluğu ve mutlu bir yaşamı kendi içerisinde tutumlu ve süreklilik gösteren, insanın en büyük potansiyeline ulaştığı bir durum olarak görmektedir. Ele aldığı bu derin hedefle, mutluluğu hayatta ulaşılması gereken bir anlam haline getiren bu düşünce insanın mutluluğu ulaşılması zor bir “ideal” haline getirmesine olanak tanır. Temel anlamında bile “ mükemmel bir yaşam” ifadesi geçen bu anlayış insan yaşamını bir süreçten çok hedefe odaklı bir zaman dilimi olarak niteler. Bu niteleme Merleau-Ponty’nin sözlerinde yer alan “vazgeçememe” durumunu açıklar. İnsanın başkalarının etkisi üzerine benimsediği mutluluk fikri ulaşılması gereken temel hedefse, başka herhangi bir yarar olmaması insanı vazgeçirebilecek bir durum değildir. Mükemmel bir yaşamın karşılığında ilişkilerdeki yararı kaybetmek insanın en temel hedefi olan mutluk karşısında bir hiç sayılabilir. Ancak mutluluk da şüphesiz insana birtakım yararlar getirir ama bu yararlar insan ancak hepliğin içerisindeki hiçlikten kurtulabilirse mümkün olabilir. İnsan başkalarıyla da yalnız ise mutluluğun getirebildiği yararlar kişinin benliğine ulaşmayı başaramaz. Bu durumun anlatısı da Stoacılıktan gelir. Mutluluğu insanın ilişkilere ve durumlara yükleyebileceği bir anlam olarak ele alan Stoacı bakış açısı insan kendisine ve doğaya uygun bir şekilde yorumlamadığı sürece herhangi bir başka durum gibi ilişkilerin de insana mutluluk getirmeyeceğini savunur. Yani her duygu ve yararın temeli insanın bir şeyleri nasıl yorumladığı ve içselleştirdiğine bağlıdır. Merleau-Ponty, bu bakış açısında da “kendimiz olma yükü” ve “fikir sahibi olmaktan bağışık kılmak” ifadeleri ile yer vermiştir. Böylelikle hem insanın dışarıya bağımlılığının Eudaimonia çerçevesinde gerçekleştiğini hem de bu çerçevenin içerisinde zorunlu olarak bir benlik tesiri bulunduğunu vurgulamıştır. Yani hem kendimize bağlı bir mutluluk fikrinden hem de başkalarıyla olan mutluluğumuzdan ikisi bir arada olmadan tam bir verim almak mümkün değildir. İnsan içindeki fikirleri ve duyguları dış düşünceler ve yargılamalarla zorlamadan özel kılamaz. Başka düşünceler olmadan insanın kendisini iyileştirmesine olanak yoktur. Çünkü ortada bir itici güç yoktur. </p><p>Aslında mutluluk probleminin en temeline inildiğinde insanın mutluluğu bir hedef haline getirmesi için de bu itici güç zorunludur. İnsan mevcut durumlarla karşılaştırmadığı ve üzerinden iyileştirmeler ve kötüleştirmeler yorumlamaları yapmadığı sürece elindekinin hangi sınıfta yer aldığını anlayamaz. Farklı filozofların mutluluğu nasıl ele aldığı üzerine çıkardıkları anlamlarla ona ulaşmak için öngörülen yolları karşılaştırdıktan sonra şimdi bu kavramın da aslında benzersiz bir değişken olabileceğine daha yakından bakmak uygun olur. Mutluluğu insan hayatının kalitesini ele alarak bu yönde pozitif bir etki olarak ele alan bir bakış açısının karşısında mutluluğu mutsuz olmama durumu ile bağdaştıran ve mutsuzluluğun sebebi olarak insanı normal olarak benimsenen belli bir idealden uzak tutan her türlü etkeni alan bir bakış açısı vardır. Mutluluk ve mutsuzluk, iyilik ve kötülük gibi sonradan ortaya çıkan daha özel kavramları temellendiren yegane kavramlar olmak üzere filozofların en büyük odak noktalarından olmakla birlikte psikologların da üzerinde çokça durduğu parametrelerdir. Psikoloji alanında “İnsanların Motivasyon Hiyerarşisi" adlı teorisiyle tanınan Abraham Maslow, ele aldığı hiyerarşi piramidinin en temelinden fizyolojik ihtiyaçlarla başlamakla birlikte güvenlik, sevgi, saygı ve en tepede kendini geliştirme ihtiyacını potansiyel geliştirmek ve mutluluk arayışını temellendirmek için basamaklar olarak ele almıştır. Bu piramidinin her bir basamağındaki tamamlanma bir sonraki basamaktaki mutluluk için yeni bir hedefi ele almış olur. İnsanın doğal ve fiziksel ihtiyaçlarından zihinsel orak gelişimiyle birlikte şekillenmiş olan duygusal ve toplumsal ihtiyaçlara uzanan bu yolculuk en sonunda yine insanın temel ama geliştirilmiş başka bir potansiyeline ulaşmasını ele alır. Bu piramit insanın yaşamını sınırlarını nasıl sürekli daha ileriye taşıdığına dair bir örnektir. Hayatında tamamlanan her bir adımda daha farklı ve de daha gelişmiş bir başka mutluluk alanına ilerlemek aslında insanın mutluluğu bir çeşit ödül olarak ele almasının arkasında yatan bir sebeptir. Belki de bu yüzden ödül her zaman farklı bir bağlamda yer aldığı için onu net bir anlamla ilişkilendirmek zordur. Her zaman yine kendisinden daha üstün bir kendi olma durumunu ele alacağını bilen insanın içindeki kuştan kurtulması bu yüzden zordur. Kuş ne kadar dışarıya çıksa ya da ne kadar toplumda kendine bir yer bulsa da ileriye doğru yol alan zaman ve hedefler zincirinde büyümeye ve değişmeye mahkumdur. </p><p>Asıl sorun insan büyüdükçe içinde küçük kalan bir kuşun varlığıdır. Beslenmeyen, ötemeyen bir kuşun varlığı da yokluğu da birdir. Nasıl ki bir insan kimseyle ilişki kurmadan, bir diyaloga başlamaya zorlanırsa hiç ele alınmayan ve sorgulanmayan bir iç dünyanın da kendini geliştirmesi olanaksızdır. dünyanın sorgulanması insanın biraz kendine düşman olmasından da geçer. Kendi fikirlerinden ebediyen memnun olan ve bu memnunluğun yarattığı uyuşuklukla kendisini ve yaşamını daha iyiye kılamayan bir insan dış dünyada da kendisini bulamaz. Çünkü onu rahatsız eden ve bir arayışa iten bir kıvılcım yoktur. Bu durum Bukowski’nin bir başka sözünü akıllara getirir: “Çok uzağa gittik ama aslında hiçbir yere varmadık, Çok uzun yaşadık ama neredeyse hiç yaşamadık.”. Birey yaşamı ve zamanı kendi içerisinde ileriye taşımadığı sürece, vardığı nokta ya da yaşamının amacını elinde değerledirmedikçe karşısına çıkacak farkındalık budur. Bu söz hem işaretlenmesi gereken değişimleri göz önünde buludururken hem de aslında zamanın ve yaşamın sonu gelmez hedeflere ve ideallere yol gösterdiğini vurgular. İçimizdeki kuşun ne kadar yaşayacağı ya da ne kadar ötüp ne kadar uçacağı bizim onu nerede konumlandırdığımıza bağlıdır ama dürüst olmak gerekirse aslında hiçbir şeye de bağlı değildir çünkü gelecek bir bilinmezliktir. Hayatta birçok farklı ilişki, gelişim ve ders çıkarma potansiyeli olduğu sürece kuşun ne kadar ilerleyebileceğini kestirmek belirsizdir. </p><p>Makalenin en başında bahsettiğim “Mavi Kuş” şiirinin en az başı kadar derin ve belki daha özel bir de sonu var:</p><p>Geceleri bazen herkes uyurken</p><p>Diyorum ki, orada olduğunu biliyorum</p><p>bu yüzden üzülme</p><p>Sonra onu geri koyuyorum</p><p>Ama biraz şarkı söylüyor</p><p>Orada, ölmesine izin vermiyorum</p><p>Ve biz böyle birlikte uyuyoruz</p><p>Gizli anlaşmamızla</p><p>ve insanı ağlatacak kadar </p><p>güzel, ama ben </p><p>ağlamam, ya </p><p>Siz?</p><p>Çok özel bir edebi eser olan bu şiir, insanın yalnızlığının kırılganlığı ardında yaşadığı yüzleşmenin ve bu yüzleşmenin insanı kendisiyle ne kadar yakınlaştırdığının bir örneği. İnsanın kendi varlığını ve içini fark ettiği anda içinde bir şarkıyı ve hislerini nasıl kolay karşılayabileceğini gösterirken, insanın kendine verdiği bu kısa esin onu sonsuza kadar tek başında olmaktan nasıl kurtardığını gösteriyor. Benliğinin yok olup gitmesine izin vermemekle birlikte onu korumaya devam etmeye çalışmanın yarattığı mücadele evet belki de “Bir insanı ağlatacak kadar güzel”. Ama şiirin sonunda okuyucunun hikayesine dahil olduğunu fark eden Bukowski gibi, belki de “kimsenin onu görmesine izin veremeyiz” ve kendi özel anlaşmamızda her şey yok olduğunda tutunabileceğimiz, dinleyebileceğimiz o kuşun yalnızlığını normal kılmalıyız. Çünkü bu bir bilinmezliktir: Gözyaşlarımız sadece içimizdeki kuşa özel kalmalı mıdır, yoksa başkaları da onun için ağlar mı? </p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR1lpVuVuqI_KrG1BMfmvrHbZDkFp_PktFFAodKr7kCS-j_oY6qvzBDXTqWShi0cGoaNULSDycjhGLUL38WZ1Mn-pc57uebd4dWXW064DtwqUxR32ENdF7iqdDtxCyiCj13my2XC0Pn0ka15odS-zrXxOjFPlAF8gEG1I5-s0TviNWaKV0UaYkCSWvgQ/s4618/IMG_20221210_110507_edit_283032317944311.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhR1lpVuVuqI_KrG1BMfmvrHbZDkFp_PktFFAodKr7kCS-j_oY6qvzBDXTqWShi0cGoaNULSDycjhGLUL38WZ1Mn-pc57uebd4dWXW064DtwqUxR32ENdF7iqdDtxCyiCj13my2XC0Pn0ka15odS-zrXxOjFPlAF8gEG1I5-s0TviNWaKV0UaYkCSWvgQ/s320/IMG_20221210_110507_edit_283032317944311.jpg" width="240" /></a></p><p><b>2. Adım Yazısı</b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder. </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; text-indent: -18pt;">İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></p><p>Kediler de sevilmek ister, aslında en çok onlar sevilmeyi ister. Belki de sevilmeyi bu kadar istedikleri ve bu isteği bu kadar açık ifade edebildikleri için çok sevilirler, çok çok mırıldarlar. Onlara şefkatle bakan, tüylerini tek tek tarayıp, onları rahat ettirmek için uğraşan insanlara da sevgiyle mırlıyor olabilirler mi? Tarih boyunca insanoğlu hayvanlara karşı üstünlüğünü tek bir özelliğiyle savundu: aklı. Bizi diğer canlılardan ayırdığını tüm kalbimizle inandığımız, bizi özel ve karşı konulamaz yapan aklımız, her birinden birer yüzyılı değiştirecek kadar kutsal fikirler çıkan rasyonel anlarımızla insanlar olarak çok değerliyiz. Hatta o kadar değerliyiz ki, aslında değersizlik biziz. Tüm dünyayı elinde tutma hakkına biz sahibiz çünkü biz aslında en küçük biz hissederiz. Bu kadar küçük aklı olmadan bir kedinin patileri karşısında bile savunmasız kalabilecek minik benliğimiz değerlerimizi beynimize bağlar. Değerlerden bu denli konuştukça, değerlere bu kadar hayran olunca aslında değerler bizden taşıp dünyada dolaşırken ellerimize bakıyoruz: Artık bir şey yok. İşte o zaman ne rasyonalite ne de sevdiğimiz kediler yardım ediyor anlamlı hissedebilmemize. Ama biz anlamımızı paylaştık, dünyayı anlamlı bir yer yaptık, hedeflerimizi çoktan gerçekleştirdik o yüzden daha da “büyük” daha da “önemli” daha “üstün” hedefler koyduk kendimize. Sonsuzluk bile bizi bekleyemez çünkü bizim durmaya niyetimiz yok. Bu her zaman böyle midir? Bu yazıda neden her zaman olmasa da çoğu zaman böyle düşündüğümüzü, belki de düşünmek zorunda olduğumuzu, kediler gibi bize yemek verme telaşına düşecek “daha üstün” bir ırk beklemediğimizi Nietzsche’nin üstün insan kavramı ile oluşturduğu sistem, Aristoteles'in Eudaimonia ve birçok başka insan icatları perspektifinden inceleyeceğim. </p><p>İnsan için saatlerce sabit durmak, hiçbir şey yapmadan sessizliği dinlemek zordur. Hatta bunun için çok da özel bir fiil vardır: “sıkılmak”. İnsanlar için sıkılmak bir sorundur. Herhangi bir meşguliyete sahip olmamak, üretken davranmamak; tembellik, rahatlıktır. </p><p>Çünkü insan daha varlığının bilinen ilk zamanlarında bile kendisine bir uğraş, yaşamı için bir anlam bulabilmiştir. Bu yüzden ateş değerlidir, bir şeyler toplamak önemlidir. Hareket ve gelişme bir zorunluluktur. Nietzsche de inanlığın ve insan olmanın anlamını bu yüzden varlığının anlamıyla açıklamaya çalışmıştır. İnsanın varoluşundaki temel sorun yaşamın içerisindeki “boşluk” ve “anlamsızlık”tır. Bu yüzde Nietzsche’ye göre insanın kendisini anlamlandırabilmesinin tek yolu yaşamın içindeki bu boşluktan kurtulmak ve yaşamı anlamlandırmasıdır. Bunları yapmak için de kişinin kendisini gerçekleştirebilmesi gerekir. İnsan kendini aşarak ve potansiyelini gerçekleştirerek "Übermensch" olabilir. Übermensch Türkçe çevirisi olarak üstün insan anlamına gelir. Yani Nietzsche’ye göre kendisini gerçekleştirmeyi başarmış bir kişi, üstün bir kişidir. Üstünlüğü insanın kendisiyle karşılaştırmalı bir değişimi gözüyle bakmış olsa da insanın değişim ve birtakım hedeflerle kendisini üstün hissetmesi durumunu o da ele almıştır. Her zaman kendisini aşmaya dünyadaki boşluk hissini kendisine birtakım görevler bularak çözüme kavuşturmayı hedefleyen bu düşünce insanoğlunun hayatının anlamını kendi etkisine bağlamış olması da aklımızla bulduğumuz çözümlere verdiğimiz değeri pekiştirir.</p><p><br /></p><p>Nietzsche’nin yön vermiş olduğu bir değer önemli kavram ise “eternal recurrence” yani bengi dönüş kavramıdır. Bu kavram aracılığıyla Nietzsche hayatın ve zamanın sürekli döngü içerisinde olduklarını ve hayatımızda yaptığımız her hareket ve etkinin zamanın bir noktasında tekrar edeceğini savunur. Bu da aslında Übermensch kavramı dahilinde bir yaşam yaşayıp yaşamımızda sahip olduğumuz etkilerin tekrarlanmasından memnuniyet duymamız gereken bir düzeyde kendimizi aşmamız gerektiğini ifade eder. Sürekli tekrar eden özenle oluşturulmuş anlar insanı ve yaşamını daha da anlamlı kılar. İnsan bu şekilde tekrar etmemesini istediği bir davranışı ya da beliğini içinden atabilir. Ancak bu kavram insanın ölümle birlikte geçici bir etkiye sahip olduğu gerçeğini biraz örtbas edebilir. Eğer ölümüyle birlikte etkisi de son bulacaksa inanın mükemmelliğe ulaşmasının ne anlamı kalır? İşte bu yüzden bengi dönüş insana geride bırakabileceği bir etkinin de umudunu verir. O zaman insanın tek istediğinin varlığının başkaları tarafından da hissedilmek olduğunu söyleyebilir miyiz?</p><p><br /></p><p>Kediler her zaman aynı şekilde mırıldamazlar. Hüzünlü, mutlu, arkadaş canlısı ve daha birçok şekilde “anlamlandırabileceğimiz” farklı mırıldayışları farklı ruh halleri vardır. Bilimsel olarak da açıklanmış olan hayvanların hisleri de insanlardan çok farklı olmasa da insanlar bu hisler her zaman kediler ya da başka canlılar kadar açık bir şekilde dile getiremeyebilir. İnsanın kendisine bile hak tanımadığı bu farklı hisler ve yansımaları bizim kedileri duyduğumuzda ya da kuşların cıvıltılarını hissettiğimizde verdiğimiz bir tepki ile karşılaşmaz. Bu tepkisizlik ve fark edilememe durumu insanları kendi anlamı konusunda endişelendirir. Bu yüzden bazı duyguları büyük bir açıklıkla, tüm dünyaya duyurmak istercesine dile getirmeye çalışmalarımız bizim kendimiz dışında herkesin gözünde var olduğumuzu gösterir. </p><p> Aristoteles, insanların rasyonel düşünebilme ve ahlaki değerlendirme yapabilme kapasitesine sahip olduğunu ve bunun benzersiz olduğunu savunuyordu. İnsanlar için en yüksek iyi olan Eudaimonia'yı, yani "mutluluk" veya "refah"ı ulaşıldığı takdirde insanın hayatını anlamlandırabilecek en büyük amaç olarak görüyordu. Aristoteles'e göre, insanlar entelektüel ve ahlaki erdemlerini geliştirerek, etik mükemmelliğe erişip Eudaimonia ya yakın bir yaşam sürebilirlerdi. Onun hayatın anlamına mutluluğu koyması ve bunun insanın varlığıyla gelen bir şey değil de birçok farklı süzgeçten geçmesi gereken birtakım yetenekler olması büyük bir tezattır. Bu durum insanın duygularını bile ancak aklının ona kazandırdıkları sonucu yaşayabileceğini söyler. Ancak bu insanın doğumuyla birlikte gelen en saf haline bir haksızlık değil midir? Anlamın ve anlam arayışının ne olduğunu bile bilmeyen bir bebeğin zamanla ailesiyle kurduğu bağın ve yaşadığı sevinç ve hüzünlerin kendisine istediği entelektüel seviyeye ulaştığı için bir ödül veyahut ulaşamadığı için bir ceza değildir diye düşünüyorum. O zaman bazı kavramları ne kadar saf olsa da insanın varlığının üzerine çok fazla şey ekleyecek kadar zorlu bir yolun ödülü olarak bir anlam hali olarak sunmak da çok uygulanabilir değildir.</p><p>Nietzsche’nin ve Aristoteles’in varlık ve yaşamı anlamlandırmaya dair kurdukları sistemler ve en uç noktada inanın anlamını hissedebileceğini vadeden kavramlar, aslında insanın kendi anlamı üzerine çok fazla düşündüğünde girdiği döngünün birer önemli örneklerdirler. Kediler gibi mırıldayıp uyumayı ve gözlerini dikip bir şeyler seyretmeyi istese çok güzel bir şekilde başarabilecek olan insanların kendi yaşamlarında bu faaliyetleri küçümsemesi ve sıkıcı bulması aslında kedilere karşı bir ikiyüzlülüktür. Kedileri sevmeyi onlarla vakit geçirmeyi bu denli seven insanların, onların yaşamını bu denli anlamsız bulması oldukça gariptir. Ancak bu ilişkideki ikiyüzlülük insanla sınırlı olmayabilir. Belki de kedilerin anlam bulduğu şey ise insanların yaşayamadığı bu farkındalıktır. Bu yüzden onları hayatımıza çağırıp sevmeye çalışmamız yaşamı görebilmemiz için bize sundukları bir şanstır.</p><p style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXcT5VSZ6pgDEAV_VqQad0ECVVNM7I9Qn2a71zz1L4hULDzkw62kcM82BtZTK9nYRr5d_K4m3ybC3nCXV_lOc9mGWhjqKRhMVe26bPo2MCgesBx2e48VJVdoTd6_FHTjsX6q1yz8LMIFqntidwAFO2AfYYx8USFFt2ZzQMcs-ie53RI1Z0ul7V2_dAqQ/s4618/IMG_20221210_112849.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXcT5VSZ6pgDEAV_VqQad0ECVVNM7I9Qn2a71zz1L4hULDzkw62kcM82BtZTK9nYRr5d_K4m3ybC3nCXV_lOc9mGWhjqKRhMVe26bPo2MCgesBx2e48VJVdoTd6_FHTjsX6q1yz8LMIFqntidwAFO2AfYYx8USFFt2ZzQMcs-ie53RI1Z0ul7V2_dAqQ/s320/IMG_20221210_112849.jpg" width="320" /></a></p><p style="text-align: left;"><b>1. Adım Yazısı</b></p><p style="text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;">“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.<br /><b><br /></b></span></p><p style="text-align: left;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;">-Uygarlıların ikilemi-</span></p><p>İnsan tanımında zaman -şu an için- tek yönde ilerler. Her zaman ileriye, daha da ileriye, durmaksızın, beklemeden, geride çok şey bırakarak, gelişmeyi umarak... "Üretkenlik daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapabilmektir" demiş Kafka. Bu görüş zamanın yapısıyla da uyumlu bir özellik göstermekte. Daha önce görülmemiş, bilmediğimiz bir zamanda yapmadığımız bir şeyler denemek bir tür verim, küçük bir dünyada yapılmamışı yapmanın hazzını yaratır. Ancak bu verim kendi içinde birçok kez döndüğünde zaman onu beklemez. Bir bakıldığında artık o üretimin başladığı yerde değil çok daha ötesinde ama baştaki hazzın çok küçük bir miktarını başka yararlarla idame ettirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Çetin Bey in “Fayda Maksimizasyonu Makinesi” olarak adlandırdığı uygarlık da böyle temellere bel bağlamış olsa gerek. Nasıl ki bir makine duracağı dinleneceği zamanı bilmezse, şöyle bir gözlerini açıp dünyaya bakacak donanımı bulamazsa böyle bir toplum da zamandan kopuk, sahip olmak için tüm gücü harcadığı donanıma erişemeden farkedemediği zamanın en ucunda bulur kendini. Bu sıkıntı aslında insan üretiminde olan her şeyle oluşur. Medyanın, besinin, sevginin ve daha birçok hayati unsurun tüketim hızı ayaklarını yerden kesmiştir insanoğlunun. Bu hızlı döngü içerisine sedece beşeri algımızı almaz, tüm kaynaklarımızı da döngüyü sonuna erdirene dek beraberinde götürür.</p><p> Günümüzde dünya, temelde Stoacı bir etik yapsında ilerliyormuş gibi gözükmektedir. Bilginin üstünlüğü ve insanoğlunun tüm zorluklar sonunda ulaşacağı “mutluluk” olgusuna olan bağlılık, çarkın dönmesine ve her bireyin kendini gerçekleştirmeye olan inancını sürdürmesini sağlar. Ancak günümüzdeki stoa etiği olarak adlandırabileceğimiz görüş, rasyonalite ve bilgi gücünün mutluluğa katkısından çok farklı bir yönde gelişmiştir. Gittikçe artan rekabetçi yapı ve sadece iyinin paylaşılmasının yarattığı kötünün aşağılanması, insanlar arasında ruhsal uçurumlar oluşturmuş, bu uçurumlar arasından tüm fırsatlar ve aranılan gerçek mutluluk akıp geçmiştir. Çetin Beyin anlatımındaki gibi ulaşılan her fayda, bu faydanın değeceği düşünülen bir yarımda sınırlı kesime hizmet etmektedir. Ancak yakından bakıldığında aşırı zenginleşmenin faydasını paylaşan bu insanların bile bu paylaşımı kendi mutluluklarını sağlayabilecek şekilde gerçekleştiremediğini görürüz. Tüm savaş ve anlaşmalardan sonra halen belli başlı gerginliklerin ortaya çıkması, bu kesimin her an başka bir huzursuzluk için hazır olduğunu gösterir. Oysaki temeldeki amaç kendi mutluluğunu sağladıktan sonraki süreçte sahip olunan erdemdir. İşte asıl sorun da o erdeme ulaşılmanın aslında hiç istenmemesi. Rasyonal bir kişiliğe bürünmek kişinin çıkarları ve belli sınırlarından vazgeçmesi gerekir. Hiçbir istek ve kıskançlık duymadan sadece mantığa bağlı ilerleyen kimse zenginliğin sonucu oluşan tatmin duygusunun kıyasını sağlayamaz ve buna bağlı hesaplarda bulunamaz. Tamamen rasyonal bir düşüncenin etkin olamayacağı bir toplumda ise duygular, mantık adı altında olumsuz yönde evrilebilir. Bu evrim hırs ve bencilliğin insanda yarattığı bireysellik düşüncesi ve hedeflere yönelik odakla adeta bir makine etkisi yaratır. Rasyonal olmaktan uzak, negatif duygularla yüklü kocaman bir toplum ise içerisinde belli başlı güç dağılımları yaratır. Bu dağılımlar günlük mutlulukları belli bir değer görmeyen çünkü mutluluklarını ölçümünü yalnızca kendisiyle yapan farklı bir kesim de oluşturur. Tüm evrene olan ortak etki ise büyük karşılaştırmalar sonucu oluşan üstün kesimin ideallerini daha çok yansıtır. Bu idealler olumsuz duygularla yaratılan hedeflerle dünyaya ve evrene zarar verir. </p><p>Makineleşme ve belli başlı şeyleri genele uygulanabilir hale getirmenin olumlu bir yönü de karşıtlıkların birçoğunu içerisinde barındıran insanın bir ürünü. Bu yönde birçok atılım sağlayan ve Japon iş başarısının da bir kanıtı olarak görülen “Kaizen felsefesi”; ismini kai -değişim- ve zen -daha iyi- sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Daha iyiye yönelik bir değişimi söz konusu aldığı oldukça net olan bu görüş, iş dünyasında belirli bir zaman içersinde müşteri memnuniyetini maksimize etmeyi hedeflerken diğer yandan bir felsefi düşünce olarak her zaman iyileşme olarak tanımlanabilir. Bu felsefenin sonuçlarının maddi anlamda da kar getirisinin bu kadar net olmasının temelinde bu görüşün hangi amaçla uygulandığı vardır. Bu görüşe göre bir işi başarmadaki temel sır sürecin önemidir. Yani en başta bahsettiğim tek yönde yol alan zamanın etkisi en temelde ele alınmıştır. Düzenli bir ekip çalışmasının öngörülen süreçte tamamlanması ve grubun her bireyinin elindeki sorumluluğa en iyi şekilde bağlı kalması aslında toplumun oluşumundaki ve toplum içerisinde yaşama devam etmedeki en önemli ve temel sebebe ışık tutar. Sedece belli bir amaca ulaşmayı del aynı zamanda bu amacı oluşturmak için belli başlı problemlerin gözlemlerin de yapılması çok önemlidir. “Problemler gelişim yaratır” bakış açısı aslında problemleri farketebilmek için de bazen memnuniyetsizliğe hatta sadece olumsuzluklara odaklanmayı da içerisinde barındırır. Bu durumda aslında “Fayda Maksimizasyon Makinesi” aynı zamanda “Problem Çözme Makinesi”dir de. Çetin Beyin çoğunlukla değindiği çok küçük bir grup arasında paylaşılan fayda, para ve güç gibi özellikler taşıması sonucu aslında sadece zenginleşme yönündeki bir değişime değinmektedir. Ancak değişimin ve bir şeyleri geliştirmekteki bu denli başarının pozitif sonuçları da vardır. Zenginlik dışında her gün yaşadığımız problemler birçok farklı iş kolu içersindeki rekabet sayesinde ihtiyaç durumunda olan birçok insanın hayatını kolaylaştırmaktadır. Teknolojiyi ve gelişimi her zaman doğa ile bir kavga içersinde görmek bu kesimin medyada daha çok yer bulmasıyla ilgili bir sorun olabilir. Olumlu ve olumsuz sonuçları bulunan bu süreklilik değerlendirildiği bakış açısına göre bizi kozmosun çok daha ilerisine taşıyan bir araç ya da ondan gittikçe uzaklaştırıp kendi küçük evrenimize biz hapseden bir kin olabilir.</p><p>Bir sonuca varmak gerekirse hayatı kolaylaştırmak ve verimliliği arttıran birtakım kodları hayatımızda sürekli mevcut bulundurmak farklı sonuçlara neden olabilir. Bu durumun toplumun belli kesimlerini dışlayan bir eksende kullanımı, oldukça irrasyonel bir bencil bilinç sonucu uzun vadede yaşama birçok zorluk getirir. Sadece dünyevi ve maddi bir güç uğruna tüm toplumun kaynaklarının kullanılması bu kararı veren kesimin öngördüğü rasyonallik karşısında hırsına yenik düşmesinin bir sonucudur. Gerçek anlamda aklın özelliğini ele alan ve bu yolda mutluluğa da bağımsız bir iradeyle ulaşarak erdemi elde etmeyi hedefleyen stoacılık bu noktada bu kesimin bürünmek istediği bir karakter olsa da amaçların bencilliği ve stoacı düşüncenin asıl temelde aldığı doğaya uygun yaşamdan oldukça uzaktadır. Öte yandan bu düşünceyi gözlem ve problem çözme yeteneği ile elde bulunan bilgilerden titizlikle yararalanılması sonucu zamana verilen özele göstermeyi hedefleyen Kaizen bakış açısı, bir teorist olan kurucusu Masaaki Imai’nin rekabetçi başarıya doğal çözüm ahlakını gösterir. Bilgi ve gelişimi nasıl kullanacağına karar verme yetkisi en nihayetinde insanda bulunur. Bir toplumda bu iki aşık açısı da yer alıyorsa daha birçok iyi ve kötü yol için de ihtimal vardır. Kozmosun bize karşı sabırlı olmasını dilemek ve doğru yolu bulabilmek için kendimize dönmek en önemli çözüm yolu olacaktır. En nihayetinde her problem gibi kötülük problemi de çözümünde gelişimi getirir. </p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-font-kerning:0pt;
mso-ligatures:none;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
margin-left:25.1pt;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-80164559167051343272023-06-11T16:44:00.003+03:002023-06-11T17:45:40.459+03:00Taylan Özgür Çelik / Özel Sanko Fen ve Teknoloji Lisesi / Gaziantep / DüşünYaz 9 Türkiye Sekizincisi<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEieuuCwDBKg_Vk4V-Y1F4ku_9I5mQ9CKhm46LFFkZ-HMlqzqIFmI8JC2OFreYXuPpxAjM0dVsATLitLZFiIaHcLsKYP98s3Zkg_V4nTk_GdwvQ_zK0jak70z1W-Jx7mq8W8KG5UDGMkWX_Jyhtpr2gSpwbrZzRvQwvvcoo3nHLWiAWFG7ToH6NmHtMzzA/s4618/IMG_20230319_164457.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEieuuCwDBKg_Vk4V-Y1F4ku_9I5mQ9CKhm46LFFkZ-HMlqzqIFmI8JC2OFreYXuPpxAjM0dVsATLitLZFiIaHcLsKYP98s3Zkg_V4nTk_GdwvQ_zK0jak70z1W-Jx7mq8W8KG5UDGMkWX_Jyhtpr2gSpwbrZzRvQwvvcoo3nHLWiAWFG7ToH6NmHtMzzA/s320/IMG_20230319_164457.jpg" width="240" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>Final Yarışması Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">“Yaşamdaşlık, uygarlığımızın yetmezlik noktasının özetlendiği, "yaşam insan için var, yaşam benim için var" kendiliğinden kabullenişinin, "insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var, ben de bu yaşam ağı için varım" anlayışına geçişi demek. Orman-yaprak metaforu ile anlatırsak; yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlaması demek.” Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Ayrıntı Yay</div><p></p><p><b>Töz Olmamanın Dayanılmaz Hafifiliği </b></p><p>Türker Kılıç'ın yukarıda verilen alıntısında aslında insanların doğadan kopuk olmasının getirdiği yanlış düşünceler sonucunda bencilleşmesi sürecine değinilmiştir. Buna verilen orman-yaprak analojisi ise bizler için bunu somutlaştırmaktadır. Değinilmek istenen asıl nokta " uygarlık " kavramının gelişirken bir yandan da özünden ve yaşam olgusundan fazlasıyla uzaklaştığı ve bu uzaklaşmanın ise insanlığı bir çıkmazdan başka bir yere ulaştıramayacağıdır. Bir örnek vermek gerekirse bir yarışmanın kendisi için dizayn edildiğini düşünen bir kişi için yarışmanın herhangi bir değeri , mahiyeti de yoktur.Yaşamın insan için, birey için olduğunu söylemek aslında bir başka deyişle tözün insanın kendisi olduğunu söylemektir. Bu konuya ilişkin Spinoza'yı örnek vermek mantıklı olacaktır. </p><p>Spinoza'nın düşüncelerine geçmeden önce onun fikir yapısına ait bazı kavramları açıklamak gerekmektedir. Bilindiği üzere, Spinoza kendisine öncel olarak düşünülebilecek Skolastik dönem düşünürleri ve Descartes gibi filozoflardan çok daha farklı tanımlamalara başvurmuştur. Bunlardan birisi Tanrı kavramıdır. Onun düşüncesinde Tanrı tabiat ile aslında aynı şeylerdir. Tanrı kendi başına var olmasının nedeni ve " töz "dür. Doğa ve Tanrı da aynı kavramlar olduğuna göre doğanın, yaşamın insan için var olması; nedeninin insan olması tözünün de insan olduğu anlamına gelmektedir. Ancak insanoğlu töz olabilecek kadar mükemmel değildir ki öyle olacak kavramın tamamen kusursuz olması gerekir. Oldukça basit ve bilindik bir örnekleme ile de bunu destekleyebiliriz: Filozofların uzun zamandır üzerinde kafa yorduğu yanılma problemine bir boyut kazandıran ünlü mağara alegorisi...</p><p>Platon'un mağara alegorisinde aktarmak istediği mesaj tam olarak buydu insan yanılabilir, gördüğü sadece bir yanılsama veya bir gölgeden ibaret olabilir. Bizleri bir kez yanıltan duyulara da bir daha yanıltmayacağına dair güvenmek pek mümkün değildir. Yukarıdaki anlatıma geri dönmek gerekirse, insanın kusursuz olmadığı milattan önce yaşamış bir filozofun kurduğu analoji ile ispatlanabiliyor iken kusursuz olması gereken töz kavramını insanoğlunun üzerine nasıl yükleyebiliriz? İnsanın kendisine dönüp bir depersonalizasyon durumundaymış gibi bakmasıyla kendisi de bunu anlayacaktır. Bu fazlasıyla insanı anlamsızlaştırma çabası gibi gözükürken aslında yarışçı örneğinde olduğu gibi tözün kendisi olduğunu düşünmek kişi için fazlasıyla sancılıdır. Çünkü nedenselliğin temelinde kendisinin olması diğer herşeyi nedensizleştireceği için bu hayata şevkle yaklaşması mümkün gözükmemektedir. Ancak kendisinin de tüm evreni sarıp sarmalayan bir nedenselliğin içerisinde bulması bu sancılardan kurtulması demektir. </p><p>Başka bir açıdan bu durumun varoluşsal sancılar dışında somut örneklerini de görmek mümkündür. İnsanlığın kültür ve medeniyeti süregelen zaman içerisinde kapitalizm ve mülkün kutsallığı üzerinde yükselmeye başlamıştır. Her ne kadar Sanayi Devrimi'ne kadar bu büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmasa da bu dönemden sonra fiziki anlamda karbon salınımı, insanlar dışındaki diğer her bir canlının kıymetsizliği ve doğa tahribi; düşünsel olarak ise toplum yapısının önüne geçen bencillik ve boş vermişlik durumu bu uygarlığın bir noktada yozlaşmasına bir noktada bozulmasına bile neden olmuştur. Bireyler her geçen gün daha da umarsızlaşmakta ve kendilerine diğer tüm kavramlardan daha fazla değer yüklemektedir. Hatta yukarıda bahsettiğim gibi varoluşun değerini bile kendisine bağlamaktadır. Bu durumda ise bir toplum yapısından bahsetmek mümkün olamaz. Çünkü bireyin kendisi için oluşan veya oluşturulan bir olgu biriciktir ve bu yüzden bu biricik olma halini bir toplum düzeni ile heba etmek boşadır. Böylesine bencil veya kimileri için " biricik " bir yaklaşımla hareket ederek günümüzü kasıp kavuran tüketim çılgınlığına sebep olmuştur. En ufak bir hayvanı incitmekten hektarlarca ormanı yok etmeye kadar fiillere varmayı da başka bir nedene bağlayamayız. Zaten her şey benim, bizim içinse neden bunları korumak benim görevim olmalı? Gibi bir soru yöneltildiği de sıkça duyulmuştur. İnsanın sandığı gibi temel olmadığını yukarıda açıklamıştım. O halde bu yanılgı Türker Kılıç'ın da dediği gibi terk edilmelidir. </p><p>Bu fikir bir çok dinde de yerilen bir düşüncedir. Öyle ki İslam bu konuda daha yakın olsa da yaratılanların kıymeti konusunda ayrılmaktadır. Bu yaratılan bir hayvan, ağaç ya da bir doğal alan olabilir. İnsanların umarsızca tüketip bunlara zarar vermesi hoş karşılanmamaktadır. Genellikle birbirine zıt olan görülen din ve bilim kavramları açısından da ortak kanılar vardır. Çünkü bu görüşü savunmak bilimsel anlamda da insanın tarih sahnesine çıkışından milyarlarca yıl önce başlamış olan evrenin serüveninin de reddedilmesi demektir. Big Bang'ten bu yana gelişim gösteren evren Dünya'nın insanlardan çok daha önce tarih sahnesinde olan bir çok varlığın nedensizliğini açıklamak için ise herhangi bir argüman bulunmamaktadır. Bizden belki de milyonlarca ışık yılı uzaklıkta konumlanmış sıradan bir gök isminin nedensizce varlığını sürdürmesi " boş " olarak nitelendirilebilecektir.</p><p>Birinci paragrafta bahsettiğim ikinci kez dönüş kısmına bakacak olursak, felsefenin yönü bundan uzun zaman önce doğadan insan ve topluma dönmüş; doğa felsefesi ikinci plana atılarak karşımıza daha çok siyaset, din felsefesi gibi kavramlar çıkmaya başlamıştı. İnsanın töz olma düşüncesi de tam olarak bu ikinci plana atılma durumundan kaynaklanmaktadır. Yavaş yavaş yanlışlarının fark edilmesi ile bu düşüncenin terk edilmeye başlanması bizlere gösteriyor ki bir zaman sonra yüz yıllardır hep ön planda olan konular yerlerini bu zaman diliminde arka planda eski önemine dönmeyi bekleyen doğa felsefine bırakacaktır. </p><p>Bu konudaki yazıyı Max Ehrmann'ın Desiderata şiiri ile bir açıklama yaparak bitirmek oldukça doğru olacaktır. Zira bu çürütmelerin yalnızca filozoflar tarafından yapılmayacağını, bir şiirin de yeterli olabileceğini görmüş oluyoruz.</p><p>Tüm bunları uygularken, kendine karşı nazik ol. </p><p>Çünkü sen de ağaçlar ve yıldızlar kadar bu evrenin çocuğusun. </p><p>Senin de burada olmaya hakkın var. </p><p>Kavrasan da kavramasan da evren, olduğu gibi işlemektedir.</p><p>Öncesinde bir çok tavsiye içeren şiirin bu son kısmında Ehrmann aslında insanın anlamsız olmadığını ama evrenin temelinin de olmadığını sen de ağaçlar ve yıldızlar kadar sözleri ile açıklamaktadır. Özetle "yaşam insan için var, yaşam benim için var" düşüncesi evrenin temeline insanı koymaktadır. Bir çok nedenden dolayı kusursuz olmayan insan da o temel değildir. Yaşam insan için var olmamıştır ancak insan bu yaşamın içerisinde var olmuştur.</p><p><br /></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxfTDm6yXbMcxwhaB7J-GgPT1iWLRLqrB8bMLHr_5Lf5KqP_YyQrFASxXcYnoI52XKhnZEovfFS4AkH_7xRncyUFs17M3RESC4v7Qy8XmEgS_hAdQo_nw7rT4qulnwnDk4UzTlwt7-y4w5sBwteXPooTQKClK0qIG9sb1UQgr862TV0Lkym7V9Yh4Ogg/s4618/IMG_20230209_162059.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxfTDm6yXbMcxwhaB7J-GgPT1iWLRLqrB8bMLHr_5Lf5KqP_YyQrFASxXcYnoI52XKhnZEovfFS4AkH_7xRncyUFs17M3RESC4v7Qy8XmEgS_hAdQo_nw7rT4qulnwnDk4UzTlwt7-y4w5sBwteXPooTQKClK0qIG9sb1UQgr862TV0Lkym7V9Yh4Ogg/s320/IMG_20230209_162059.jpg" width="320" /></a></div><b>2. Adım Yazısı</b><p></p><p class="MsoNormal" style="box-sizing: border-box; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; line-height: 16.866667px; margin: 0cm 0cm 10pt; padding: 0px;"><span style="box-sizing: border-box; font-size: 12pt; line-height: 18.4px; margin: 0px; padding: 0px;">“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.<br style="box-sizing: border-box; margin: 0px; padding: 0px;" />İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></p><p class="MsoNormal" style="-webkit-text-size-adjust: auto; -webkit-text-stroke-width: 0px; box-sizing: border-box; color: #666666; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; font-style: normal; font-variant-caps: normal; font-weight: 400; letter-spacing: normal; line-height: 16.866667px; margin: 0cm 0cm 10pt; orphans: auto; padding: 0px; text-align: start; text-decoration: none; text-indent: 0px; text-transform: none; white-space: normal; widows: auto; word-spacing: 0px;"><span style="box-sizing: border-box; font-size: 12pt; line-height: 18.4px; margin: 0px; padding: 0px;"></span></p><div class="separator" style="clear: both;"><b>Hayatın Anlamı ve Dünya Temsilcisi </b> </div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsanoğlunun hayatını bir anlama vurma çabası uzun süredir felsefenin gözde konularından birisi olmuştur. John Gray'in verilmiş olan alıntısından da anlaşılabileceği gibi bu sorun bir bakıma yağ dolu kâse tuzağına düşen bir farenin çırpınarak kurtulmaya çalışması gibidir. Fare ne kadar uğraşırsa uğraşsın, en sonunda kâsenin dibini boylayacaktır. İnsanın yaşantısı ve yararına olanların da ötesine kimilerine göre evrensel kimilerine göre tanrısal olarak da adlandırılan bir üst anlam arayışı içerisine girerler. O halde anlam arayışı nedir? Çeşitli ideolojilerin bu konuda görüşleri nelerdir? Bu anlam arayışı neden fazlasıyla abestir? Bu soruların cevaplarını incelemekle başlamak darmadağın bir görüş belirtmekten daha rasyonel olacaktır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Felsefenin ortaya çıktığı ilk çağlardan itibaren hayatın anlamını araştırmak filozoflar için adeta bir talih kuşu olmuştur. Öyle ki her insanın hayatında en az bir kere de olsa bu durumu sorgulamış olması, bizlere bu problemin felsefenin surlarını yıkarak gündelik hayata dâhil olduğu göstermektedir. Öncelikle nedir bu "hayatın anlamı" kargaşası? Tanımından ziyade görevine dikkat çekmek daha önemlidir. Aksi takdirde öznel tanımlarla açıklamak epeyce anlaşılmaz olacak ve kulağa yanlış gelecektir. Bireyler ve onların bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar tarihsel süreç boyunca doğumdan itibaren herhangi bir anlam olmadan yaşamlarını sürdürmenin dayanılmaz yıkıcı etkisinden kurtulmak için belirli bir varoluşsal anlama inanma ihtiyacında bulunmuşlardır. Bu anlam zamanla kişisel fikirlerden toplumları kökünden etkileyebilecek dinlere, ideolojilere, felsefeye daha sonrasında bilimsel keşifler ve sanat eserlerine evirilmiştir. Bir insan neden hayatın anlamını sorgular? Ölümlü bir varlık olan insan var oluşunu temellendirmek için kader, gaye, din, tanrı gibi kavramları düşünsel dünyasında oluşturmuştur. Çünkü kaçınılmaz ölüm bireyde bir korkunun oluşmasına neden olur ve bu nedenden dolayı bedensel olamasa da düşünce olarak ya da bir eser ile birlikte dünyevi varlığını devam ettirmek ister. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Ortaçağ Avrupası'nda halkın toplumsal bilinci herhangi Hristiyan'ın bilinci ile sınırlıydı. Kilisenin dogmatik düşüncesinin hâkim olması, ayaktakımından en üst mertebe insanlara kadar toplumun her kesiminde kısıtlı bir gaye kavramının oluşmasına neden olmuştur. Thomas Aquinas Tanrı'nın "Hareketsiz Hareket Ettirici" ve her şeyin ilk sebebi olduğunu vurgulamaktaydı. Ona göre Tanrı insanoğlunun zihin yoluyla kavrayabileceği alanın dışında kalmaktaydı. Eğer zihin yoluyla Tanrı'yı kavramak imkânsız ise toplumun kavrayabileceği başka bir kavramın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. O da "kusursuz cennet" kavramı olmuştur. Her ne kadar içeriği dinden dine, mezhepten mezhebe değişse de ortak kanı cennetin bir insanın dünyada kesin olarak ulaşamayacağı huzur ve mutluluğa erişmeyi sağladığıdır. Ortaçağ'da ise cennete ulaşmak neredeyse hayatın tek amacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Vaat edilmiş kusursuz cennete ve sonsuz mutluluğa kavuşmak, her şeyin ötesinde olan Tanrı'nın sevgisini kazanmak dönemin yegâne hayat amacı olarak görülmekteydi. Bu sayede toplum var olmanın dayanılmaz ağırlığından dayanılmaz rahatlığına ulaşmış, iktidarı elinde tutan kilise ise istediği gibi hüküm sürerek bir çeşit kazan-kazan ortamı oluşmuştur. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Biraz daha geriye gidecek olursak karşımıza İlkçağ filozoflarının düşünceleri çıkacaktır. Dini bir anlamdan ziyade daha yararcı ve bireysel görüşlerin olduğu söylemek mümkündür. Helenistik felsefe düşünürü Zenon tarafından kurulan Stoacı düşünceye göre hayatın anlamı mantık merdivenlerinin basamaklarını tırmanarak mutluluğa ulaşmak, etiğe ve doğaya uygun bir biçimde yaşamaktadır. Mantığı kavramak önemlidir çünkü mantık; bilgelik, adalet, yiğitlik, ölçülülük, dürüstlük erdemlerini teker teker içine alan bir erdemdir. Erdemler olmadan da kişinin mutluluğa ulaşmasının mümkün olmadığını iddia ederler. Ancak başka görüşlere göre ise etikten daha gerekli başka kavramlar hâlihazırda mevcuttur. İlerleyen dönemlerde en popüler ideolojilerin arasına giren Pragmatizmi de etkileyen Hedonizme göre mutlak anlamda hazzın iyi olduğunu, insan davranışlarının da nihai olarak haz sağlayacak bir şekilde planlanmasının gerekliliğini, sürekli olarak haz sağlayana yönelmenin en uygun davranış biçimidir. Ayrıca bu haz geçmişte veya gelecekte değil tam olarak yaşanan anda aranmalıdır. Buna bağlı olarak da hayatın anlamının duyusal ve tinsel anlamda haz almak olduğunu söyleyebiliriz. Ancak her zaman için haz almak mutluluğun kaynağı mıdır? Bunun için bir düşünce deneyi kuralım. Bir kazandığı tüm parayı ona hoş gelen örneğin kitap almak gibi şeyler için harcayıp bitirmektedir. Ancak zaman geçtikçe şu anda ona haz verecek olan kitap alma eylemini gerçekleştirebilmesi için gerek parayı daha önce harcamıştır ve şu anda haz alma durumundan olabildiğince uzaktır. Böyle bir durumda anlık zevklerin hayatın anlamı haline gelmesi ve kendi geleceğini adeta bir pamuk ipliğine bağlaması kişi için fazlasıyla mantıksız gelecektir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Peki, hayatın anlamını aramak neden gereksizdir? Bahsettiğim üzere bu anlamın öznel bir yargı olduğu ve cevabının oldukça farklı olabileceğini gördük. Bu tarz yargıların yalnızca üstümüzdeki ağırlıktan kurtulmak veya insanları yönlendirmek olduğu söylenebilir. Tam bu noktada az önce de bahsettiğim gibi dinler insanları ortak bir kanıda bir araya getirmekte oldukça başarılı olmuştur. Belirsizlik durumdan kişisel anlamlara, oradan da dini dogmalara ve felsefi düşüncelere varılması her ne kadar kulağa çok uç bir örnek gibi gelse de bir ressamdan farklı değildir. Ressamın fırça darbeleri tuval üzerinde bir iz bıraktıktan sonra ressamın varlığı son bulsa da ondan sonra yaşayacak bir temsilci konumundadır. Niteliğinin azlığı ya da fazlalığını önemli görmez çünkü asıl mesele nitelikten daha çok ölümden sonra herhangi bir şekilde var olabilmektir. Düşünürün ortaya koyduğu felsefi düşünce de tabloda olduğu gibi onun belirli bir süre dünyadaki temsilcisi olur. Hatta şanslıysa yüzyıllar önce yaşayan Platon, Aristo, Zenon gibi filozoflar gibi oldukça uzun bir süre olabilir. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Dini görüşlerde de durum aynıdır. Joseph Smith'in 19. yüzyılda kurduğu Mormonluk tarikatı günümüzde bile varlığını milyonlarca takipçisi ile devam ettirmektedir. Belki de ilk önceliği bu olmasa bile kalıcı olmayı sağlamıştır. Yaklaşık 200 yıldır Joseph Smith'in inandığı hayat görüşü ve anlamının devam etmesinden yola çıkarak dinlerin de birer ölüm sonrası temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz.</div></div><p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNj_quEw1pgZvgHqLl51H6ThgVodqtWS3U9LBDS0tac8WtA3kGMcUnBlq7stqUQCj4713pKiUyUu_ng0vjDWd7bHYLuPgLgbbF6-8hJyp48tC8QMrfeAmjCF2y8g4VbBvwLckIEccW5FM6Z99iOow403bYmonpZjUGoC2swD7sS76HnaWniznqiMUIIw/s4618/IMG_20230105_153649.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgNj_quEw1pgZvgHqLl51H6ThgVodqtWS3U9LBDS0tac8WtA3kGMcUnBlq7stqUQCj4713pKiUyUu_ng0vjDWd7bHYLuPgLgbbF6-8hJyp48tC8QMrfeAmjCF2y8g4VbBvwLckIEccW5FM6Z99iOow403bYmonpZjUGoC2swD7sS76HnaWniznqiMUIIw/s320/IMG_20230105_153649.jpg" width="320" /></a></div><p></p><p><b>1. Adım Yazısı</b> </p><p><span style="background-color: white; caret-color: rgb(33, 37, 41); color: #212529; font-family: Poppins, Helvetica, sans-serif; font-size: 13px;">"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız." </span><span style="background-color: white; caret-color: rgb(33, 37, 41); color: #212529; font-family: Poppins, Helvetica, sans-serif; font-size: 13px;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</span></p><div><div><b>Ekonomik ve Toplumsal Eşitsizlik Alanında İki Farkı Görüş: Fransiskenler ve Marx</b></div><div><br /></div><div>Yukarıda verilmiş olan alıntısında Çetin Balanuye toplumda güncel olarak var olan aşırı zenginleşmenin getirdiği eşitsizliği incelemektedir. Her ne kadar şu zamanlarda tartışmalı bir konu olsa da bu problem insanlığın düşünce ve felsefe tarihi kadar eskidir. Balanuye bahsettiği " fayda maksimizasyonu makinesi " ile insanlığın son dönemlerde evrilmiş olduğu sürekli çalışma durumunu ve bundan dolayı hem toplum düzeninde hem de doğa düzeninde oluşan bozulmayı kastetmektedir. Bahsi geçen problemi sadece ekonomik ya da sadece toplumsal olarak ele almak son derece yanlıştır. Çünkü baktığımız zaman Balanuye hem " aşırı zenginlikteki azınlık " hem de " kozmosla kavgalı olmak kavramları ile problemin her iki yüzüne de dikkat çekmiştir. Bu konuda Aristoteles özel mülkiyetin varlığının insandan ayrı düşünülemeyeceğini vurgularken zenginlerin yüceltilmesi , anlaşma şartlarının gereklerinin ortaya konulmaması, keyfi yeminde bulunma gibi olumsuzlukların altını çizerek tümünün özel mülkiyetin ve orantısız zenginliğin var olmasından ortaya çıktığını iddia edenlere karşı Aristoteles, bunların özel mülkiyetin varlığından değil insan doğasının doğuştan gelen zaaflarından kaynaklandığını düşüncesini savunur. Ona göre kolektif mülkiyet düzeninde hayat sürenlerde toplumsal anlaşmazlık ve kavgalar daha yaygın ve daha olasıdır. Ancak zaten zaafları ile dünyaya gelen insanoğlunun eline " zenginlik " gibi bir gücün verilmesi neticesinde bazı problemlerin de gelmesi kaçınılmazdır ve buna rağmen sistemin devam etmesi gerektiğini düşünmek sadece çatışma ortamının da devam etmesini düşünmek demektir.</div><div><br /></div><div>Bu problemin dönemsel değil zamansız olduğu görüşümü İlkçağ felsefesinin ardından Ortaçağ Felsefesi'nden de bahsederek biraz daha açmak istiyorum. Ortaçağ düşünürü Ockhamlı William genel olarak Ockham'ın Usturası adlı metodolojik prensiple bilinmesine rağmen 14. yüzyılda bu konuyla ilgili olarak da dini bir yorum ile hareket etmiştir. Kendisinin küçük yaştan itibaren bağlı olduğu Fransisken Mezhebi İsa ve havarilerinin herhangi bir biçimde mülk edinmediğini ve yoksul bir yaşam sürüp öldüklerini söylüyor, buradan hareketle de Katolik Kilisesi'nin mülk edinmesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. Böylelikle amaçların birisi de başkalarını sömürme olasılığını reddetmiş olmalarıdır. Bu görüşün ve mezhebin oluşumunu anlayabilmek için o çağın koşullarını derinlemesine incelemeliyiz. Dönemin sosyal ve ekonomik koşulları oldukça kötü durumdaydı, ayrıca o zamanlarda Avrupa anakarası ve çevresini kıskacı altına alan veba salgını da bu koşulları daha da güçleştirmiştir. İnsanlar böylesine bir sefalet ortamında hâlen feodal beylerin ağır çalışma koşullarına uymak ve yoksulluğa razı olmak zorunda kalmıştır. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olan salgına rağmen beyler ve toplumun üst kesimleri zenginliklerinden ödün vermemekte direniyordu. Bunun üzerine Assisili Francesco ve müritleri, " bozunmuş ve yoksullaşmış " toplum düzeninin " İsa'nın öğretilerine " uygun olması için Fransisken Tarikatı'nı kurdu. Her ne kadar temelinde ekonomik ya da düzensel bir yorum ilk bakışta göze çarpmasa da üstünde detaylı bir şekilde düşünüldüğü zaman dönemin azınlık bir kesiminin aşırı zenginliğinin yanı sıra bundan oldukça küçük bir parça alabilen toplumun ezici çoğunluğunun var olmasına karşı çıkıldığı görülebilmektedir. </div><div><br /></div><div>Peki yanıldıkları nokta neydi? Fransisken Mezhebi'ne göre esas olan " yoksul yaşamı " yaşamaktı. Onlar sadece eşit olmayan topluma karşı çıkmakla kalmıyor toplumun buluşması gereken eşit temelin zenginlikten ziyade yoksulluk olduğunu savunuyordu. Ancak onların görüşünün aksine insanlık " eşit bir yoksullukta değil eşit bir zenginlikte "" buluşmalıdır. Denememin devamında ise 19. yüzyıl düşünürü Karl Max'ın görüşlerinden bahsederek devam etmek istiyorum. Tarih, matematik, ekonomi gibi bir çok alanda düşünceleri bulunan Marx asıl olarak sınıf mücadelesi ve ekonomi alanlarında bilinir. Karl Marx; işçi sınıfının, yani hayatını devam ettirebilmek için iş gücünü ücret karşılığında satmak zorunda kalan bireylerin hâkim kapitalist düzenden kurtuluşunu amaçlamıştır. Marksizm gözünden kapitalist düzen; hem teoride hem de pratik alanda "ezenler" ve "ezilenler" arasında gerçekleşen bir sınıfsal çatışma olarak kabul edilir. "Kapitalist düzen" olarak adlandırılan bu düzen (veya Marx'ın söylemine göre burjuva toplumu), işçileri kendi bireysel emeklerine yabancılaştırmak ile kalmaz, bununla birlikte doğasından kaynaklı olarak, kaçınılmaz toplumsal ve ekonomik alanda krizler meydana getirir. Bu durumda yapılması gerekilen şey, kapitalist sistemin antidotu olarak sosyalist düzeni inşa etmek için kullanılması gereken tüm araçların ve yöntemlerin kullanılması ve burjuva sisteminin tümüyle yıkılmasından ibarettir. </div><div><br /></div><div>İlk örnekte olduğu gibi Marx da hatalıydı. Üstelik onun hatası hedeflenen sistemde değil bu yolda zaten bozulmuş ve yozlaşmış uygarlığın gerekli olan her " aracın " mübah görülmesi ile toplumun yapıtaşlarına birçok alanda zarar verilmesidir. Refah toplumuna ulaşmaya çalışırken bu " araçların " içerisinde bulunan " toplumun kurtuluşa ermesi için çatışma " ancak kargaşa, yıkım ve kaosa sebep olacaktır ve böyle bir ortamın bulunduğu herhangi bir uygarlıkta refahtan söz etmek doğru olmaz. Ancak baktığımız zaman birbirinden oldukça alakasız ve uzak iki görüşün buluştuğu nokta hem ekonomik hem de sosyolojik alanda tikel yaklaşımların yanlış olduğu bu yanlışın çözümünün de tümel yaklaşım olduğu görülmektedir. Çünkü basit olarak görülen ekonomik eşitsizlik toplumsal sınıflanma, çatışma ve " ezenler "in her zaman refahta " ezilenler "in de her zaman sefalette olması demektir. Bunun örneklerini görmek oldukça kolaydır. Daha fazla zenginlik uğruna ormanlık alanların maden, tarım ya da benzeri amaçlarla geri dönülmesi zor şekilde tahrip edilmesi; çalışanların her ne kadar verimleri ve motivasyonları oldukça düşse de haftanın yedi veya altı günü çalışmaya zorlanmaları herkesin bildiği ve bu konuyu oldukça güzel bir biçimde örneklemektedir. İnsanlardan amaçları doğrultusunda maksimum fayda için çalışmaya zorlayarak azınlık bir kesim " maddi güç " elde ederken geri kalanlar ise yalnızca hayatlarını idame ettirmekle yetinmektedir. Ancak ekonomik anlamda eşit bir toplum düzenine geçersek bu sömürü düzeni de ortadan kalkacaktır. Çünkü böyle bir düzende bireysel güç maddiyattan değil emekten ve gelişimden ibaret olacaktır. Böylece yukarıda da bahsettiğim gibi maddi amaçlar uğruna doğayı ve hatta son dönemlerde uzayı kirletmek, onlara zarar vermek gibi bir durum olmayacaktır. </div><div><br /></div><div>Özetlemek gerekirse, Balanuye'nin dikkat çektiği alan basit gibi görünse de oldukça detaylı bir altyapı ve herkesi ilgilendiren temellere dayanmaktadır. Sadece ekonomik olarak düşünüldüğü zaman problemin gerçek boyutu anlaşılamamaktadır. Bunun için eşitsiz dağılım konusunu her alanda düşünmeliyiz. Yukarıda da bahsettiğim gibi detaylı bir incelemenin ardında dinden doğaya, finanstan sosyolojiye kadar bir çok alanda karşımıza çeşitli aksaklıklar çıkarmaktadır. Bunu önlemek için ise yanlış yöntemlerin kullanılması aksi sonuçlar doğuracaktır. Doğru olan ekonomik-toplumsal düzen barışçıl bir yöntemle kaostan ve çatışmalardan arındırılmış eşit bir düzendir.</div></div>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-47696974592984680722023-06-11T16:31:00.001+03:002023-06-11T17:46:06.300+03:00Deniz Ali Demir / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / istanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Dokuzuncusu<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVaMIfsK_Z_M7aPdBeWfZMJaqzy4ykFXND_yGIHposJoZ5-g1dE_Vs7c41Ho1x7IsvUNDwsBCQ7CWKDlD72IAYVUxPsTdGEkf89YhhxdsKFH5yIYHxPaNFhj4kPQy-5L-eWO54cb2DShZd1vCC_1SNgMUocxbdGd-BBQAn2X20IBSyEJhDQmkIXnqbWw/s4618/IMG_20230418_122556.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVaMIfsK_Z_M7aPdBeWfZMJaqzy4ykFXND_yGIHposJoZ5-g1dE_Vs7c41Ho1x7IsvUNDwsBCQ7CWKDlD72IAYVUxPsTdGEkf89YhhxdsKFH5yIYHxPaNFhj4kPQy-5L-eWO54cb2DShZd1vCC_1SNgMUocxbdGd-BBQAn2X20IBSyEJhDQmkIXnqbWw/s320/IMG_20230418_122556.jpg" width="240" /></a></div><b>Final Yarışması Yazısı</b><p></p><p>“Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın” Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.<b> </b></p><p><b>KURT-INSAN VE MAKINE-INSANIN ÇATIŞMASI</b></p><p>İnsan, doğduğu andan ölene dek kendisiyle olacak tek kişidir. İnsan doğal bir durum olarak tüm iliklerine kadar yalnızdır ve yalnız olmaya mahkumdur. Bu yalnızlığı unutmak için kafasında oluşturduğu bir ilüzyona inanmak durumundadır. Bu ilüzyon sosyal bir kabul edilişle benliğini başka insanlara teslim etme şeklinde ortaya çıkabilir. Kendi kendiliğiyle barışık olmayan ve yalnızlığını 'evet'leyemeyen birey başka bir kaçış yoluna sahip değildir ve kendinden fiziksel bir yok oluşla vazgeçmek yerine psikolojik bir ölümü tercih edebilir. Bu psikolojik ölüm kişinin ebedi yalnızlığına karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. Bu deneme, insanın başkalarından vazgeçemeyişini ve kendi olma yükünü omuzlarından atma tutkusunu edebiyattan ve sinemadan karakterler arası kurulan benzerliklerin yanında şiir dizeleri ve aforizmalarla açıklayacaktır.</p><p>Dostoyevski'nin karakteri suçunu bilir ve cezasını ararken -benliğinin, yaptıklarının ve yaşadığının farkındadır- Kafka'nın karakteri cezasını bilerek suçunu arar. Kendi iradesini 'diğerleri'nin eline bırakmıştır, hayatının hakimiyetine sahip değildir ve kara yılan efsanesindeki adam gibi içine girip bir defa onun iradesini ele geçiren yapı kişiyi özgürsüzlüğe bağımlı hale getirir. İnsan sahip olduğu tüm özgürlüklerin sonuçlarını kabullenmenin getirdiği Bulantı ile yaşamaya mahkumdur ve onu bu tutsaklıktan, özgürlüğün esaretinden kurtaracak fırsata sıkıca sarılır. Kendi özgürlüğünü kullanarak özgürsüzlüğü seçer. Seçme hakkını teslim edecek ve onun yerine seçimlerini yapacak olan otorite, bir lider veya sosyal bir yapılaşmanın ötesinde kendisini kaybederek gerçekliğini unutması şeklinde meydana gelebilir.</p><p>Kendiliğini teslim etmenin siyasi boyutunu incelediğimizde birey kendi içindeki şeytanlaştırılmış düşünceleri kabullenecek bir lidere ihtiyaç duyar. Bu lider kültürel bir propaganda yaparak ve hedef kitlesindeki topluluğun geçmişteki tarihi aşağılanmalarını tekrar gündeme getirerek onları ait hissettirir. Bir kere bu aitliği hisseden kitle artık körü körüne bir tutkuyla kafalarında karizmatikleştirdikleri bu lidere düşük otokontrollü benliklerini adayarak özgürlüğünü liderin eline verir. Lider ise kendi kabul görmemiş taraflarını, muhalifi şeytanlaştırarak ve kötücül benliğini muhalife projekte ederek, kendi ne ise karşısındakini o olmakla suçlayarak bir kurtuluşa erer. Bu iki taraflı bir kurtuluştur: hem birey kendiliğini liderle hem de lider kendiliğini paylaşılmış sosyal travması olan kitlesiyle birbirine benimsetir ve ortaya tek bir kendilik çıkar. Otoritenin seçimlerini yaptığı tek bir benlik altında devasa insan yığınlarını kapsar. Fakat bu 'sorumluluktan kurtuluş'a bağımlı olan kitle için geri dönüş yolu çoktan geçmiştir ve kişiler bireyselliğini kaybeder. Liderine yapılan saldırı, ona yapılan saldırıdır. Lideri ne derse o'dur. Kitlesel teslim oluşta yalnızlık böyle unutulur. Robotlaşmış, itaatkar, adeta bir makineler topluluğu oluşur.</p><p>Camus, Sisifos Söyleni'nde insanın içindeki kendiliği ve yabancılaşmada kaybedilen şeyi bir kurt olarak görür: "Kurt insanın yüreğindedir. Yürekte aramak gerekir onu. Yaşam karşısında uyanıklıktan ışık dışına kaçışa götüren bu ölümcül oyunu izlemek ve anlamak gerekir." İnsan iki uçlu bir çubukta kurt-insan ve makine-insan spektrumunda incelenebilir. Kurt-insan bireyin özünde olduğu, dürtüleri ve hedeflerini kaybetmemiş ve anı yaşayan bir yapıda iken makine-insan gittikçe yalnızlaşan modern insandaki sonsuz bir kabul ediş ve kavrayış sonucu meydana gelen kan dondurucu potansiyellere sahip mekanikleşmeyi temsil eder. Her şeyi bilimsellikle anlayan ve açıklamalar bulan günümüz çağı insanı, onca kavrayışın içinde tepkisizleşir, hissizleşir. Hissizleşmenin ve kendini unutmanın barındırdığı potansiyel Himizu adlı filmde bir şey hissetmek için tanımadığı bir insanı öldürdükten sonra "Kim olduğumu söyleyin bana, kimim ben?" diye nidalar atan karakterde gözlemlenebilir.</p><p>Yaşam kişi için bir tiyatro sahnesine dönebilir ve içlerindeki tepkisizliğin üstünü örtmek için bireyler rol yapmaya başlarlar, sahteleşirler, samimiyetsizleşirler. Dazai'nin Öğrenci Kız adlı eserindeki karakter "Artık yaptığım rolü, rol yapmamış olmak için yapmadığımda bile yeni bir role bürünmüş oluyorum." der ve özünde ne kadar büyük bir hiçlik içerisinde kaybolduğunu olduğunu vurgular. Modern insanın düştüğü durum da rolleşmelerin içinde kaybettikleri benliklerine kavuşamamalarıdır. Fakat rol yapmada insanı güvende hissettiren, tepkililiğin sorumluluğundan uzaklaştıran bir memnuniyet vardır. Bir aktör ya da bir kamera gibi hissetmenin getirdiği yabancılaşma insanı yabancı olma duygusuna bağlar ve bu bağlılık bireyin bunu savunma mekanizması olarak kullanmaya alışmasıyla psikolojik problemlere yol açabilir.</p><p>Kendilik kavramından kopmaya bağımlı olan birey bir süre sonra gerçeklik algısını yitirerek varoluşunu unutabilir. Camus'nun Mersault karakteri öylesine 'yabancı'dır ki bir cinayet işlediğinde ne yaptığı eylemin ne de eylemin getirdiği sorumlulukların farkındadır. Kendini tamamen soyutladığı bu gerçeklik onun gerçeği değildir artık. Böylesine bir bağlantı kopuşu psikolojide disosyatif rahatsızlıklarla açıklanır. Özgürlüğün getirdiği buhranı yaşayan Sartre'ın karakteri bir diyalogun ortasındayken "Bulantı bir anda üzerime çöktü. Kim olduğumu, nerede olduğumu, ne yaptığımı bilmiyordum. Görüşüm kendi kendine dönmeye başladı." diyerek anlattığı durum insanın çevresiyle zihinsel bağlantısının kesilmesi durumunda ortaya çıkan bir derealizasyon atağına oldukça benzerdir. Bu buhran bir düşünce olmaktan öteye geçerek insanın zihnini ele geçirir ve onu kurtarmak için gerçeklikten kopuşu bir savunma mekanizması olarak kullanmaya başlar. John Malkovich Olmak adlı filmde karakterler hayatı birkaç dakikalığına başka birinin vücudunda yaşamak için tutkulu bir arzuya sahiplerdir ve bunu bir kez deneyimleyen karakter tekrar tekrar deneyimleyebilmek için dehşet verici bir çaba gösterir. Bu bir tür zihinsel cennettir, kurtuluştur. Bir süreliğine yaptığın hiçbir aktiviteden ve seçimini yaptığın hiçbir karardan sorumlu olmamak insanın benliğini kaybetme ve başkalarına teslim etme arzusunu tetiklemekle kim olduklarını unutabilecekleri psikolojik bir ölüme doğru sürükler. Filmdeki karakterlerin yaşadığını, disosyatif rahatsızlığı olan bireyler kendi vücutları içinde yaşar: kendileri olmadıklarını hissederler, bedensel ve çevresel bağları koparak dünyayı başkasının gözlerinden seyrediyormuş yanılgısına kapılarak asıl kendilerini bir tür korumaya alırlar. </p><p>Nietzsche'nin "İnsan duyacaklarından korktuğu için gerçeğe kulağını kapatır." sözüyle bireyselliğini kaybeden bireyin gerçeğe kulak asmamasının sebebini gerçek dünyanın ona getirdiği sorumluluklardan ve yaşamaktan -yaşamaktan kasıt kendin olmaktır, kendin olmadığın bir yaşam yaşanmamıştır- korkmasıdır. Yaşanmamış bir yaşamı yaşamasıdır. Anne Sexton, "sıfatları yoktur korkunun/fakat yine de boğan seni/korkunun ta kendisidir" diye yazmış ve suda boğulmaktan korktuğu için boğulmaya çalışmasını fakat boğulamayışını anlatmıştır, Suda Boğulma Denemeleri adlı şiirinde. Gerçeklikten korkan insanın da gerçekliğin içinde boğulması aslında imkansızdır. Onu boğan durum korkusudur ve korkusundan kurtulduğunda gerçeklikte zaten boğulmayacaktır. Bu korkudan kurtulması için de içinde bulunduğu sonsuz yalnızlığı 'evet'lemesi ve gerçekliği kabullenip aşması gerekmektedir.</p><p>"...ben daha yaşarken bana bir hayalet rolü oynatıyor ve besbelli bir kişilik olmak için, var olmaktan vazgeçmem gerektiğini ima ediyor." diyerek parçalanmış benliğinin nasıl gerçeklik ve dünya tarafından hayaletleştirildiğinin farkında olduğunu belirtir Andre Breton, Nadja adlı eserinde. Kişi ancak bireyselliğini ve yalnızlığını kabullenip parçalanmış benliğinin parçalarını toplayarak, ona var oluşundan vazgeçmesiyle bir toplumsal kişilik adayacak olan sisteme karşı, asıl benliğine uygun bir kişilik bir araya getirebilir. İnsan; başkaları olmadan mutlu olmayı, kendisi olmayı bir yük olarak görmemeyi öğrenmek için kendisini başkalarının iradesine teslim etmeden ve bu kişileri tanımadan önce dönüp kendisini tanımalıdır. Bireyin kendisiyle tanışması ve başkasıyla tanışması arasında çok bir fark yokken, kendimize dönmek her zaman daha zordur. Kurt-insan kendinde dönükken, makine-insan başkasına dönüktür. Yaşamımız boyunca içimizde birikmiş tüm nefretsellik, kendi kendine duyulan kin insanda acıyı hak ettiğine inanmaya ve kendine duyulan bir tiksintiye dönüşür. Bu sebeple birey kendine dönmekte zorlanır. Burada ihtiyaç duyduğu içindeki birikmiş başkaldırının yönünü değiştirmektir. Kendine karşı beslediği başkaldırıyı dış dünyada var olmasına karşı yaptığında ancak kişi gerçekliği kavrayabilir. Kafka'nın karakteri aksine suçunu değil cezasını arayacaktır artık çünkü suçu dış dünyaya başkaldırısıdır ve bunun farkındadır. Bir kurt gibi uluyacaktır ve kurt-insan olarak varoluşuyla bir başkaldırı ortaya koyacaktır. Kurt-insanın yaşam biçimi klasikleşmiş Ölü Ozanlar Derneği sloganıyla "Anı yaşa!"maktır. Daha önce hiç yaşamamış gibi hissedecek kadar anı yaşayarak kendi yalnızlığıyla barışık bir hayat sürecektir bu yalnız kurt.</p><div class="separator" style="clear: both;"><p class="MsoNormal" style="box-sizing: border-box; color: #666666; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; line-height: 16.866667px; margin: 0cm 0cm 10pt; padding: 0px;"><span style="box-sizing: border-box; font-size: 12pt; line-height: 18.4px; margin: 0px; padding: 0px;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3tTfVmuZ2LtyyhAfqLCkwSxwRMOZXLbh2XxCiH6c4Hwm5Rnes7kELbVmNATPZpwvCjvJgjLwOX7scxz19UtuWPSKmWRGD-PbnnQV9ZJNWL5f6E2em_6wwMPsezYN2Jkp1GvS7Z-O2-GHZGn9RQLJphFA_ojGi0y9jJeZw6GOrO1BK6hJT9l7VIkTgLw/s4618/IMG_20230412_133844.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br class="Apple-interchange-newline" /><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3tTfVmuZ2LtyyhAfqLCkwSxwRMOZXLbh2XxCiH6c4Hwm5Rnes7kELbVmNATPZpwvCjvJgjLwOX7scxz19UtuWPSKmWRGD-PbnnQV9ZJNWL5f6E2em_6wwMPsezYN2Jkp1GvS7Z-O2-GHZGn9RQLJphFA_ojGi0y9jJeZw6GOrO1BK6hJT9l7VIkTgLw/s320/IMG_20230412_133844.jpg" width="240" /></a></div><b style="font-size: 12pt;">2. Adım Yazısı</b><p></p><p class="MsoNormal" style="box-sizing: border-box; color: #666666; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; line-height: 16.866667px; margin: 0cm 0cm 10pt; padding: 0px;"><span style="box-sizing: border-box; font-size: 12pt; line-height: 18.4px; margin: 0px; padding: 0px;">“Kediler insanın anlam arayışını fark edebilselerdi, muhtemelen bunun abesliği karşısında keyifle mırlarlardı. Salt kedi olduklarından dolayı, hayat zaten onlar için yeterince anlam ifade eder.<br style="box-sizing: border-box; margin: 0px; padding: 0px;" />İnsanlar ise, kendi hayatlarını aşan bir anlam aramadan edemezler. Anlam arayışı, insanın öz bilincinin bir ürünü olan ölüm farkındalığına eşlik eder. Yaşamlarının sonlanmasından duydukları korkuyla, insanlar hayatlarının anlamını kendilerinden sonra da devam ettiren dinler ve felsefeler yaratmışlardır.” John Gray, Kedi Felsefesi, Domingo Yay. 2023</span></p></div><div class="separator" style="clear: both;"><b>İNSANIN ANLAM ARAYIŞINDA KAVRAYIŞ VE ÖLÜME TESLİM OLUŞU</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><b><br /></b></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;">İnsan, sahip olduğu çevresel ve öz farkındalık potansiyeliyle hem hayatı boyunca kurduğu bilgi kulesini Descartes'sal bir şüpheye teslim etme noktasındaki öz bilinçililik hem de yaşamın anlamını iliklerine kadar kavramak için kendini yoran bir dış bilinç geliştirebilir. Diğer canlılardan böylesine bir 'farkındalık' kabiliyetiyle ayrılmak insanın başının etini yiyip bitirecek iç sesin bir laneti midir? Descartes'in "Düşünüyorum, o halde varım." sözü çağlar ilerledikçe "Kavrıyorum, o halde kabullenirim."e dönüşmüştür. Bilimin gelişmesiyle hayatımızın içindeki en küçük etkenler için kolayca bulabildiğimiz açıklamaların bilgisiyle ortaya çıkan birey düşünmekten gittikçe uzaklaşır, ona düşünecek bir çıkarım kalmadan önüne sürülür nedensellikler ve kavraması beklenir. Kavramaya alışan birey pasifleşip kendinden ve çevresinden uzaklaşma eğilimine girerken hayata derin bir anlamsallık katma derdiyle ölümün yol açtığı anlamsızlık ve hiççilik labirentine giriş yapar. İnsanla ve evrenle ilgili kavradığı onca durumu ölümün kollarına kendini bırakmak uğruna mı kavradığını düşünürken lanetlendiğini fark eder. Fark etme lanetiyle lanetlendiğini fark etmesi bu lanetleniş-fark ediş döngüsündeki en uç fark ediş olur. Bu deneme, modern insanın anlam arayışında kayboluşunu edebi eserler ve sinema kurgularıyla kurulan bağlantılarla açıklayacaktır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">"Bu modernlikti bizi hasta edebi -tembel barışlar, korkak tavizler, modern Evet ve Hayır’ın bütün erdemli kirliliğiydi. Her şeyi 'kavradığından' dolayı her şeyi 'bağışlayan' bu hoşgörü, bu manda yüreklilik, bizim için scirocco’dur." diyerek modern insanın boyun eğen anlam arayışını ve kavrama merakını kınar Nietzsche, Deccal'de. Bu tip bir insan öylesine bağışlayıcı bir kavrayış içindedir ki ona yapılacak bir ihanetin bile arkasında yatan psikolojik sebepleri centilmen bir telafi etme yolu olarak görebilir. Duygulardan gittikçe uzaklaşır ve her aksiyonunu hoşgörüyle temellendirir. Kim olduğuna, nereden geldiğine, ne istediğine ve sonuç olarak benliğine yabancılaşır. George Lukacs'ın "şeyleşme" kavramındaki şeyler, yani modern kavrayış, özne olmuş; insanlar nesne olmuştur. Kavrayışın kontrolü ele geçirmesine izin veren modern insan eninde sonunda kendini kaybederek nesneleşir. Bunun yanında Yakınçağ yabancılaşmasındaki nesneleşme sürecini tetikleyen önemli tarihsel etkenlerden biri Sanayi Devrimi'yle ortaya çıkan emek-işçi yabancılaşmasıdır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken yaşamın derinliğini ve asıl olması gereken içeriğini daha iyi anlaması beklenecek insan daha çok keşfettikçe ve teknolojiye uyum sağladıkça hem yaptığı işe, insanlara, kendine yabancılaşan hem de artık bilimsel açıklamalarla üstünü kapatabildiği doğaüstü inançlarla maneviyatını güçlendiremeyen modern insanın benliğini koruyabilmesi gittikçe zorlaşır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">"Makinalaşmak İstiyorum!" diye trrrrum'lar Nazım Hikmet. Makineleşen dünyaya karşı makineleşmeyip içindeki insani parçalara tutunarak kendi özünü görmeye çalışmak ve makineleşme arzusu, anlam arayışı uğruna insan zihninde bir savaş verir. İnsan zihni bu noktada makineleşmeyip özüne sadık kalırsa her şeye derin ve şiirsel bir anlam, ebedi bir sonuçsallık yüklemeye çalışır. Fakat ölüm, ebedi bir amacın ya da anlamın da ölümüdür. Ölümlülük çıkmazı insanlığın sahip olduğu en çaresiz çıkmaz ve kusurdur. Ölüm öncesine meal biçmeye çalışan insan her davranışını, sözünü, kararını sorgulayıp aklında tekrar tekrar oynatarak kendini yargılayan mükemmeliyetçi bir döngüye girer. Oysa ki mükemmel bir yanılsamadır ve ölümlülüğün varlığının yanında mükemmel bir hayat anlamı bulmak imkansızdır. Siyah Kuğu ve Whiplash adlı filmlerde anlatılan mükemmeliyetçi sanatçı hikayelerinin her ikisi de seyirciye rezil olup kusurluluklarını yaşayıp kabullendikten sonraki performanslarında mükemmel oldukları ilüzyonuna kapılırlar. Hayattaki her insanın kaderindeki o kusur da ölümdür fakat öldükten sonra kusurluluğumuzu fark etmemiz bir işimize yaramaycaktır. Çok üzerine düşünülerek arayış içinde yaşanan bir hayat kusurluluğu ve anlamsızlığının absürdlüğü kabullenilmedikçe insanı asıl yaşamın kendisinden çok uzak, düşünceli, nihilist noktalarına çekerek bireyin kendine acı çektirir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">"Kendimizi kedilerin sahibi sanabiliriz ama öyle değildir. Kediler basitçe arkadaşlıklarının zevkini yaşamamıza müsaade ediyorlar." diyerek ben-merkezli insanın bir kediyi kendi anlam arayışına dahil etmeye çalışması fakat canlının kendi kusurluluğu ve canlı etkileşiminin asbsürt basitliğiyle kurulmuş bağın ne kadar "kasıntı"lıktan uzak olduğunu açıklamıştır Genki Kawamura, Bir Gün Kediler Dünyadan Yok Olsaydı adlı romanında. Ölüm, kendi varoluşunu sorgulayan insana bakıp mırlayan bir kedinin umursamazlığı kadar vardır ve gerçekleşecektir. Mırlayan kedinin karşısında bulantı dolu bakışlar vermek değil, kusur ve anlamsızlıkların varlığını kabul ederek o kediye karşılık mırlamayı seçmektir yaşamak. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><b>1. Adım Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwq481016Jr4VIt32eRvHGTfI_K8rbhAVOYWdnkV1vMCMjOO_AlgIBcBzv37D9TxT-2zgMJnR2b3IeTZ8oRxnnvurFTju2Ph_Gz9nOMROOnMHb4LM0d9zkbfAbsalxnluYLdzYMVb31sSvvf6o6F0UpQ-ekDTYMjuhS8OGHg6dEbo3AUJu-E4D16Rm-Q/s1303/Ekran%20Resmi%202023-01-11%2014.54.22.png" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1303" data-original-width="1197" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwq481016Jr4VIt32eRvHGTfI_K8rbhAVOYWdnkV1vMCMjOO_AlgIBcBzv37D9TxT-2zgMJnR2b3IeTZ8oRxnnvurFTju2Ph_Gz9nOMROOnMHb4LM0d9zkbfAbsalxnluYLdzYMVb31sSvvf6o6F0UpQ-ekDTYMjuhS8OGHg6dEbo3AUJu-E4D16Rm-Q/s320/Ekran%20Resmi%202023-01-11%2014.54.22.png" width="294" /></a></div><br /><b><br /></b></div><div class="separator" style="clear: both;"><b>KAFESTEKİ ÇOCUĞA DÖNÜŞ: VAROLUŞ SANCISI VE ÖLÜM ÇIKMAZINDAN KURTULMA</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;">"Bahçıvan bir gül fidanı besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez" diye anlatır Horney, Çalınan Çocukluk'u. Çocukluğun getirdiği şeffaflık, Nietzsche'ye göre üst insanlık, onun meşe palamudu olmasına karar vermeye çalışılarak elinden alınır. Henüz dünyanın onun varoluşuyla ilgili yapacağı acımasız yargıları umursamadan gül fidanlığını bir gül fidanı gibi yaşayacak, zamanla dikenlerini de filizlendirerek gelişecektir fakat dünyanın insanın üzerine koyduğu varoluşsal bulantıyı temsil eden bahçıvana batar bu dikenler: Bahçıvan özgürlüğün getirdiği kafestir ve eline aldığı makasla "özgürlük" adı altında biçmeye başlar gül fidanını. Onu meşe palamudunun kafesine sokar, üst insanlığını elinden alır ve gülün tek tek kestiği dikenlerini, özgürlüğünün getirdiği sorumluluğun katlanması gerektiği sonuçlarıyla tehdit edercesine batırır güle. Kendisi olma olgusuna veda ederek psikolojik bir ölüm yaşar çocuk. Bulanmış, kayasının altında ezilmek üzere ya da meşe palamudu olmaya zorlanmış bir benlik girdiği bu kafesten nasıl çıkar? Bu deneme; insanın varoluşuyla yaşadığı çatışmayı ve onu kıpırdamasını engelleyecek, melek yüzlü şeytan edasıyla yaklaşacak olan özgürlüğün getirdiği kafese girişini varoluşçu düşünürler ve gizdökümcü edebiyattan örneklemeyle açıklayacaktır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsan kendinden habersiz bir biçimde var olmuştur. Mümkün müdür ki ona sorulması var olmadan önce? Sartre'nin bulantısal tasvirindeki insana var oluş zigot olduğu anda onun başına konan ve ölene kadar uçmadan, gözünü kırpmadan duran bir baykuş gibi musallat olmuştur ve sürekli öterek karanlığı anımsatır ona. Çoktan var olmanın tutsağıdır ve var olmanın getirdiği bütün özgürlük ve sorumluluklar onu bir bataklıkmışçasına aşağı, zihninin anlamdan uzak derinliklerine çeker. Anlamsızlığın getirdiği nihilist kıvılcımlar gittikçe büyüyerek bireyin dünyayı kendi gözleriyle görmesini engeller. Benlik bir otorite gücü tarafından değil, kişinin kendi bulantısıyla kafese kapatılır. Asıl ve en acılı kafestir bu, kişinin kendi içinden çıkan. Varoluş öylesine utanç vericidir ki birey benliğiyle kararlarını özdeşleştirip, seçimleriyle bir gördüğü özü ile üstüne yıkılan tüm sorumluluklarının ona getirdiği dehşete karşı yenilir. Hayat boyunca gittikçe artar bu bulantı. Her gün yapılan yeni hareketler, verilen yeni kararlar dikenleriyle batar insana. Varoluşumuz içi hava dolu bir balon gibidir ve gittikçe batırılan iğne sayısı artar balona. Balon ise direnir patlamadan ve kendi deliklerini tamir etmeye çalışır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Nietzsche'nin üst insan görüşünde insan hep eksik bir varoluş içindedir ve üst insan olmak için kendini aşmaya ve eksikli varoluşunu tamamlamaya çalışır sürekli üst insana ulaşmak için. Peki ya bu eksiklikler doğuştan mı gelir? İnsanın doğduğunda bir çocuk olarak üst insanı temsil ettiğini söyler Nietzche. Henüz hiç iğne batırılmamış bir balon, binlerce türden dünyevi kafesin içine henüz sokulmamış bir benliktir çocuk. Fakat Çalınan Çocuk'taki bahçıvan geldi mi ona da batıracaktır ilk iğnesini. "Sen meşe palamudusun!" diyecektir ona ve üst insanlıktan düşüşüne yol açacak domino taşı etkisinin ilk hareketini vurmuş olacaktır. Benliğin zihnine bir kere girer bu sözcükler ve artık dış dünyanın etkisi bile olmadan zehirlenen bu zihin kendi iğnelerini kendi üretmeye başlar. Uyuşturucuya bağımlı bir birey gibi insan beyni, kendine batıracağı bu iğneleri bir yolunu bularak elde eder ve kafesini kendi örmeye başlar: örgüden bir kafes çıkar ortaya. Dış dünyanın da tetiklemesiyle bu "üst insanlıktan düşüş kafesi"nin insanın tüm benliğini hapsetmesi kaçınılmaz hal alır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Sosyal dünyanın bizim kafesimize eklediği örgülere baktığımızda hayatımız boyunca yaptığımız sosyal, siyasi ve toplumsal birleşmeleri sağlayan her türlü eylem bizi başka bir kalıp yargının kafesine sokar. Birlikte vakit geçirdiğin, herhangi bir düşüncesini olumladığın bir grup insanın diğer insanlar tarafından ön yargılaştırdığı niteliklere sen de sahipmişsin gibi görülür. Hayatımız boyunca örgüsünü devam ettiririz bu kafesin: politik örgüler, cinsel örgüler, varoluşsal örgüler, ... Hepsi birleşerek bizim için bir ön yargı algısı oluşturur. Kafesin dışarıdan gözüken kısmıdır bu. Husserl’in fenomenolojisiyle var oluş ve tüm yüzeysellikler paranteze alınarak kalıp yargısal bakış açıların ötesine geçilmelidir. Birey kendine dair ön yargılarını, duyusal geçmişini ve yaşadığı akılda kalıcı olayların hepsini paranteze alarak ancak kafesin ötesini görmeye çalışabilir. Var oluşun ve parantezin arasındaki tüm bulantıların içinde kaybolan o öz aranır durulur. İnsanın özü bir inciyse, kafesi açılması zor bir istiridye kabuğudur. İstiridye kabuğu da estetik olarak güzel gelebilir bir insana fakat inciyi görene kadardır yalnızca bu yanılgı. Kafesini beğendiğini sanan insan da kendi özünü gördüğünde ancak "kafesini beğenme kafesi"nden çıkabilir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">“Varım, varım, varım,” diye haykırır Sylvia Plath, Sırça Fanus adlı romanında. Var oluşunu olumlamayı amaçlarken kendini her türlü öznellikten arındırmıştır. Bu olumlama girişimi bireyi özünden uzaklaştırarak var olduğu gerçekliğinin bilinmez dünyasına çeker. Proust’un “Ben sadece atan bir kalptim.” sözüne de aynı biçimde bilinmezlikle özdeşleşmeye yol açmasından dolayı karşı çıkılır. Bu örneklerde varoluşun kafesi hissedilmekle birlikte sevilir, hatta onunla bir olmak arzulanır. Varoluş güzel gözükür insan gözüne bir istiridye kabuğu gibi ta ki özü temsil eden inci açılana kadar kabuktan. Özünü gören insan kafes parmaklıklarının arasından dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışmayı bırakır ve kendine döner, kendini tanımaya ve meşe palamudu olmadan önce ne olduğunu hatırlamaya çalışır. Bunu yaptığında bir sihir olur adeta ve kendine bakan insanın kafesi, infaz edilen mahkumun asma ipinin kopması ve ölümden dönmesi gibi, görünmez oluverir. Kafes kalkar ortadan ve birey benliği ve özüyle özdeşleşir, şimdiye kadar kendi haricinde özdeşleşmeye çalıştığı onca şeyden sonra. Fakat insanın özünü bile terk etmeyecek bir gerçeklik çatışması vardır: Ölümün kafesi.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Sartre “İntihar dünyada var olmanın başka bir yoludur.” diyerek intiharı bir var olma aracı olarak görür. Oysa olumlanılması gerekilen şey özdür. Özsüz bir varoluş; kansız damarların, kalpsiz kanın işe yaramayacağı gibi işe yaramaz. Elde vardır fakat işlevsizdir, sadece vardır. Vücudunun objeleştirilmesini ölümle bir sayan Sylvia Plath, Lady Lazarus adlı şiirinde "Ölmek,/Her şey gibi, bir sanattır,/Bu konuda yoktur üstüme." diyerek yaşamı boyunca kapatıldığı cinsel kafesle her zaman zihninde olan ölüm kafesini birbirlerine benimsetmiştir. Asla bizi terk etmeyecek olan ölüm kafesi; bize bambaşka kafesleri anımsatır durur ve bireyin kurtuluşu gittikçe zorlaşır. İncisinin parantezlerinin arasından absürtçe parlayarak herkesin ağzını olası tüm eleştirel ve hayranlıkla dolu açılarda açık bırakmasına göz yumamaz sancılı. Gözlerini kapatıp üçüncü şahıs bakış açısıyla kendini düşündüğünde bilinmek için bekleyen bir öz değil, ağızsız ve gözsüz bir yüz görür; bu yüze hiçliğin bıçağını saplar. Gözlerini, ağzını baştan yaratmak yerine onu yok eder ve kanlarından alnına “ölümü seç” yazar. Öz, henüz çiçeklenmeden bulanmış ve kırmızıya boyanmıştır. Bütün seçim haklarının getirdiği bulantıya ölümü seçerek son verme çıkmazı, anlam arayışı labirentinin olasılıklarını ortadan kaldırmıştır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Camus’vari bir çıkar yol bulacak olursak: Varolduğunu ve bunun nedensizliğini bilmek yeterlidir. Varsın, varsın, varsın: varız ve neden varolduğumuzu bilmemiz imkansız. Varolmak için bir aracı aramaya gerek yoktur. Varoluşumuz zaten bu dünyaya getirebileceğimiz en büyük isyandır. İntihar halatının sıkıca çekildiği noktayı tetikleyen tüm etkenlere karşı basit ve bunaltıyı savururcasına ortaya absürtlüğün farkındalığı konularak varolma araçları kenara itilir, varoluşçuluğun halatları kopartılır. Biyolojik evrim teorisinin son aşamasının bilişsel karşılığıdır bu: Ayaklanılır, baş kaldırılır, bireysellikle bağımsızlık ve kurtuluş elde edilir. Hiçbir şeyin mükkemmel olmayışını ve absürt oluşunu kavrayan insana bir konfor hissi ve sorumlulukları üstlenmeyi sorun etmeme umursamazlığı dalgası vurur, bulantıdan çıkış yolu gözükür. Artık absürtlüğün baş kaldırısıyla var olan kişi özündeki parçaları birleştirerek büyük resmi görür, Stoacı bir tavırla kendisinin en iyi halini ortaya çıkartır. Bir anka kuşunun yeniden doğuşuymuşçasına kusursuzluk ve sorumsuzluk, kalıp yargı ve öz, özgürlük ve mahkumiyet diyalektikleri sentezlenip birbirine dolanarak özün bilgilerini dengeler. Umutsuzluğun küllerinden yeniden doğar birey. Sahip olabileceği tek kurtuluşla hala buradadır ve dünyaya karşı sahip olduğu bu yeni bakış açısı onu kurtarabilecek tek şeydir. Camus’un “Hayatın asıl anlamı seni kendini öldürmekten alıkoyan şeydir.” sözüyle bulur kendini. Böylelikle tutunur insan dünyanın onu sürüklediği uç noktaların arasındaki dengeye ve bu dengeyle özünü baştan bilir, baştan görür daha önce görmesini engelleyen onca perdenin arkasındakini. Kafesin örgüleri bir bir çözülür, arkasında korkuyla bekleyen o küçük çocuğa varılır eninde sonunda. İçindeki küçük çocuğu sanki sen değilmişsin de senin çocuğunmuş gibi bir şevkatle yaklaşarak baştan tanımaktır kafesten çıkış.</div></div></div></div>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-11251703730314796422023-06-11T16:15:00.008+03:002023-06-11T17:46:22.886+03:00Selim Karaot / Validebağ Fen Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 9 Türkiye Onuncusu<div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCIN4G_zAf-X0id8UYJK7TADUk-lYPlzamQ0sJQLdMFUEow5WCF1QeeXrUQUGJ3XWKMPnlwqkQutsKk8JJ6Nuq11LNIMj6evB8vX96oAXBDPemnr6KwpgsEmXM7UZGEm9_3iDDaZo9L9y_JfR3eVwyi9Dmy6tDRlWBK9QLGOHJ-zpCwIOeP9lZqKjHUg/s4618/IMG_20230413_153945.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCIN4G_zAf-X0id8UYJK7TADUk-lYPlzamQ0sJQLdMFUEow5WCF1QeeXrUQUGJ3XWKMPnlwqkQutsKk8JJ6Nuq11LNIMj6evB8vX96oAXBDPemnr6KwpgsEmXM7UZGEm9_3iDDaZo9L9y_JfR3eVwyi9Dmy6tDRlWBK9QLGOHJ-zpCwIOeP9lZqKjHUg/s320/IMG_20230413_153945.jpg" width="240" /></a></div><b>Final Yarışması Yazısı</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">"Hem herkes yalnızdır hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez – sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil, ancak o yolla mutlu olabildiği için. Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omzumuzdan alsın ve bizi fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir "iç" yaşam da yok ki başkalarıyla ilişkimizin ilk denemesi gibi olmasın" Maurice Merleau-Ponty, Algılanan Dünya, Metis Yay.</div><div class="separator" style="clear: both;"><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;"><b>İNSAN VE TOPLUM PSİKOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: KOLEKTİF DEĞERLER, BİREYCİLİK VE ÖDEV AHLAKI</b></div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Her şeye sıkı sıkı sarılırız, her şeye, zamana, yerlere, insanlara, şeylere sıkı sıkı yapışırız; her birimiz için bu önemlidir, önemli olacaktır; biz kendimizin ancak en küçük parçasıyız. Deyim yerindeyse, bütün dünyaya yayılırız ve bu geniş alanın tamamı konusunda hassaslaşırız… İnsanları kendilerinden bu kadar uzaklaştıran sizce doğa mıdır? Her birimiz savunmasız hücrelerimizin içinde esir gibiyiz. Kimse bizi buraya zorla koymadı; üstelik anahtarın içeride olduğunun da farkındayız. Bu anahtarı bulabilirsek kapıyı açabilecek ve özgürlüğümüze kavuşabileceğiz. Ama acaba bu anahtar nerede? Yerini bilip anahtarı bulsak ve kapıyı açsak bile dışarı çıksak nereye gideceğiz? Yazımın devamında toplum ve birey ilişkisinde kayda değer fikirlere sahip olan Rousseau, Hobbes ve Kant'ın fikirleri dahilinde bunları inceleyeceğim. Fakat öncelikle sizlerden bir ricam olacak.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">İnsanı matematiksel bir kesirin payı olarak düşünelim, payda kısmını da toplum. Yani insanın değeri, paydasına ve bütüne yani topluluğa -ters orantıyla- bağlıdır. Bu durumun dolayısıyla paydanın yani toplumun değeri arttıkça insanın değeri küçülmeye devam edecektir. İyi toplumcular ve kurumlar insanı doğa dışı hale getirmeye, bağımsızlığını bağımlılıkla takas etmeye, birimi grubun içine karıştırmaya en uygun olanlardır. Bunu yaparlar çünkü sosyal yaşamda doğal hislerinin bütünlüğünü ve üstünlüğünü koruyan birinin ne istediğini bilebileceğini bilirler. İnsanlar kendileriyle her zaman savaşır, arzularıyla görevleri arasında tereddüte düşer, ne tam olarak insan ne de tam olarak vatandaştırlar. Yani ne kendilerine ne de başkalarına faydaları dokunamaz. Bu anlatımdan çıkarılacak olan sonuçlar 1) insanın değerinin topluma verilen önemin arttıkça düştüğü ve 2) ‘’iyi görünümlü’’ kişilerin toplumun payında yer alan insanların bireysel değerini düşürmeye en yatkın kişiler olduklarıdır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Rousseau eserine ünlü cümlesiyle başlar: ‘’Failin elinden çıkarken her şey iyidir; her şey insanın elinde yozlaşır.’’ Bu ifade hem Rousseau’nun hem de yaşanılan dönemlerin belirgin özelliğidir. Aynı zamanda Rousseau bu ifadesinin ardından ‘’Doğal insan tamamıyla kendidir; yekpare bir birim, mutlak bir bütündür.’’ cümlesiyle baş döndürücü yüksekliklere tırmanır fakat doğal insanın tepeden tırnağa kolektif yani kendinde olduğu kadar başkalarında da olduğunu, birimden ibaret olmadığını tamamıyla unutur. Bence Rousseau böylece aldanır. Zira bu durumun yeni bir gelişim olduğuna inanır. Ama öyle değil; biz bunun ancak yakın zamanda bilincine vardık; o hep böyleydi ve başlangıcına ne kadar inersek o kadar ortaya çıkmaya devam edecek. Çünkü bu, Rousseau’nun da tasvir ettiği, Levy Bruhl’ün münasip bir biçimde gizemli katılış (zayıf bir zihin, sınır problemi kaynaklı yanılgıdan mı yoksa derin bir bilinç dışı algının dışavurumu ile ilgisi) dediği ilkel kolektif zihniyettir yalnızca. Bu bireyciliği baskılamaktır. Öyle ya da böyle yakın tarihli bir baskılama değildir bu, kolektifliğin ezici gücünün yeni bir anlamı ve farkındalığıdır. Haliyle bu güç kilisenin ve devletin kurumlarına da yansıtılır, sanki fırsat verildiğinde ahlaki emirlerden kaçmanın zaten yeterince yolu yokmuş gibi! Bu kurumlar kendilerine atfedilen her şeye kadirliğe asla sahip değildirler, her türlü yenilik yanlısı onlara bu nedenle zaman zaman saldırır; baskılama gücü her birimizde, bizim barbar kolektif zihniyetimizde bilinçdışı halde vardır. Kolektif psişe için, her bireysel gelişim toplumun gözünde nefret uyandırır, zira kolektifliğin amaçlarına doğrudan asla yaramaz. Nitekim söz ettiğim bireysel değerin gelişimi olmakla birlikte kolektif bakış açısı hala o kadar çok belirleyicidir ki gördüğümüz gibi bireyin payını zamanımızda bile iyice küçültmektedir.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Bu durum yüzyıllar boyunca sekülerizmden çok uzak olan ve tamamen kilisenin onlara dayattığı ilkelere uyarak Tanrı’nın yolunda iyiliğin ve cennetin ufkuna ulaşabileceklerini zanneden kişileri sertçe eleştiren rasyonalizmin ve bilimin izinde yürüyen pragmatist bilim adamları tarafından da düşüncelere geçmiştir. Kolektif değerlerde dinin yerine bilimin izinde yürümeyi amaç bilmiş insanlar yabancı ya da zahiri kimseler değillerdir. Onlar için sonuç ise hem uzmanlık alanlarında hem de kendini ayrıştıran ya da uzmanlık düzeyine gömülen her insanın psişesinde yoksullaşma ve kurumadır. Bilim insan hayatı için değerini kanıtlamalıdır; sahip olması yetmez, hizmetkar da olmalıdır. Böyle hizmet ederse kendini iki paralık etmiş olmayacaktır. Bilim, psişenin ayrılıkları ve huzursuzlukları karşısında bize içgörü vermesine, böylelikle özünde bulunan entelektüel maharetlerine derin saygı duymamızı hak etmiş olmasına rağmen bilime mutluluk hedefi yüklemek yine de ciddi bir hata olur, onu basit bir alet haline getirerek acizleştirir. ‘’İdealizmin evrenselliğini sınır kabul etmek ve daha dolu dolu bir hayat yaşamak için…’’ iddialarını göz önünde bulundurursak idrakin tek başına kapsayabildiğinden daha büyük psikolojik bir evrensellik garantisi verebilen bir ‘’ruh rektörü’’ aramak zorunda kalırız. (İsmini benim koymuş olduğum ‘’ruh rektörü’’ ifadesi, insanın somut veya soyut yaşantısında engellerle karşılaştığında kedine rehber olarak atamış olduğu ve belli miktarda bilince sahip olan spiritüel düşünceye denir.) Mesela Faust, ‘’Hissetmek her şeydir’’ diye feryat ettiğinde, sadece idrakin antitezini ifade eder, yani bu durumda kendisi sadece öbür uca yani bireyciliğin değerlerine gitmiş olur; dışadönük ve içedönük hissetmenin daha yüksek bir ilkede birleştiği psişeyi ifade etmeyi beceremez. Bu daha yüksek olan psişe, daha önce belirttiğim gibi, ya pratik bir hedef ya da kolektif değerleri içerir. Bütünlüğün hedefine ne bizatihi amaç olan bilimle ne de iç veya dış düşünmenin basiret gücünden yoksun olan hissetmeyle ulaşılabilir. İkisi de birbirine yardım etmelidir, yani kolektif değerler ve bireyci değerler arasında bir köprü kurulmalıdır.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Maurice’in ifadeleri bana Hobbes’un toplum ve insan ilişkisine dair kurduğu şu ifadeyi anımsattı: </div><div class="separator" style="clear: both;">[Homo homini lupus, bütün hali Homo homini lupus est, "Bir insan başka bir insanın kurdudur." veya daha öz ifadeyle "İnsan, insanın kurdudur." anlamına gelen Latince bir atasözüdür. İnsanların fıtrat bakımından bir kurda benzer şekilde davrandıkları bilinen durumlara atıfta bulunurken anlam kazanır. Burada kurdun yırtıcı, zalim, insanlık dışı, kısacası medeniyetten uzak bir hayvana benzeyen niteliklere sahip olduğu ön kabulüylen hareket edilir. ]</div><div class="separator" style="clear: both;">Bu ifadeden çıkartmamız gerekenler şunlardır: </div><div class="separator" style="clear: both;">1. Maurice’in de ifade etmiş olduğu gibi herkes değerler probleminde kurtlar gibi yalnızdır fakat bir popülasyona sahip toplu yaşamdan vazgeçemezler.</div><div class="separator" style="clear: both;">2. İnsanların da kurtlara benzer şekilde doğal toplu yaşamı sırf kendilerine yarar sağlandığı için değil, doğalarıyla uyumlu olanın bu olduğu ve o yolla mutlu olabildikleri için bu tarz bir yaşamı tercih ettikleridir.</div><div class="separator" style="clear: both;">Maurice’in ifadelerine tekrardan dönecek olursak: hiçbir toplu yaşam tamamen her bireyin bireyselliğine uygun şekilde seyir etmez, edemez. Her bir birey sağlıklı bir biçimde farklı alanlarda fikir sahibi olmalı ve kendi alanlarında ayaklar üstünde durabilmelidir. Bu demek değildir ki: Her insan sadece kendi fikirlerini savunmalı ve kolektif değerleri reddetmelidir. Bu düşünce yanlıştır çünkü daha önce de belirttiğim üzere, toplumsal yaşamda hem kolektif hem de bireysel değerlerin varlığı arasındaki köprü ile ulaşım sağlanır. En basit ve kur mantıkla düşünecek olursak: Her bireyin kendi bireysel değerlerini tamamen toplumun önüne koyduğu bir yaşantı, fazlasıyla yıkıcı olurdu. Buna benzer şekilde herkesin kolektif değerlere TAMAMEN uyum sağlamaya çalıştığı bir toplumsal yaşantı, hiçbir şekilde gelişmeye devam edemezdi. Her birimizin iç dünyaları benzer şekilde işleseydi, hayat tekdüze bir yaşantıya dönerdi. Çünkü yenilikler her zaman ‘’çölde haykıran ses’’lerden, yani farklılıkların tolere edilmesinden doğar, çoğu vakitte de iyilik için kullanılmıştır. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">XV.-XVI. yüzyıl tarihlerinde yaşamış olan Martin Luther’in (Alman keşiş, teolog, üniversite profesörü, Protestanlığın babası ve Lüterciliği yaratan, geliştiren ve yayan kişi.) özgün ve yenilikçi değerleri, Almanya’daki ortodoks kilise baskısına rağmen Kutsal Kitap’ın Almancaya tercüme edilmesinde rol oynamış, kiliseye karşı çıkarak Kutsal Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde 1618’den 1648 yılına kadar sürmüş olan Otuz Yıl Savaşları’nın başlamasına dair sebeplerin başında gelmiştir. Savaşın 1635’e kadarki ilk kısmı, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Alman prenslerin ve dış güçlerin destekleyici bir rol oynadığı iç savaşlardan bir tanesiydi. İkinci safhada ise İmparatorluk, İsveç ve Fransa’nın İspanya ile müttefik olan İmparator III: Ferdinand’ın arasındaki daha büyük bir savaşa dönüştü. Savaş, hükümleri Bavyera ve Saksonya gibi devletlere imparatorluk içinde daha fazla özerklik ve Hollanda’nın bağımsızlığının İspanya tarafından kabul edilmesini sağlayan 1648 yılındaki Vestfalya Barış Antlaşması ile bitti. Savaş sonucunda, Habsburglar Fransa karşısında zayıflarken Avrupa güç dengesini değiştirdi ve XIV. Louis’in ölümüne yol açtı. Bu örnek üzerinden şu sorularda incelemeler yapmak istiyorum: </div><div class="separator" style="clear: both;">1. Martin Luther zaten herkesin kabul etmiş olduğu belirlenmiş değerlerin bütününü oluşturan bu gücü neden yıkmak istedi? </div><div class="separator" style="clear: both;">2. Martin Luther bunu sadece kendi yararı doğrultusunda mı düşündü yoksa toplumun üzerinde yaratabileceği değişken gücü de hissetti mi?</div><div class="separator" style="clear: both;">İlk sorunun cevabı basit: Ödeve uyması gerektiği için (Kant’ın ödev ahlakı). O çağda yaşayan biri olaraktan, Luther’in yerine kendimizi koyduğumuzda toplum için ayaklanmak hiç de fena olmazdı. Çünkü çürümeye başlamış bir diş olan kolektif değerlerin altında bireysel değerlerin ümidini bünyesinde barındıran yepyeni bir diş vardı. Kolektif değerler artık kolektiflikten çıkmış ve topluma delicesine zarar veriyor, Almanya’yı, gelişme ve yenilenme bakımından Aydınlanma Çağı ve Coğrafi Keşifler gibi yenilikçi ilerlemeler ile hız kazanmış olan Avrupalı devletlerin fazlasıyla gerisinde bırakıyordu. Bu sorun Luther’i ve dolayısıyla arkasında duran Alman halkını bu ideayı hızla mantıklı bulmaya itmiş demektir.</div><div class="separator" style="clear: both;">İkinci sorunun cevabı: Burada gerçekleştirilmiş olan hareket yerine sonuçlarını göz önünde bulundurarak analiz yapmak istiyorum. Bizim şu anda bu yaşanmışlığı incelediğimizde gözümüze en parlak şekilde yansıyan şey kolektif değerlerde meydana getirilmiş olan değişiklik olduğuna göre: Luther’in bunu kendine özgü değerlerini tek başına dayatmaya çalışması değil, halkta gördüğü arz ve istekler doğrultusunda kendileri oluşturdukları yepyeni kolektif değerler ve kendisinin bireysel değerleri arasında kurulan köprü yolu ile gerçekleştirmiş olduğunu söyleyebiliriz.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Felsefenin temel problemlerinden olan ''Değerler Problemine'' bir profil oluşturmak istiyorum. Bu profilin sahibi ''bireyciler'' diye düşünelim. Bireysel değerlerini kolektif değerler ile başarılı şekilde birleştirmiş kişiler için ‘’bireyciler’’ ifadesini kullanaraktan: Bireyciler için kendi eylemlerinin fırsatçılığına güvenmek çok önemlidir. Ve tam da bu nedenle, her zaman her şey hakkında doğru bir şekilde bilgilendirilmelidirler. Tarih boyunca birçok imparatorluk bile kendilerine karşı neler planlandığından veya dış dünyada neler yaşandığından haberdar olabilmek için farklı topraklara elçilikler kurmuşlardır. Örneğin: 1798’de Fransa’nın Osmanlı toprakları olan Mısır’ı işgal etmesi sonucunda Osmanlı’nın denge politikasına başlaması, kısa sürede Avrupalı devletlerden sürekli olarak haberdar olma gereksinimini elzem hale getirmiştir. Dolayısıyla kritik durumlarda bireyciler, genellikle aktivitelerini ve eylemlerini zamanında tam olarak koordine eder: genellikle ilk darbeyi indirmeye çalışır, ayrıca bu darbe tamamen beklenmedik ve saldırı gücüyle baş döndürücü olmalıdır: çünkü riske çok fazla şey konmuştur ve kolektifin yararı da ön plandadır. Kendinizi bu kişilerin yerine koyduğunuzda şunu kısa sürede fark edeceksiniz: Bireyciler yaşamdaki kişilerin bilgilerini ve planlarını bilmeye ihtiyaç duyarlar. Ve tam da bu nedenle sakin ve ketum görünümlü kişiler kolektif değerler için savaşmaktan acizdir. Kim halkı endişelendiren şeylere karışmaz: yoksa nasıl ilerleyebileceklerini zaten biliyorlar mı? Belki de halkın ulaşmaya çalıştığı şeyi zaten elde etmiş ve bu yüzden sakin ve emindirler? En yüksek ihtimalle dışarıdan bireysel bir çıkarın güdüldüğünü düşündürtür. Bu yüzden bireyciler ve benciller asla anlaşamazlar. Kendi değerlerini toplum ile bütünleştirmeyi başarmış olan ve iyilik yolunda ayağa kalkan bireyciler, tarih boyunca önemli olayın pasif bir gözlemcisi olmamıştır, hatta ve hatta kendileri sebep olmuşlardır. Günümüzde bireyciler: gazeteci, uluslararası eleştirmen veya haber programlarında ve siyasi televizyon kanallarında konuşmacı olarak çalışıyor bile olsalar, sanki kendi aydınlattıkları bir soru etrafında belirli bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyormuş gibi, materyalleri sunarlar ve önderlik ederler. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">(Merleau-Ponty, akılcılığın hegemonyasına karşı "insan deneyiminin bütün öğelerine", özellikle de hep yanıltıcı ve ikincil sayılagelmiş "algı"ya, duyularımıza, vücudumuza hakkını vermeye çalışan bir filozof.) Bizi yazının başından beri toplum felsefesi ve ahlak felsefesinin en derin noktalarına ve temel problemlerine sürüklemiş olan bu filozofun yukarıdaki ifadesinde katılmadığım bir nokta var: bana göre her çağın görevleri farklıdır, şayet geriye dönüp bakarsak neyin olması gerektiğini ya da gerekmediğini kesinlikle fark edebiliriz. Bu nedenle Kant’ın ödev ahlakından da yola çıkaraktan ifadede bahsedilen ‘’…ancak o yolla mutlu olabildiği için.’’ ifadesine katılmıyorum. İnsan çürümüş kolektif değerlere karşı gösterdiği dirençte bireysel mutluluğundan değil, ödev ahlakından yararlanmalı. Böylece sadece kendi mutluluğu yani kendi bireysel değerlerine uygun şekilde değil, kolektife göre de hareket etmiş olur. Mevcut zaman ile birlikte geçmişte de, fikirler zıtlığı tolerans gösterilmediği sürece hep öfke saçar, zira ‘’Savaş her şeyin babasıdır’’ ve sonuca sadece tarih karar verir. Gerçeklik görecelidir, ebedi değildir, yerine başkası getirilebilecek bir programdır. Gerçeklik ne kadar ‘’ebedi’’ ise o kadar ölü ve değersizdir; kendisi apaçık olduğu için, bize daha fazla bir şey söyleyemez. Örneğin Freud’unki gibi içgüdü üzerine kurulan bir psikoloji doğası gereği Ben’i yok saymalıdır; çünkü Ben, varlığını bireysel farklılaşmaya borçludur, yalıtılmış karakteri onu genel biyolojik fenomenler dünyasından ayırır. Biyolojik içgüdüsel süreçler kişiliğin oluşmasına katkıda bulunmakla birlikte yine de bireysellik kolektif içgüdülerden temelde farklıdır; hatta, aslında bunların tam karşısındadır, tıpkı bireyin kişilik olarak kolektiflikten her zaman farklı olması gibi. Bireyin özü tam da bu farka dayanır. Her Ben psikolojisi, oluşumunda içgüdü-psikolojisi için gereken kolektif öğeyi dışlamalı, görmezden gelmelidir, çünkü bu, Benin kolektif dürtülerden farklılaştığı süreci tanımlar. Bu sürecin devamında da kolektif değerlerden bağımsız şekilde oluşturulmuş Benlik psikolojisi, kolektif değerler ile sağlıklı bir biçimde birleşerekten yol tamamlanmalıdır. </div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Maurice’in ‘’değerler problemine’’ tek çözüm toplumdan uzaklaşarak ahlakı ve erdemleri en derinden sökmek değildir. Çünkü bu strateji, Maurice’in kendi paradigmasında da bahsettiği gibi, insanın kendine özel yenilikçi fikirleri ve toplumun değerleri ile arasında kurduğu köprünün temelden çatlayarak yıkılmasını sağlar. Yapılması gereken çözüm insanların birbirine her daim saygı duyaraktan kimseyi değerleri yüzünden tolumun dışına çıkarmamaya, uyumsuz ise bile tolerans gösterilmesiyle mümkün olacaktır. Tarih boyunca birçok insan bahsettiğim örneklerdeki gibi ‘’çölde haykıran bir sesi’’ toplumsal bir değişime götürmeyi başarmıştır. Bizim yurdun her köşesinde, toplumun içinde, üstünde veya altında göremediğimiz, hissedemediğimiz, duyumsayamadığımız veya hiçbir şekilde sezemediğimiz birinin ayaklanmasına muhtaç olan pek çok insan yaşamaktadır. Sevapvari ‘’biz’’ ve günahvari ‘’onlar’’ kelimeleri, toplumdaki insanları birbirinden farklı kılan, bizi onlardan farklı olmaya ve bir tarafın diğerinden üstün olmasına davet eden bu sözcükler kullanılmamalı ve toplumsal iletişim kuvvetlendirilmelidir. Maurice’in ifadeleri bizi şimdiki zamanda bile toplumsal yaşamdan bağımsız hale gelmeden fikirlerimizi özgürce belirtebilmeye ve insanlar ile uyum içerisinde yaşamaya çağırır. Biz, düşünebilen ve fikir sahibi olan toplumlar kendi aralarında hoşgörüyü daha üst cephelerde benimsemeli ve insanların kendi değer ve düşüncelerini özgür şekilde belirtmelerine zemin hazırlayabilmelidir. Saygı duyarak, başkalarını anlayarak, özneden nesneye yönelen bir empati kurarak ve insanlıktan umudumuzu kesmeden kenetlenebilmeli ve kolektif değerleri bu şekilde doğru ve sağlam hallere getirebilmeliyiz.</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Kutsal Şefkat, bilen ve uyanık özün doğrudan algılanmasıdır. Öz, gerçekliği bizim duyularımız, organizmamız ve değerlerimiz yoluyla yaşar. Bu açıdan bakılırsa insanoğlu İlahi bir farkındalığın duyu uzvu gibidir. Evren bizim vasıtamız ile kendini bilir. Anda ve doğamızın içinde yaşadığımız ve zihinlerimiz berrak olduğu vakit, özün parlak ve muazzam zekasına tanıklık ederiz. Zihnin bu şekilde berraklaşması ile benlik ve zihinsel sınıflar da genişlemeye başlar. Gerçek birliktir, gerçeklik de görecelidir, fakat asla yalnızca size ait değillerdir. Kimlik kaynağımız ve doğru yolumuz içn toplumdan uzaklaşmak zorunda değiliz. Kendimizi oluşması her an sürmekte olan evren ile bir hissederiz; o aynı zamanda içimizdedir. Her şey bizi değiştirmektedir ve takıldığımız hiçbir ideaya bağlı kalmak zorunda değildir. Her şey derin bir sakinlik içinde var olmakta ve sonra yok olmaktadır. Bu bağlanmama hali, toplum ve kendimiz de dahil tüm canlılar için engin bir şefkat beslememizi sağlar. Her şeyin geçici doğasını görürsek şefkatli ve affedici olmak kolaydır. ''Her şeyi anlamak demek her şeyi affetmek demektir.''</div><div class="separator" style="clear: both;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both;">Her bir birey, yaratıcı fedakarlığın ışığında mı yoksa yıkıcı bencilliğin karanlığında mı yürüyeceğine karar vermelidir.</div><div class="separator" style="clear: both;">MARTIN LUTHER KING</div></div><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiyLUAGHMC29s2oU56s6Y21YaSU9z6AIydBmphm8Vu4OiE5r9R5_BfB-Ctv6Ni6_0pjYklXACaaZhDdKADgB7RQy9QU-WFFuO5efyGzVUuok6zB62Zncylz4W8F4WUw9Z0CM8tl7Qgs3ZdRJFhUF9wb4EeOv7JpI-w1eQwdA6MtNPRryOLJ2TfO5l14EA/s4618/IMG_20230531_070903.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiyLUAGHMC29s2oU56s6Y21YaSU9z6AIydBmphm8Vu4OiE5r9R5_BfB-Ctv6Ni6_0pjYklXACaaZhDdKADgB7RQy9QU-WFFuO5efyGzVUuok6zB62Zncylz4W8F4WUw9Z0CM8tl7Qgs3ZdRJFhUF9wb4EeOv7JpI-w1eQwdA6MtNPRryOLJ2TfO5l14EA/s320/IMG_20230531_070903.jpg" width="240" /></a></div><b>2. Adım Yazısı </b><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">"Mantık, doğaya karşı hiçbir şeye zorlamadığından, bunun sonucu olarak, herkesi kendini sevmeye, kendi yararını, kendi gerçek yararını gözetmeye, insanı gerçekten daha büyük bir kusursuzluğa götüren her şeye iştah duymaya, herkesi mutlak olarak, elinden geldiğince kendi varlığını korumak için çaba harcamaya zorlar. (…) Demek ki, hiçbir şey insana insan kadar yararlı değildir; bu yüzden, insanların bunu korumak için isteyebilecekleri en etkin şey şudur: Tüm insanların tüm nesnelerde bir araya gelmeleri, tüm insanların, tümünün zihinleriyle bedenleri neredeyse tek bir zihin, tek bir beden oluşturacak biçimde bir araya gelmeleri, varlıklarını korumak için çaba harcamaları ve tümünün birlikte kendileri için ortak yararı istemeleri. Bütün bunlardan çıkan sonuç, kendilerini usla yöneten insanların, yani usun yönetiminde kendi yararlarını gözeten insanların, başka insanların istemedikleri hiçbir şeye kendileri için iştah duymamaları, böylece, haksever, sadık, dürüst olmalarıdır." B. Spinoza, Etika</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><b>ETİK VE SİYASET FELSEFESİNE YAKINDAN İNCELEME: TRAJEDİNİN YÜZLERİ</b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Bilgiye yeni bir katkıda bulunan hiçbir yazı tamamıyla anlaşılma ayrıcalığından yararlanmaz. Yeni felsefi içgörülerin ilerleme kaydetmesi belki hepsinin en zor olanıdır. Tecrübeye dayanan psikoloji her zaman kişisel ve mahrem meselelere değinir, dolayısıyla, insan psişesinde çelişkiliği ve açıklığa kavuşturulmamış her şeyi uyandırır. Benim az sonra bu konuda yapacağım yorumlar gibi, görüşlerin, önyargıların ve duyarlılıkların kaosuna dalınırsa bireysel psişik arketiplerin, eğilimlerin, görüşlerin çeşitliliğinin derin ve kalıcı izlenimi edinilir; öte yandan, bakış açılarının kaotik çeşitliliğine bir tür düzen getirme ihtiyacı da giderek hissedilir. Bu ihtiyaç, açıklaması çok spesifik olmayan, eleştirel yönelim, genel ilkeler ve kıstaslar gerektirir, bunlar ampirik materyalin ayaklanmasında sınır işareti hizmeti görebilir. Yazımın devamında bu ihtiyacın toplum ve birey üstünde şekillenişini ele alacağım.</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Fıtratımız gereği doğa, ahlaki yaratılışımız gereği takip etmemiz gereken yolu bize gösterir. Alt örgütler (bireyler) temel kuvvetlerin mücadelesi azalmadan önce fiziksel insanın soylu oluşumuna ulaşamaz. Çünkü insanın hayatının sonuna kadar deneyimleyecek olduğu ruhtaki sıcak ve soğuk savaşı -sıcaklığı ısıtmaz bunun yerine yakar ve soğukluğu soğutmaz bunun yerine donar- asla son bulmaz. Keza etik insanda ideaların mücadelesi, kör içgüdülerin çekişmesi önce giderilmeli, sonra da biz insanın farklılığını destekleme cüreti gösteremeden önce onun içindeki ilkel antagonizme son vermelidir. Başka bir yanda, karakterin bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır, biz onun içindeki çeşitliliği idealin birliğine tabi kılmadan önce yabancı despotik formlara biat, özgürlüğe kapı açmıştır. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Spinoza’nın bu konuda gösterdiği fikirler, Hobbes’un düşüncelerini bize anımsatmaktadır. Hobbes, toplumun oluşma felsefesini “İnsan insanın kurdudur.” düşüncesiyle ortaya koymuştur. Herkesin herkesle savaşma durumu bireye fayda sağlamaz çünkü özgürlük bireyin kendisini güvende hissedebiliyor olmasıdır. Bu sebeple de kanunların varlığı aslında özgürlüğü kısıtlamayarak destekler bir pozisyonda yer alır. Ayrıca bireyin güvensiz hissetmesi bir süre sonra şahsi menfaatlerine de engel teşkil etmeye başlar. Bireyler bu durumda olmak istemez, bu nedenle de varlığını devam ettirme ve kendini sevme içgüdüsü baş gösterir. Bahsedilen süreç, bireyin kendinden üst bir güç olan devletten, toplum sözleşmesi ile güvenli bir teslimiyeti masaya getirir. Spinoza’nın sözlerinde de görebileceğimiz üzere bireylerin bu işe yönelik yüksek talebi; tüm insanların, tüm bedenlerin, tüm zihinlerin ve tüm nesnelerin bir araya gelerek tek bir ruhu oluşturur ve bu ruh devletin oluşmasındaki en önemli yapıtaşı hâline gelir. Sonuç olarak devlet oluştu ve Spinoza’nın bahsettiği gibi halktan gelen “yöneticilerin aklıselim olması” beklentisini doğurur. Şimdiyse bahsedilen durum nasıl seyretmekte, bunu inceleyelim. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Yaratılan fikirlerin ve ideaların aksine, hiçbir şey yaşanmamış gibi bu fikirler “uygar insanın” hedeflerine ulaşmasını engellediği için çağımızda ihmal edildi, bastırıldı. Ama bunlar tek taraflı ilgileri içerir ve insanın bireyliğinin mükemmelliğiyle hiç de eşanlamlı değildir. Demek istediğim yaşadığımız zamanda devletin ve kültürün amacı insanın bireyliğinin mükemmelleşmesi idealiyle örtüşmediği sürece bu işlevler küçümsenmeye ve bir ölçüde bastırılmaya maruz kalmıştır. Bastırılmış işlevlerin bilinçli kabulü iç savaşa eşdeğerdir; daha önce baskı altında tutulan zıtlar serbest bırakılır ve “karakterin bağımsızlığı” bir an önce yok edilir. Bu bağımsızlığa ancak bu çekişmenin çözümüyle ulaşılabilir, bu da zıt kuvvetlerin üzerinde despotik otorite olmaksızın imkansız gibi gelir. Özgürlük konusunda bu yolla anlaşmaya varılır ve ahlaken özgür bir kişiliğin inşası bu olmaksızın aynı derecede imkansızdır. Özgürlük korunursa kişi içgüdülerin çekişmesine teslim edilir. Hayattan örnek verecek olursak: Toplumsal düzeyde halkın faydası için yapılan girişimlere karşı, düşmanlığını her zaman ilan eden özgürlükten korkan insanlar bir yerde kendilerini rahat bir köleliğin kollarına bırakacaklar, başka bir yerde, ukala hükümetin umutsuzluğa yönlendirmesiyle, doğal durumun vahşi sefahatine kapılacaklar. İnsanların yaptığı her işin büyük hükümdarı olan “basiretsiz kuvvet”, ilkelerin yakandan çekişmesi sona erinceye kadar, insan doğasının güçsüzlüğü gasp edilecek, haysiyeti ezilecektir. Bu örnekten yola çıkarak toplumsal durumlarda rol almaktan korkan insanların edilgenlikleri, hem kendileri hem de haklarına girdikleri masum insanlar için bir yaptırıma dönüşür. Spinoza’ya katılıyorum, insanlar idealize toplumu yaşatabilmek için tek bir beden olabilmeliler. Bu nedenle edilgen olmaktan uzak durulmalı, herkes kendi hakkını yeri geldiğinde savunabilmelidir. Bunun gerçekleşmesi için de her bir bireyin iyi bir eğitimden geçmiş olması gerekir. Yani devlet bu durumdan bağımsız değildir. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Mesela Fransa’da çağdaş devrim, kanlı arka plana rağmen bu ifadelerime hayat verdi: Hızla yükselen idealizm; felsefe ve akla yol açtı, kanlı bir kaos sonlandı ve Napolyon’un despotik dehasına kaynak haline geldi. Zira zincirlenmemiş hayvanın gücü karşısında Akıl tanrıçası kuvveti yetersiz kalabileceği anlaşıldı. O dönem çağ aydınlanmış, yani pratik ilkeler düzeltilsin diye yeterli bilgi keşfedilmiş, herkese yayılmıştır. Özgür araştırma ruhu; hakikate yaklaşmayı uzun zaman engelleyen yanılsamaları dağıtmış, fanatizmin ve sahtekarlığın üzerinde kurduğu tahtın temellerini sarsmıştır. Bu nedenle çok uluslu yapılar sarsılmış, uzun yıllar boyunca da azınlıkların isyanlarıyla baş etmek zorunda kalmıştır. Bu durum da bize insanların etken davranışlarda bulunmasının çok büyük çağdaş etkilere yol açabileceğini kanıtlar niteliktedir. Zira birlikten kuvvet doğar. Bu durumdan yola çıkarak: Fransız İhtilali’nin meyvelerinin hem siyasal hakları aynı genel düzeye çıkarma ya da indirme, hem de daha büyük umutla, dış düzenleme ve eşitlikçi reformlarla mutsuzluğu topyekun ortadan kaldırma amacı güden geniş bir sosyal harekete dönüştüğünün görüldüğü çağımızda, bir ulusu oluşturan öğelerin hiç eşit olmadığından bahsetmek aslında boşuna külfettir. Herkesin yasa önünde eşit olması, siyasette herkesin oy kullanması, kişinin miras aldığı toplumsal konum ve ayrıcalıkla kardeşlerinden haksız menfaat sağlamaması elbette iyi olmakla birlikte, eşitlik idealinin hayatın başka alanlarına yayılması bariz şekilde daha az iyidir. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Hayatın tekdüze ve gündelik şekilde işlemesinin kendisine yarar sağlayacağına inanan kişiler için; ya basiretleri çok bulanık ya da topluma çok sisli bir mesafeden bakıyorlar. Böyle bir insan, gelir ya da fırsat eşitliğinin herkes için yaklaşık aynı değeri taşıdığını da tasavvur ederse hezeyanda baya ilerlemiş demektir. Sizce eğer yasalarımız koruyucu olsaydı, en büyük fırsatların DIŞARIDA değil, İÇERİDE yattığı bütün bu insanlar için ne yapardı? Adil olsaydı birine diğerinden en az iki kat fazla para vermesi gerekirdi, çünkü biri için çok fazla olan diğeri için çok az anlamı taşıyabilirdi. Toplumsal yasamanın olması gereken ideal şekli -bizim nüfuzunu oluşturduğumuz yasamanın aksine- her daim adil olmasıdır. İşin trajedik yüzü ise şu ana kadar hiçbir toplumsal yasamanın; insanlar arasındaki psikolojik farkların, insan toplumunun en hayati enerjisini üreten bu en gerekli etkenin üstesinden hiç gelememiş olmasıdır. Hatta deneyimlerimize göre bunu koordinat sisteminin negatif tarafına taşımayı başarmış olanlar bile pek yabancı ve uzak kimseler değillerdir. Bu yüzden, insanların heterojenliğinden söz edecek olursak, şu an yaşadığımız toplumsal yasama, topluma faydalı hiçbir amaca yaramaz ve tamamen bireysel faydaya yönelik bir kavrama tanımlanmış bir haldedir. İnsanların farklılığı mutluluk için o kadar farklı talepler doğurur ki, ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir yasa onları şöyle böyle değil, asla karşılayamayacaktır. Hayatın görünüşte hiçbir biçiminin, her ne kadar eşit ve adil görünse bile şu ya da bu insan tipi için adaletsizlik içermeyeceği düşünülemez. Buna rağmen her tür aydın ve coşkun kimselerin tekdüze dış koşulları bulmak için yoğun emek harcaması ve bu dış koşulların herkes için daha büyük mutluluk fırsatlarını beraberinde getireceğini düşünmeleri, dış dünyanın özellikle yönlendirdiği genel hayat tutumuyla da bağlantılı gibi geliyor bana. Çünkü bu insanlar yok değiller. Ama durumun ciddiyetini siz de fark etmişsinizdir, ben size mükemmel olmasa bile en iyi olanı tasvir ettim; bizler ise bu tasvire yakın olmayı bırakın, üstüne bir de en olumsuzlarından birini tarihe yaşatmaktayız. Şu an her birimize gerçek dışı bir şaka gibi gelen o durumlar, gelecek nesiller için dalalet teşkilinden başka bir şey değildir. Sanatların geliştiği ve zevkin hüküm sürdüğü tarihin hemen her çağında insanlığın gerileme durumunu deneyimlemesi ve insanlık arasında genişçe yayılan estetik kültürüm siyasal özgürlük ve sivil erdemle, güzel tavırların etikle ya da cilalı davranışların gerçeklikle el ele gittiği tek bir örneğin ortaya çıkmıyor olması bizi düşündürmelidir. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Spinoza’nın dediklerine dönecek olursak insana hiçbir şey, insan kadar faydalı değildir.</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">“Vatandaş ancak bir kesrin payıdır, değeri paydasına bağlıdır. İyi toplumsal kurumlar insanı doğa dışı hale getirmeye, bağımsızlığını bağımlılıkla takas etmeye, birim grubun içine karıştırmaya en uygun olanlardır. Sosyal hayatta doğal hislerinin üstünlüğünü koruyan biri ne istediğini bilmez. Kendisiyle her zaman savaşır, arzularıyla, tutkularıyla, şehvetleriyle görevleri arasında tereddüt eder. Ne insan olabilir, ne vatandaş olabilir. Bu insanların ne kendilerine ne de başkalarına faydası vardır.”</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Şanssızlık o ki uygar bir durumun aynı anda doğal bir durum olduğu, doğanın yasalarıyla ulusların yasalarının ahenk içinde kaldığı bir durum asla olmadı. Böyle bir uyumun mümkün oluşu tasvir edilirse iki durumun da ideale ulaşamadığı, idealin çok altında kaldığı bir uzlaşma olarak tasavvur edilebilir. Her kim ideallerin birine ya da öbürüne ulaşmayı arzu ederse Rousseau’nun ifadesiyle yetinecektir: “İnsan ya da vatandaş yaratma arasında seçim yapmalısınız, ikisini aynı anda yaratamazsınız.” Şu ihtiyaçların ikisi de içimizdedir: doğa ve kültür. Sadece kendimiz olamayız, başkalarıyla ilgimiz de olmalıdır. Dolayısıyla, sırf akli uzlaşma olmayan bir yol bulunmalıdır; yaşayan varlığa tamamıyla uygun bir durum ya da süreç, peygamberin dediği gibi “yürüyenlerin bön kişiler de olsa yoldan sapmayacakları bir anayol ve kutsal yol” olmalıdır. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Günümüzü düşünün: Hangi halk, onları usla yöneten insanların samimiyetine tamamen güvenebiliyor? Veya sizler sizi “usla yönetenlerin”(!) samimiyetine gerçekten inanıp sırtınızı yaslayabiliyor musunuz? “Bunu sözde yapabilen” o kişiler, ya düşünce sürecinde eksiktir ya da şahsi emelleriyle memleketi işgal ediyor durumdadır. Savunma ve suskunluk dönemlerinin birbirini izlediği ani patlamalar bu kişiliğe o kadar tuhaf bir görüntü verir ki böyle kimseler yakınlarındaki herkes için muamma haline gelir. Kendi emellerine gömüldüklerinden, ne zaman düşünme ve hızlı eylem gerekse şaşırıp kalırlar. Her türlü işte, hatta toplumsal durumlarda bile yasama ve yargı işlevlerini yok sayarak her türlü hile ve hurdaya başvurabilirler. Bu durumun varlığı ve bu tür insanların da bir şeyleri etkileyebildiği göz önünde bulundurulursa, bunlar insanın ahlaki açıdan gelişmesi zorunlu bir varlık olduğuna kanıt olarak sunulabilir. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Etik açıdan bir insanı üst düzey yapan şart: Empati.</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Empatinin bireysel güven tutumuna ya da nesneye güvene dayandığı gerçekten doğrudur. Empati; nesneyle yarı yolda buluşmaya hazır olma, özne ve nesne arasında iyi bir anlayışa neden olan öznel özümseme demektir. Empati nesnenin adeta boş olduğunu varsayar, ona hayat doldurmak ister. Öte yandan, soyutlama diye bir kavram da vardır. Soyutlama nesnenin canlı ve aktif olduğunu varsayarak etkisinden uzak durmak ister. Soyutlayan tutum merkezidir, yani içe döndürür. ‘Toplumsal olaylarda edilgen pozisyonda olmayı tercih eden insanlar, kendilerini soyutlamışlar demektir.’ Soyutlama gibi empati de bilinçli bir edim olduğu ve bilinçdışı yansıtma soyutlamadan önce geldiği için, bilinçdışı edim empatiden önce mi gelir, sorgulayabiliriz. Empati kuran özne kendi hayatını nesnesinde hissetmek ister; bu nedenle, nesnenin bağımsızlığı ve nesneyle özne arasındaki fark çok büyük olmamalıdır. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Soyutlayan tutumuyla insan, kendini son derece canlı dünyasında bulur, bu dünyaya boyun eğmek ve kontrol altına alınmak ister. Yani nesneye karşı öznel değerini yüceltmek amacıyla hesaplanmış bir koruyucu formül arayışına girer. Empatik tutumlu insan ise, tam tersine, hayat ve can vermesi için öznel hissiyata ihtiyaç duyan dünyada bulur kendini. Güven içinde bu dünyaya çiçek açtırır, ona bir soluk getirir. Bu durumda soyutlayan tutum şeytanlığın önünde güvensizce geri çekilir, soyutlamalardan oluşan koruyucu bir karşı dünya oluşturur. Bu yüzden hayatın süregelen kısmında hep empatik tarafta yer almaya çalışın, zira soyutlama sadece kendini kandırmaktır. </div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Sizler, zıtlara kayıtsız kalmayın, cesaretinizde sebat edin. Yüreğinin eğilimiyle her an empati yapabilmek, hem bu dünyada hem de ölümden sonra sonsuz mutluluğu teşkil eder. Ölürken olduğu gibi yaşıyorken de, talihsizken olduğunuz kadar talihliyken de, sevgide ya da nefrette, kazanmakta ya da kaybetmekte aynı itidalla kalın. Zira aynı kalanlar kurtuluşa ermişlerdir. Hiçbir şeye göz dikmeyen, hiçbir şeyi hor görmeyen, ruhu ihtiras tanımayan, zıtlardan ayrılan bir kişi her şekilde kurtulmuş demektir.</div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: left;">Benim için insan deneyimlerinin ve duyguların dünyası yalnızca bir ilgi ve gözlem konusu değil, aynı zamanda birincil "atölye" ve "laboratuvar" konumunda - burada hem gözlemliyor hem de çalışıyorum. İnsan ruhunu incelemek, bir kişinin acı ve ıstıraplarının kaynağını görmek, deneyimlerinin ve duygularının derinliğini gösterebilmek, bir kişinin davranışının ardındaki duygusal güdüleri tüm bariz çelişkileriyle birlikte anlamak - bunda kaderi seziyorum; bunun için doğdum ve dünyevi asıl mesleğim ne olursa olsun hayatım boyunca bununla meşgul olacağım.</div><div><br /></div></div><p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlG1W1yPrlf2HOvoizRTBzH-hMtLFZSaqpO1GFI4ytBrrQL6UYNx1CAE54UCwoLj4TEUfAMwsbqfvG4Leuc6tJ70KZ1jxfyJP5PcljVPTzLbWq2APlbpdMLIbMy4cksX6w_BHVd4b58WPUJsSir7rLIYEnYU_8gqCuHIRJkMeobHdpOj98dQJYr_uq2Q/s4618/IMG_20230420_133857.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlG1W1yPrlf2HOvoizRTBzH-hMtLFZSaqpO1GFI4ytBrrQL6UYNx1CAE54UCwoLj4TEUfAMwsbqfvG4Leuc6tJ70KZ1jxfyJP5PcljVPTzLbWq2APlbpdMLIbMy4cksX6w_BHVd4b58WPUJsSir7rLIYEnYU_8gqCuHIRJkMeobHdpOj98dQJYr_uq2Q/s320/IMG_20230420_133857.jpg" width="240" /></a></b></div><b><br />1. Adım Yazısı</b><div><b style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt;"><br /></b></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.4px;"><span style="color: white;">“Uygarlığımız bir “fayda maksimizasyonu makinesi”ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız.” Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</span><br /><br /></span></div><div><b style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt;">GÜÇ ONTOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: TEMİZ MİRASÇILIK</b><div><p>Üstünkörü şekilde inceleyecek olursak Balanuye bu söz ile Güç Ontolojisi bağlamında “etik” ve “politika” hakkındaki görüşlerini önümüze sermektedir. Gerçekten de kültürel karışıklıklar, savaşlar, devrimler, diğer kritik dönemler ve bunun gibi toplumsal değişiklikler yalnızca onları okuduğunuzda veya filmlerde tasvir edildiğini gördüğünüzde ilgi çekicidir. Bu ilgi çekici durumlar haricinde çoğu zaman “pragmatizm” hedeflenir ve yüzeyin altında yatan anlam yavaşça ortadan kaybolmaya başlar. Çetin Balanuye’nin de ele almış olduğu üzere “maksimum fayda”, algılar dahilindeki gerçekliğin arkasında yatan anlama düşmanca bir tutum takınır. Bu ifadenin doğruluğuna en önemli örneklerden biri: Eski Çin’deki “İlginç zamanlarda yaşayasın.” sözüyle gerçekleştirilen bir lanettir. Bu söz gerçek anlamı görmek ve kavramsallaştırmak için tutkuyla yanan kişilerin, fazlasıyla karmaşa yaşanan bir dönemde nasıl yaşamını sürdürüyor olduğunu anlatmaktadır. Ve sözlerinden anlaşıldığı üzere Çetin Balanuye için de böyle zamanlarda yaşamak, bir beladır. Bu tesadüf değildir, sözlerinden anlaşıldığı üzere Balanuye gerçekten de pragmatik bir düşünceden çok, olayların arkasında yatan anlamı sezme ve bunu içselleştirerek bir değer haline dönüştürme eğilimindedir. Yazımın geri kalanında metafiziksel unsurlarla maksimum fayda ve gerçekliğin anlamının önemini karşılaştırıp kavramların arkasında yatan zayıflıklara da fazlasıyla değineceğim. </p><p>Yaşadığımız dönemi bir madalyonun iki yüzü olarak düşünecek olursak birinci yüz, ışık vurmayan karanlık bir yüzeye tekabül eder. İkinci yüz ise aksine hiç sönmeyecekmiş gibi parlar ve aydınlıktır. Birinci yüz, kapitalizmin en dip noktasında yaşadığımız dönemde kaybettiğimiz biyosferi, ciddi ölçüde yitirdiğimiz biyolojik çeşitliliği, durduramadığımız ama önlenebilir çevresel tahribatı, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu ve bireysel çıkarlar doğrultusunda ışığını yitirmiş insanlığı temsil eder. Kapitalizmin kâr maksimizasyonunu en temel hak sayan piyasa özgürlüğü de şahsi gelir artırmaya faydası olmayan hiçbir çabayı dikkate almaz. Bu tablo nedeniyle sınırsızca büyüme ve dipsiz maddiyat hedefi gözeten “azınlık”, sistemi kimi onarımlarla sürdürmek için devletlerle işbirliğini asla ihmal etmez. Maddi hedefler ve azınlığın sonsuz büyüklüğe ulaşma arzusu, madalyonun bu tarafındaki ışığı gölgeleyen cisimdir. </p><p>Çıkarlarına göre karar veren azınlıklar, felaketlerin nedeni olacak olan bir “sonsuz zenginliği” sürdürebilmek için son derece ikna edici bir kültürel hegemonya (üstünlük) kurmuş durumda: Dünyadaki ortalama yaşam süresinin uzaması, bebek ölümlerinin tutarlı bir grafik uyarınca düşmesi, temel sağlık, eğitim ve teknolojiye tarihte hiç olmadığı kadar çok kişinin görece daha kolay ulaşabilir olmasını bu süreçteki olumlu kazanımlar olarak ileri sürüyor. Bu doğrudur ve bu doğru uğruna mücadele ederken de yanlış bir hareket yapılırsa Balanuye’nin bahsettiği durum çıkar. Medeniyet birden “tek dişi kalmış bir canavara”, yani bir “fayda maksimizasyonu makinesine” dönüşür. Sizin de bildiğiniz üzere herhangi bir ülkenin çoğu insanı birbirlerinden farklı demografik özellikler taşımaktadır, bu da hepsinin eğitim durumunun benzer olmadığını gösterir. Toplumsal olayların tümünde asırlardır iki uç taraf olarak “aydın” diye adlandırılan aklı daha erişkin ve eğitimli kimseler ile “cahil” diye adlandırılan aklı henüz yetişmemiş veya yetişmekte olan bireyler yer alır. Sonsuz maddiyat hedefleyen doyumsuz azınlıkların hedefi, her zaman “cahil” kişilere ve “aydın” kesimden de çıkarlarının uyumlu olduğu kişilere yönelik taleplerle gerçekleştirilir. </p><p>Balanuye bu düşünceleri ile etkide bulunanlar ve etkiye uğramış olanların sonu gelmeyen karşılaşmalarının şekillendirdiği içkin gerçekliğin seyri için: Temel inançlarımızın ve bilgilerimizin çoğunu yeniden gözden geçirmeyi gerektiren olanaklı ama zor bir yol olduğu görüşünü sunar. Fayda maksimizasyonunun evrensel görünümü halkın ortak kararına dayalı özgürlükçü demokratik modellerin yarattığı problemlerin, özellikle son yüzyıllarda hatalardan felaketlere evrildiğini görmekteyiz. “Felaket” kelimesi uzun zamandır süregelen bir kaygı, telaşa yatkın insanları anlatmaktan çıkmış, soğukkanlı ve rasyonel akılcılık tarafından vurgulanır olmuştur. Yeri gelmişken, bu durum azınlıkların tutkunun etkisine girmesini kolaylaştırır: “Sıradan gözlemcilere” göre azınlıklar, o noktada duygu patlamasına neden olan kırmızı bayraktan başka bir şey fark edemezmiş gibi görünürler. Bu durumda neredeyse her şeyi yapabilirler: Neyse ki, birkaç saniyeden fazla sürmez. Bu durumda, azınlık dikkatini hızla aynı derecede çekici, ancak daha az tehlikeli başka bir nesneye çevirir. Çünkü çıkarları doğrultusundaki iki güçlü ihtiras aynı anda anlaşamaz. Bunu somut hale dönüştürecek olursak: Örneğin yönetimde söz sahibi olan bir azınlığın kendi çıkarları doğrultusunda halkın arkasından iş çevirdiğini hayal edin. Eğer herhangi bir şekilde bu olay duyulursa sadece birkaç saat içerisinde tüm medya kaynamaya başlayacak çünkü bu azınlığın “büyüleyici” etkisine kapılmamış olan ve olayları akıllarıyla parçalayabilen kişilerin eline bir argüman geçmiş olacak. Böyle bir durumda azınlık masayı tersine çeviremediğini fark ederse ilk yöneldiği yer, ilgi çekici başka bir problemi ortaya çıkarmak olur. Uygarlığın tüm yaşamı boyunca, ruhundaki ateş ve buz savaşı -ama ısısı ısıtmaz, aksine yakar ve soğuğu soğutmaz, bunun yerine donar- asla son bulmaz. Bu yüzden azınlıklar mecazi anlamda lava kurubuz atarak halkın ilgisini kendi sorunlarından onları ilgilendiren başka bir soruna çeker. Azınlığın seçtiği bu sorun genellikle ya toplumsal bir değişikliktir ya da kendileri gibi bir hata yapmış olan başka bir azınlığın -halk için aynı şekilde zararlı olan- sorunudur. Kendi bedenimizden ve aklımızdan ayrılıp bilinçaltımızın sesine kulak verdiğimizde bu çok basit psikolojik bir hile olmasına rağmen politika alanında her gün yaşanan alışagelmiş bir taktiktir. Kendi çıkarları ile hareket eden bir azınlığı dinlediğinizde, kişilerin sizden önce bir yaşam deneyimi elde ettiği iizlenimi oluşur. Eylemlerine baktığınızda bir kafaya kapılmanız mümkündür, mantıksal olarak hiçbir açıklamaya boyun eğmezler. Davranışlarının mantıksızlığı da sıklıkla çıkmaza girer. Bu azınlığın sadece kendi hatasıyla kilitlenebileceğini de söylemek gerekir. Bir başkası onu bir köşede yoramaz, her zaman dışarı çıkmayı başaracaktır: çarpışmadan ayrılmak, başka birini değiştirmek veya tüm köpekleri en çok saldıranlara asmak. Bu gibi durumlarda azınlıklar pratik olarak batmaz. Her iki lopatkiye ne kadar zaman ayırmayı başardıysa, tüm izleyicileri özverili bir şekilde bunun onların “muzaffer zaferi” olduğuna ikna edecek, o zamana kadar içindeki her şeye gerçekten inanılmayacaktır.</p><p>Gelelim madalyonun ikinci ve aydınlık yüzüne. Bu yüz, ideal devlet fikrinin somutlaştırılmış halidir ve tabii ki “ideal devlet” kavramı kullanıldığında akla gelen ilk isim Platon’dur. Platon’un devleti sınıfsal tabakalaşma üzerinde yükselmektedir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sağlıklı, düzenli bir kamu düzeni oluşturup, düşmanlarına karşı kendilerini güvende hissederek yaşayabilmesi için böyle bir görev dağılımının zorunlu olduğu varsayılır. Platon toplumu üç ana sınıfa ayırır. Bu ayırımda insan ruhunun bölümleri belirleyici olmuştur. Yönetici olanlar akıl ve iradeyi, askerler cesareti ve coşkunluğu, çalışan/üreten kesim ise haz ve itaatın karşılığı olmuştur. Platon “Devlet” adlı eserinde Balanuye’nin sözünde bahsettiği uygarlığın tam zıttı olan ütopik bir devleti anlatmaktadır. Yani madalyonun aydınlık yüzü, fayda maksimizasyonu ve pragmatizm karanlığından etkilenmeyen; insanlığın ve süregelen neslin altında yatan gerçek anlamı ele alarak oluşturulan ideallerin somutlaşmış halidir. </p><p>Yine görüyoruz ki tarih boyunca insanlık, yaşadığı bu dünya ve ötesinde mutlu olmanın arayışı içerisinde bulunmakla birlikte, arzuladığı, hayalini kurduğu bu hedefe çoğu zaman ulaşamamış. Bilakis kurmayı düşündüğü dünya cennetine hiç ulaşamadığı gibi çoğu zaman da özellikle halklar için cehennem hayatının kurucusu haline gelmiştir. Çünkü insanlığın asi ruhu, Tanrı'nın kutsamasını gerektirir. Büyük olasılıkla, iyinin ve kötünün güçlerine sahip olmak ve onlarla savaşmak için yapılır. Ne yazık ki, çoğu zaman karışık sonuçlarla karşılaşılır. Bu tür insanlar, az ya da çok, kendilerini ilahi amaçlarına ulaşmanın araçları olarak, daha yüksek güçlerin seçilmiş yetkilileri olarak sunarlar. Bu arada, bu, kendini kısıtlamanın artmasına yol açar. Bundan sonra tüm eylemleri için onları yönetenlere cevap vermek zorundalarsa, bu kendi hedeflerine aykırı olmuş olur. </p><p>Engelleri aşmak, zorluklara irade ve ruh gücüyle direnmek, aydınlığın dayanma ve direnme gücünün temel şartlarındandır. Ve tabii ki, ruhun direktiflerine ve ilham güçlerine tabi olan mesleği gereği özverili ve yaratıcı çalışma, burada özellikle saygı duyulan bir değerdir; toplumun seçilmiş, adanmış, manevi hayırseverleri, maneviyatın temsilcileridir. Son derece gerçeküstü ve somut olmayan maneviyatı somut sanatsal değerlere dönüştüren “ütopya”, kendi hazinelerini yaratır: dış dünyadan getirdiği güzel rüyalar, mitler, görüntüler ve öykülerden oluşan o koleksiyonu, en iyi şekilde toplar. Parlak, etkileyici ve çekici olan her şeyin etrafında yeşeren "çiçeklerin" etrafında bir kelebek ya da bir arı gibi “uçan” devlet, "nektarını" toplar ve "hücreye" taşır. Nektar, acı çeken her ruh için hayat veren ve iyileştirici özelliklerini zaman boyunca koruyan değerli bir maddedir.</p><p>Sözün enerjisi, büyük olasılıksal potansiyelle donatılmış ölümsüz bir insan ruhunun duygu şevkini ve sıcaklığını koruyan, uzayı ve zamanı aşan imgenin enerjisi ile yüksek bir hedefe ulaşabilir ve onu gerçeğin ışığıyla aydınlatabilir. Temiz enerjiyi geçmiş yüzyılların derinliklerinden çıkardı ve içinde en iyi olan her şeyden faydalanılmasını sağladı. Hatta bu fikir, William Shakespeare tarafından en iyi sonelerinden birinde (55.) kesinlikle muhteşem bir şekilde ifade edilmiştir:</p><p>“Ne yaldızlı hükümdar anıtları, ne mermer</p><p>Ömür süremez benim güçlü şiirim kadar;</p><p>Seni pasaklı Zaman pis bir mezara gömer,</p><p>Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar.</p><p>Savaşlar tepetaklak devirir heykelleri,</p><p>Çökertir boğuşanlar yapı demez, sur demez, </p><p>Ama Mars’ın kılıcı, cengin ateş selleri</p><p>Şiirimde yaşayan anını yok edemez. </p><p>Ölüme ve her şeyi unutturan düşmana</p><p>Karşı koyacaksın sen; yeryüzünü mahşere</p><p>Yaklaştıran çağların gözünde bile sana</p><p>Bir yer var övgüm seni çıkardıkça göklere. </p><p>Dirilip kalkıncaya kadar mahşer gününde,</p><p>Yaşarsın şiirimle sevenlerin gönlünde.”</p><p>Tanrı, insanı kısıtlı yaratır, her gün gelişmesine izin verir ve böylece insan günden güne geliştirdiği sezgilerini, duygularını ve düşüncelerini geleneksel olarak, geliştirilen teknolojiler aracılığı ile yüzyıllar</p><p>boyunca nesilden nesile aktarır. İnsanoğlunun bu</p><p>tarzda herhangi bir yatırıma veya yaratıcı çalışmaya</p><p>yönelik yüksek talebi, işin kalitesine, derinliğine ve</p><p>geçmişten gelen tecrübelerin özüne; mükemmel</p><p>uyum ve etkileyiciliği için ise içeriğin bilgilendiriciliğine </p><p>ve somut kompaktlığına dayanır. İnsanın doğumundan ölümüne, geleceğe bırakmakla yükümlü olduğu temiz bir miras vardır. Temiz miras, şimdiki zamandan uzak geleceğe ve parlak zaman dilimlerine kadar en iyilerin, en parlakların, en saf ve yücelerin iletkeni olmaktır. Bu bağlamda bırakılan mirasın temiz olması için tecrübelerin ışıkla dolu olması, görüntülerin yüce, parlak ve mükemmel formda olması gerekir. Bunların hepsi insanoğlunun sorumluluğudur, dolayısıyla da insan bir kısıtlama altındadır. Bahsedilen kavram, insan neslinin en üst noktasıdır. Şimdiden daha iyi bir gelecek yaratarak insanlığa mutluluk getirmek ve kişinin bu asil görevde yer aldığını bilerek kendine mutluluk getirmesi, yüzyıllardır insanlığın aramakta olduğu bilgi olan hayatın anlamının ta kendisidir. Madalyonun aydınlık tarafının tam olarak tasviri bu şekildedir.</p><p>Son olarak sizden bir ricam olacak, sözcüklerin gücünden ve yaşamın arkasında yatan anlamdan kopmayınız. Gerçeklik görecelidir fakat asla sadece size ait değildir. Geçici dünya anlık heveslerle doludur ve dünyevi tutkularda kendimizi kaybetmiyor olmak, “hayat sınavı” diye adlandırdığımız kavramın kendisinden başkası değildir. Duyularınızı kapattığınızda gördüğünüz şey karanlık değildir, gerçektir. Maneviyatın gücü, ruhsal saflık ve düşüncenin büyüklüğü ile uzayı ve zamanı delip geçen kelimenin enerjisi, zamanın ilerisinde kalabilir, onu fethedebilir, en büyük bilgeliği ve en derin anlamı geleceğin en uzak zamanlarına aktarabilir. Uzayı aşmak, asırlar boyunca uçmak, görüntünün ve bilginin sürekliliği, güçlü, dinamik ve enerji açısından zengin halefini bulur ve kendi ütopyasını gerçekleştirir. Yol gösteren bu yıldız, sosyal ve manevi bir misyona dönüşür. Bu misyon yaşamın karanlığından sıyrılarak bir vizyonu oluşturur ve hayatın amacı bu vizyonu gerçekleştirmekte yatar. </p></div></div>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-45289516532936932062023-03-15T17:27:00.009+03:002023-03-15T17:35:45.471+03:00DüşünYaz 9 (2023) 1. Adım Yüksek Puanlı Yazılar <p><br /></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTtkoWtVHzpKTQ7MvFVYXpbwGcOkwhODc5ypw3llM-b1A9iX2FazFXzcAmpt5lj0AjBoBXBnKy4fCJ1kxcgBQqMkyt_PKXnxBuOwt82THjgpha60Y62Gw12m4k6LFB_w5fni7HGzBWeOfvsPx4IN1paINJJ_Y2Plir2x89Xpp3Y67KY3kOsSWpzhc1kw/s3264/20160407_100819.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTtkoWtVHzpKTQ7MvFVYXpbwGcOkwhODc5ypw3llM-b1A9iX2FazFXzcAmpt5lj0AjBoBXBnKy4fCJ1kxcgBQqMkyt_PKXnxBuOwt82THjgpha60Y62Gw12m4k6LFB_w5fni7HGzBWeOfvsPx4IN1paINJJ_Y2Plir2x89Xpp3Y67KY3kOsSWpzhc1kw/s320/20160407_100819.jpg" width="320" /></a></div><br /><p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b><span style="background-color: white; color: red;">NOT: Yazılar puan sıralamasına göre değildir.</span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b><br /></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Rüya Dönmez <br /><br /><o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">''Var Olmadığını Kabul Etmek İçin Önce Varlığı Kabullenmek Gerekir'' A. J. Ayer<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /><b>KESİNLİK ARAYIŞI<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kesinlik kavramı ve ihtimal ile ilişkisi, filozofların zihinlerini uzun süredir büyüleyen bir konudur. AJ Ayer'in "Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz." sözü, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkinin inceliklerini araştırarak bilginin doğası hakkında önemli felsefi soruları gündeme getiriyor: <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kesin bilgiyi oluşturan nedir ve ona nasıl ulaşırız? İhtimal, bir olayın meydana gelme olasılığının ölçüsü iken, kesinlik, bir şeye tam olarak güvenme durumudur. İkisi arasındaki ilişki bir labirente benzer ama bu ilişkinin doğası nedir? Olasılık, kesinliğin salt gölgesi mi, gelip geçici ve güvenilmez bir tahmin mi? Yoksa kesinlik sadece bir yanılsama mı, gelip geçici ve güvenilmez bir soyutlama mı?<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ayer'e göre bir şeyin olası kabul edilmesi için önce belirli bilgi veya gerçeklerin bir temeli olması gerekir. Neyin kesin olup neyin olmadığını nasıl belirleyebiliriz? Dünya anlayışımızda olasılık ve kesinlik fikrini nasıl uzlaştırabiliriz? Bu muamma, tarih boyunca filozofların, bilgi ve kesinliğin doğası üzerine benzersiz bakış açıları sunan Socrates ve Descartes gibi şahsiyetlerin de daimi bir meşguliyeti olmuştur. Ayer'in sözü, bizi varsayımlarımızı sorgulamaya ve bir keşif yolculuğuna çıkmaya teşvik eden bu eski felsefi bakış açıları bağlamında anlaşılabilir. Sorgulamamızın önceden var olan inançlarımızı basitçe pekiştirmek yerine, dünyayı daha derinden anlamaya götürmesini nasıl sağlayabiliriz? Ayer'in sözünün temas ettiği bu sorular, bizi bilginin ve kesinliğin doğasını düşünmeye bırakıyor.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Sokrates, kendine dair bilinç ve kişinin kendi cehaletinin farkına varmasına vurgu yaparak, gerçek bilginin bilmediğimizi kabul etmek ve bir keşif yolculuğuna çıkmakla başladığını öne sürer. Sokrates'in "kendini bilme" yaklaşımı, Ayer'in olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilginin önemine yaptığı vurguyla aynı çizgidedir. Kendi sınırlarımızı tanıyarak ve neyi bilmediğimizi kabul ederek, tıpkı Sokrates'in önerdiği gibi, bilgi arama sürecine başlayabiliriz. Bununla birlikte, Sokrates'in öz-farkındalığa yaptığı vurgunun aynı zamanda insan anlayışının sınırları ve gerçek bilgiye ulaşma olasılığı sorusunu gündeme getirdiğine dikkat etmek önemlidir.<br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Mantıkçı pozitivist akımın öncülerinden Ayer, bilginin ancak gözlemden ve bu gözlemlerden çıkarımlardan elde edilebileceğine ve metafizik önermelerin hiçbir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağına ve bu nedenle bilimsel ifadenin dışında bırakılması gerektiğine inanıyordu. Öte yandan, bir rasyonalist olan Descartes, bilgiye ancak sistematik bir şüphe süreci ve aklın kullanılması yoluyla ulaşılabileceğine inanıyordu. Belirli bir bilginin temeli olarak ünlü "Cogito, ergo sum" (Düşünüyorum, öyleyse varım) ifadesini önerdi ve kişinin kendi varlığından şüphe duyma eyleminin şüphe edenin var olması gerektiğini kanıtladığını savundu.<br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Tanınmış bir mantıksal pozitivist olan başka bir filozof Rudolf Carnap da bilgiye ulaşmanın tek yolu olarak mantıksal tümdengelim ve gözlemin önemini vurgular. Rudolf Carnap'ın da "Les métaphysiciens sont des musiciens sans dons musicaux." sözü ile belirttiği pozitivist bakış açısı, metafizik önermelerin anlamsız olduğuna ve herhangi bir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağına ve bu nedenle bilimsel söylemden çıkarılması gerektiği inancını vurgular. Bu söz, bir araştırma alanı olarak metafiziğin bir eleştirisi olarak görülebilir ve metafizikçilerin bilgiye anlamlı katkılarda bulunmak için uygun araçlardan veya anlayıştan yoksun olduklarını öne sürer. Bu bakış açısı A.J. Ayer'in "Şurası bir gerçektir ki, bazı şeyler kesin olmadığı müddetçe, hiçbir şey ihtimal dahilinde bile olamaz." sözü olasılığı anlamada kesin bilginin önemini, anlama arayışımızda mantıksal tümdengelim ve gözleme olan ihtiyacı vurgular ve aynı zamanda bilimsel bilgide metafiziğin sınırlılığı ve anlamsızlığı fikrini vurgular. Geleneksel felsefenin gerçekliğin doğası hakkındaki soruları gibi metafizik ifadelerin anlamsız olduğunu ve herhangi bir duyu deneyimiyle doğrulanamayacağını ve bu nedenle bilimsel söylemden çıkarılması gerektiğini savundu. Bu bakış açısı, olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilgilerin önemini vurguladığı ve anlama arayışımızda mantıksal çıkarım ve gözlem ihtiyacını vurguladığı için Ayer'in bakış açısıyla uyumludur.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Şahsen, olasılık ve kesinliğin birbirini dışlayan değil, simbiyotik bir dansta iç içe geçmiş tamamlayıcı kavramlar olduğuna inanıyorum. Bir yandan olasılık, geçmiş deneyimlere ve istatistiksel analize dayalı olarak gelecekteki olaylar hakkında tahminler yapmamızı sağlar ve bize dünyayı anlamak için rasyonel bir çerçeve sunar. Öte yandan, kesinlik, bize bu tahminlere göre hareket etme güvenini veren ve bize dünyada bir faillik duygusu sağlayan bir ruh halidir. Başka bir deyişle, olasılık bize bilgi sağlarken, kesinlik bize bu bilgilere göre hareket etme yeteneği sağlar. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ayrıca, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkinin dinamik olduğunu ve yeni bilgiler ve yeni bakış açıları ortaya çıktıkça sürekli geliştiğini düşünüyorum. Kesinlik, tüm insan yapıları gibi, sabit ve değişmez bir varlık değil, sürekli değişen bilgi ve anlayış gelgitlerine tabi olan akıcı ve şekillendirilebilir bir varlıktır. Bu kavram, tez ve antitezin bir sentez oluşturmak üzere bir araya getirildiği diyalektik süreçle ilişkilendirilebilir. Bu durumda, olasılık ve kesinlik tez ve antitez olarak görülebilir ve sentez, bilinçli kararlar verme ve dünyada harekete geçme yeteneği olacaktır. Diyalektik süreç, farklı bakış açıları ve fikirler arasındaki gerilimi kucaklayan ve bir orta yol bulmaya çalışan bir dünyayı anlama yoludur. Benzer şekilde, olasılık ve kesinlik arasındaki ilişki de farklı bakış açılarını ve fikirleri uzlaştırmayı ve iki kavram arasında bir denge bulmayı içerir. Sahip olduğumuz tek şey dünyanın geçici bir anlayışı olduğunda gerçekten kesinlikten bahsedebilir miyiz? <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kanımca, kesinliğin sınırlarını kabul etmek ve yeni bilgilere ve bakış açılarına açık olmak önemlidir. Olasılık ve kesinliğin birbirini dışlayan değil, dünyayı anlayışımıza bilgi veren ve şekillendiren tamamlayıcı kavramlar olduğunu anlamak da önemlidir. Heraklitos'un, "Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz" düsturu bizim dünya anlayışımız için geçerlidir. Olasılık ve kesinlik arasındaki ilişkiyi anlamak, dünyadaki belirsizliği yönlendirmemize ve bilinçli kararlar vermemize yardımcı olabilir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ancak olasılığın öznel doğası ile kesinliğin nesnel doğasını nasıl uzlaştırabiliriz? Olasılığın öznel doğasını kesinliğin nesnel doğasıyla uzlaştırmanın olası bir yolu, kesinliğin dünyanın içkin bir özelliği değil, bir insan yapısı olduğunu kabul etmektir. Öte yandan olasılık, doğal dünyanın doğasında var olan belirsizliği ve rastgeleliği yansıtır. Kesinliğin insan algısının ve yorumunun bir ürünü olduğunu anlayarak, ona bir dereceye kadar şüphecilik ve yeni bilgi ve bakış açılarına açıklıkla yaklaşabiliriz. Ek olarak, olasılık ve kesinliğin tamamlayıcı doğasını kabul ederek, olasılığı dünya anlayışımıza bilgi sağlamak ve bilinçli kararlar vermek için bir araç olarak kullanabilir, aynı zamanda kesinliğin sınırlamalarını kabul edebilir ve yeni anlayışlara ve bakış açılarına açık olabiliriz. Bu, varsayımlarımızı sorgulamaya, kanıtlara ve mantıksal akıl yürütmeye güvenmeye ve olasılığı anlamak için bir temel olarak belirli bilgilerin önemini kabul etmeye teşvik eder. Aynı zamanda bilgi arayışımızda öz-farkındalığın ve kişinin kendi sınırlarını tanımasının önemini vurgular. Bunlar, Ayer'in sözünün kışkırttığı, bizi bilginin ve kesinliğin doğasını daha derin bir şekilde keşfetmeye bırakan anlamlardır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /><b>Aze Dilanur Telci<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br />''Var Olmadığını Kabul Etmek İçin Önce Varlığı Kabullenmek Gerekir''<span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Poppins; font-size: 10pt;"> </span>A. J. Ayer<br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Jostein Gaarder'ın Sofie'nin Dünyası'nda da dediği gibi insanlar bir tavşanın tüylerinin ucunda doğuyor, merak duygusu ile her şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu. En yukarıdan evren daha net görünüyordu ve anlamlandıracak çok fazla şey vardı. Bu yüzdendi ki çocukların soruları ve heyecanları yetişkinlerden fazlaydı. Ancak yaş almaya başladıkça o tüyün dibine doğru kaymaya başladılar. Merak duygularını yitirdiler. Daha az konuşmaya, daha az anlamaya çalışmaya ve çok daha az itiraz etmeye başladılar. Birden bire her şeyi olduğu gibi kabul eder olmuşlardı. Motamot dedeleri, babaları ne yapıyorsa aynılarını yapıyor sorgudan uzak yaşıyorlardı. Tarihin puslu sayfalarından bir ses yükseldi: ''Sorgulanmamış yaşam, yaşamaya değmez'' <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Sorgu penceresini aralayanlar bu tüyün ucuna tırmanmayı gaye bellemiş kimselerdi. Benliğini kabul etmiş, herkesten ziyade 'kendi' olmuş kişiler. Araştırdılar, gözlediler, deneyimlediler; kimisi suyun akışından çıktı yola, kimisi ateşin yok ediciliğini var etmesine bağladı kimisi hiç yapısı olmayan ve adının dahi konulamayacağı özden geldiğimizi savundu kimisi ise zıtlıklardan doğduğumuzu. Hepsinin özünde ise şu yatıyordu: kuşku ve anlam arayışı. Neden sorusunu sordular ve en büyük manevi savaşa adımlarını attılar.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Varlıkla başladıkları tırmanma serüvenlerine bilgi ile devam ettiler. Peki gerçekten de bir şeylerin bilgisinden emin olabilir miyiz ? Bilgi var mıdır ? Bilmek gerekli midir ? Bilgi varsa dahi elde edilmesi elzem midir ? Asırlar süren bu kimi zaman uhrevi çoğu zaman akli sorgulamaların özünde şu yatıyordu: kesinlik yahut şüphe. Bir tarafta bilgi vardır ve doğuştandır hatta onu kavramak için yapmanız gereken tek şey hatırlamaktır diyen Sokrates, idealar dünyası ile kesin bilgiyi sağlayan Platon; her şeyi deneyimleyerek öğreniriz, bilgiyi bile diyen Locke ve algısız kavramlar boş kavramsız algılar kördür diye seslenen Kant diğer bir yanda her şey hiçlikten var olmuştur diyen Nietzsche, hiçbir şey yoktur olsaydı dahi bilemezdik bilseydik dahi aktaramazdık diyen Gorgias. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kim haklı kim haksız kavgasına girmenin yersiz olduğu felsefe kuramında asıl olan şu yaklaşımdır: hangisi mantıklı. İyi temellendirilmiş olanlar kalıcılığı yakalarlar. Biz yüzyıllar ardında dahi birbirine karşıt bu fikirler üzerinde düşünüyor isek bunun yegane nedeni hepsinin olabildiğince iyi temellendirilmiş olmasıydı. Bir dayanaklarının olması. Bir şeyi bilip bilmemek değildi asıl olan bilsek dahi nasıl biliriz, bilemiyorsak neden sorularına hakkınca cevap verebilmekti. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">XVII. yüzyıla gelindiğinde tarih sahnesinde boy gösteri Rene Descartes. ''Tüm eskimiş malzemeleri inşaat alanından atmak istiyordu.'' Tüm her şey bir kenara ilk önce bütün moloz yığınlarını toplamak gerektiğini, sağlam bir zeminde hareket edilmesi gerektiğini savunuyordu. Genç yaşında insanın doğasını ve evreni anlamaya büyük bir açlık duydu ve felsefe okumasının ardından şunun farkına vardı, kendi bilgisizliği. Aklına güveniyordu ve az önce yazdığım sorular ve bunlardan daha onlarcasına cevap verecek bir felsefe sistemi kurmak istiyordu. Descartes'tan ve bilgi felsefesinden bu kadar bahsetme nedenim ise Descartes'ın önceliği olan bilginin kesinliği idi. ''Kesinlik'' kendi felsefi sistemini oluştururken öncelediği şeylerin başındaydı bir diğer konu ise sisteminin kendinden olmasını istiyordu. ''Gerçeğe varmak isteyen insan, yaşamında bir kez, o zamana değin edindiği tüm düşünceleri bir yana bırakıp bütün bildiklerinden yeniden ve tepeden tırnağa bir sistem kurmalıdır.'' diyordu.<br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Bu nedenle ondan önce yaşamış tüm fikirleri bir yana bıraktı çünkü amacı netlik, kesinlikti. Bunun için hepsinde ortak olan şeyi yaptı ve düşüncelerini sistematikleştirdi, temellendirdi ve gerçeklere dayandırdı. Bu şekilde modern felsefenin ilk adımlarını atmasını sağladı. Nietzche, Protogoras vb. düşünürlerin yanı sıra temellendirilmiş kesinliklerin tüm evreni, anlamları kapsayacak olan o felsefi sistemi oluşturduğuna inanıyordu. Şüphecilerin aksine şüphe edilecek yok sayılacak olan varlığın dahi tümüyle yok sayılması için öncelikle var kabul edilmesine, kesinliğine inanıyordu. Yusuf Atılgan'ın da Aylak Adam romanında bahsettiği gibi tutamak sorundur. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Bu nedenle kesinliğin elzem olduğuna inanıyordu Descartes, eğer kesinlik olmazsa hiçbir şey ihtimal dahilinde dahi olmaz. Her şey yuvarlanır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kesinliği yok saydığımız ütopik bir evrende tüm evler kumdan zemine yapılmıştır. Çünkü kesinlik, dayanak ''temeldir.'' Bu ütopyada fikirler malzemelerimiz, binalar sistemlerimiz ve mühendislerimiz düşünürler ise depremler karşıt fikirlerdir. Her bir karşıt fikirde sistemlerin yıkılmaması için sağlam temeller en önemli ihtiyaçtır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Şüpheciliğin varlığı kesin yargıların da varlığına engel değildir. Bunu en iyi şekilde Imre Lakatos'un şu mantığı ile açıklayabiliriz : ''Bir kuramı reddedebilmek için; yeni kuramın, eskisinin açıkladığı her şeyi ve daha fazlasını açıklaması gerektiğini söyler. A teorisi B'den fazla bilgi açıklıyorsa, B teorisi kabul edilmeye başlanır. Buna göre kuramlar arasında bir süreklilik vardır. birbirleriyle çelişmezler. birbirlerini içerirler.'' Sürekliliğin devamı için kesin yargıları kabulü gereklidir. Kesinlik olmadığı taktirde geri kalan hiçbir şeyin ihtimalinden dahi söz edemeyiz bunun nedeni ise kesinliğin, şüpheciliğin de var olmasını sağlayan bir sistem oluşturulmasında ana etmen olmasıdır. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Arşimet'in de dediği gibi ''Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.'' Tüm evrensel, bireysel, kişisel yahut nesnel yorumlar, kuramlar, teoremlerin yaratılmasında ve geliştirilmesinde uygun ortamın sağlanmasında sarsılmaz temelleri olan kesin bir ütopya var olmalıdır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>İren Şerbetçioğlu</b><b><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Poppins; font-size: 10pt;"><br /><br /><o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Ozymandias<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">21. Yüzyılın en baskın gücünün kapitalist sistem olduğu kolaylıkla savunulabilir. Ancak kapitalist sistem sadece bir ekonomik sistem olmanın çok da ötesinde devrimizin insanının kendisi ve çevresiyle olan ilişkisini dikte eden bir düşünce yapısıdır. Sistemin insan ve doğanın üstünde tutulması nedeniyle bu ikisine de Balanuye’nin ifade ettiği şekilde zarar verilmektedir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">“Fayda maksimizasyonu makinesi” olarak ifade edilen makine utilitaryanizmin spesifik bir türünü betimlemektedir. Utilitaryanizm, (maksimum yararı hedefleyen ahlak algısı) Kantçılık gibi ahlak felsefelerine kıyasla daha objektif, hatta matematiksel, bir ölçüt gibi gözükse de “yarar” ve “zarar” kavramlarının subjektivitesi nedeniyle belirsiz olabilmektedir. Kapitalizmin sunduğu maksimum faydacılık, insandan ziyade sistem lehine bir “yarar” algısını doğurmuştur. Sistemin sağlamlığı ve sürdürülmesi herhangi bir insandan daha önemli görüldüğünde doğal olarak makine uğruna sayısız insan feda edilebilmektedir. Dolayısı ile 21. yüzyılın kapitalizminin mizantropik bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Şu an sistemin yararına olacak eylemler için hem bugünün insanı hem de geleceğin insanı harcanmaktadır. Maksimum üretim uğruna doğayı hızlı bir şekilde tüketmek, insanın ve geleceğin zararınadır; ancak o an sistemin yararına olacağından dolayı kapitalist bir bakış açısından “maksimum fayda”dır. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kapitalizm, insanlar üzerinden parazitik olarak yaşayan bir organizma olarak hayal edilebilir. Sistemin devamı insanların varlığına dayalıdır ve ironik bir şekilde insanlığın ömrünü doğaya verdiği zararla azaltan da kapitalizmdir. Faydacılık, maksimum ütilite ve açgözlülük nedeni ile geleceği yok ederek sistem kendisine zarar vermektedir. Percy Shelley’nin Erdal Ceyhan tarafından çevrilen Ozymandias şiirinde bir yolcu ıssız bir çölde bulduğu bir anıtta “Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım/ Ey güçlü olan,şu yaptığım işlere bak ve titre” ifadesi yazılıdır. Kapitalizm bir Ozymandias’tır; şu anki gücü nedeniyle sonsuzluk hissine kapılmıştır. Ancak tıpkı Ozymandias gibi etrafta onun gücüne hizmet edecek, gözlemleyecek bir insan olmadığında gücü hiçbir şey ifade etmemeye başlar. Şiirin son dizesinde ifade edildiği gibi artık etrafında görülebilen tek şey “uzanıp giden yalnızlık ve kumlar” olarak kalır. Faydacılık uğruna sistem kendi içerisine çöker. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Alıntıdaki “kozmosla kavgalılık” durumu insanın doyumsuzluğu nedeniyle doğayla ve kendisiyle çatışmada oluşunu ifade eder. İnsan belli bir iştaha ulaşınca kozmostaki her şeyle kavga etmeye başlar. Çünkü hiçbir şey yeterli hissettirmez, hırsını doyuramaz. Bu doyumsuzluk yıkıma ve gerçekliğe karşı bir pişmanlık duygusuna yol açar. Gerçekler, elde olanlar yeterli gelmemeye başlayınca daha büyük düşünmek, daha fazla ilerlemek ister insan. Bu ilerleme isteği nedeniyle bir sürü inovasyon da yapılmıştır, insanlığın en büyük atılımlarından bazıları kapitalizm sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Ancak bu ilerlemeler de yeterli gelmemeye başladıkça insan tanrıya yaklaşmaya çalışmaya başlamıştır. Kapitalizm; insana tanrı olabileceğini, eğer yeterince ilerlerse kozmosun en güçlüsü olabileceğini vadeder veya insan kapitalizme bu hayalle tutunur. Kozmos, doğa veya yanındaki insan ulaşmak istediği seviyeyi ona sağlayamayadığında beraber çalışarak doğal bir ilerleme kaydetmektense düşmanlık ve nefretle bir ilerleme isteğine dönüşür.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">İnsanın bu doyumsuzluğu kendisi ile olan ilişkisini de etkilemektedir. Kapitalist sistemdeki “faydacılık” üretime ve dolayısı ile insanın üretkenliğine bağlıdır. İnsanın değer algısı üretkenliğe dayanınca insan kendisini bu sistem dışında yaratamamaya başlar. İnsanın sistemi içselleştirmesi sonucu varoluşsal felsefenin “öz” olarak tanımlayacağı özellikleri sistemden bağımsız olarak oluşamaz. İnsan kendini var edemediği zaman, “öz”ünü yaratamadığı zaman sistem için gerçek anlamda sadece bir çarka dönüşür. Sistem bu şekilde kendi içerisinde sürdürülebilmektedir: Sistem içerisinde doğan insan sistemden bağımsız kendini yaratamadığından sistemle bütünleşir ve devamını sağlar. Bu şekilde de Balanuye’nin bahsettiği “aşiret” oluşur: Sadece içine doğdukları sistemi bilen, tanıyan ve anlayan bir grup insanın sistemin yararına olan her şeyi kendi yararları olarak benimsemesi ve o an sistemin en üst yararına olmayan her şeyle kavga durumu. Kendi düşüncesi, otonomisi olmayan; bir aşiret gibi kendilerinden üstün gördükleri bir güce, sisteme, hizmet eden bir insan formu oluşur. Aşiretteki hiyerarşi doğal olarak oluşur, iki sınıflık bir kast sistemidir: en üst basamakta sistem ve altında da insanlar. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Sistemin insanı kendi değersizliğine ikna etmesi sonucu insan varoluşundaki önemi de görememeye başlamıştır. Görevinin üretkenlik olduğunu içselleştiren bir insan bunun ötesinde kendini oluşturmaya, kendi “öz”ünü yaratmaya çalışmamanın ötesinde kendi “varoluş”unu da önemsiz olarak görür. Sistemin üzerinden beslenerek hayatını sürdürebileceği binlerce insandan biri olduğunu düşünen insan kendisinin “maksimum fayda” uğruna feda edilebilir bir piyon olduğunu düşünmeye başlar. Bu sayede de, bahsedildiği üzere sistemdeki yarar kavramı insanlığın, doğanın, kozmosun aleyhine ve sadece sistemin olabildiğince beslenmesi hedefinde bir algıya çevrilir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Umudum odur ki bir gün kapitalizm için diktiğimiz anıtları çok geç olmadan kendi ellerimizle indirebiliriz. Shelley’nin şiirindeki gibi sadece anıtın ardında kalan yıkımla karşı karşıya kalıp bir zamanlar her şeyden fazla değer verdiğimiz, uğruna anıtlar diktiğimiz, kendimizi ve geleceğimizi feda ettiğimiz gücün nafileliğini ancak çok geç olduğunda farkına varmamamız; bu noktadan önce kapitalizmin bizim üzerimizden beslenmesine engel olmaya başlamamız gerekmektedir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> --------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> </p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Hasan Volkan İnan Torun <br /></b><br />"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>KOZMOS ANA VE İNSANLIK<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Geçenlerde TedX'te Bhutan isimli bir ülke hakkında o ülkenin yöresel kıyafetleriyle konuşma yapan bir konuşmacıya denk geldim. Konuşmada genel olarak Bhutan'ın coğrafi konumundan ve bu coğrafi konumun onları ne tür yenilikler yapmaya ittiğinden bahsediyordu. Daha derin açıklamak gerekirse küresel ısınma sebebiyle artan deniz seviyesinin Bhutan'ı nasıl etkileyeceği hakkında bir farkındalık oluşturmak için bu konuşmayı yapıyordu. Marx'ın da savunduğu gibi bir grup sınıfsal azınlığın diğer çoğunluk yani Marx'ın deyişiyle proletaryanın işine yaramayacak ve onlara zarar verecek şeyleri sırf bu azınlığın işine yaradığı için zararlarının ve getireceği yıkımın önemsenmediği ayrıca getirdiği yıkımın da çoğunluktansa azınlığın işine yarayacak sebeplerinin olması durumu söz konusuydu. Fakat Marcus Aurelius'un da dediği gibi "Kovana iyi gelmeyen şey arıya da iyi gelmez." Her ne kadar bu azınlıklar kendi çıkarları çevresinde yarışsalar da küresel ısınma gibi tehditlerin etkileyeceği tek sınıf çoğunluklar olmayacaktır. Bu etki büyük çaplı olacak ve eninde sonunda bu azınlığı da etkilemenin bir fırsatını bulacaktır. Bu fırsat belki de Nuh Tufanı gibi yıkıcı ve acımasız olabilir. Dikkat edilmelidir ki buna benzer büyük çaplı bir yıkımda bu sefer insanlığı bir gemi yaparak ve yanına hayvanları alarak bu tufandan kurtulmayı başaran birisi tarafından kurtarılabileceği kesin değildir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">İnsan Kendi çıkarları için kozmosu karşısına alırken aslında sadece kozmostaki kendi tanık olduğu durumların etkisini hesaba katar ama aslında bu durumların sadece kendisinin gördüğü bir kaç gölgeden ibaret olduğunu anlamaz ve bu da kibrine kibir katar. Platon'un deyişiyle ideaları kavrayamayan insan aslında gerçeği görmüş sayılmaz. Daha mağarasından çıkmamış bir insan duvardaki siyah gölgenin aksine kendi renkli ve üç boyutlu bedenini görüp kibirlenir ve aslında sadece gölgesini gördüğü bu idealara veya kozmosun gerçek yüzüne kafa tutabileceğini düşünür ama kozmosun karşılığının ona vereceği yıkımı daha kavrayamaz bile çünkü mağarasının içinden hala çıkamamış ve güneşi görememiştir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kozmosa kafa tutabileceğini düşünen insan daha bırakın kozmosun gerçek yüzünün ona vereceği tepkiyi, daha kendi içlerinde bu durumun sonuçlarıyla karşılaşacak ve bu suçu üstlenecek kadar olgun bile değildir. Aynı alman askerlerinin 2. Dünya Savaşı sonrası yarattıkları yıkımın sorumluluğundan kaçınmak için "Ben sadece emirleri uyguladım itiraz etme seçeneğim yoktu." demesi gibi. Aslında seçim yapmamak da bir seçimdir Sartre'a göre. Buna uygun olarak en başta alman halkı özgürdü hatta Hitler'i de kendi oylarıyla bizzat seçtiler. Bu durum, aslında onların sadece seçim yapmamayı ve Hitler gibi bir adamın emirlerini kuşkusuz uygulamayı seçtiklerini gösterir, onları asla suçsuz yapmaz. Her ne kadar vicdanlarını rahatlatmak için böyle bahaneler bulsalar da bu gerçek yüzlerine her vurulduğunda ve gerçeğin farkına her vardıklarında bir bunaltı içerisine girecekler ve yine seçimlerinin sonuçlarına katlanamayacaklar.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">İnsanlar en başından beri ihtiyaçlarını karşılayan ve hatta taptıkları kozmosu; tüketmeye ,yok etmeye ve düşman olmaya kalkışmıştır. Bu durum Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yorumlandığında kozmosun fedakar bir ana gibi insanları nasıl sardığını ve sonrasında da onların iyiliği için nasıl sarstığını bize gösterebilir. İnsan öncelikle temel yani fizyolojik ihtiyaçlarını direkt olarak doğa anadan karşılarlar daha sonra hiyerarşinin devamındaki gibi güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için doğa ananın delik deşik vücudundaki mağaralara yerleşirler. Burada kendileri gibi insanlarla yaşarlar ve ilk kurumları oluşturarak birbirlerini severler ve bir o kadar da saygı duyarlar, en sonunda kendilerini kanıtlamak için girdikleri yolda kibirlerinin ve körlüklerinin etkisine kapılarak bir meydan okumaya girişirler. Bu meydan okuma Nuh Tufanı gibi yıkıcı bir sonuç verebilir ama aynı zamanda insanlığa kozmosun sarsarken bile bir ana gibi ne kadar öğretici ve şefkatli olabileceğini görebilirler. Bu sarsıntıdan ders çıkarabilir ve bunu öğreti olarak alabilirler. Sonuç olarak kendilerini gerçekleştirebilir ve daha farklı yollara gidebilirler. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Bu öğretileri bir amaç edinerek Stoacılar gibi bundan ders çıkarmaya çalışabilirler. Doğa anayı kendi gördükleri tarafından ve kendilerinden yola çıkarak keşfetmeye ve tanımaya çalışabilirler. Bu keşiflerden öğretiler oluşturarak kendilerine birtakım dersler çıkarabilirler. Çıkardıkları dersler ile ıslah olabilir kendilerini bulabilir ve yararsız ,çıkarcı ,yıkıcı amaçlarından vazgeçebilirler. Kısacası doğa ananın öğrettiklerini sarsılarak öğrenmektense onu dinleyerek öğrenmenin onlar için daha iyi olacağını kavrarlar.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Tabii doğadan öğreti çıkaran veya öğretilerinde onu dinlemeyi öneren sadece Stoacılar değildir. Bunu bazı tek tanrılı dinler de yapar. Stoacılar gibi Tanrı'nın doğanın ta kendisi olduğunu düşünmeseler bile Mevlana'nın dediği gibi yaradılanı ,yaradandan ötürü severler ve gerek diğer canlılara gerek diğer yaradılanlara saygı gösterirler. Dinleyerek aldıkları öğretileri de sarsıntıyla aldıkları öğretilerden ötürü de sever ve sarsıntıyı gerek yazılı eserlerinde gerek sözlü anlatılarında saklarlar. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Her ne kadar bu kavga Sun Tzu'nun konu aldıklarından biraz farklı olsa da öğretmeye çalıştığı gibi bu durum da bir nevi barış ile daha doğru bir şekilde çözülmesi sağlanabilir. Yakın zamanda yapılan araştırmalarla ve geliştirmelerle bunu amaçlayan ve bunun için uğraşan insanların yaptıkları da Sun Tzu'nun öğretilerine yakındır. Bu hem bizi böyle bir kavgadan alı koyar hem de buna sebep olan azınlığın ve onun tükenmez isteklerinin bir sınırlayıcısı olabilir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Kısacası insanlar kozmos anaya saldırmak ve azınlık için kendilerini feda etmektense hem analarının hem atalarının izinden giderek uzlaşmacı ve daha zararsız bir yol izlemeye çalışmalıdırlar. Bu yol onlara tarihlerinde, felsefelerinde ve dinlerinde buyrulur.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Giray Alkın Erdinç<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br />Tarihin merkezine konumlandırılmış uygarlık illüzyonunun; insanı tarihin ucundaki ütopyaya ulaştırmak yerine ona ütopyaların varlığını unutturması ironik olduğu kadar acı bir durumun da yansımasıdır. O uygarlıktır ki insana hak ettiği onuru vaat ederken yok saydığı ötekilerin varlığı sayesinde dimdik ayakta durabilmiş ve işin sonunda hem doğaya hem gerçeğe hem de insanın kendisine karşı kocaman bir yutucu ve iğdiş edici mekanizmaya dönüşmüştür. Bu noktada, ufacık bir azınlığın lüksü adına insanlık üretken bir makineye indirgenip yaratma yetisinden yoksun bırakılmış ve yaratıcı olarak kişi; kolu kesik, gözleri bağlı bir biçimde kendini üretime sunan saf bir üretici ile rızalı tüketici konumuna yerleşmiştir. Bu dönem, "tarihin sonunu" bir şekilde teşkil ediyorsa bu, ancak sakatlanmış yaşamların ilerlemeyi olanaksız kılan fakirliği ile kaybolup yeniden üretilen gerçekliğin geleceğe doğru yeni bir açılımı imkansız kılmasından ileri gelmektedir. Bu yazıda, çölleşen uygarlığın, kendisinin eseri olmayan unsurları sindirme süreci üzerinde durulurken insanlık aşiretinin hakikat ve evren ile olan kavgası da irdelenecektir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Duraklama olmaksızın sürekli üretimi mümkün kılmak, insanı denetlenebilir ve kaydedilebilir bir parçaya dönüştürmeyi gerekli kılmaktadır. Bu durumun sonucu olarak, Byung Chul-Han'ın "Şeffaflık Toplumu"nda detaylıca ortaya koyduğu üzere her şey şeffaflaşmakta ve birer sergi ürününe indirgenirken enformasyon halini almaktadır. Maksimum fayda, her tür gizin elimine edilerek açığa vurulmasını gerekli kılırken yapbozun aykırı her bir parçasını da kurmuş olduğu global ve bir o kadar da mikro iktidarlar alanında sisteme entegre etmektedir. Kitle, bir "teşhir toplumu" halini alırken derinlik ile yavaşlık da yetersizliğin ifadesi olan birer negatif kavram halini almaktadır. İnsanın faydası için yaratılmış düzende, artık her tür organik unsur sistemin işleyişinin önünde köstek olurken imha edilmesi de zorunlu düşmektedir. Hal böyle olunca, insan ilişkileri de hayalî kimliklerin kol gezdiği ve gösteriye uygunluk kaygısıyla insanların çırpınıp imgesel kimliklerin birbirleriyle çarpıştığı bir arenaya dönüşmektedir. İnsan, hakikatin kaybolduğu yeni uygarlık düzeninde keyfini gönüllü olarak kandırılmakta bulmaktadır. Roland Barthes'ın "Çağdaş Söylenceler"de betimlediği üzere dünya, bir gösteri güreşi (Kaç) ringine bürünmektedir. Kişiler, hem kurgunun büyüsüyle sarhoş olup yapaylığın yarı bilinçli farkındalığıyla kendilerinden geçerken hem de oyunun fazla yapma ve sahte bir hal almasından hoşnut olmamaktadır. Bireyler, imgesel kimliklerin radikalliğinden (iyiye karşı hain benzeri) zevk duyarken duyguların açıkça fakat -yapısına aykırı şekilde- bir o kadar da tekdüze gösterilmesinden haz duymaktadır. İmge ile duygular dahi artık mülk edinilir hale dönüştürülmekte, kategorik ayrımlar vasıtasıyla hem karakterden hem de derinlikten yoksun kalmaktadır. O halde, hakikat bayağılığı ve imkansızı yansıtırken mutlak verim üzerine kurgulanmış "Cesur Yeni Dünya"da sahip olmanın doruklarında olan kişi için gösteri ile sergiler, Huxley'in romanındaki sedatif somaların yerini tutmaktadır. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Hızlı bir işleyişi öngören kârın maksimizasyonuna uyuşturma ve haz ile erişmek çelişkili görünüyor olsa da bireyin sistemli bir şekilde ehlileştirilme sürecine göz atmak, durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Foucault'nun analizini yaptığı disiplin toplumunda, panoptikonun varlığı önemli bir yer tutmaktadır. Jeremy Bentham tarafından bir hapishane modeli olarak ortaya konan panoptikon, Klasik Dönemde iktidarların karakterini çözümlemek adına kullanışlı bir araçtır. Model, merkezde bulunan bir kule aracılığıyla gözetleyenin varlığından habersiz bir şekilde birbirinden ayrı hücrelerinde konumlandırılmış mahkumları ön görmektedir. Bu yolla, minimum masrafla maksimum düzen sağlanabilir. Toplum içinde sınıflandırılmış gruplar görünmez bir kuleden kendilerine gizlice fısıldanan emirlere göre kendilerini dönüştürmektedir. Herkes, görünmez bir prototipe en uygun hale gelmek adına çırpınırken durmaksızın gelişmek de bireyin temel gayesi olmaktadır. Diğer taraftan; bu anlayış, güç odaklarının görünmezliği ve dağılmışlığına rağmen hâlâ masraflı olmakta ve direnişlere yol açmaktadır. Kontrol süreci; teknolojinin de gelişimiyle beraber tahakküm aracından kontrol aracına ve en nihayetinde de herkesin bir diğerinin bekçisi olduğu modern uygarlıkta bir gönüllü teslimiyet halini almaktadır. Kişinin benliğini gönüllü teslimi ile keyif merkezli bir kontrol, her tür mekanizmanın en etkilisi olurken tamamen görünmez hale gelmiş bir iktidar sistemi ile arka plandan işleyen teknolojik süreçler de insanı ağında hapsedip sürekli üretmeye teşvik etmektedir. Devasa bir reklamlar ağı aracılığıyla insan satın almaya yönlendirilirken her şey satın alınabilir gözükmekte ve insanın kimliğini sahip oldukları belirlemektedir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Tüketilenler, her ne kadar bireyi içten içe kuruyor olsa da vaziyet, en sonunda Erich Fromm'un bahsettiği üzere bir "nekrofili" (ölüseverlik) halini almaktadır. İnsan, satın aldıklarını kontrol edemez hale gelip piyasa manipülasyonun bir kuklası halini aldığında organik olana sırtını dönmekte ve o meşhur uygarlık, koca bir cesetler zinciri var etmektedir. Canlı olana karşı bir tür sırt dönüşün yansıması olan bu kopuş, hem simgesel hem de eylemsel boyutta uygarlığın evrenle olan küskünlüğünü de yansıtmaktadır. Bu dengesizlik hali; kendini iklim değişikliği benzeri küresel boyutta bir denge yoksunluğu formunda da görünür kılmaktadır. Fromm, bu noktada insanın önüne "sahip olmak" ya da "olmak" ayrımını çıkartırken temel antagonizmayı da formülize etmekteydi. Fakat ayrım, (her ne kadar sembolik de olsa) böyle bir ayrımla da sınırlı kalmamakta ve piyasa, Baudrillard'ın fazlaca üzerinde durduğu gibi kendi hakikatini kendi kurgular hale gelirken kendine has bir hiper gerçeklik boyutu da oluşturmaktaydı. Bu simülarklar düzeninde artık organik domatese gerek yoktu, hatta domatesin kendisine bile gerek yoktu çünkü "post-truth"un büyüsü kendine göstermekte ve simülarklar evreninde her şeyin anlam ile biçimi bir şekilde ters yüz edilirken üretimin, yalnızca üretmek için üretimin, sindirici yapısına eklemlenmekte ve "karnavalın ritüellerini" belirlemekteydi. Her zaman Batı'nın mülkü olmuş uygarlık, içinde bulunulan Antroposen Çağ'da dünyaya iyice ihraç edilir olmuş ve "öteki" kültürler de bu uygarlığın görkemi önünde erir hale gelmiştir. Bu karnavalın ve verimlilik ile üretim ekseninde şekillenen sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi imkansız hale gelirken Baudrillard'ın "Karnaval ve Yamyam"da ortaya koyduğu üzere aşirete dönüşmüş dünyada sistem, bir yamyam veya hastalıklı hücre misali hakikat ile beraber kendini de yok etmektedir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Zenginleşme amacı, her açıdan akışkan ve hızlı bir düzeni gerekli kılmaktadır. Fakat bu hız, bir yandan üretirken diğer yandan da düşünceyi yok etmektedir. Heidegger'in belirttiği tarzda düşünsel anlamda bir "çölleşme" meydana gelmekte ve bu kurak arazi, bir enfeksiyon misali insanın dört bir yanı sarmaktadır. Üretim fazlalığı, yaratımı dışlamakta ve her tür aykırı gerçeklik ile yaratımın yok sayıldığı bir vaziyet yeni gerçekliğe dönüşmektedir. Yaratıcının dahi ne hikmetse altı günde yaratıp bir günde dinlendiği bir evrende insan, her daim veriler tarafından sarılmış bir vaziyette sürekli meşguliyet halinde yaşamaktadır. Bu hız, milyonların sefalet içinde yaşamını sürdüğü bir düzende hem her türlü direnişin önüne geçmekte hem de Grimm Kardeşler'in "Tavşan ile Kirpi" masalındaki tavşan misali gözleri hırstan görmez olmuş bir halde kendini tüketip imha etmektedir. Dahası, yerinde duran kişi de hızlı birey de tanımlanabilir olmakta ve tanımlanabilir olan da yutulmaktadır. Kendisine uygun olmayanı dışarıda bırakan kapitalizm, Deleuze ile Guattari'nin ifade ettiği üzere insanın yer ile yurdunu da elinde almakta ve onu parçalara ayrıştırıp sistemin işleyişine entegre etmektedir. Dünya ufak bir azınlığa cennet olsun diye dünyanın ezici bir çoğunluğu sefaleti en uç noktasına kadar yaşamakta fakat herkesin payına düşen düşünsel zayıflık olmaktadır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ütopyalar artık hatırlanmaz olmuştur çünkü hakikat defalarca parçalanarak atomize hale gelmiş ve her tür organik, inorganik unsura yabancılaşan uygarlık, düşünsel bir kuraklık içinde kâr üretmek adına bireyi her şeyden yoksun hale getirmiştir. "Yer Altından Notlar"daki gibi insan, bir böceğe dahi dönüşemez olmuştur. Şeffaf dünya, evrene küskün koca bir aşiret olurken bir yamyam misali kendini sindirmektedir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Selim Karaot<br /></b><br />"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>GÜÇ ONTOLOJİSİNE YAKINDAN İNCELEME: TEMİZ MİRASÇILIK<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Üstünkörü şekilde inceleyecek olursak Balanuye bu söz ile Güç Ontolojisi bağlamında “etik” ve “politika” hakkındaki görüşlerini önümüze sermektedir. Gerçekten de kültürel karışıklıklar, savaşlar, devrimler, diğer kritik dönemler ve bunun gibi toplumsal değişiklikler yalnızca onları okuduğunuzda veya filmlerde tasvir edildiğini gördüğünüzde ilgi çekicidir. Bu ilgi çekici durumlar haricinde çoğu zaman “pragmatizm” hedeflenir ve yüzeyin altında yatan anlam yavaşça ortadan kaybolmaya başlar. Çetin Balanuye’nin de ele almış olduğu üzere “maksimum fayda”, algılar dahilindeki gerçekliğin arkasında yatan anlama düşmanca bir tutum takınır. Bu ifadenin doğruluğuna en önemli örneklerden biri: Eski Çin’deki “İlginç zamanlarda yaşayasın.” sözüyle gerçekleştirilen bir lanettir. Bu söz gerçek anlamı görmek ve kavramsallaştırmak için tutkuyla yanan kişilerin, fazlasıyla karmaşa yaşanan bir dönemde nasıl yaşamını sürdürüyor olduğunu anlatmaktadır. Ve sözlerinden anlaşıldığı üzere Çetin Balanuye için de böyle zamanlarda yaşamak, bir beladır. Bu tesadüf değildir, sözlerinden anlaşıldığı üzere Balanuye gerçekten de pragmatik bir düşünceden çok, olayların arkasında yatan anlamı sezme ve bunu içselleştirerek bir değer haline dönüştürme eğilimindedir. Yazımın geri kalanında metafiziksel unsurlarla maksimum fayda ve gerçekliğin anlamının önemini karşılaştırıp kavramların arkasında yatan zayıflıklara da fazlasıyla değineceğim. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Yaşadığımız dönemi bir madalyonun iki yüzü olarak düşünecek olursak birinci yüz, ışık vurmayan karanlık bir yüzeye tekabül eder. İkinci yüz ise aksine hiç sönmeyecekmiş gibi parlar ve aydınlıktır. Birinci yüz, kapitalizmin en dip noktasında yaşadığımız dönemde kaybettiğimiz biyosferi, ciddi ölçüde yitirdiğimiz biyolojik çeşitliliği, durduramadığımız ama önlenebilir çevresel tahribatı, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu ve bireysel çıkarlar doğrultusunda ışığını yitirmiş insanlığı temsil eder. Kapitalizmin kâr maksimizasyonunu en temel hak sayan piyasa özgürlüğü de şahsi gelir artırmaya faydası olmayan hiçbir çabayı dikkate almaz. Bu tablo nedeniyle sınırsızca büyüme ve dipsiz maddiyat hedefi gözeten “azınlık”, sistemi kimi onarımlarla sürdürmek için devletlerle işbirliğini asla ihmal etmez. Maddi hedefler ve azınlığın sonsuz büyüklüğe ulaşma arzusu, madalyonun bu tarafındaki ışığı gölgeleyen cisimdir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çıkarlarına göre karar veren azınlıklar, felaketlerin nedeni olacak olan bir “sonsuz zenginliği” sürdürebilmek için son derece ikna edici bir kültürel hegemonya (üstünlük) kurmuş durumda: Dünyadaki ortalama yaşam süresinin uzaması, bebek ölümlerinin tutarlı bir grafik uyarınca düşmesi, temel sağlık, eğitim ve teknolojiye tarihte hiç olmadığı kadar çok kişinin görece daha kolay ulaşabilir olmasını bu süreçteki olumlu kazanımlar olarak ileri sürüyor. Bu doğrudur ve bu doğru uğruna mücadele ederken de yanlış bir hareket yapılırsa Balanuye’nin bahsettiği durum çıkar. Medeniyet birden “tek dişi kalmış bir canavara”, yani bir “fayda maksimizasyonu makinesine” dönüşür. Sizin de bildiğiniz üzere herhangi bir ülkenin çoğu insanı birbirlerinden farklı demografik özellikler taşımaktadır, bu da hepsinin eğitim durumunun benzer olmadığını gösterir. Toplumsal olayların tümünde asırlardır iki uç taraf olarak “aydın” diye adlandırılan aklı daha erişkin ve eğitimli kimseler ile “cahil” diye adlandırılan aklı henüz yetişmemiş veya yetişmekte olan bireyler yer alır. Sonsuz maddiyat hedefleyen doyumsuz azınlıkların hedefi, her zaman “cahil” kişilere ve “aydın” kesimden de çıkarlarının uyumlu olduğu kişilere yönelik taleplerle gerçekleştirilir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Balanuye bu düşünceleri ile etkide bulunanlar ve etkiye uğramış olanların sonu gelmeyen karşılaşmalarının şekillendirdiği içkin gerçekliğin seyri için: Temel inançlarımızın ve bilgilerimizin çoğunu yeniden gözden geçirmeyi gerektiren olanaklı ama zor bir yol olduğu görüşünü sunar. Fayda maksimizasyonunun evrensel görünümü halkın ortak kararına dayalı özgürlükçü demokratik modellerin yarattığı problemlerin, özellikle son yüzyıllarda hatalardan felaketlere evrildiğini görmekteyiz. “Felaket” kelimesi uzun zamandır süregelen bir kaygı, telaşa yatkın insanları anlatmaktan çıkmış, soğukkanlı ve rasyonel akılcılık tarafından vurgulanır olmuştur. Yeri gelmişken, bu durum azınlıkların tutkunun etkisine girmesini kolaylaştırır: “Sıradan gözlemcilere” göre azınlıklar, o noktada duygu patlamasına neden olan kırmızı bayraktan başka bir şey fark edemezmiş gibi görünürler. Bu durumda neredeyse her şeyi yapabilirler: Neyse ki, birkaç saniyeden fazla sürmez. Bu durumda, azınlık dikkatini hızla aynı derecede çekici, ancak daha az tehlikeli başka bir nesneye çevirir. Çünkü çıkarları doğrultusundaki iki güçlü ihtiras aynı anda anlaşamaz. Bunu somut hale dönüştürecek olursak: Örneğin yönetimde söz sahibi olan bir azınlığın kendi çıkarları doğrultusunda halkın arkasından iş çevirdiğini hayal edin. Eğer herhangi bir şekilde bu olay duyulursa sadece birkaç saat içerisinde tüm medya kaynamaya başlayacak çünkü bu azınlığın “büyüleyici” etkisine kapılmamış olan ve olayları akıllarıyla parçalayabilen kişilerin eline bir argüman geçmiş olacak. Böyle bir durumda azınlık masayı tersine çeviremediğini fark ederse ilk yöneldiği yer, ilgi çekici başka bir problemi ortaya çıkarmak olur. Uygarlığın tüm yaşamı boyunca, ruhundaki ateş ve buz savaşı -ama ısısı ısıtmaz, aksine yakar ve soğuğu soğutmaz, bunun yerine donar- asla son bulmaz. Bu yüzden azınlıklar mecazi anlamda lava kurubuz atarak halkın ilgisini kendi sorunlarından onları ilgilendiren başka bir soruna çeker. Azınlığın seçtiği bu sorun genellikle ya toplumsal bir değişikliktir ya da kendileri gibi bir hata yapmış olan başka bir azınlığın -halk için aynı şekilde zararlı olan- sorunudur. Kendi bedenimizden ve aklımızdan ayrılıp bilinçaltımızın sesine kulak verdiğimizde bu çok basit psikolojik bir hile olmasına rağmen politika alanında her gün yaşanan alışagelmiş bir taktiktir. Kendi çıkarları ile hareket eden bir azınlığı dinlediğinizde, kişilerin sizden önce bir yaşam deneyimi elde ettiği iizlenimi oluşur. Eylemlerine baktığınızda bir kafaya kapılmanız mümkündür, mantıksal olarak hiçbir açıklamaya boyun eğmezler. Davranışlarının mantıksızlığı da sıklıkla çıkmaza girer. Bu azınlığın sadece kendi hatasıyla kilitlenebileceğini de söylemek gerekir. Bir başkası onu bir köşede yoramaz, her zaman dışarı çıkmayı başaracaktır: çarpışmadan ayrılmak, başka birini değiştirmek veya tüm köpekleri en çok saldıranlara asmak. Bu gibi durumlarda azınlıklar pratik olarak batmaz. Her iki lopatkiye ne kadar zaman ayırmayı başardıysa, tüm izleyicileri özverili bir şekilde bunun onların “muzaffer zaferi” olduğuna ikna edecek, o zamana kadar içindeki her şeye gerçekten inanılmayacaktır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Gelelim madalyonun ikinci ve aydınlık yüzüne. Bu yüz, ideal devlet fikrinin somutlaştırılmış halidir ve tabii ki “ideal devlet” kavramı kullanıldığında akla gelen ilk isim Platon’dur. Platon’un devleti sınıfsal tabakalaşma üzerinde yükselmektedir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, sağlıklı, düzenli bir kamu düzeni oluşturup, düşmanlarına karşı kendilerini güvende hissederek yaşayabilmesi için böyle bir görev dağılımının zorunlu olduğu varsayılır. Platon toplumu üç ana sınıfa ayırır. Bu ayırımda insan ruhunun bölümleri belirleyici olmuştur. Yönetici olanlar akıl ve iradeyi, askerler cesareti ve coşkunluğu, çalışan/üreten kesim ise haz ve itaatın karşılığı olmuştur. Platon “Devlet” adlı eserinde Balanuye’nin sözünde bahsettiği uygarlığın tam zıttı olan ütopik bir devleti anlatmaktadır. Yani madalyonun aydınlık yüzü, fayda maksimizasyonu ve pragmatizm karanlığından etkilenmeyen; insanlığın ve süregelen neslin altında yatan gerçek anlamı ele alarak oluşturulan ideallerin somutlaşmış halidir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Yine görüyoruz ki tarih boyunca insanlık, yaşadığı bu dünya ve ötesinde mutlu olmanın arayışı içerisinde bulunmakla birlikte, arzuladığı, hayalini kurduğu bu hedefe çoğu zaman ulaşamamış. Bilakis kurmayı düşündüğü dünya cennetine hiç ulaşamadığı gibi çoğu zaman da özellikle halklar için cehennem hayatının kurucusu haline gelmiştir. Çünkü insanlığın asi ruhu, Tanrı'nın kutsamasını gerektirir. Büyük olasılıkla, iyinin ve kötünün güçlerine sahip olmak ve onlarla savaşmak için yapılır. Ne yazık ki, çoğu zaman karışık sonuçlarla karşılaşılır. Bu tür insanlar, az ya da çok, kendilerini ilahi amaçlarına ulaşmanın araçları olarak, daha yüksek güçlerin seçilmiş yetkilileri olarak sunarlar. Bu arada, bu, kendini kısıtlamanın artmasına yol açar. Bundan sonra tüm eylemleri için onları yönetenlere cevap vermek zorundalarsa, bu kendi hedeflerine aykırı olmuş olur. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Engelleri aşmak, zorluklara irade ve ruh gücüyle direnmek, aydınlığın dayanma ve direnme gücünün temel şartlarındandır. Ve tabii ki, ruhun direktiflerine ve ilham güçlerine tabi olan mesleği gereği özverili ve yaratıcı çalışma, burada özellikle saygı duyulan bir değerdir; toplumun seçilmiş, adanmış, manevi hayırseverleri, maneviyatın temsilcileridir. Son derece gerçeküstü ve somut olmayan maneviyatı somut sanatsal değerlere dönüştüren “ütopya”, kendi hazinelerini yaratır: dış dünyadan getirdiği güzel rüyalar, mitler, görüntüler ve öykülerden oluşan o koleksiyonu, en iyi şekilde toplar. Parlak, etkileyici ve çekici olan her şeyin etrafında yeşeren "çiçeklerin" etrafında bir kelebek ya da bir arı gibi “uçan” devlet, "nektarını" toplar ve "hücreye" taşır. Nektar, acı çeken her ruh için hayat veren ve iyileştirici özelliklerini zaman boyunca koruyan değerli bir maddedir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Sözün enerjisi, büyük olasılıksal potansiyelle donatılmış ölümsüz bir insan ruhunun duygu şevkini ve sıcaklığını koruyan, uzayı ve zamanı aşan imgenin enerjisi ile yüksek bir hedefe ulaşabilir ve onu gerçeğin ışığıyla aydınlatabilir. Temiz enerjiyi geçmiş yüzyılların derinliklerinden çıkardı ve içinde en iyi olan her şeyden faydalanılmasını sağladı. Hatta bu fikir, William Shakespeare tarafından en iyi sonelerinden birinde (55.) kesinlikle muhteşem bir şekilde ifade edilmiştir:<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">“Ne yaldızlı hükümdar anıtları, ne mermer<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ömür süremez benim güçlü şiirim kadar;<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Seni pasaklı Zaman pis bir mezara gömer,<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ama satırlarımda güzelliğin ışıldar.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Savaşlar tepetaklak devirir heykelleri,<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çökertir boğuşanlar yapı demez, sur demez, <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ama Mars’ın kılıcı, cengin ateş selleri<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Şiirimde yaşayan anını yok edemez. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Ölüme ve her şeyi unutturan düşmana<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Karşı koyacaksın sen; yeryüzünü mahşere<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Yaklaştıran çağların gözünde bile sana<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Bir yer var övgüm seni çıkardıkça göklere. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Dirilip kalkıncaya kadar mahşer gününde,<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Yaşarsın şiirimle sevenlerin gönlünde.”<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Tanrı, insanı kısıtlı yaratır, her gün gelişmesine izin verir ve böylece insan günden güne geliştirdiği sezgilerini, duygularını ve düşüncelerini geleneksel olarak, geliştirilen teknolojiler aracılığı ile yüzyıllar<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">boyunca nesilden nesile aktarır. İnsanoğlunun bu<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">tarzda herhangi bir yatırıma veya yaratıcı çalışmaya<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">yönelik yüksek talebi, işin kalitesine, derinliğine ve<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">geçmişten gelen tecrübelerin özüne; mükemmel<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">uyum ve etkileyiciliği için ise içeriğin bilgilendiriciliğine <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">ve somut kompaktlığına dayanır. İnsanın doğumundan ölümüne, geleceğe bırakmakla yükümlü olduğu temiz bir miras vardır. Temiz miras, şimdiki zamandan uzak geleceğe ve parlak zaman dilimlerine kadar en iyilerin, en parlakların, en saf ve yücelerin iletkeni olmaktır. Bu bağlamda bırakılan mirasın temiz olması için tecrübelerin ışıkla dolu olması, görüntülerin yüce, parlak ve mükemmel formda olması gerekir. Bunların hepsi insanoğlunun sorumluluğudur, dolayısıyla da insan bir kısıtlama altındadır. Bahsedilen kavram, insan neslinin en üst noktasıdır. Şimdiden daha iyi bir gelecek yaratarak insanlığa mutluluk getirmek ve kişinin bu asil görevde yer aldığını bilerek kendine mutluluk getirmesi, yüzyıllardır insanlığın aramakta olduğu bilgi olan hayatın anlamının ta kendisidir. Madalyonun aydınlık tarafının tam olarak tasviri bu şekildedir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Son olarak sizden bir ricam olacak, sözcüklerin gücünden ve yaşamın arkasında yatan anlamdan kopmayınız. Gerçeklik görecelidir fakat asla sadece size ait değildir. Geçici dünya anlık heveslerle doludur ve dünyevi tutkularda kendimizi kaybetmiyor olmak, “hayat sınavı” diye adlandırdığımız kavramın kendisinden başkası değildir. Duyularınızı kapattığınızda gördüğünüz şey karanlık değildir, gerçektir. Maneviyatın gücü, ruhsal saflık ve düşüncenin büyüklüğü ile uzayı ve zamanı delip geçen kelimenin enerjisi, zamanın ilerisinde kalabilir, onu fethedebilir, en büyük bilgeliği ve en derin anlamı geleceğin en uzak zamanlarına aktarabilir. Uzayı aşmak, asırlar boyunca uçmak, görüntünün ve bilginin sürekliliği, güçlü, dinamik ve enerji açısından zengin halefini bulur ve kendi ütopyasını gerçekleştirir. Yol gösteren bu yıldız, sosyal ve manevi bir misyona dönüşür. Bu misyon yaşamın karanlığından sıyrılarak bir vizyonu oluşturur ve hayatın amacı bu vizyonu gerçekleştirmekte yatar. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p>--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Şahpar Nil Özer<br /><br /><o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /><b>-Uygarlıların ikilemi-<o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">İnsan tanımında zaman -şu an için- tek yönde ilerler. Her zaman ileriye, daha da ileriye, durmaksızın, beklemeden, geride çok şey bırakarak, gelişmeyi umarak... "Üretkenlik daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapabilmektir" demiş Kafka. Bu görüş zamanın yapısıyla da uyumlu bir özellik göstermekte. Daha önce görülmemiş, bilmediğimiz bir zamanda yapmadığımız bir şeyler denemek bir tür verim, küçük bir dünyada yapılmamışı yapmanın hazzını yaratır. Ancak bu verim kendi içinde birçok kez döndüğünde zaman onu beklemez. Bir bakıldığında artık o üretimin başladığı yerde değil çok daha ötesinde ama baştaki hazzın çok küçük bir miktarını başka yararlarla idame ettirmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Çetin Bey in “Fayda Maksimizasyonu Makinesi” olarak adlandırdığı uygarlık da böyle temellere bel bağlamış olsa gerek. Nasıl ki bir makine duracağı dinleneceği zamanı bilmezse, şöyle bir gözlerini açıp dünyaya bakacak donanımı bulamazsa böyle bir toplum da zamandan kopuk, sahip olmak için tüm gücü harcadığı donanıma erişemeden farkedemediği zamanın en ucunda bulur kendini. Bu sıkıntı aslında insan üretiminde olan her şeyle oluşur. Medyanın, besinin, sevginin ve daha birçok hayati unsurun tüketim hızı ayaklarını yerden kesmiştir insanoğlunun. Bu hızlı döngü içerisine sedece beşeri algımızı almaz, tüm kaynaklarımızı da döngüyü sonuna erdirene dek beraberinde götürür.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Günümüzde dünya, temelde Stoacı bir etik yapsında ilerliyormuş gibi gözükmektedir. Bilginin üstünlüğü ve insanoğlunun tüm zorluklar sonunda ulaşacağı “mutluluk” olgusuna olan bağlılık, çarkın dönmesine ve her bireyin kendini gerçekleştirmeye olan inancını sürdürmesini sağlar. Ancak günümüzdeki stoa etiği olarak adlandırabileceğimiz görüş, rasyonalite ve bilgi gücünün mutluluğa katkısından çok farklı bir yönde gelişmiştir. Gittikçe artan rekabetçi yapı ve sadece iyinin paylaşılmasının yarattığı kötünün aşağılanması, insanlar arasında ruhsal uçurumlar oluşturmuş, bu uçurumlar arasından tüm fırsatlar ve aranılan gerçek mutluluk akıp geçmiştir. Çetin Beyin anlatımındaki gibi ulaşılan her fayda, bu faydanın değeceği düşünülen bir yarımda sınırlı kesime hizmet etmektedir. Ancak yakından bakıldığında aşırı zenginleşmenin faydasını paylaşan bu insanların bile bu paylaşımı kendi mutluluklarını sağlayabilecek şekilde gerçekleştiremediğini görürüz. Tüm savaş ve anlaşmalardan sonra halen belli başlı gerginliklerin ortaya çıkması, bu kesimin her an başka bir huzursuzluk için hazır olduğunu gösterir. Oysaki temeldeki amaç kendi mutluluğunu sağladıktan sonraki süreçte sahip olunan erdemdir. İşte asıl sorun da o erdeme ulaşılmanın aslında hiç istenmemesi. Rasyonal bir kişiliğe bürünmek kişinin çıkarları ve belli sınırlarından vazgeçmesi gerekir. Hiçbir istek ve kıskançlık duymadan sadece mantığa bağlı ilerleyen kimse zenginliğin sonucu oluşan tatmin duygusunun kıyasını sağlayamaz ve buna bağlı hesaplarda bulunamaz. Tamamen rasyonal bir düşüncenin etkin olamayacağı bir toplumda ise duygular, mantık adı altında olumsuz yönde evrilebilir. Bu evrim hırs ve bencilliğin insanda yarattığı bireysellik düşüncesi ve hedeflere yönelik odakla adeta bir makine etkisi yaratır. Rasyonal olmaktan uzak, negatif duygularla yüklü kocaman bir toplum ise içerisinde belli başlı güç dağılımları yaratır. Bu dağılımlar günlük mutlulukları belli bir değer görmeyen çünkü mutluluklarını ölçümünü yalnızca kendisiyle yapan farklı bir kesim de oluşturur. Tüm evrene olan ortak etki ise büyük karşılaştırmalar sonucu oluşan üstün kesimin ideallerini daha çok yansıtır. Bu idealler olumsuz duygularla yaratılan hedeflerle dünyaya ve evrene zarar verir. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Makineleşme ve belli başlı şeyleri genele uygulanabilir hale getirmenin olumlu bir yönü de karşıtlıkların birçoğunu içerisinde barındıran insanın bir ürünü. Bu yönde birçok atılım sağlayan ve Japon iş başarısının da bir kanıtı olarak görülen “Kaizen felsefesi”; ismini kai -değişim- ve zen -daha iyi- sözcüklerinin birleşiminden oluşmaktadır. Daha iyiye yönelik bir değişimi söz konusu aldığı oldukça net olan bu görüş, iş dünyasında belirli bir zaman içersinde müşteri memnuniyetini maksimize etmeyi hedeflerken diğer yandan bir felsefi düşünce olarak her zaman iyileşme olarak tanımlanabilir. Bu felsefenin sonuçlarının maddi anlamda da kar getirisinin bu kadar net olmasının temelinde bu görüşün hangi amaçla uygulandığı vardır. Bu görüşe göre bir işi başarmadaki temel sır sürecin önemidir. Yani en başta bahsettiğim tek yönde yol alan zamanın etkisi en temelde ele alınmıştır. Düzenli bir ekip çalışmasının öngörülen süreçte tamamlanması ve grubun her bireyinin elindeki sorumluluğa en iyi şekilde bağlı kalması aslında toplumun oluşumundaki ve toplum içerisinde yaşama devam etmedeki en önemli ve temel sebebe ışık tutar. Sedece belli bir amaca ulaşmayı del aynı zamanda bu amacı oluşturmak için belli başlı problemlerin gözlemlerin de yapılması çok önemlidir. “Problemler gelişim yaratır” bakış açısı aslında problemleri farketebilmek için de bazen memnuniyetsizliğe hatta sadece olumsuzluklara odaklanmayı da içerisinde barındırır. Bu durumda aslında “Fayda Maksimizasyon Makinesi” aynı zamanda “Problem Çözme Makinesi”dir de. Çetin Beyin çoğunlukla değindiği çok küçük bir grup arasında paylaşılan fayda, para ve güç gibi özellikler taşıması sonucu aslında sadece zenginleşme yönündeki bir değişime değinmektedir. Ancak değişimin ve bir şeyleri geliştirmekteki bu denli başarının pozitif sonuçları da vardır. Zenginlik dışında her gün yaşadığımız problemler birçok farklı iş kolu içersindeki rekabet sayesinde ihtiyaç durumunda olan birçok insanın hayatını kolaylaştırmaktadır. Teknolojiyi ve gelişimi her zaman doğa ile bir kavga içersinde görmek bu kesimin medyada daha çok yer bulmasıyla ilgili bir sorun olabilir. Olumlu ve olumsuz sonuçları bulunan bu süreklilik değerlendirildiği bakış açısına göre bizi kozmosun çok daha ilerisine taşıyan bir araç ya da ondan gittikçe uzaklaştırıp kendi küçük evrenimize biz hapseden bir kin olabilir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Bir sonuca varmak gerekirse hayatı kolaylaştırmak ve verimliliği arttıran birtakım kodları hayatımızda sürekli mevcut bulundurmak farklı sonuçlara neden olabilir. Bu durumun toplumun belli kesimlerini dışlayan bir eksende kullanımı, oldukça irrasyonel bir bencil bilinç sonucu uzun vadede yaşama birçok zorluk getirir. Sadece dünyevi ve maddi bir güç uğruna tüm toplumun kaynaklarının kullanılması bu kararı veren kesimin öngördüğü rasyonallik karşısında hırsına yenik düşmesinin bir sonucudur. Gerçek anlamda aklın özelliğini ele alan ve bu yolda mutluluğa da bağımsız bir iradeyle ulaşarak erdemi elde etmeyi hedefleyen stoacılık bu noktada bu kesimin bürünmek istediği bir karakter olsa da amaçların bencilliği ve stoacı düşüncenin asıl temelde aldığı doğaya uygun yaşamdan oldukça uzaktadır. Öte yandan bu düşünceyi gözlem ve problem çözme yeteneği ile elde bulunan bilgilerden titizlikle yararalanılması sonucu zamana verilen özele göstermeyi hedefleyen Kaizen bakış açısı, bir teorist olan kurucusu Masaaki Imai’nin rekabetçi başarıya doğal çözüm ahlakını gösterir. Bilgi ve gelişimi nasıl kullanacağına karar verme yetkisi en nihayetinde insanda bulunur. Bir toplumda bu iki aşık açısı da yer alıyorsa daha birçok iyi ve kötü yol için de ihtimal vardır. Kozmosun bize karşı sabırlı olmasını dilemek ve doğru yolu bulabilmek için kendimize dönmek en önemli çözüm yolu olacaktır. En nihayetinde her problem gibi kötülük problemi de çözümünde gelişimi getirir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Atakan Binokay <br /><br /><o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">"Uygarlığımız bir "fayda maksimizasyonu makinesi'ne dönüştürülmüş durumda; maksimum fayda, gerçekliğin insan, insan dışı, organik ya da inorganik unsurlarıyla devinen içkin bütününe karşı tümüyle düşmanca bir tutum takınmak anlamına gelmekle kalmıyor, bu sözde faydanın da ancak çok küçük bir bölümü insanlar arasında paylaşılıyor. Bir başka deyişle, aşırı zenginleşmenin faydasını aralarında kırışan çok küçük bir azınlık için tüm beşerî uygarlığımızı kozmosla kavgalı bir aşirete dönüştürmüş durumdayız."<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Çetin Balanuye, Naturans 2, Ayrıntı Yay.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br />Modern endüstriyel toplum ve bu vakıanın getiriverdiği sonuçlar ademoğlu için tarih sahnesinde çok büyük bir sorun teşkil etmiştir. Entegre haldeki ekonomik sistem, toplumu oluşturan bireylerin endüstriyel ürünlere ve otonomlara bağlılığıyla doğru orantılı bir şekilde pragmatist hale gelmiştir. "Sanayi Devrimi" adıyla anılan olay sonrası entegre iktisadi sistemin ilk para baronları günümüzdeki yerlerini almaya ve aynı şekilde toplumda disorganizasyona sebep olmaya başlamışlardır. Bu para baronları öncelerinde işlerine basit başlamış, sonrasında normal bir bireyin medya aracılığıyla ulaşabileceği her türlü metanın(ticari ürünler) üreticiden alıcıya kadar giden uzun kâr yolunda bir hastalık gibi sirayet etmişlerdir. Aynı şekilde bu baronlar metalarla da yetinmekle kalmayıp politikaya, askeriyeye ve buralardan da neredeyse tüm Dünya'ya bulaşmışlardır. Pragmatist olan bu tür baronların çoğu(hatta neredeyse hepsi) materyalist ve immoralisttir. Bu baronlar kâr ve daha fazla ham madde için insan, maneviyat gibi günümüz toplumunca saygı duyulması ve korunması gereken kavramları ve değerleri bir hiç uğruna kesip biçerler. Bu baronlar dışarı karşı en güçlü silahları olan medyayı kullanarak sadece iyi gözükmekle kalmaz aynı şekilde taraftar da toplarlar. Realiteyi parmakları altında istedikleri gibi eğip bükebilen bu baronları oluşturan olay nedir? Materyal eşyalara bağlılık insanların en kutsal kabiliyetlerinden biri olan empati ve vicdanı nasıl bu kadar efektif bir şekilde etkisiz hale getiriyor? Bu soruları cevaplamak için öncelikle bir baronun düşünme şeklini anlamak gerekir. Baronlar popülarite kazandıktan sonra, hayatları çok zor, çok güç bir doğa kazanır. Diğer insanların onlara gıpta etmesini, hayatlarını kendilerininki gibi uyarlamalarını isterler. Bu tablo öyle bir şekil alır ki, saf medya kölesi transhümanist birey bu baronun hayatı gibi hayat yaşamadığı zaman kendini başarısız hisseder ve bu birey "olduğunu" hissettiği zamanlar kümesinin dışında nihilist bir hava kazanır. Baronların bir diğer özellikleri ise içlerine kapanık narsist olmalıdır ama altını çizmek gerekir ki bu narsistlik kişilik bozukluğu düzeyinde değildir, sadece barona zevk verecek boyuttadır. Sahip olduğu inanılmaz miktardaki dünyevi meta ve sahip olduğu değerli materyallerle kendisini normal vatandaşlardan üstün görür, kendini birnevi onların ilahı, onlar için tapılacak bir nesne olarak alır. Baronların nasıl düşündüğünü anladığımıza göre şimdi bu iblisin vücut bulmuş hali olan "insanların" neden oluştuğunu ele alalım. İnsanlar doğdukları anda biyokimyasal imbalanslar veya dengeler dışında (ki bunlar "hata" olarak klaslandırılamaz") eşit bireyler, varlıklardır. Bireyler büyüyüp kendilerine ektikleri düşüncelerle, benimsedikleri idealarla ve aynı şekilde davranışlarıyla meritokratik bir sistemde değer kazanır. Baronlar da aynı normal insanlar gibi doğarlar, büyürler ve kendilerini elde ettikleri kazanımlarla entegre ederler. Normal bireyle baron arasındaki ayrım burada gerçekleşir. Normal birey istikrarlı bir hayat seçerken baron istikrar yerine daha dengesiz, daha kaotik, yüksek risk yüksek ödül veren bir opsiyon seçer. Bu dengesiz yolda başarısız olanlar, en başa geri döner, ya yeniden denerler ya da istikrarlı bir kariyer planı seçerler. Başarılı olanlar ise kariyerlerinin başında güzel motivasyonlarla ve mottolarla başlarlar ama sonrasında immoral bir adımla ne kadar para ve güç kazanabileceğini fark eden baronun aklı analitik ve çok boyutlu düşünce tarzından tek boyutlu primitif bir hale doğru dejenerasyon işlemine tabi tutulur. Bu işlemden sonra gözü dönen baron, materyalist ve immoralist bir doğa kazanır, ve küçük ilerleyişlerle toplumun ve entegre ekonomik sistemin temellerine doğru sirayet eder. Şeyh gibi mürit toplayan, yaver toplayan bu baron artık tek başına değil, sadece ona çalıştığı zaman başarılı ve değerli hisseden köle bir kitleyle topyekün topluma saldırır. Peki bu tür bir vakıanın vuku olmasıyla Sanayi Devrimi arasında nasıl bir ilişki vardır? Sanayi Devrimi kağıdın üzerinde, yani teorik ortamda , insanoğlu için yararlı bir durum gibi gözükür. Sonuçta el işiyle yapılabilecek işlerin makinelerle yapılması, bu tür yorucu işlerin bitmesi ve aynı şekilde büyük kitlelere yetecek kadar ucuz fiyatta ürün oluşturmak gibi pozitif katkılar tarihin hiçbir sahnesinde insanlığa takdim edilmemiştir. Ama tabii olarak bu kadar büyük bir gücün, yetkinin getiri olarak insanlığa verdiği negatif etkiler pozitif etkiler yanında bir dağ gibi gözükür. Sanayi Devrimi'nin getiriverdiği kolay yaşam şartları ve aynı şekilde anlık dopamin hormonun salgılanmasını sağlayan(kısaca mutluluk veren) olayların yaygınlaşması, insanlarda başarı denen olgunun "gidiş yolu" adı verilen asıl zor, asıl eğitici kısmının varlığının yadsınmasını sağladı. Bu tür bir olay ademoğlunda maneviyat ve değer gibi kavramları yavaşça oydu, içini boşalttı. İnsanları sadece baronların ürünlerini tüketen, materyalist, nihilist, immoralist zombilere çevirdi. Hayatlarındaki anlamsızlıkları sadece "ilah" olarak saydıkları baronlara karşı çalışmakla düzelebileceğini sananlar, işkolik kılıfıyla uyutulup ölene kadar baronların şirketlerine çalıştırıldı. Ne yapacağını bilmeyenler ise "Eğitimli Tinerci" yani bir diğer adıyla psikiyatristler tarafından sertralin gibi kimyasallarla uyutuldular. Ve en kötü yanıysa bunlar sadece insan üzerine olan etkilerinden birkaç tanesidir. İnsan dışı alemlerde ise gerçekleşen yıkım ise insanların bu durumda ne kadar şanslı olduğunu gösterir. Natürel camia günümüzde kan ağlamaktadır. Ağaçlar ölmekte, hayvanlar pes etmekte, bir zamanlar oluşan mükemmel biyokimyasal döngü insanoğlunun beşeri etkileri altında çürümektedir. İnsanlar zayıf olmaya alıştırılmakta, hayatın önlerine sürdüğü çatışmalara, karşıtlıklara karşı gelmek, onları yenmek yerine onların şekline bürünüp minimal zayiata uğrama peşine düşmektedir. Peki bu transhümanist pragmatistik materyalist felsefenin karşıtı nedir? Bu karşıt felsefi akım efektif midir? Transhümanizme karşı olan felsefe Primivitism, daha ekstrem olarak ise Anarko-Primivitism'dir. Bu felsefe insanlığın geliştirdiği teknolojinin, belirli bir raddeden sonra insanlığın kendisi için zararlı olduğunu ve bir mertebeden sonra insan oğlunun teknolojik olarak ilerlememesini savunur. Bu akımın da tabi olarak aynı transhümanist felsefe gibi hastalıklı ve şer yanları vardır. Ama Primivitism köken olarak bireyin doğanın içinde huzur bulacağını, ve teknolojinin beraberinde getirdiği radikal kapitalist sistemin, oluşturduğu kurum bazındaki monopolinin insanın doğasına uygun olmadığını söyler. Bu tür bir çıkarım tabii olarak doğrudur, çünkü insan 9 dan 5'e kadar bir köle gibi büyük şirketlere çalışmak için biyolojik olarak dizayn edilmemiştir ve aynı şekilde böyle bir uygulama insanlığın üzerine salınan çoğu psikolojik, patolojik ve aynı şekilde nörolojik bozuklukların, aksaklıkların önlenmesini sağlayabilir ama çubuğun bir diğer ucunda ise insanın teknolojik olarak gelişmemesinden dolayı , başarının "gidiş yolu" kısmını tamamen anlamsız kılacak raddede olmayan ama yapılacak fiziksel veya mental işi kolaylaştıran ögelere ulaşım neredeyse imkansız hale gelecektir ki bu durum modern toplumda önlenebilen çoğu olayın (örnek olarak tetanos, tüberküloz, kuduz gibi viral ve bakteriyel ölümcül enfeksiyon olan ama doğru kimyasallarla kolay bir şekilde tedavi edilebilen) gereksiz yere zayiat vermesine, ve aynı şekilde bu çözümlere günümüzdekiyle aynı tesirde olmayan ilkel işe yaraması çok mümkün olmayan yöntemlerin oluşmasına sebep olur. Peki bu iki zıt kavram arasında tarafsız davranmak en mantıklı ve en rasyonel yol mudur? Rasyonel olması gerekli midir? İstikrarlı bir politika izleyen birey modern toplumun getiri olarak verdiği yararlardan yararlanır ve aynı şekilde kendine yetecek miktarda materyal varlığa veya metaya sahip olmaya çalışır. Gözü dünyevi varlıklar üzerinde olmaz, anti-materyalist olur ama nihilizmin kara sularına da kaymamaya çalışır. Doğayla iç içe olur, doğaya zarar vermeden ondan yararlanır ve doğaya manevi ve maddi olarak saygı duyar, spiritüalist bir bakış açısıyla doğayı canlı görür. Rasyonellik kısmı ise bu argümanın mantık çerçevesine uygun bir olgu değildir. Bunu sırf rasyonelliğe uydurmak tamamıyla gereksizdir. Olayın özü bireyin doğayla ilişkisindedir, ilişkiyi nasıl bir yolla kurduğunda değildir.</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Eda Üçler<br /><br /><br /></b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6oJFl5oSdgKJzca_3iqzpavVI_CP6FMr5eNn4CUOSq4luahM9-wrGINMclCzTI4MiaG463fdWNADKDGCb83Ni3SA1bXaOMAlpUXvI_BhebytXV5YCwpVnyLWuxWHj18bZ4IMv-hJ6KfYm7SlYwhTLfgjKI3QTgcEmH7fAf4LriBlur4AhLxVaL2uEXQ/s318/Resim1.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="318" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6oJFl5oSdgKJzca_3iqzpavVI_CP6FMr5eNn4CUOSq4luahM9-wrGINMclCzTI4MiaG463fdWNADKDGCb83Ni3SA1bXaOMAlpUXvI_BhebytXV5YCwpVnyLWuxWHj18bZ4IMv-hJ6KfYm7SlYwhTLfgjKI3QTgcEmH7fAf4LriBlur4AhLxVaL2uEXQ/s1600/Resim1.png" width="318" /></a><b><br /></b><br /><b>İnsanın eylem özgürlüğü</b><br /><br />Oscar Wilde'nin bu konu hakkında yaptığı bir deneyden bahsederek konuya girmek istiyorum. ''Bir takım çiviler, raptiyeler ve iğneler bir mıknatısın yakınında yaşıyorlarmış. İçlerinden biri demiş ki: 'Bence mıknatısı ziyaret etmeliyiz.' Bir başkası, 'bence mıknatısın ziyaretine gitmek bizim asli görevimiz.' diye eklemiş. Tüm bunları konuşurken bir taraftan hızla mıknatısa doğru çekildiklerinin farkında değillermiş. Mıknatıs, için için gülüyormuş. Çünkü onların geleceklerini biliyormuş.'' Özetle bizler, hür irademizle hareket ettiğimizi zannederiz fakat bu sadece bir yanılsamadır. Bu konuda 1973 yılında yapılan bir deneyden bahsederek konuya devam edeceğim. Bir hasta, (J.M.R Delgado) tam olarak ne yapılacağını bilmemekle birlikte deney için rıza vermiştir. Beynine, baş çevirme hareketlerini kontrol edebilen elektrotlar yerleştiriliyor. Kumandaya basıldığında hasta başını çeviriyor. Bu deneyi yapan sinirbilimciler, ne zaman isterlerse kumandaya basarak elektrotlara sinyal gönderiyorlar ve onun başını çevirmesini sağlıyorlar. Burada ilginç olan ise, kumande edildiğinin farkında olmayan hastaya neden başını çevirdiğini sorduklarında her zaman bir bahane bulması. 'Az önce neden başını çevirdin?' sorusuna 'yerdeki terliğimi almak istemiştim.' diyor. Tekrar kumandaya basılıyor ve yine başını çeviriyor. Bu sefer neden başını çevirdiği sorulduğunda ise 'köşedeki su bardağını alacaktım.' Şeklinde bir cevap ile karşı karşıya kalınıyor. Yani, olanların farkında dahi değil. Kendisine bu baş çevirme hareketini açıklayabileceği yanılsamalar yaratıyor. Tıpkı önem verdiğimiz değerler uğruna kendimizi kısıtlarken inanmaya çalıştığımız bahaneler gibi. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> İnsanları memnun eden bir insan olmak dışarıdan güzel bir fikir gibi gelebilir. Ne var ki bu durum hem fail hem de çevresindeki bireyler için oldukça sorunlu bir davranış biçimidir. Memnun ediciler, (kimi zaman doğal bir biçimde) kendilerini başkalarının beklentilerine göre şekillendirmekten başka çareleri yokmuş gibi hisseden fakat içlerinde gizli ve bazen tehlikeli olabilecek her türlü çekince ve güvenme duygusunu barındıran kişilerdir. Aslında hiç istemedikleri şeylere bayılıyor gibi görünürler, hiç hoşlanmadıkları planları kabul ederler ve gerçekten neyi istediklerini ve neye ihtiyaçlarının olduğunu vaktinde cesurca belirtmeyerek etrafındaki herkesin kafasını karıştırırlar. Açıkça söylemek gerekirse memnun edici birey, bir yalancıdır. Acımasızca gelebilir ancak memnun ediciler üzücü şeyler için yalan söyler. Herhangi bir çıkar sağlamak için değil, başkalarını memnun edememekten korktukları için. Memnun edici bireyleri anlayabilmek ve duygularını olabildiğince paylaşabilmek için geçmişlerine bakabiliriz. Bu kişilerin neredeyse tamamı, çocukluklarının ilk zamanlarında anne veya babalarının çocukları hakkındaki bazı kaçınılmaz veya dikkat gerektiren gerçekleri kabul etmeye veya mazur görmeye hiç bir şekilde yanaşmadıkları korkunç bir dönem geçirmiş kişilerdir. Tıpkı Spinoza'nın öğretisindeki gibi: Her eylem, ondan önceki nedenlerin bir sonucudur. Richard Lewontin'in 'Üçlü Sarmal' adlı kitabında verdiği bir örnekle devam etmem gerekirse, 'Bir kek düşünün. Kek nasıl malzemelerden oluşur? Un vardır, yumurta vardır, şeker vardır… Farklı farklı maddeler bir araya gelip keki oluşturur fakat kek piştikten sonra siz keki bölerseniz tekrar kabartma tozunu elde edemezsiniz. Çünkü o parçalar aslında o kadar farklı bir şekilde ilişkiye girip örgütlenir ki ortaya çıkan bütün, onu oluşturan parçalardan daha fazlası ve farklı bir şey haline gelmiş olur.' Memnun edici birey de aynı bu şekilde, geçmişinde yaşadığı olayların karakter gelişimi üzerine etkisini fark edemediği bir durum içerisinde kaldığında tam olarak 'memnun edici birey' haline dönüşmüş olur. İnsan, zihin ve bedenden oluşan bir bireydir ama ikisinden biri değil, ikisi birin nedeni değil, ikisinin toplamı da değil. Çünkü bunlar sadece tek bir tözün kendini farklı biçimlerde gösterdiği sıfatlardır. Siz ne bedeninizsiniz, ne zihninizsiniz. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Belki de babanız en ufak bir anlaşmazsızlıkta ateş püsküren birisiydi. Muhalif bir dünya görüşüne sahip olmanın, başka bir şey yemek istediğimizi söylemenin, yorgunluğumuzu veya can sıkıntımızı belli etmenin bizim için anlamı yok olmaktı. Hayatta kalmak için, zamanla bizden istenenleri yapmak veya söylemek zorunda kaldık. 'Gerçekte neyi istiyoruz?' sorusu o sırada hayatımızın bağlı olduğu kişilerin isteyebileceklerini delirircesine düşünüp durma önceliğimizin epey gölgesinde kaldı. Yalanları her zaman korkudan söylemedik. Çoğu zaman da derin bir bağımızın bulunduğu kırılgan kişilere duyduğumuz sevgiden dolayı bu yalanları söylüyorduk. Yalanların arkasında yatan şey bazen eşimizle kavga etme korkusu, depresif olan anne babamızı sakin tutma arzusu ve zaten çok zor veya üzücü olan yaşamımıza fazladan bir yük daha eklememe isteğiydi. Sonuçta biz kimdik ki sevdiğimiz kırılgan birinin hayatını daha da zorlaştıralım? Davranışlarımızın kaynağı her ne kadar anlaşılır olsa da yetişkinliğin daha refleksif anlarında memnun ediciliğin bu zorlu örnekleri üzerinden üç çözüm yolu belirleyebiliriz. Fakat bunlardan önce, kendini farklı dallarca zenginleştirmiş bireylerin karşısında daha tatmin edici bir çözüm yoluna ulaşabilmek için bilimsel yollarla da onlaylanmış olan filozofların beynimizin nasıl çalıştığıyla ilgili argümanlarını sunacağım. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Yazının başında ve aralarında verdiğim Spinoza konusuna derinlik katacağım. Bizi, özgür irademiz varmış gibi düşünmeye iten temel sebep nedir? Ya da bu konudan bahsedildiğinde bizi bu denli rahatsız eden şey nedir? Bilinçli olmamız. Kafamızın içinde konuşan o içsel deneyimimiz. Fakat bu noktada bilincin ahlaki bir özellik olmadığının, fiziksel bir özellik olduğunun, bilinci oluşturanın da zaten beden olduğunun, düşün ve duyumun da özünde tek bir tözün farklı şekillerde görünmesi olduğunun hatırlanmasında fayda var. Yani hepsi en temelde tek bir töz olan Tanrı'nın -Spinoza'nın tanımındaki tanrı- kendini farklı biçimlerde yansıtmasıdır. Zaten bedenimiz determinizme tabii olup, zihnimizin olmadığını düşünmek oldukça saçma olurdu. Spinoza'ya göre, insan kısmi bir özgürlüğe sahip olabilir. Fakat bu ancak, onun eylemlerini belirleyen nedenlerin farkına varmasıyla, onları anlamasıyla oluşur. Çünkü nedenler, belirlenimler ve duygusal tepkimeler arasındaki ilişkiyi fark ettiğimizde, nedenlerin üzerimizdeki gücü azalır. Benim sunacağım üç çözüm yolunun temelini oluşturan fikir de budur.<br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Amiyani bir örnek düşünmemiz gerekirse; Çok sinirlendiniz, birini döveceksiniz. Bu anda sizi bu eylemi yapmaya iten olaylar zincirini düşünmek, o kişi haksızsa, o kişiyi o kişi yapan ve bu hareketi yapmaya iten nedenler zincirini düşünmekten bahsediyorum. Tabi burada sonsuz bir etkilenim alanı var. Tek tek bütün nedenlerin bulunması imkansız çünkü bilinçaltında etkilendiklerimiz var. İlahi bir bakış açısıyla koşullar dizisinin tamamını görebilmemiz mümkün değil. Keşfedebildiğiniz kadar farkındalığı arttırmak ve nedenlerle tepkiler arasındaki bağlantıyı görmek izlenebilinecek en iyi yoldur. Ancak bu şekilde kısmi bir özgürleşmeden söz etmek mümkündür. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Aslında aşk dediğimiz duygu durumunun kimyasal bir açıklaması var. Google'yi açtığımızda bile aşık olduğumuzda beynimizde gelişen süreçlerin nasıl işlendiğini öğrenebiliriz. Aşkın, nörofiziksel ve nörokimyasal bir tanımı var. Fakat diyelim ki birine aşık oldunuz, duygularınızı çok yoğun hissediyorsunuz. Ben ise karşınıza çıkıp 'sen şu an beynindeki ve aslında özyaşam öykündeki x nedenlerine dayanarak bilinçaltına işlenenlerden dolayı böyle hissediyorsun.' desem, Yani size, sizde bu duygu durumunu ortaya çıkartan nedenlerin bir formülünü yazsam ve versem, 'artık nedenlerini biliyorum, o zaman aşık olmayayım.' der misiniz? Diyemeyiz. Çünkü nitekim kendini bir nedenler zincirinin zorunlu sonucu olarak ortaya koyar. Elbette aşk gibi her davranışın, duygunun, seçimin, tercihin kökeninde hem biyolojik, hem psikolojik, hem kültürel nedenler yani belirlenimler var. Nedenleri olmadığını düşünmek aslında saçma olurdu. Çünkü bu durumda belirlenmemiş, rastegele, kazara bir şeyden bahsediyor olurduk. O yüzden Spinoza'daki bu determinizmi sadece negatif bir noktada düşünmek yalnızca bizim seçimimiz. Bu durumu bambaşka açılardan da değerlendirmek mümkün. Tıpkı Spinoza'nın oldukça zorlu bir yaşam öyküsüne sahip olmasına rağmen, Spinoza'nın berberinin onun cenazesi için yazmış olduğu notta Spinoza için 'Mutlu Spinoza' olarak bahsettiği gibi. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Benim bahsedeceğim üç örnekten birincisi ise, iş arkadaşlarımızın, ve arkadaşlarımızın çocukluğumuzda kaygı duygumuzun ilerlemesine neden olan kişilerden tamamen farklı kişiler olduklarını kendimize hatırlatmaktır. Gereken nezaket gösterildiğinde bir çok kişi farklı bir fikirle, hoş olmayan bir bilgiyle veya sıradan bir reddedilme durumuyla kolayca başa çıkabilir. Küplere binmeyecek veya perişan olmayacaklardır. İnsanlığı bir bütün olarak temsil etmeyen bir grup insan etrafında çok özel bir şekilde dünyaya bağlanma alışkanlığı edinmiş haldeyiz. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> İkinci bir çözüm ise, davranışlarımızın bilmediğimiz zararlı etkilerini kabul etmemiz. Niyetimiz gerçekten iyi olabilir ancak daha dürüst konuşmayarak etrafımızdaki herkesi tehlikeye atabiliriz. İş yerinde kaygı ve tereddütlerimizi gizleyerek kimseye hizmet etmiş olmuyoruz. İlişkimizde ise karşı tarafın biz olmazsak yaşayamayacağı düşüncesiyle birlikteliği sürdürmemiz kibarca değil. Elbette yaşayabilirler ancak biz duygusallığımızla onların epey vaktini çalmış oluruz. <br /><br /><o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Son olarak, zorlu mesajları iletme konusunda gereken ustalığı göstermekte kendimize güvenebiliriz. Aristoteles'in ahlak felsefesinde bahsettiği insan türü gibi. Aristoteles, nadir de olsa bu erdemli insanların var olduğuna inanıyordu. Biz neden kendimize inanmayalım? Çocukken göndermemiz gereken mesajları ayırt edemiyorduk. Ham haldeki acı ve ihtiyaçlarımızı işleyip inandırıcı açıklamalara dönüştürmeyi bilmiyorduk. Şimdi ise kararlı ve son derece güler yüzlü bir şekilde görüşlerimizi belirtmekte özgürüz. İyi niyetli olduğumuzu belirterek 'hayır' diyebiliriz. İnsanlara aptal olduklarını ima etmeden yanlış yaptıklarını söyleyebiliriz. Tıpkı Aristoteles'in erdemli insandan beklediği gibi, aşırılıklar arasındaki orta noktayı bulabiliriz. İlişkimizin bizim için önemini göstererek karşı taraftan ayrılabiliriz. Başka bir ifadeyle, memnun edici bir birey olmadan da memnun olmak, bizim için mümkün. <o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"> Schopenhauer'ın da felsefesinde belirttiği gibi, ''insan yapabileceklerini isteyerek yapmalı, ve çekmesi gereken acıyı çekmelidir.''<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p>--------------------------------------------------------------------------------------------------</p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b>Deniz Ali Demir</b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><b><br /></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6oJFl5oSdgKJzca_3iqzpavVI_CP6FMr5eNn4CUOSq4luahM9-wrGINMclCzTI4MiaG463fdWNADKDGCb83Ni3SA1bXaOMAlpUXvI_BhebytXV5YCwpVnyLWuxWHj18bZ4IMv-hJ6KfYm7SlYwhTLfgjKI3QTgcEmH7fAf4LriBlur4AhLxVaL2uEXQ/s318/Resim1.png" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="300" data-original-width="318" height="300" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6oJFl5oSdgKJzca_3iqzpavVI_CP6FMr5eNn4CUOSq4luahM9-wrGINMclCzTI4MiaG463fdWNADKDGCb83Ni3SA1bXaOMAlpUXvI_BhebytXV5YCwpVnyLWuxWHj18bZ4IMv-hJ6KfYm7SlYwhTLfgjKI3QTgcEmH7fAf4LriBlur4AhLxVaL2uEXQ/s1600/Resim1.png" width="318" /></a></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><br /><b>KAFESTEKİ ÇOCUĞA DÖNÜŞ: VAROLUŞ SANCISI VE ÖLÜM ÇIKMAZINDAN KURTULMA<br /><br /><o:p></o:p></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">"Bahçıvan bir gül fidanı besleyebilir de, kurutabilir de; ama onun gül fidanı değil de, bir meşe palamudu olmasına karar veremez" diye anlatır Horney, Çalınan Çocukluk'u. Çocukluğun getirdiği şeffaflık, Nietzsche'ye göre üst insanlık, onun meşe palamudu olmasına karar vermeye çalışılarak elinden alınır. Henüz dünyanın onun varoluşuyla ilgili yapacağı acımasız yargıları umursamadan gül fidanlığını bir gül fidanı gibi yaşayacak, zamanla dikenlerini de filizlendirerek gelişecektir fakat dünyanın insanın üzerine koyduğu varoluşsal bulantıyı temsil eden bahçıvana batar bu dikenler: Bahçıvan özgürlüğün getirdiği kafestir ve eline aldığı makasla "özgürlük" adı altında biçmeye başlar gül fidanını. Onu meşe palamudunun kafesine sokar, üst insanlığını elinden alır ve gülün tek tek kestiği dikenlerini, özgürlüğünün getirdiği sorumluluğun katlanması gerektiği sonuçlarıyla tehdit edercesine batırır güle. Kendisi olma olgusuna veda ederek psikolojik bir ölüm yaşar çocuk. Bulanmış, kayasının altında ezilmek üzere ya da meşe palamudu olmaya zorlanmış bir benlik girdiği bu kafesten nasıl çıkar? Bu deneme; insanın varoluşuyla yaşadığı çatışmayı ve onu kıpırdamasını engelleyecek, melek yüzlü şeytan edasıyla yaklaşacak olan özgürlüğün getirdiği kafese girişini varoluşçu düşünürler ve gizdökümcü edebiyattan örneklemeyle açıklayacaktır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">İnsan kendinden habersiz bir biçimde var olmuştur. Mümkün müdür ki ona sorulması var olmadan önce? Sartre'nin bulantısal tasvirindeki insana var oluş zigot olduğu anda onun başına konan ve ölene kadar uçmadan, gözünü kırpmadan duran bir baykuş gibi musallat olmuştur ve sürekli öterek karanlığı anımsatır ona. Çoktan var olmanın tutsağıdır ve var olmanın getirdiği bütün özgürlük ve sorumluluklar onu bir bataklıkmışçasına aşağı, zihninin anlamdan uzak derinliklerine çeker. Anlamsızlığın getirdiği nihilist kıvılcımlar gittikçe büyüyerek bireyin dünyayı kendi gözleriyle görmesini engeller. Benlik bir otorite gücü tarafından değil, kişinin kendi bulantısıyla kafese kapatılır. Asıl ve en acılı kafestir bu, kişinin kendi içinden çıkan. Varoluş öylesine utanç vericidir ki birey benliğiyle kararlarını özdeşleştirip, seçimleriyle bir gördüğü özü ile üstüne yıkılan tüm sorumluluklarının ona getirdiği dehşete karşı yenilir. Hayat boyunca gittikçe artar bu bulantı. Her gün yapılan yeni hareketler, verilen yeni kararlar dikenleriyle batar insana. Varoluşumuz içi hava dolu bir balon gibidir ve gittikçe batırılan iğne sayısı artar balona. Balon ise direnir patlamadan ve kendi deliklerini tamir etmeye çalışır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Nietzsche'nin üst insan görüşünde insan hep eksik bir varoluş içindedir ve üst insan olmak için kendini aşmaya ve eksikli varoluşunu tamamlamaya çalışır sürekli üst insana ulaşmak için. Peki ya bu eksiklikler doğuştan mı gelir? İnsanın doğduğunda bir çocuk olarak üst insanı temsil ettiğini söyler Nietzche. Henüz hiç iğne batırılmamış bir balon, binlerce türden dünyevi kafesin içine henüz sokulmamış bir benliktir çocuk. Fakat Çalınan Çocuk'taki bahçıvan geldi mi ona da batıracaktır ilk iğnesini. "Sen meşe palamudusun!" diyecektir ona ve üst insanlıktan düşüşüne yol açacak domino taşı etkisinin ilk hareketini vurmuş olacaktır. Benliğin zihnine bir kere girer bu sözcükler ve artık dış dünyanın etkisi bile olmadan zehirlenen bu zihin kendi iğnelerini kendi üretmeye başlar. Uyuşturucuya bağımlı bir birey gibi insan beyni, kendine batıracağı bu iğneleri bir yolunu bularak elde eder ve kafesini kendi örmeye başlar: örgüden bir kafes çıkar ortaya. Dış dünyanın da tetiklemesiyle bu "üst insanlıktan düşüş kafesi"nin insanın tüm benliğini hapsetmesi kaçınılmaz hal alır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Sosyal dünyanın bizim kafesimize eklediği örgülere baktığımızda hayatımız boyunca yaptığımız sosyal, siyasi ve toplumsal birleşmeleri sağlayan her türlü eylem bizi başka bir kalıp yargının kafesine sokar. Birlikte vakit geçirdiğin, herhangi bir düşüncesini olumladığın bir grup insanın diğer insanlar tarafından ön yargılaştırdığı niteliklere sen de sahipmişsin gibi görülür. Hayatımız boyunca örgüsünü devam ettiririz bu kafesin: politik örgüler, cinsel örgüler, varoluşsal örgüler, ... Hepsi birleşerek bizim için bir ön yargı algısı oluşturur. Kafesin dışarıdan gözüken kısmıdır bu. Husserl’in fenomenolojisiyle var oluş ve tüm yüzeysellikler paranteze alınarak kalıp yargısal bakış açıların ötesine geçilmelidir. Birey kendine dair ön yargılarını, duyusal geçmişini ve yaşadığı akılda kalıcı olayların hepsini paranteze alarak ancak kafesin ötesini görmeye çalışabilir. Var oluşun ve parantezin arasındaki tüm bulantıların içinde kaybolan o öz aranır durulur. İnsanın özü bir inciyse, kafesi açılması zor bir istiridye kabuğudur. İstiridye kabuğu da estetik olarak güzel gelebilir bir insana fakat inciyi görene kadardır yalnızca bu yanılgı. Kafesini beğendiğini sanan insan da kendi özünü gördüğünde ancak "kafesini beğenme kafesi"nden çıkabilir.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">“Varım, varım, varım,” diye haykırır Sylvia Plath, Sırça Fanus adlı romanında. Var oluşunu olumlamayı amaçlarken kendini her türlü öznellikten arındırmıştır. Bu olumlama girişimi bireyi özünden uzaklaştırarak var olduğu gerçekliğinin bilinmez dünyasına çeker. Proust’un “Ben sadece atan bir kalptim.” sözüne de aynı biçimde bilinmezlikle özdeşleşmeye yol açmasından dolayı karşı çıkılır. Bu örneklerde varoluşun kafesi hissedilmekle birlikte sevilir, hatta onunla bir olmak arzulanır. Varoluş güzel gözükür insan gözüne bir istiridye kabuğu gibi ta ki özü temsil eden inci açılana kadar kabuktan. Özünü gören insan kafes parmaklıklarının arasından dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışmayı bırakır ve kendine döner, kendini tanımaya ve meşe palamudu olmadan önce ne olduğunu hatırlamaya çalışır. Bunu yaptığında bir sihir olur adeta ve kendine bakan insanın kafesi, infaz edilen mahkumun asma ipinin kopması ve ölümden dönmesi gibi, görünmez oluverir. Kafes kalkar ortadan ve birey benliği ve özüyle özdeşleşir, şimdiye kadar kendi haricinde özdeşleşmeye çalıştığı onca şeyden sonra. Fakat insanın özünü bile terk etmeyecek bir gerçeklik çatışması vardır: Ölümün kafesi.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Sartre “İntihar dünyada var olmanın başka bir yoludur.” diyerek intiharı bir var olma aracı olarak görür. Oysa olumlanılması gerekilen şey özdür. Özsüz bir varoluş; kansız damarların, kalpsiz kanın işe yaramayacağı gibi işe yaramaz. Elde vardır fakat işlevsizdir, sadece vardır. Vücudunun objeleştirilmesini ölümle bir sayan Sylvia Plath, Lady Lazarus adlı şiirinde "Ölmek,/Her şey gibi, bir sanattır,/Bu konuda yoktur üstüme." diyerek yaşamı boyunca kapatıldığı cinsel kafesle her zaman zihninde olan ölüm kafesini birbirlerine benimsetmiştir. Asla bizi terk etmeyecek olan ölüm kafesi; bize bambaşka kafesleri anımsatır durur ve bireyin kurtuluşu gittikçe zorlaşır. İncisinin parantezlerinin arasından absürtçe parlayarak herkesin ağzını olası tüm eleştirel ve hayranlıkla dolu açılarda açık bırakmasına göz yumamaz sancılı. Gözlerini kapatıp üçüncü şahıs bakış açısıyla kendini düşündüğünde bilinmek için bekleyen bir öz değil, ağızsız ve gözsüz bir yüz görür; bu yüze hiçliğin bıçağını saplar. Gözlerini, ağzını baştan yaratmak yerine onu yok eder ve kanlarından alnına “ölümü seç” yazar. Öz, henüz çiçeklenmeden bulanmış ve kırmızıya boyanmıştır. Bütün seçim haklarının getirdiği bulantıya ölümü seçerek son verme çıkmazı, anlam arayışı labirentinin olasılıklarını ortadan kaldırmıştır.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;">Camus’vari bir çıkar yol bulacak olursak: Varolduğunu ve bunun nedensizliğini bilmek yeterlidir. Varsın, varsın, varsın: varız ve neden varolduğumuzu bilmemiz imkansız. Varolmak için bir aracı aramaya gerek yoktur. Varoluşumuz zaten bu dünyaya getirebileceğimiz en büyük isyandır. İntihar halatının sıkıca çekildiği noktayı tetikleyen tüm etkenlere karşı basit ve bunaltıyı savururcasına ortaya absürtlüğün farkındalığı konularak varolma araçları kenara itilir, varoluşçuluğun halatları kopartılır. Biyolojik evrim teorisinin son aşamasının bilişsel karşılığıdır bu: Ayaklanılır, baş kaldırılır, bireysellikle bağımsızlık ve kurtuluş elde edilir. Hiçbir şeyin mükkemmel olmayışını ve absürt oluşunu kavrayan insana bir konfor hissi ve sorumlulukları üstlenmeyi sorun etmeme umursamazlığı dalgası vurur, bulantıdan çıkış yolu gözükür. Artık absürtlüğün baş kaldırısıyla var olan kişi özündeki parçaları birleştirerek büyük resmi görür, Stoacı bir tavırla kendisinin en iyi halini ortaya çıkartır. Bir anka kuşunun yeniden doğuşuymuşçasına kusursuzluk ve sorumsuzluk, kalıp yargı ve öz, özgürlük ve mahkumiyet diyalektikleri sentezlenip birbirine dolanarak özün bilgilerini dengeler. Umutsuzluğun küllerinden yeniden doğar birey. Sahip olabileceği tek kurtuluşla hala buradadır ve dünyaya karşı sahip olduğu bu yeni bakış açısı onu kurtarabilecek tek şeydir. Camus’un “Hayatın asıl anlamı seni kendini öldürmekten alıkoyan şeydir.” sözüyle bulur kendini. Böylelikle tutunur insan dünyanın onu sürüklediği uç noktaların arasındaki dengeye ve bu dengeyle özünü baştan bilir, baştan görür daha önce görmesini engelleyen onca perdenin arkasındakini. Kafesin örgüleri bir bir çözülür, arkasında korkuyla bekleyen o küçük çocuğa varılır eninde sonunda. İçindeki küçük çocuğu sanki sen değilmişsin de senin çocuğunmuş gibi bir şevkatle yaklaşarak baştan tanımaktır kafesten çıkış.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: Calibri, sans-serif; margin: 0cm;"><o:p> </o:p></p>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-47060702022915557792022-06-12T16:19:00.006+03:002022-06-12T16:20:07.405+03:00Zeynep Duru Hüseyni / İzmir Amerikan Koleji / izmir / DüşünYaz 8, Türkiye 1.si<p><b><span style="font-size: medium;"></span></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><span style="font-size: medium;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg0lj9Y1NKo8KIhHUJJK2wiWbq0jKFD9J7lfpvD1Kw9NTUtc4RHfLUTHlNeWqHmBiHmgQ86z4Yp-mMCn5A1ptkWMAF4M7w-WI3tvdnWg7W8-Q14Fu9bwsa51LP384sqvVLFfA44EPwChO9T5xyGiYg8_d6E2NtjjhwVcS3q0rfbdgyH_N4BVMmqKpsIwg/s4618/IMG_20201206_142220.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br /><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg0lj9Y1NKo8KIhHUJJK2wiWbq0jKFD9J7lfpvD1Kw9NTUtc4RHfLUTHlNeWqHmBiHmgQ86z4Yp-mMCn5A1ptkWMAF4M7w-WI3tvdnWg7W8-Q14Fu9bwsa51LP384sqvVLFfA44EPwChO9T5xyGiYg8_d6E2NtjjhwVcS3q0rfbdgyH_N4BVMmqKpsIwg/s320/IMG_20201206_142220.jpg" width="320" /></a></span></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><b><span style="font-size: medium;"><br />Final Yarışması Yazısı</span></b><p></p><p><i><span style="font-size: medium;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal; text-indent: -18pt;"> </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;">“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hissettiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... Demek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına önceliği.”</span></span></i></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"><i><span style="font-size: medium;">Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay</span></i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">Mutluluğun Resmini Temsil Etmek: Tuval, Boya ve Fikir</span></p><p><span style="font-size: medium;">Nazım Hikmet, “Saman Sarısı” şiirinde Abidin Dino’ya “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” diye sorar. *İşin kolayına kaçmadan ama.* Yani konsensus olarak kabus görmüş mutluluk temsilcileri olan imgelerden kaçınarak. Gilles Deleuze verilen alıntısında bu istekten bahsediyor. Bir duygu olarak mutluluk, Deleuze’ün düşüncesinde “temsili olmayan düşünme tarzıdır” dolayısıyla kronolojik ve mantıksal olarak bir fikirden sonra gelmek zorundadır. Bu fikrin ne olacağı ise ayrı bir soru işareti aslında, yine mutluluk örneğinden gitmek gerekirse bir gülen yüz yeterli olacaktır belki de (Ancak bu işin kolayına kaçmak olur.) Abidin Dino’dan talep edilen tarzda bir resim için de Deleuze’ün deneyimsel ve Spinozacı düşüncesini anlamak gerekir. Bu makale, Gilles Deleuze’ün sözünden yola çıkarak günümüz dünyasında işin kolayına kaçan ve kaçmayan temsili düşünme tarzlarını ampirik, toplumsal, psikolojik ve postyapısalcı savlar ile değerlendirecektir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Felsefi kavram haritasını çıkarırken öncesinde gelmiş filozoflar üzerine adeta bir saha çalışması yapmış filozof Gilles Deleuze, “Spinoza Üzerine On Bir Ders” adlı eserinde düşünce, duygu ve gündelik yaşam üçgeninde fikir olgusunun salt nesnel gerçekliğinin yanında, biçimsel olarak da var olabildiğini düşünür, çünkü, "fikir temsil edildiği ölçüde düşüncedir" der. Mantıksal bir açıdan bakıldığında Deleuze’un alıntısı gerçekten de akla yatmaktadır, insanda bir uyarıcının bir duygu yaratması için fikir öncülü vardır. Belki her uyarıcı somut değildir ancak her bir uyarıcı bir fikir üzerinden canlanmaktadır. Deleuze, ampirik felsefe ve özellikle de Hume ampirizmine yönelik çalışmalarda bulunmuş bir düşünür olarak bu fikirlerin kaynağını deneyime ve deneyimlerin çağrışımına bağlar. Hume’un epistemolojisinin temelini, zihinsel hallerimizin tümünü ifade etmek için kullandığı “algılar” hakkındaki görüşleri teşkil eder. İster duyularımızı kullanalım ister tutkularımızla harekete geçirilmiş olalım ister düşüncemizi kullanmış olalım, zihnimize sunulan her şeye “algı” adı verilir. O halde Hume’un algı düşüncesinden Deleuze’ün alıntısına doğru bir çıkarım yaparsak tüm basit ideler, ilk ortaya çıkışlarında, karşılıkları olan ve tümüyle temsil ettikleri basit izlenimlerden kopyalanır. İşte bu iddia felsefe tarihinde Hume’un “Kopya İlkesi” olarak adlandırılır. Bir çocuğun elmanın tatlı ya da ekşi olduğuna dair bir ideye sahip olabilmesi için ilkin bu izlenimi alması, yani elmanın tadına bakması gerekmektedir ki, bu izlenimlerin ideleri öncelediğinin bir göstergesidir. Yine kör bir kimsenin renklere, sağır bir kimse seslere dair izlenimlerinin olmaması, yani izlenimleri alan yetinin işleyişinde engellerle karşılaşılması, onların idelerinde olmayacağını göstermektedir. Sonuç olarak her hangi bir duygu veya çağrışımın ortaya çıkabilmesi için temsili var olan bir fikir gereklidir, Spinoza’nın kendi aklını kullanma öğretisine ve Hume’un deneyimsel çağrışım savına göre ise bu temsil Deleuze’ün görüşünde bireysel bir deneyim ve çıkarıma bağlı olmalıdır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Peki her zaman fikirler bireysel deneyim ve çıkarımlara mı bağlıdır? Belki de alternatif bir soru olarak, bireysel deneyim ve çıkarımlara bağlı olmayan fikirlere de fikir diyebilir miyiz? İşte şimdi biraz işin kolayına kaçacağız. Dilbilimsel olarak idea ile yani fikirler aynı kökten gelen"ideoloji" kelimesini duyduğunda, çoğu insan genellikle "izm" ile biten geniş bir sosyo-politik inançlar kümesini düşünür; komünizm, liberalizm, muhafazakarlık gibi. Karl Marx için ideoloji, insanlara yanlış fikirleri iten bir dizi söylemdir. İnsanlar bu yanlış fikirleri benimsediklerinde, dünya, nasıl işlediği ve dünyadaki yerleri hakkında “yanlış bir bilinç” geliştirirler. Slovenyalı Marksist filozof Zizek’in gözünden ideolojiyi sosyolojik bir açıdan incelemek gerekirse, Žižek, psikolojiyi ideolojiye dahil ediyor. Marx için ideoloji bilinçli bir alıştırma iken, Žižek ideolojinin aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyayı şekillendirmeye yardımcı olan bir bilinçaltı fenomeni olduğunu öne sürer. Esin kaynağı olan Lacan'a göre biz, bir toplulukta yaşayan insanlar olarak dünya ile olduğu gibi değil, onu dil aracılığıyla temsil ettiğimiz gibi etkileşime gireriz. Bu kopukluk nedeniyle, ideoloji, dünya hakkında olmaktan çıkar, en başta dünyayı nasıl gördüğümüzle ilgili olur. Bir başka deyişle, ideoloji gerçek dünyayı "yansıtmaz", fakat gerçek dünya ile "bireylerin hayali ilişkisini" "temsil eder"; ideolojinin (yanlış) temsil ettiği şeyin kendisi zaten gerçek olandan uzaktadır. Korkutucu bir anlamda, 'gerçekliğimizi' kurmak için dile güvendiğimiz için her zaman ideolojinin içindeyiz; farklı ideolojiler, sosyal ve hayali "gerçekliğimizin" farklı temsilleridir. Bu görüşü Deleuze’e bağladığımızda ideoloji de günümüz içinde temsili bir düşünce tarzı olarak orataya çıkar. Temsil ettiği şeylerle büyük kitleli duygu dışa vurumuna yol açarken bir “fikir” olarak ideolojiyi kimin düşündüğü ise unutulur.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Farklı bir pencereden bakmak gerekirse, düşüncenin duygudan önceki varoluşunu felsefi bir argümanla savunmanın psikolojik açıdan savunmaktan çok daha kolay olduğu tartışılabilir. Öte yandan duygularla ilgili psikolojik teoriler günümüze doğru ilerledikçe Deleuze’ün alıntısının mesajına yaklaşmaktadır. İlk öne atılan duygusal önermelerden James-Lange teorisi duygunun ortaya çıkmasını olaylara karşı fizyolojik reaksiyonların bir sonucuna bağlar. Örneğin bir uyarıcıya karşı korkmaya karşılık nabız artışını varsayalım. Bu duygu teorisine göre, korkudan dolayı kalbin hızlı atması değil, hızlı nabızdan dolayı korku vardır. Daha sonrasında Richard Lazarus’un duygu teorisi olan “Bilişsel Değerlendirme Teorisi” ise düşüncenin duygulanmadan önce ortaya çıktığını kanıtlar niteliktedir. Bu teoriye göre, olaylar dizisi öncelikle bir uyaranı içerir. Bunun devamında düşünce, fizyolojik bir tepki ve duyguların eş zamanlı deneyimlerine yol açar. Yalnızca korku değil, heyecan ve aşk da hızlı nabız artışına sebep olacaktır, ve Deleuze’ün de savunduğu üzeren herhangi bir uyaranın kişide temsil ettiği fikir farklı duygulara yol açabilmektedir. Belki de bütün bu teorilere bir adım daha uzaklaşarak bakmak gerekirse, Deleuze’ün de dediği gibi her türlü duygunun ortaya çıkışından önce olması gereken bir uyaran (felsefe terminolojisinde bir nesne) vardır. Duyguların zihinsel algıdan ve fikirden bağımsız ve insan kontrolünün dışında olduğu düşünülebilir ancak beynin günde gördüğü milyonlarca uyaran arasından seçim yapıp farklı duygular ataması belki de duygunun kendisinin düşünülen kadar işin kolayına kaçmak olmadığının kanıtıdır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Son olarak, belli uyaranlara, yani temsilcilere karşı zihnin neden ve nasıl belli duyguları seçip belli duyguları seçmediğinin değerlendirilmesi bir duygunun resmini çizerken kolaya kaçmamakta önemli olacaktır. Bir fikrin temsilcisinden ortaya çıkarılan anlam, yapısalcı görüşle metaforik olarak caz gibi düşünülebilir, çalınan değil çalınmayan notalar da önemlidir. Postyapısalcılar bu düşüncenin de üzerine koyarlar, bu çalınmayan notalar tam olarak hangileri ve neden bu notalar özellikle çalınmıyor? Kültürde dolaşan daha geniş fikirlerden bahsediyorsak, neden bu fikirler ortalıkta dolaşıyorlar? Metin hangi gizli varsayımları yapıyor da insanda belli bir fikri ve bu fikir üzerine olan duyguyu yaratıyor? Deleuze’ün de dediği gibi “‘Ne hissettiğimi bilmiyorum’ dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır”. Fakat bu temsil makaledeki önceki paragraflarda da tartışıldığı gibi deneyim ve akıl kullanma cesaretinden de gelmiş olabilir, çalınmayan, yokluğu doğal kabul edilen ve öznelleştirme yoluyla politik bir topluluk oluşturmaya yardımcı olan notalardan, yani bir ideolojiden de. Kimi zaman ise belki de bütün bunlardan daha tehlikeli olarak Claude Levi-Strauss’un ortaya çıkardığı üzere “boş göstergeler” vardır. Buradaki boşluğun görevi şudur: bir şey doğrudan ne kadar az şey ifade ediyorsa o kadar çok şeyi gizli gizli çağrıştırıp kendisini onunla özdeşleştirebilir. En az politik bir şekilde anlatmak gerekirse, bir futbol takımı haricen bakıldığında diğerlerinden farklı olmamalıdır ancak bir şekilde o futbol takımının adı, renkleri, görüntüsü boş gösterge işlevi görüp bir tür bir aradalığı, savunma mekanizmalarını, bir tür ülkü birliğini o göstergeye duygusal yatırım yapmış insanların reflekslerine kodlayabilir. “Bizdensen şunu yapacaksın” sözündeki “şu” belirsizdir. Mühim olan o aradaki bağın kurulması, bir Biz'in yaratılmasıdır, boş göstergenin bir temsili düşünme tarzı haline gelmesidir. Ancak içerik aşikar değildir, o sessizce belirlenir ve çelişkileri gizlenir, buyruklarının uygulanmasında seçim şansı tanımaz. buradaki sinsi mesele şudur: görünüşte o takımın bayrağıyla, rengiyle, adıyla o tavır arasında herhangi bir mantıksal bağlantı olmamasına rağmen tekrarlana tekrarlana özdeşleşerek o anlamlar manipüle edilip, sanki aralarında doğrudan doğal muhakkak bir bağ varmış gibi olur. Bir futbol takımı rengi, “biz” duygusu yaratmıştır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Abidin Dino, Nazım Hikmet’in “sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” sorusuna şiir yazarak cevap verir, işin kolayına kaçmamıştır. Nazım’a “yattıkları yerlerin müze, sürgün şehirlerin cennet” olduğu hayal üstü bir deneyimin resmini “yazar”. Farklı ideolojilerce, ideolojisinden dolayı dışlanmış bir şaire çizilen bu mutluluk şiirinde ise imgesel boş göndergelere, ideolojik sembollere, fizyolojik reaksiyon yaratacak uyaranlara yer yoktur. Yine tekrar etmek gerekirse, Abidin Dino, şiirinde hem okurların hem Nazım’ın hem de kendisinin şiirinin notalarında yazmamasına rağmen anladığı hayal üstü bir deneyimi anlatır. Abidin Dino mutluluğun resmini çizememiştir, çünkü henüz bu deneyimi yaşamamıştır. Deleuze’ün de değerlendirdiği üzere, mutluluğun deneyimsel temsili düşünce tarzı olan bu hayal deneyimlenmedikçe onu temsil etmeye ne tuval yeter, ne de boya. </span></p><p><span style="font-size: medium;">(Nazım Hikmet’in anısına, 3 Haziran 2022 )</span></p><p><span style="font-size: medium;"> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGw7Fe1ZJd19C3GuuyFwaVDwvQq8h34GrRgWtOr7ASkSBHho3LPk7bMDUEHFes9j0HuKpP54XvpEqK1nnk4wm2L4gJ9yShQKAmo7EuK5yVemL3LaXAPfKem5nbD8p6nCBCO7U_T4BYnAUsu_XztLUkMvQ8J6U_L5TNXNReQ2nd7hafuyr5QC6EU3b8yA/s4618/IMG_20201206_142552.jpg" imageanchor="1" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGw7Fe1ZJd19C3GuuyFwaVDwvQq8h34GrRgWtOr7ASkSBHho3LPk7bMDUEHFes9j0HuKpP54XvpEqK1nnk4wm2L4gJ9yShQKAmo7EuK5yVemL3LaXAPfKem5nbD8p6nCBCO7U_T4BYnAUsu_XztLUkMvQ8J6U_L5TNXNReQ2nd7hafuyr5QC6EU3b8yA/s320/IMG_20201206_142552.jpg" width="320" /></a></span></p><p><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></p><p><i><span style="font-size: medium;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 115%; text-indent: -18pt;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal;"> "</span></span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px; text-indent: -18pt;">Ben "insanın olanakları sınırsızdır" savının şevk kırıcı olduğunu ileri sürüyorum. Bu, birini kayığa oturttuktan sonra "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benziyor. Oysa kayığın içindeki, diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pekâlâ farkındadır." </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -24px;">Rollo May, </span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;">Yaratma Cesareti, Metis Yay.</span></span></i></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;">Sınırlar Sayesinde ve Sınırlar Yüzünden: Hey Şey, Her Yerde, Aynı Anda</span></span></p><p><span style="font-size: medium;">Ana akım kitap mağazalarının kişisel gelişim türüne adanmış rafları kendini ilk bakışta müşteriye gizleyebilen bir diyalektik üslup ile ikiye ayrılır. Bunlardan ilki müşteriyi “Hadi bakalım, her şey senin elinde, sen her şeyi yapabilirsin.” diye motivasyon kamçılayan kitaplardır, geri kalan kitaplarsa sanki daha önce bu ilk bahsedilen kitapları almış ama vaat edilen “her şeyi” yapamamış insanlara biraz daha kitap satmak amacıyla “hiç bir şey yapamadın mı, sorun değil.” diyen üsluptadır, ki bu ikinci türe son zamanlarda alternatif kişisel gelişim türü de denmektedir. İşte bu diyalektiği Rollo May’in sözü üzerinden değerlendirmek gerekirse, “klasik” kişisel gelişim kitapları "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek birini İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benzer, alternatif bakış açıları ise buna zıt sınır olan okyanusun dibindeki insanları, sanki eski vaatler de onların değilmiş gibi olan avutma eylemleridir. Bu durum iki kişisel gelişim kitabını birbirinden daha iyi vey daha motive edici yapmıyor aslında, tam tersine bu iki türden birinin amacı birinin ise sonucu olan ve realist bir bakış açısıyla sonuçta tek faydayı, kar amaçlı ana akım kitap mağazalarına sağlayan “sınırsız vaatlere” vurgu yapıyor. Rollo May’in eleştirdiği konu tam da burada yatıyor. Rollo May alıntısında, insanın bir şeyi başarması için şart koyduğu “sınır koyma ihtiyacı”, kişisel gelişim kitapları ne kadar ok farklı yere çekilebiliyorsa o kadar farklı alana ve daha da fazlasına çekilebilir. Bu makale, Rollo May’in sözünden yola çıkarak sınırsız imkan savına karşı bir duruşu; estetik, psikolojik, sosyolojik ve varoluşçu dayanaklarla destekleyecektir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Hümanist-varoluşçu psikolog Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında insanın çağlar boyu en büyük yoldaşı olan yaratıcılığı birçok farklı yönden inceler. Bu konuda belki de sanatın ve yaratımın insanda yarattığı ilk çağrışıma aykırı olacak şekilde sınırlar içerisine yerleştirir, hatta yaratıcılığın sınırlarının yaratana katkıda bulunduğunu da dile getirir. Öyle ki söz konusu sınırların belirlenmediği durumlarda sanatçının aşkınlık sınırı da bozulur; ucu bucağı olmayan bir estetik kaosa doğru yuvarlanır. bu nedenle yaratılan her objede belli sınırların, biçimlerin kabul görmesi, sanatçının ve eserinin sağlığı açısından önemlidir. Yazardan bir örnek verecek olursak, suyu sınırlayan kıyılar olmazsa derenin varlığından söz edemeyiz, elimizde düzlemde yayılan sudan başka bir şey kalmayacaktır. bu, iyi kötü herkesin aklına gelebilecek bir şeydir. Fakat yazar burada işi biraz daha ileri götürür ve yaratımın kısıtlara muhtaç olduğunu öne sürer. sınır/kısıt/limit olmayan yerde bir yaratımdan bahsedilemeyeceğini, düşüncenin boşluğa düşeceğini söyler. Yaratıcılığın tetiklenmesi, daha yoğun bir anlatım için gerekli motivasyon ve çabanın ortaya çıkması için sınırlar var olmak zorundadır. örneğin şiir biçim dayatmasa şair anlatımlar arasında eleme yapmayacak, biçimin sınırlarını zorlayacak anlatımların arayışına girmeyecek ve böylece zihninin sınırlarını aşamayacaktır. Aslında, bu tür bir sınır koyma, metinlerarası bir bakış açıdan edebi eleştirmen Harold Bloom’un ismini verdiği “etkilenme endişesi”ne bir panzehir oluyor. Bu görüşü, söz konusu alıntı üzerinden değerlendirmek gerekirse, 'insanın olanakları sınırsızdır' savının “şevk kırıcı”lığı, etkilenme endişesine paralellik göstermektedir. Bunun yanı sıra, estetik anlayışa biçim açısından sınırlar koymayı doğru bulan May, imgelem için ise aynı şekilde düşünmemektedir. Sonuçta May’in vurgu yaptığı görüş, sınırların genişleyebileceğini de sınırların var oluşu kadar net bir şekilde kabul etmektir. Yaratıcı edimin kaynağı da sınırlamalar ve bu sınırlamalara karşı başarılı mücadelelerdir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Rollo May’in sınırları kabul etme ve sınırları genişletme üzerine olan prensibi hümanist psikoloji bakış açısıyla paralellik gösterir. Yirminci yüzyılda davranışçı psikolojiye bir cevap olarak “üçüncü güç” olarak ortaya çıkan bu görüşün temel amacı insanı olabileceği en iyi birey mertebesine çıkarmaktır. Bu bakış May’in alıntısı yardımıyla incelenirse, insanın olabileceği en iyi versiyonu haline gelmesi için ilk olarak mevcut durumunun farkına varması, yani statükodaki sınırlarını keşfetmesi öncülüğünden bahsedilebilir. Hümanist psikolojinin öncülerinden olan Maslow’u örnek göstermek gerekirse, Maslow’un meşhur ihtiyaçlar piramidindeki felsefesi de tamamen sınırlara ve sınırları genişletmeye bağlıdır. Öyle ki, henüz piramidin ilk veya ikinci basamağındaki ihtiyaçlarını yerine getirmemiş bir insana kişisel gelişim kitaplarının yön verdiği sınırsız olasılıklar çerçevesinde kendini gerçekleştirebileceğini söylemek bu görüşe göre gerçek dışıdır. Bu, işte fizyolojik ve güven ihtiyaçları apaçık bir şekilde yerine getirilmemiş olan kayıktaki varsayımsal birine söylenen sözün hayalperest üslubuna sahiptir. Bu üslup aynı zamanda birçok sosyolojik unsuru göz ardı eden “hayatta kalma yanlılığını” da içinde barındırmaktadır. Bu yanlılık, en basit anlamında insanın başarılı olmanın, başarılı olan bir örnek insanın veya başarılı olma hayalinin büyüsüne kapılıp başarısız olan çoğunluğu unutmak anlamına gelir. İlginçtir ki, hayatta kalma yanlılığı da tıpkı Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi gibi bir piramit üzerine çizilebilir, bu üçgenin en küçük olan uç kesitinde de işte bu hayatta kalmış insanlar vardır. Bu iki piramidi, sanki iki kağıdı koyarmış gibi üst üste koyduğumuzda kendini gerçekleştirme basamağı ve hayatta kalanlar basamağı üst üste gelmektedir. Yalnızca bu paralellik bile, hayatın psikolojik sınırlar üzerine çizildiğini göstermeye yetmektedir. Maslow’un alt basamaklarında kısıtlı kalmış kimseler, sınırsızlık ilüzyonuyla, hayatta kalan azınlık tarafından, istemli ya da istemsiz olarak, büyülenmiştir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Bu kadar çok piramitten bahsettikten sonra, piramidin okura çağrıştırdığı bir başka hiyerarşiden, sosyolojik hiyerarşiden bahsetmek de gerekmektedir. Ekonomik ve sosyal yapılanım sistemleri ile toplumsal sınıflara bölünmüş bir yapı içerisinde sınırsız imkanların eşitliğinden bahsedilmesi olanaksızdır. Sınırsız ve eşit imkanlar ise, meritokratik düzen çağrışımı yapmaktadır. Matematikte, sonsuz kümelerin denkliği adında bir kavram vardır. Bu, her ne kadar sonsuz kümeler içinde sonsuz eleman barındırsa da, kimi sonsuz kümelerin başka sonsuz kümelerden daha büyük olabileceğini ifade eden bir önermedir. İşte, toplumsal sınıf yapısı içerisinde de kimilerinin olanakları başkalarından daha sınırsızdır. "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!” sözü, günümüzün meritokratik bir ütopya pazarlamasıyla aynı kapıya çıkmaktadır. Çünkü önüne liyakat idealini almış meritokrasinin sonsuz olanakları içerisinde unutulan şey, kimi sınırsızlıklar başkalarından daha büyüktür, yani bu pazarlamanın iddia ettiği gibi her insan yarışa aynı yerde başlamaz, aynı yerde başlasa bile, yarışı aynı yerde bitirmeyecektir. John Stuart Mill de meritokrasi iddiası üzerine insanın sınırsız bir geleceği olduğu düşüncesine bir ütopyadan çok distopya gibi bakmıştır. Çünkü imkanlar eşittir öncülüğünü kabul ederek ortaya çıkan ve bu önermeyi doğru kabul ederek, insanın olasılıkları da eşit ve sınırsızdır kabulüne ulaşan bir dünyada bu bahsi geçen öncül yansıtıldığı kadar da doğru değildir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">O halde, olanaklarının sınırsız olmadığının farkına varan insan hayatına nasıl ilerlemelidir? İşte bu aşamada psikolog Rollo May’in “varoluşçu” yanı devreye girer. Burada, varoluşçuluğun önemli temsilcilerinden olan Sartre’ın özgürlük anlayışına atıfta bulunarak başlamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Sartre’a göre “insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir” ve kendi kararları ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Fakat az önce de bahsedildiği gibi, sosyolojik ve psikolojik faktörler ele alındığında, insan ona vaat edildiği kadar da özgür değildir. İşte burada da Camus’nun abzürdist bakış açısındaki özgürlüğü devreye sokabiliriz. Camus, mitleşmiş ve kader-özgür irade diyalektiğinde kaderine, yani tanrılara, yenik düşmüş kahramanlar Odipus ve Sisifus’u örnek göstererek insanın o kadar da özgür olmadığını bilmesinin onu aslında günlük zaman imleci içerisinde özgür yaptığını savunur. Başka bir deyişle, Rollo May’in de alıntısı dikkate alındığında sınırlı olanaklar içerisine yerleştirilen bir insanın bu farkındalıkla sınırlarını genişletmesi daha gerçekçi olacaktır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Daniel Kwan ve Daniel Scheinert tarafından yazılan ve yönetilen Amerikan bilimkurgu filmi "Her Şey, Her Yerde, Aynı Anda", özünde sınırsız alternatifler arasında yapılan seçimlerin ve bu seçimlerin sonrasında arkasına bakan bir kadının hikayesi. Yani seçmediklerinin, seçtiklerini kuşattığı bir somutlamada. Bir gölü düşünün. Su, bu gölün içine ve dışına akar, dolayısıyla da Herakletik bir anlayışta göl statik bir nesne değildir. Aynısı hayat için de geçerlidir, insanlar da benzer şekilde, içine ve dışına zamanın aktığı göller gibidir. Bu yüzden de Heraklitus, değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söylemiştir. İnsan büyüdükçe, olgunlaştıkça, değişimle değişir. Bu değişim ise, genellikle karar verme yönüyle insanın hayatında ortaya çıkar. Ne kadar çok karar, o kadar arkada bırakılan hayat demektir. O hale şu anda yaşanan hayat, May’in de bahsettiği sınırsız ihtimaller içerisinde seçilmiş olandır. Bu şekilde bakıldığında bu hayatta yapılabileceği en büyük seçim de, ardında bıraktığım onca alternatif olanak içerisinde, şu anda devam edeni seçmekten geçer. Her şeyin, her yerde, aynı anda var olması; hiçbir şeyin, hiçbir yerde, hiçbir zaman var olmamış olmasıyla aynı şeydir ve bütün bu olan ve olmayanlar sınırsızlığı içerisinde insan şimdiki hayatının içinde neyse ki ve ne yazık ki, sınırlıdır. </span></p><p><span style="font-size: medium;"> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUmTm2oMxW-xk6m7rjv5FxfX2GfbKycVdTubiCCs1d3e-5SPWsIN9J8ChY6HgkkZbfSZ1rya20fdlZuirVitTQClpjXIi3Hxvb6ry-0Cva3s5_72OrmZWQ0ijdJnaFrroB8kQQBe-mbmLU3OQMvUa4nOc47XJBaZuRSVVIrfASZZzpe7AOWgYXw-YirQ/s1691/IMG_20201212_164843.jpg" imageanchor="1" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1594" data-original-width="1691" height="302" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjUmTm2oMxW-xk6m7rjv5FxfX2GfbKycVdTubiCCs1d3e-5SPWsIN9J8ChY6HgkkZbfSZ1rya20fdlZuirVitTQClpjXIi3Hxvb6ry-0Cva3s5_72OrmZWQ0ijdJnaFrroB8kQQBe-mbmLU3OQMvUa4nOc47XJBaZuRSVVIrfASZZzpe7AOWgYXw-YirQ/s320/IMG_20201212_164843.jpg" width="320" /></a></span></p><div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 115%; text-indent: -18pt;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal;"><span style="font-size: medium;"><br /></span></span></span></div><div><span style="font-size: medium;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 115%; text-indent: -18pt;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal;"> </span></span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px; text-indent: -18pt;"><i>“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</i></span></span></div><div><p class="MsoListParagraph" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;"><br /><o:p></o:p></span></span></p></div><div><div><span style="font-size: medium;">Bir cümlenin nesnesi, öznenin yaptığı işin dışında kalan ve öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen ögedir. Herkesin kendi bedeninde yaşadığı bu dünyada herkes için kendisi bir özne ve herkes bir nesnedir dolayısıyla. “Bugün gezerken onu gördüm.” cümlesinde “onu” dediğimiz “o”, bir insan olsun, hayvan olsun, cansız olsun, dilbilgisi kuralları altında nesnedir, özneye bağlıdır olarak vardır ama öznenin dışındadır. Bu dünyada her insan başkasının da kendi için özne olduğunun farkında olarak mı yaşıyor sorusunun cevabında ise işler biraz karışıyor. İnsanlık tarihini baktığımızda anlayabiliriz ki uygarlık geliştikçe kimi insanlar hem kendileri hem de başkaları için daha özne olmuş, kimileri de bunun altında yalnızca etrafta değil kendilerine göre de nesneleşmiş, varoluşları dış öznelerin bakışından konumlandırılmıştır. Carol J. Adams’ın alıntısında bahsettiği eşitsizlik problemi de aslında nesneleşme haline vurum yapıyor, fakat eşitsizlik ne kadar gözle görülür ise bu kavramın olumlanması olan eşitliğin de bir o kadar pratik ve elle tutulur olması, çözümün can alıcı noktası. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Adams’ın “nesne muamelesi” olarak adlandırdığı ve herhangi bir insanı veya hayvanı kendi özelliğinden, ırkından, cinsiyetinden, sınıfından ve daha nicesinden dolayı oluştuğu tahmin edilen olgunun insan psikolojisindeki kaynağını yine Adams’ın kavramlarından “kayıp gönderge” ile açıklamaya başlayabiliriz. Kayıp gönderge, Adams’a göre en basit anlamında bir restoranda yediğimiz et ile onun nereden geldiği, kim olduğu, ne olduğu arasındaki bağlantıyı refleks olarak koparma halidir (Kotiloğlu). Ona göre bu süreç, “Hayvanlar ben cesetlerini yiyeyim diye ölüyor… Ben yiyeyim diye biri hayvanları öldürüyor… Hayvanlar yenmek için öldürülüyor… Hayvanlar ettir… et” diye de örneklenebilir. Burada ilk başta ölen özne olan hayvanlardan, öznenin edilgenleşmesine ve son olarak da cansız bir nesneye dönüşmesi gözlenir. Öte yandan, kayıp göndergeyi yalnızca bir vejetaryen savunması olarak değerlendirmek de yanlıştır. Öyle ki, Adams, birçok tecavüz ve taciz mağdurlarının da deneyimlerini anlatırken kendilerini bir ete benzettiklerini hissetmelerinden yola çıkarak cinsel istismar ve şiddetin de bu kavram altına girdiğinden bahseder. Ben günümüz kesişimsel feminizminde kayıp göndergenin yalnızca kadın sorunuyla da sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Nesneleştirme-parçalama-tüketme yolundan ortaya çıkan eşitsizliğin izlerini farklı kapsayıcı sorunlarda da bulmak için farklı filozofların düşüncelerine de bakmak gerekebilir. Burada da ilk çıkarım bizi Marx’ın meta fetişizmine yönlendirir.</span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Karl Marx’a göre meta fetişizmi bir olgunun değişim değerinin kullanım değerinin üstüne geçmesine denir. Böylece üretimin ana amacının kar olduğu bir ekonomik sistemde de zaten kastik olarak, başka özneler tarafından alt sınıfa mensup görülen işçi de kendi üretimine ve emeğine yabancılaşır, şeyleşir. Burada üretim emeğinin arkasındaki şeyleşmiş işçi ile Adams’a göre nesneleşmiş kayıp gönderge olan et veya kadının arasındaki paralellikler görülebilir. Meta değeri kullanım değerinden daha yüksek olmuş bir nesneyi elinde tutarken de insan “Bir işçi ben elimde bu hayvan derisi marka çantayı tutabileyim diye 15 saat asgari ücretle ter döktü” demez. Emek ve işçi, çantayı kullanan öznenin elinde nesneleşmiş ve eşitsizliği pekiştirmiştir. O halde yine Adams’ın alıntısının problemi belirttiği kısma dönmek gerekirse nasıl insan emeği kayıp gönderge altında nesneleştirebiliyorsa ve bunu bir pratik haline getirdiyse tam tersini de yapabiliyor olmalıdır. Bir metanın altında saklı olan emek insan bilincinin bilmek istediğinden çok daha somuttur. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Marxist ve varoluşçu düşünceyi feminist bir lens üzerinden inceleyen Simone de Beauvoir da İkinci Cinsiyet kitabında kadının nasıl bir özneden nesneye dönüştüğüne, ikinci cinsiyet haline geldiğine değinir. Dolayısıyla kadın da tıpkı bir işçinin ürünü gibi erkekler arası mübadele edilen bir nesne haline gelmiştir. Bu o kadar içselleştirilmiş bir eşitsizlik örneğidir ki eril göz ile bakılan kadının ötekileşmesi bir süre sonra yalnızca erkekler tarafından değil kendileri tarafından bir nesne gibi hareket etmeye mecbur bırakılırlar. Nitekim Jacques Lacan’a göre de kadın yoktur, erkeğin biçimlendirdiği bir kadın vardır. Adams’ın “diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmamak” olarak bulduğu pratik çözümün başlangıç hali de kadının kendini "diğer" olarak gördüğü bir sistemde kendine olan muamelesini değiştirmek, bu pratiğin cinsiyet eşitsizliği yönünden incelendiğinde önemli aşamalarındandır. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Adams’ın eşitlik pratiğine dilbilimsel bir gözle bakmak gerekirse”'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” sözlerinin söylendiği şartta insanın kendisini özne konumundan indirip karşısındakine özne olmak için bir fırsat vermiş olur. Bu sayede içselleştirilmiş nesnelik kişide ortadan kalkar ve kişi başkasının yardımıyla kendini yine özne olarak görebilir. Fakat burada ortaya çıkan soru herkesin kendini özne olarak gördüğü dünyada yine ilk başta da tartıştığım gibi başkalarının da dolayısıyla nesne olarak kalacağıdır. Belki de kimileri tarafından herkesin kendi öznesi olmasına izin verildiği bir dünya Hobezyen bir şekilde “doğa durumu” halini alabilir. Sonuçta belli bir toplumsal sözleşmeyle insanların kendi kişisel çıkarlarından vazgeçemeyeceği bir düzendir kimileri için korkutucu olan. Yine burada, hem Addams’ın sözünden hem de bu ana kadar bahsedilen filozoflardan yola çıkarak bu “eşitleme” işleminin iki adımlı olduğu sonucuna ulaşılabilir. İnsanın kendini özne değerine çıkarması ve başka bir öznenin aynı insanı özne konumunda görmesi. Bu iki adımdan herhangi birinin vazgeçilmesinin ötekisini de aksatacağından şüphe yoktur, insanın hem kendisini hem de çevresine yabancılaştığı bir dünyada bu iki adım içkinleşmiştir.</span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Adams’ın düşüncesine getirilebilecek başka bir eleştiri de yine aynı “Bir derdin mi var?” sorusunun oldukça klişeleşmiş ve anlam ifade etmeyen bir hale gelmesi olabilir. Bir insanın derdinin öne çıkarılmasının nasıl toplumsal bir sorunu ortadan kaldırabilir özelliğe bürünmesi inanılmaz gelebilir. Fakat Adams’ın da bahsettiği gibi eşitliği bir fikirden pratiğe dönüştüren şey de bu değil midir? Günümüzde genellikle haklı gerekçelerle toplumsal sorunlara toplumcu bakış açılarıyla bakılması gerektiği düşüncelerinde oluşan görüşler, topluma ulaşmadaki ilk adım olan bireyleri atlıyor. Bir bakıma toplumcu bakış açısı, sanal bir duvarın aşılarak çözüm üretmeye dayanıyor çünkü bu düşünceyi benimseyen her birey kendisinin yetmediği ve toplumsal bir hareketin gerektiği şikayetiyle de harekete geçemiyor. Bu, belki de bütün toplumcu bakış açısının içerisinde günümüz insanının içine yerleşmiş bireyselliğin sonucu olabilir. İşte bu bahsedilen toplum ve birey arasındaki sanal duvar, eşitliği çoğu insan gözünde bir fikirden yukarı taşıyamayan şeydir. “Bir derdin mi var” cümlesinin kişiselliği de Carol Henisch’in 2. dalga feminizmine yön vermiş “Kişisel olan politiktir” sloganını hatırlatır. Bu söz hem tüm sorunların toplumsal bir erkten geldiğini insana anımsatırken bir yandan da her kişisel çözümün bir politik çözüme de adım olduğu konusunda güzel bir hatırlatıcıdır. Dahası var, soruyu sormanın bir soran bir de sorulan insanı kapsamış olması bu kişisel alanı iki kişi yapar, yani toplumsal soruna yaklaşmayı yarısı kadar kolaylaştırmış olur. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Yine Adams’ın başladığı noktaya, ilk bakışta alakasız gözüken et ve kadının birleşimine gelelim. Koreli yazar Han Kang, Vejetaryen adlı romanında tüm çevresi tarafından ötekileştirilmiş ve nesneleştirilmiş bir kadının, kendini bir cani olarak gördüğü korkulu rüyasından sonra vejetaryene dönmesini anlatır. Burada bahsi geçen ve bütün roman boyunca ana karakter olmasına rağmen her zaman çevresindekilerin gözlemci bakış açısından durumu anlatılan Yeong Hye’ı hiç kimse bir kere bile anlamaya çalışmaz. Han Kang’ın bu kitabında vejetaryenliği ve et yemeyi insanoğlunun birbirine yaptığı ve yok saydığı bütün cani hareketlerin bir kaçışı olarak sembolize eder. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Filozof Jennifer Foster, insanı belli bir anlamda sorumlu yapacağını hissettiği bilgileri bilmekten kaçınmasını yani seçilmiş cahilliğe ve bunun altında yatan bilme endişesine doxastik endişe (doxastic anxiety) adını veriyor. Bu endişe bir insanın et yerken yediği hayvanı, bir çanta takarken çantadaki emeği, kendisini bir erkeğe uygun olarak süslerken kendi öznesini hatırlamama seçimini yapmasının, eşitliği fikir olarak görmesinin arkasındaki özgür iradedir. Nasıl başkasına sorduğumuz soru, nesne muamelesinden özneye dönüş, fikirden pratiğe geçiş de eşitliğe doğru bir özgür irade ise. </span></div></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><br /></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:261885811;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-852165292 622358916 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-10232864594564842002022-06-12T16:07:00.002+03:002022-06-12T16:07:14.433+03:00Doğa Çakar / İzmir Tevfik Fikret Özel Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 2.si<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4Ai_9ecWg-OI34ILshhB9ReIoqGCBUi2rxNjpsKdeTC1mvD-npmuRnqRKYGjeJqAULBbnqNSuniak9nx4Y3ZCo6rX4jQQJ26wMU5Tlp_1iha1COYTlOfa01P3e8i_X9L218d9AJOZeWo08BYVdBlO_F9PEVTwaHLDfwYyF8Z1Wt8gG_TaPL3t5qlJRQ/s4618/IMG_20210212_204303.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi4Ai_9ecWg-OI34ILshhB9ReIoqGCBUi2rxNjpsKdeTC1mvD-npmuRnqRKYGjeJqAULBbnqNSuniak9nx4Y3ZCo6rX4jQQJ26wMU5Tlp_1iha1COYTlOfa01P3e8i_X9L218d9AJOZeWo08BYVdBlO_F9PEVTwaHLDfwYyF8Z1Wt8gG_TaPL3t5qlJRQ/s320/IMG_20210212_204303.jpg" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><b>Final Yarışması Yazısı</b><p></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; text-indent: -18pt;"><i>“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hissettiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... Demek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına önceliği.”</i></span></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt; text-indent: -18pt;"><i>Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay</i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><o:p></o:p></p><p>İÇSEL FARK EKSENİNDE DUYGU VE FİKRİN FARKLILAŞTIRILMASI </p><p>Fenomenlerin algılanış biçimi ve yöntemi felsefenin özellikle 19 ve 20. yüzyıllardan itibaren en çok tartışılan konularından biridir. Özellikle Merleau Ponty ve Bergson gibi Fransız filozofların açtığı yeni tartışma alanlarıyla iyice derinleşen bir konu olmuştur. Bu yazıda da öncelikle herhangi iki kavram arasındaki farkı yaratmanın olası yöntemleri gösterilecek sonrasında Bergson'ın "doğa farkı" anlatısı yardımıyla fikir ve duygu kavramlarında birinin diğerine göre önceliği olup olamayacağı tartışılacaktır. Deleuze, alıntıda ortaya konan tezinde fikrin duyguya göre önceliği olduğunu savunmaktadır. Öncelikle bu sav değerlendirilecek fakat sonrasında Bergson perspektifinden fikir ve duygu kavramları kendi içsel farkı içinde kavranmaya çalışılarak Deleuze'ün tezi ile angaje olunacaktır. Bu angajman sonucunda yöntemsel farklılıklar sayesinde duygu ve fikir olgularını farklılaştırma eylemini derinselleştirmek amaçlanmaktadır. </p><p>Felsefe tarihi neredeyse 19. yüzyıla ulaşana kadar iki kavram arasındaki farkı; birinin diğerine olan üstünlüğü, önceliği yani kısacası hiyerarşisi üzerinden tanımlar diyebiliriz. Örneğin Hegel köle-efendi diyalektiğini oluştururken efendiyi köle üzerinden anlama ve aradaki farkı birini diğeri bağlamında düşünerek çizmekteydi. Fakat Spinoza ise beden ve ruh tartışmalarına yaklaşımından çıkarılabileceği üzere iki kavramın çoğunlukla paralelliğinden söz eder. Beden ve ruhun birbirine üstünlükleri değil paralellikleri olduğunu söyler. Bergson ise yöntemsel olarak bir fark çizer. Bergson'a göre içsel farkı bir kavramı diğerine eklemleyerek tanımlamak yanlıştır. Bergson bu tezini ortaya koyarken şeylerin varlığının ancak doğa farkıyla anlaşılabileceğini ispatlama amacı taşıyordu. Örneğin varlık ve yokluk kavramları biri diğerinin "négation"u (olumsuzu) olarak değil içsel farkları göz önüne alınarak farklılaştırılmalıydı. Deleuze, fikir ve duygu olgularını farklılaştırırken birini diğerinin önüne koyarak yöntemsel olarak Bergson'dan ayrılmaktadır. </p><p>Deleuze'ün tezini özetlemek gerekirse duyguların ancak fikirler oluştuğu sürece var olabileceği söylenebilir. Alıntıda ortaya konduğu üzere sevgi, istek gibi duyguların oluşması sevgi veya istek duygusunu ortaya çıkaracak nesnenin üzerinde oluşan fikre bağlıdır. Bu bağlamda bireyin bir fenomene karşı oluşturacağı duygu o fenomenin zihinde yarattığı fikir sonrasında oluşturulabilir. Peki duygu ve fikir kavramlarının içsel farkları neler olabilir? Deleuze, Bergson üzerine yaptığı bir değerlendirmede, felsefenin şeylerle doğrudan bir ilişkisi olabilmesini şeyin kendisi olduğu haliyle, kendisi olmayan her şeyden farkı içinde(içsel fark) içinde kavramak şartına bağlar. </p><p>Fikir, fransızca anlamıyla "idée" etimolojik olarak latince kökenli "idea" sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcüğü incelediğimizde bu metin bağlamında kalan "görünür biçim, görünüş(aspect)" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Sözcüğün anlamını irdelediğimizdeyse fikir sözcüğünün bir varlığın veya şeyin zihindeki temsil olduğu sonucuna ulaşırız. Bu noktada insan zihinini analiz etmek gerekir. İnsan zihni, nesneleri parçalara ayırarak algılar. Örneğin zamanı bir bütün olarak değil çizgisel olduğu kabulü ile geçmiş, şimdi ve gelecek gibi bölerek çözümler. Bergson zekânın kavradığı şeyi durdurduğunu ve bu şekilde çözümlediğini söyler. Fikir içsel olarak zekânın çözümlemesidir. Bir analoji kurmak gerekirse Bergson, zamanın temsilini aralıklara bölmenin zamanı yalnızca matematikleştirdiğini iddia eder. Deleuze ise "... fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır." ifadesini kullanırken fikrin içsel olarak zekânın algıladığı bir ürün olması dolayısıyla mantıksal olarak öncelenebileceğini iddia eder, aynı Bergson'ın zamanın zihinsel olarak zekâ yardımıyla algılanmasının onu matematikleştirdiğini iddia ettiği gibi. </p><p>Bergson bilince özgü olan heterojen zamana ulaşmak için yöntemsel olarak zekânın karşısına sezgiyi koyar. Sezgiyi bir hissetme anlamından ziyade felsefi olarak bir fark yöntemi şeklinde kullanır. Bu yazıda da duygu ve fikir olguları arasındaki fark, sezgisel bir yaklaşımla çizilecektir. Önceki paragrafta belirttiğim üzere fikir zihinde oluşan imgedir. Bu imge arzu, istek, vb. duyguları açığa çıkartır. Sezgi deneyime ilişkin doğrudan farkı ortaya koymak için kullanılmalıdır. Fakat altını çizmek gerekir ki Bergson deneyim derken Kant'ın yaklaşımından farklı bir yaklaşıma sahiptir. Deneyim, yaşamsal hareketteki saf eğilimleri çözümlemek içindir. Fark da tam olarak bu eğilimlerin çözümlenmesi sayesinde düşünülebilir. Ulus Baker çok bilinen "Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret..." sözünü ettiği seminerinde örneklerin de ancak günlük hayattan verilebileceğini söyler. Emre Şan yaşam üzerine vermiş olduğu bir seminerde Bergson'ın felsefesinden bahsederken Bergson'ın da şeylerle dışsal bir ilişkiye girmenin olguları kendilerine büyük gelecek kavramlar kullanmakla sonuçlanacağını ifade ettiğini söyler ve Bergson felsefenin bu kavramların betimlediği bir dünya yaratmakla yaşamın kendisini ıskalayacağını savlar. Bu sebeple yazıyı nesnel bir eksene oturtabilmek adına "saf eğilimler"i açıklarken gündelik hayatın örneklerini kullanacağız. Örneğin sosyal bir varlık olarak insanın sahip olmayı arzulayacağı şeylerden biri sosyal ilişkilerdir. Bu ilişkileri edinmeye karşı duyduğu eğilim(yönelme), eğilimin kaynağı belli olsun veya olmasın, ilişki kurduğu insanların ve ilişki kurma olgusunun fikri sonucunda ortaya çıkmış duyguların bir çıktısıdır. </p><p>Bazı tezleri bakımından Kant ve Bergson'ın bu yazıda bir diğerinin tezini desteklemek için kullanabileceği pek mümkün görülmeyebilir. Ancak Kant, düşünceyi görüş olarak gören düşünme biçimininin yerine düşünceyi bir eylem olarak ortaya koyar. İnsanı harekete geçiren, eylemleye muktedir kılan bir nesneye veya bir olguya karşı duyduğu eğilimlerdir. Önceki paragrafta gösterildiği üzere eğilimlerse Deleuze'ün kurduğu hiyerarşiye göre önce o nesneden edinilen fikirler ve sonrasında oluşan duygular sayesinde vardır. </p><p>Bu yazıda temel olarak anlatılmak istenen konu herhangi iki olgunun arasındaki farkı anlamlandırırken farklı yöntemler kullanmanın sorulan soruyu ve problemi derinleştirebileceğidir. Deleuze'den yapılan alıntıda ortaya konan soru aslında fikir olgusunun duygu olgusunun önünden gelip gelmediğidir. Bu noktadan hareketle Deleuze'ün duygu ve fikir olgularını birini diğerinin önüne koyan yaklaşımının karşısında Bergson'ın içsel fark argümanı sunulmuştur. Bu sayede temelde sorgulanan düşünceye daha derin bir perspektifle yaklaşılmıştır. Son olarak Kant'ın düşünceye getirdiği yeni yaklaşım sayesinde sezgiyi mümkün kılan saf eğilimin kaynağı anlaşılmaya çalışılmıştır. Düşünmek varlığı konu alıyorsa içsel farkı yani yaşamın kendisini düşünmektir. </p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiFttKZu4Ihff0CnTMjJEbsNogLZMYXZLarMTBLNkoqhVRsHkhhW8ATqoURJV1jQuN5d7YwKxnGISwELCDSJUn1ye2q62RZmJpbMndsDLvAmtI3DoBIgb-kr3JBdRtrqxNyHEFT13ycaVqcDG3NJ4MQf05tND_WO1g1vlki2WxnHfOHmUPaGMBamjcfA/s4618/IMG_20210126_170305.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgiFttKZu4Ihff0CnTMjJEbsNogLZMYXZLarMTBLNkoqhVRsHkhhW8ATqoURJV1jQuN5d7YwKxnGISwELCDSJUn1ye2q62RZmJpbMndsDLvAmtI3DoBIgb-kr3JBdRtrqxNyHEFT13ycaVqcDG3NJ4MQf05tND_WO1g1vlki2WxnHfOHmUPaGMBamjcfA/s320/IMG_20210126_170305.jpg" width="240" /></a></p><p><b>İkinci Adım Yazısı</b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020</i></span></p><p>Hafıza ve Hatırlama Eylemi Bağlamında Zamanın Anlamlandırılması </p><p>Zaman kavramı yüz yıllardır tartışılagelinen bir olgu olmasına karşın, alana Einstein'ın görelilik teorisi dahil olduğundan beri daha kompleks bir hale gelmiştir. Bu yazıda, öncelikle zamanın objektif olup olmadığının değerlendirmesi yapılacak sonrasında değişim kavramına genel bir perspektif sunmak amacıyla Herakleitos ve Parmenides'in savları karşılaştırmalı olarak sunulacaktır. İlerleme ve çökme kavramları ise bellek, benlik ve unutma kavramlarıyla ilişki kurularak incelenecektir. Bu noktada altını çizmek gerekir ki ilerleme ve çökme kavramları Byung Chul-Han'ın ifade ettiği anlam bükülerek metne dahil edilecektir yani yeniden inşa edilecektir. O halde yazıya edebi bir giriş yapmak yerinde olacaktır: Her sabah aynı güne aynı varlık olarak uyanıyor olsaydık, zaman anlam edinebilir miydi? </p><p>Zaman kavramı çoğunlukla fizik ve felsefenin kesiştiği ve fizik disiplininin mekanı da dahil ederek bu bağlamda uzayzamanın soyut olan boyutu gibi bir tanıma ulaştırken felsefe, bu kavrama ilişkin karşıt görüşler içermektedir. Giriş bölümünde de işaret ettiğim üzere Einstein'ın görelilik teorisi sonucunda zamanın objektif olmadığı bilim çevrelerince kabul edilmeye başlandı. Bu teorinin kapsamı bu yazının içeriğine doğrudan dahil olmayacak olsa dahi argümanlarımı zamanın çizgisel olmadığı ve nesnel bir konsept olmadığı kabulü üzerine inşa edeceğim. Zaman kavramını felsefi boyutlarıyla ele almak gerekirse öncelikle Antik Yunan filozoflarından Aristotales'e başvurabiliriz. Aristotales'in zaman anlatısı, değişim kavramından bağımsız değerlendirilemeyeceğinden yazının ilerleyen bölümlerinde bu kavram(değişim) üzerine gerçekleştirilecek refleksiyonlara da angaje edilecektir. Her şeyden önce zamanı anlayabilmek için zaman ve şimdiki an("nun") arasındaki bağlantıya bakmak gerektiğini söyler. Şimdiki an, geçmişi ve geleceği ayırmaktadır ve onun zaman hakkındaki görüşleri "an"ı temel alarak oluşturulmuştur. Aristotales'e göre insan değişimin farkında olmaksızın zamanın da farkında olamaz. Bu noktada, değişim kavramının ne olduğunu mercek altına almadan önce altını çizmek gerekir ki çağdaş bir filozof olan Byung-Chul Han ile Antik Yunan filozofu Aristotales'in zaman üzerine ortaya koymuş oldukları düşünceler birbirine oldukça benzemektedir. Bu durum felsefenin tarihsel bir birikim süreci olduğunu gösterdiği gibi çağdaş felsefenin işlevlerini de sorgulamaya açmaktadır ki bu tartışma alanı bu metnin bağlamının dışındadır. </p><p>"Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!" sözüyle tanınan bir diğer Antik Yunan filozofu Herkakleitos değişimin kaçınılmaz ve sürekli olduğunu iddia etmiştir. Ek olarak nehirin akışının bile değişebildiği gibi nehre giren varlıklar da farklılaşırlar. Parmenides ise evrende bir değişim olmadığını, varlığın parçalı değil bir bütün olarak var olduğunu söyler. Parantez açmak gerekirse Parmenides'in görüşleri ilerlemeci düşünürler tarafından çoğu zaman eleştirilir. Bunun yanında Herakleitos'un nehir argümanına karşın her şeyin değiştiği fikrinin kendisinin de değişmemesi gerektiği çelişkisiyle yapılan eleştiriler de mevcuttur. Parmenides ve Herakleitos arasındaki diyalektik ilişki, değişim kavramına felsefe tarihinden bir örnekleme yapmak için oldukça verimlidir. Fakat bu yazıda amaç bellek ve benlik problemlerini de tartışmaya dahil etmek olduğundan bu ilişki üzerinde derinlemesine durulmayacaktır. </p><p>Kant'tan itibaren "deux ex machina" geleneğinin son bulması yani Antik Yunan trajedilerinde olduğu gibi girilen çıkmazların mitolojik bir tanrı aracılığıyla çözülmesinin son bulması, düşünme eylemini insandan yola çıkarak tanrıya ulaşma şeklinde gerçekleştirilmesiyle sonuçlanır. Bu vesileyle gerçekliğin birliği bozulur, zarar görür. Çünkü insandan yola çıkıyor olmak, kusursuz bir şekilde verili kozmostan yola çıkmanın aksine gerçekliğin birliğini bozar. İnsan, Tanrı'nın aksine bir uzayzamanda yer alır. Bu sebeple düşünme eylemi zamandan bağımsız gerçekleştirilemez. Evreni ve beraberinde getirdiği zaman gibi kavramları anlamlandırma sürecinde insandan yola çıkıyorsak insanın sonlu olan varoluşundaki değişim süreçlerini göz ardı edemeyiz. </p><p>Aynının sonsuz tekerrürü statik bir durumdur. Fakat hafıza(bellek) Byung Chul Han'ın Psikopolitika kitabının "Unutmak" isimli bölümünde ifade ettiği üzere farklı zaman dilimlerinin birbirleri içine geçtiği ve birbirini etkilediği dinamik, canlı bir süreçtir. Bu noktada bu yazının temel argümanına ulaşıyoruz: Hatırlama eyleminin yani aslında unutmamanın kendinde içerdiği değişimin zamana anlam yükleyen sürecin ta kendisi olması. Bu argümanı bir adım ileriye taşımak yine Byung Chul Han'ın teziyle mümkün olacaktır. Ona göre tek bir geçmiş yoktur. Aynı biçimde kalan ve yinelenen bir geçmişin varlığını reddeder. Kant insanların "unique" yani biricik olduklarını iddia ediyordu. Onun felsefesinde kişilerin özgürlük ve rasyonel faillik(gerçekleştiren) kapasitesi ölçülemez bir değere sahiptir. Hafızada yer alan ve benliği inşa eden eylemler bu rasyonel failin gerçekleştirmiş olduklarıdır ve onda gerçekleşen değişimlerdir. Benliğin oluşumu biriciktir. </p><p>Peki zamanı insandan yola çıkarak anlamlandırıyorsak, süreç ilerleme veya çökme niteliğini nasıl kazanır? Bu problemi felsefenin meşhur paradokslarından birine referans vererek çözümlemeye çalışalım: Theseus'un Gemisi. Paradoksu kısaca özetlemek gerekirse Atina'ya demirlenmiş bu gemi hatıra olarak uzun süre saklanır. Zaman içinde geminin tahtaları çürür, gemi zarar görür ve bu süreç içerisinde parçalar eskidikçe değiştirilir. Ve sonuç olarak bir gün geminin değiştirilmemiş hiçbir parçası kalmaz. Hafıza ile bağlantısını kurmak gerekirse, insan belleğindeki tüm anıları silinse yahut değiştirilse dahi aynı 'persona' olabilir mi? Theseus'un gemisi dışarıdan aynı görüntüye sahiptir veya örneğin Eternal Sunshine of The Spotless Mind filminde Clementine karakteri hafızasını sildirmiş olsa dahi hala aynı 'maske' içerisindedir. John Locke belleği kimliğin temeli ve kişinin istikrarı olarak kabul eder. Bu bağlamda ulaşmak istediğim nokta Herakleitos'un da iddia ettiği üzere değişimin içkin olarak varoluşun bir parçası olduğu ve bazı değişimlerin örneğin hafızanın silinmesi veya unutmak eylemlerinin yarattığı değişimlerin bir çökmeye sebep olabileceğidir. Çünkü argümanımın ilk adımına dönmek gerekirse hafıza değişimi mümkün kılan dinamikliğin yani geçmişin sürekli olarak yeniden inşa edilmesinin şartıdır. </p><p>Yazıyı sonlandırırken genel bir çerçeve sunmak ve anlatılmak istenen konuyu vurgulamak gerekirse, ilk olarak zaman kavramını mekana bağlı ve mekanın varlığı içerisinde akışını gerçekleştirebilen bir şey olarak tanımladık. Fakat bu zamanı anlamlandırmak için yeterli olmadı. Zamanı anlamlandırmak için ikinci adımda bir öznenin gerekliğiliğine ve ondan yola çıkarak zamanı anlayabileceğimiz iddiasına ulaştık. Bu sebeple özne olmaksızın zaman kavramı anlamlandırılamaz. Luc Ferry, Kant'ı okurken kaos içerisindeki fenomenlerin birbirine nasıl bağlanacağı sorgulamasına girişir. Kant felsefesini oluştururken bu problematiğe sentezleme fikriyle cevap bulmuştur. Aydınlanma sonrasında evreni insanı referans alarak yorumladığımız için mükemmel olan kozmosun yerini kaos alır. Bu bağlamda Kant'ın sentezleme metodu bu yazıda da yöntem olarak kullanılmış ve zaman kavramını anlamlandırma süreci insanın değişimi ve hafıza kavramlarının sentezlenmesi aracılığıyla kurgulanmıştır. Emre Şan fenomenoloji üzerine verdiği seminerlerden birinde bu durumu şu örnekle açıklar: Formel mantık kavramları bir araya getirirken fizik ise fenomenleri ve olayları bir araya getirecektir ve sentez geçerli olacaktır. İşlenen konu zaman olduğunda fizik ve felsefe bir kesişim içerisinde ele alınmıştır. Son olarak, ilerleme ve çökme süreçleri toplumsal olgular olarak elbette değerlendirilebilirdi. Fakat alıntıda verilen anlamını bükmeye çalışarak insan hafızanın uğrayacağı değişimin ilerleme veya çökme niteliği taşıyıp taşıyamayacağı tartışıldı. Bu sayede değişimin ileri yönlü olabileceği gibi gerileme de olabileceği ve benliğe zarar verebileceğine işaret edildi. Hafızanın kendini sürekli olarak yeniden inşası ilerleme olabilecekken hafızanın zarara uğruyor olması potansiyel bir çökme olarak değerlendirilse dahi bir değişim olarak kabul edildi. </p><p>Burada ulaştığımız nokta aydınlanma sonrası var olan modern çağın zamanı tanımlayışımızı değiştirdiği gibi zamanı anlamlandıran şey konumuna diğer tüm etkenler bir kenara temelde insanı getirmesidir. Bu noktadan hareketle insanın biricikliğini mümkün kılan hafıza olgusu ve eyleyen özne olarak insanın hatırlama eyleminin içkin olarak sahip olduğu değişim olgusu sayesinde zamanı anlamlandırma süreci mümkün kılınmaktadır.</p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQfvGlyPRMllaKtV0SA8n10QRS5ABAGdB_VHwXi14lyTfJ8HtxzMC6MPmU7VmoDpnVqyEeFVnkdOOg-NgVlFQ0b6K_vZu4O4NN2VxFEcZQLBQfTI5K4FlTzQvuVpZ5dmY-apUgtl1Aeh-1aEq1GVs5I5IY2HOuDv2JmwS7trcpN2bDZ4ylNdsT06JqqQ/s4618/IMG_20201215_172837.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQfvGlyPRMllaKtV0SA8n10QRS5ABAGdB_VHwXi14lyTfJ8HtxzMC6MPmU7VmoDpnVqyEeFVnkdOOg-NgVlFQ0b6K_vZu4O4NN2VxFEcZQLBQfTI5K4FlTzQvuVpZ5dmY-apUgtl1Aeh-1aEq1GVs5I5IY2HOuDv2JmwS7trcpN2bDZ4ylNdsT06JqqQ/s320/IMG_20201215_172837.jpg" width="320" /></a></p><p><b>Birinci Adım Yazısı</b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 18.399999618530273px;"><i>“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</i></span></p><p>Eşit Bir Yaşamı Mümkün Kılmak İçin Dostluk Kavramı </p><p>Eşitlik, yüzyıllardır birçok farklı bağlamda tartışılagelinmesinin yanında günümüzde özellikle sosyal ve hukuki haklar ve politikaya izdüşümleri bağlamında tartışılmaya devam edilen bir kavramdır. Bu yazıda öncelikle eşitlik kavramı, kendisiyle sıklıkla beraber kullanılan özgürlük ve kardeşlik sözcükleriyle ilişkisi içerisinde incelenecektir. Ayrıca Hannah Arendt'in "İnsanlık Durumu" isimli çalışmasında işaret ettiği "vita activa" terimi çerçevesinde bireyin ve toplumun neliği incelenecektir. Buradan yola çıkarak "ben"in oluşum sürecinde "öteki"nin etkileri ve "ben"in "öteki" ile eşitliğini pratikte kazanma sürecinin dostluk-yoldaşlık olmaksızın gerçekleşemeyeceği ileri sürülecektir. Altını çizmek gerekir ki bu yazı, problematiği insanlık bağlamında ele alacak fakat türcü bir bakış açısından kaçınılacak ve konunun insanlık bağlamı dışında tezahürlerine odaklanılacaktır.</p><p>Özgürlük, eşitlik, kardeşlik... Bu üç sözcüğün oluşturduğu "Liberté, égalité, fraternité" özdeyişi dayanışma(solidarité) konseptini kamusal olarak göstermeyi çoğu zaman başarabilen fransız toplumunun temel dayanağını oluşturur. Fakat elbette fransa toplumunun politik farkındalığı bu yazının bağlamının dışında kaldığından bu özdeyiş yalnızca bu üç kavramın birbiriyle olan ilişkisini ele almak amacıyla kullanılacaktır. İlk olarak belirtmek gerekir ki, eşitliğe erişmek aynı zamanda özgürlüğe erişmek demektir. Eşitlik ve hak kazanım mücadelelerinin temel amacı çoğu zaman "ben"de olmayan ve "ben"den "üstün" olanda bulunan özgürlüğe erişebilmektir. İktidarda olan, özgürlüğü elinde tutandır. Toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle bakarsak, iktidar ataerkiyken konu türlerin eşitliğine geldiğinde iktidar insanlık olabilir. </p><p>Arendt, insalık durumunun siyasetle ilişkili olmasının sebebinin her türlü siyasi hayatın şartını çoğulluğun oluşturmasında olduğu söyler. Bu ifadeyi Latince yaşamak anlamına gelen "inter homines esse" ve ölmek anlamına gelen "inter homines desiner" cümleleriyle örneklendirerek açıklar. Yani "vita(hayat)"yı insanlar arasında olmak olarak tanımlamış olur Romalılar. Birey ancak toplum içerisinde kendini var edebilir. İnsanlar; verili bir dünyaya, atanmış kimlikleri ile bırakılmışlardır. Fakat bu yazı, verili olanın temele alınmasını kabul etmeyen bir noktadan, günümüzün akışkanlığı ve evrenin her an dönüştüğü düşüncesiyle insanın, bireyin kendisini bu akışkanlık içinde nasıl başkasıyla beraber veya karşıt olarak inşa edeceğini açıklamayı amaçlamaktadır. "Ben" kendini öteki ile ilişkisi olmaksınız var edemez veya Butler'ın söyleminde bu fikir şöyle yankı bulur: "Bir düzeyde "sen"i kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde "ben"im de kaybolduğumu keşfederim." Bu durum aklımıza diyalektik kavramını getirir. Canlı olan her şey, her varlık çok sayıda diyalektik ilişkilenmenin bir çıktısıdır. Birey ondan olmayanla arasındaki çatışma sonucu bir benlik inşa eder. Varlığını toplum içerisinde kurguladığını kanıtlamaya çalıştığımız birey, kendi bireyselliğine kapandığı takdirde eşitlik fikri pratik olarak mümkün değildir. Butler'ın da işaret ettiği üzere "ben" her zaman "kalabalıktır"(crowd). Ve bu kalabalık, önceki paragrafta "kardeşlik" sözcüğünün karşılığı olarak "ben"in eşitliğini pratik olarak sağlamasının tek koşuludur. </p><p>"Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için..." derken Adams, insanlığın bir diğerinin de çıkarını düşünmek zorunda olduğunu; bunu düşünmeksizin herkesin çıkarının sağlanamayacağını mı iddia etmiştir? Bu savı bir adım ileri götürmeliyiz. Evrende her şey, her var oluş biçimi birbirini etkiler. Bu tez, Haraway'in vermiş olduğu bir örnekle somut bir zeminde tartışılabilir: Haraway'in anlatısına göre menopoz hormon terapisinde kullanılan konjüge östrojen, hamile kısrakların çok kötü koşullarında toplanan idrarından elde edilmekteydi. İnsan sağlığı için önemli olduğu düşünülen bir maddeyi elde etmek için türcü bir perspektifle hayvanlar araçsallaştırılabilir miydi? Bu tekil örnek dahi birçok farklı grubun(kadın sağlığı üzerine çalışanlar, laborantlar veya hayvan üreticileri ve hayvan hakları aktivistleri, vb.) birbiriyle ilişkisini ve birbirlerine karşı sorumlu olduklarını ispatlar niteliktedir. Dünyadaki her varlık diğeriyle olan ilişkisi sayesinde var olma imkanına erişir ve bu ilişkilenmeler var oluşları üzerinde etki bırakır. İşte tam bu noktada konunun eşitlik ile bağlantısını kurmak gerekir. Bugün eşitlik niçin benden farklı olanı tanımaksızın ve ilk bakışta doğrudan bir çıkar ilişkisi kurulamayacak olsa dahi benden olmayanla yoldaşlık kurmaksızın pratik bir şekilde kendini gerçekleştiremez? </p><p>Eşitsizlik farklı toplumlarda ve farklı kültürlerde bambaşka görünümlere ve süreçlere sahip olabilir. Fakat özünde, iktidarda olan ve olmayan arasında açıkça görülen, Hegel'in deyimiyle köle-efendi ilişkisinde yansımasını görebileceğimiz bir olgudur. Fakat her şeyden önce iktidarda olan yani gücü elinde bulunduran tarafından yaratılan ve daha da önemlisi performe edilmeye devam edilen ve karşı çıkış olmaksızın pratikte sonu gelmeyecek bir oluştur. "Ben"i var eden ve benimle doğrudan ilişkisi olmadığını düşündüğüm "öteki", "ben"i var ettiği gibi "ben"in iktidar karşısında eşitliğini kazanmasını da sağlar. Protestanlık; "Çok fazla uyuma.", "Çok çalış." gibi öğütlere dayalı bir inanç sistemidir. Bu gibi öğütler günün sonunda insanları agresifleştirmesi ve yalnızlaştırması bir yana üretimi arttıran ve tüketimi teşvik eden söylemlerle kapitalizmi beslemektedir. Protestan inanç sisteminde insanlar dünyaya bir "calling" ile yani ödevlendirilmiş şekilde geliyorlar ve yeterince çalışmıyorsanız bu "calling"e uymuyorsunuz demektir ve bu en büyük günahlardan biridir. Fakat asıl önemli nokta ise yalnızca seçilmiş olanların Tanrı'nın yanına gidebilecek olması fakat kimsenin seçilmiş olup olmadığını bilmemesidir. Herkes seçilmiş olduğunu inanarak bir diğerinden çok çalışarak Tanrı'nın gözüne girmeye çalışır. Bu durumun yarattığı rekabet duygusu ise bireyselliği gittikçe keskinleştirerek cemaatleşmeyi ve bireyler arasında kurulabilecek potansiyel dostluk(başka bir ifade biçimiyle yoldaşlık) ilişkisini engellemektedir. Fakat bireyler arasındaki eşitlik, özellikle de gücü elinde bulunduranla eşit olmak ancak ve ancak kurulacak dotlukların otoriteyi kırabileceğini fark ettikten sonra sağlanabilir. Örnek vermek gerekirse, Türkiye'de feminist hareket LGBTİQ+ hareketinden kendini soyutlayarak güçlenemeyeceğini fark ettiğinden beri çok daha yüksek sesle hak savunucuğuna devam edebilmektedir. Yahut sınıfsal hareketler kendini diğer dezavantajlı grupların hareketlerinden bağımsız olarak düşünerek büyük kazanımlar elde edemezler. Otoriteler ise kurulma potansiyeli bulunan bu dostluk ilişkilerinin kendileri karşısında ne kadar büyük bir tehlike arz ettiğinin farkında olarak, bu grupları birbirlerinden yalıtılmış bireyler ve küçük birimlere bölerek yani bireyselliği güçlendirerek bu tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Gücü elinde tutanla eşitliği sağlayabilmek için işte bu yüzden "ben"i oluşturan "öteki" ile dayanışmak gereklidir. Eşitliği pratikte mümkün kılacak olan, eşit olma talebi bulunan bireylerin ve grupların dost olabileceklerini fark etmeleridir. Bu sayede hem birbirlerinin mücadelelerine destek olacak hem de gücü elinde bulunduran otoritenin gücünü kırarak kendileri için çok daha eşit bir yaşam çizeceklerdir. </p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-51037264738750079882022-06-12T15:55:00.007+03:002022-06-12T15:55:51.780+03:00Çınar Taşkın Karataş / ODTÜ geliştirme Vakfı Koleji / Ankara / DüşünYaz 8, Türkiye 3.sü<p><span style="font-size: medium;"><b></b></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxk-l3oDZEQAbAMBreVcva_f-b0upjoZK2dAdpbbYmuuaWShxf1PMq24KybwwXuyobAmL3HSUAgllm8sM944px19KnOZufBW-q4PNQk382SKTbTpHc4OZ2gAV64HBkw5YcLF2qsOcY3pyamDWDk8cNQn9pZ7CFbu83eU7MeFVXV4MmX7vrN4c1DTvIfw/s3464/IMG_20210426_094747.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><br /><img border="0" data-original-height="2691" data-original-width="3464" height="249" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgxk-l3oDZEQAbAMBreVcva_f-b0upjoZK2dAdpbbYmuuaWShxf1PMq24KybwwXuyobAmL3HSUAgllm8sM944px19KnOZufBW-q4PNQk382SKTbTpHc4OZ2gAV64HBkw5YcLF2qsOcY3pyamDWDk8cNQn9pZ7CFbu83eU7MeFVXV4MmX7vrN4c1DTvIfw/s320/IMG_20210426_094747.jpg" width="320" /></a></b></span></div><span style="font-size: medium;"><b><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div>Final Yarışması Yazısı</b></span><p></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"><i><span style="font-size: medium;">Emperyalistler her tür tekniğin anlamının doğa hâkimiyeti olduğunu öğretiyor. Ama eğitimin anlamının çocukların yetişkinler tarafından hâkimiyet altına alınması olduğunu belirten kamçılı bir eğitmene kim kulak asmak ister? Eğitim öncelikle nesiller arası ilişkinin gerektirdiği düzen değil midir yoksa? Ve bu şayet böyleyse ve ille hâkimiyetten söz edilmek isteniyorsa, söz konusu olan çocukların değil de, o ilişkinin hakimiyeti olmamalı mıdır? Teknik için de aynı şey geçerlidir: Doğanın hakimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hâkimiyeti. İnsanların tür olarak binyıllardır kendi evrimlerinin sonuna ulaştıkları doğrudur; ama tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır.</span></i></span></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"><i><span style="font-size: medium;">(Walter Benjamin, Einbahnstrasse, in Gesammelte Werke, aktaran Agamben, Açıklık, YKY)</span></i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsanın doğa ile kurduğu bu bağlantısallık, insanın zamanın üstünde kurduğu hakimiyeti arttırarak özneyi insansılıktan kurtararak insan olma yolunda emin adımlarla ilerlemesine vesile olmuştur. Elimizde tutamadığımız saniyeler, dakikalar, günler, haftalar, aylar ve yıllar... Üst üste koysan koyamazsın, yan yana dizsen dizemezsin. Öyle garip bir şeydir zaman. Zamanı evrenimizin veya evren sandığımız bu oluşumun içerisine yapısal olarak yediren bu güç nedir? Tarih perdesinde kimisi dedi ben, kimisi dedi tanrı ve tekrar kimisi dedi ben ve tekrar tekrar... Belki de ikisi de çok farklı değildi. Aynı şeyi kastetmedikleri aşikardı, evet. Yine de bir yerde kesişmek zorundaydı bu iki birbirine benzemez benlik: varlık ve “daha bir varlık”. Oyunun kuralını ikisi de belirlemiyordu neticede. Zamanın akıp geçtiği topraklarda veya yıldız tozlarında gizliydi bu oyunun kuralları. Her gün bir yenisine ve bir başkasına uyanıyordu tanrı ve insan. Peki bu zamanı başlatan nasıl tanrı veya varlığın evrendeki bir toz tanesinden küçük tezahürü olabiliyor? Herhangi bir şeyin başlangıcının olduğunu varsayan insan elindeki o başlamış olan her şeyi teker teker kaybetti. Bilakis zaman bu kayıpları akış içerisinde getirdi insanlara ve daha nicesine. Bir havai fişek kadar parlak ve yadsınamaz ama bir o kadar da bulutları karıştırdı. Yine de o bulutlardan birkaçı anladı zamanın kudretini ve sırtını ne olduğu belirsiz ve türetilmiş zamansal oyunlara kaptırmak yerine oyun kurucusunun kendisine yasladı. Böylelikle insanlık tür olarak yeniden başladı çünkü modern insanın “ateşi” de zamanla kurduğu ilişki ve hatta bu ilişkiden öğrendikleriyle zamanın işine yani doğa ile olan ilişkisine karışmasıyla keşfedilmiş oldu.</span></p><p><span style="font-size: medium;">“İnsanlar Tanrı'ya inandıklarını sanırken aslında papazlara ya da despotlara boyun eğerler.” Althusser bu söz ile insan türünün zamanla kurduğu ilişkinin çarpıtılarak ne hale geldiğine ve toplumun Zaman ile kurduğu bağlantısallığın homojen olmadığına dikkat çeker. Homojen bir toplum yaratabilmek neredeyse imkansızdır ve hatta belki de zaman perdesinin ardında bir yerde ya burada ya geçmişin tozlu sayfalarında ya da geleceğin kuytu köşelerinde saklanmaktadır bu yaratım. Haliyle böyle bir yapıya erişmeyi de istemeyen bencil ve tanrısal tavırlı insanlar anladıkları veya buldukları “modern ateşi” diğer insanlarla paylaşmayarak sınıflı bir toplum yapısına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucu oluşan yapay rekabet aslında zamanın doğa üzerine yansımasıyla yaratmaya çalıştığı sanat eserinin suni bir denemesidir. İnsan kendini bu noktada zaman gibi hissetmekte veya öyle olduğunu varsaymaktadır. Bu da zaman dediğimiz şeyin içini sızlatabilecek bir hakaretten başka bir şey değildir. Üstelik bu hakaretin suçu sadece “modern ateş” ile oynayan insanların kibrinde sınırlanmamıştır. Homojen olmayan bir toplum yapısına rağmen zamanın homojenliği bu bağlamda bizi toplu bir sorgu ve yargı durumuna çekmiştir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">“Teknoloji, jestlerle birlikte insanların dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındırıyor.” Minima moralia’nın en güzel söylemlerinden biri olan bu kesit, modern insanın belirli yapılar ve örgütler aracılığıyla maruz kaldığı bir uyuşturucu olan teknolojiyi yermektedir. Teknoloji modern hayatın yegâne dini haline getirilmiş ve bu hale gelmesinde de bir önceki dönemin dini yani bilim bu işe alet edilmiştir. Her türlü duraksamadan ve düşünceden arınan insan haliyle zamanın kendisine yabancılaşır. Ne için, kim için veya HANGİ ZAMAN için yaşadığını unutur. Kendi varlığını unutmaya ve insanları nihilistik düzeyde zehirleyebilecek olan bu güç Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” dediği kavramı ile de örtüşmektedir. Kültür gibi ağırbaşlı bir kavramın bile metalaştırılabileceği düşüncesi ancak dini, bilimi ve teknolojiyi kendi halkına (türüne) bir afyon gibi pazarlamış olan Emperyal düzenin aklından geçerdi. Kültürün pazarlanmasının heterojen bir toplumda yarattığı homojen olma isteği yapay bir dürtü gibi algılanabilir. Bu dürtü modern insanın fıtratına doğduğu andan itibaren maruz kaldığı devletin ideolojik aygıtlarıyla zerk ettiriliyor. Bu homojen olma isteği zamanın doğa üzerine tezahüründeki heterojen işleyişe ters düşer. Bu durum zamanın kendisini açıkça göstermemesine ve algılarımızın zamansallığın bağlantısı içerisindeki doğallıkta işleyememesine neden olmaktadır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">DİA’lar Walter Benjamin’in sözünde bahsettiği nesiller arası ilişkinin önemini insanların kavram çemberlerinden çıkarmaya çalışan aygıtlardan ibarettir aslında. Sadece ideolojik aygıtlarla kalmaz bunları bir fiil uygulamaya koyar. Halihazırda sistemin dişlisi olmuş kendisini aydınlanmış zanneden modern insan ise gerçek “modern ateş” ile temas edemiyor oluşunun kendi varlığına verdiği sıkıntıyla bu fiili uygulamaları otoriter bir tavırla ortaya koyar. Bu ortaya koyma isteği yine yapay bir yaratımdan ibarettir. Bu yapay yaratım da bu varlığın kontrol etme sancısından yararlanarak giderek daha da büyür ve modern insanın başta kendisine ve sistem içerisindeki yan dişlilere uyguladığı bir zulüm haline dönüşür. Bu zulüm toplumun her yerinde eşit olmasa bile yine insan olmanın fıtratını yeniden tasarlayan bu örgütlenme hali yüzünden sanki homojen bir propaganda ile insan olma durumunun kötü ve sancılı olduğuna dair bir inanç ortaya atar. Bu inanç zaten birbirimize çektirdiğimiz acıların mühürlenmesine ve meşrulaştırılmasına kadar gidebilir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">“Başka hiçbir ideolojik devlet aygıtı, yıllar boyunca haftanın 5-6 günü 8'er saat, kapitalist toplumsal oluşumun çocuklarının tümünü, zorunlu olarak dinleyicisi yapamaz.” Okula çok sert bir bakış açısı geliştiren Althusser, Walter Benjamin’in sözünde eğitimin anlamından bahsettiği kısımla benzerlik taşımaktadır. İki söylem de okulun ve eğitimin aksayan ve çoğunluk tarafından yanlış anlaşılan bir tarafının olduğunu savunur. Zaten bu yanlış anlaşılmanın ortaya çıkışını da Adorno şu sözüyle desteklemektedir: “Yanlış anlamalar, iletişimsiz olanın iletişim aracıdır.” Böylesine kuvvetli bir ideolojik -aynı zamanda fiziksel- bir devlet aygıtı haline gelmiş olan okul ve çevresinde işlemesi için kurulan eğitim sistemi yanlış anlaşılmalar ile yürümektedir çünkü çoğu DİA’da da olduğu gibi çarklara yerleştirilmiş olan insanlar devletin onlara sunduğu uyuşturucular yüzünden durup düşünemezler. Bunun sonucunda ise düşünemeyen insanların iletişim kuramadığı bir yapılaşma ortaya çıkar. İletişim kuramayan insanların bilerek yapılaştırılması başlangıçta kulağa işlevsiz ve anlamsız geliyor olabilir ancak tam bu noktada “modern ateş”in korku saçan arzularına teslim olmuş örgütlerin bunu bile isteye yaptığını görüyoruz. Bu durum algıyı oyunsallaştırmak veya yapboz gibi değiştirip durmaktan başka bir eylem değildir. En nihayetinde kafa karışır ve iletişimsizlik iletişimin yeni kanalı hale gelir. Hatta hızını alamaz ve Emperyalizm, Kültürü pazarladığı gibi insanlar arasındaki iletişimsizliğin yeni iletişim aracı olmasını da aynı son model bir telefon gibi pazarlar. Çarpık bağlanmış iletişim kanalları insanlar arası sosyal ilişkilerin arap saçına dönmesine neden olduğu gibi yine en başta söz ettiğim zaman ile kurması gereken kudretli bağdan ve kendi anlamsallığını arayışından bireyi uzaklaştırır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Peki ya gerçekten “Gördüğümüz gördüğümüz müdür?”. Yoksa bu bir “eğitim” değil midir?</span></p><p><span style="font-size: medium;">Devletin bireyde idealize ettiği bir ihtiyaçtan söz etmeden geçemeyiz. Devlet toplumun heterojen olmasına karşın o homojen algıyı yaratabilmek adına bir daha kollarını sıvar ve zamana kafa tutar en cüretkâr haliyle. Her çocuk bu sisteme eksik doğmaktadır. Bunun aksi kaçınılmazdır. Devlet kendi örgüt ve kurumlarını besleyebilmek ve aynı anda bu çarkların işleyebilmesini sağlayabilmek adına ideolojik aygıtlarını insanlarda belirlediği ortak ihtiyaçların verileceği veya sözde bedava dağıtılacağı ortamlara stratejik bir biçimde yerleştirmektedir. Bu kurumsallaşmanın bireye zorunlu kılınması sonucunda birey okula başlar ve eğitim hayatına ara verir. Evlenir ve aşkına olan bağlılığını yitirir. İşe girer ve üretkenliğinden ödün vermesi gerekir ve tüketim canavarı olma yolunda bir asker gibi yetiştirilir. Din mevhumunun dayatılması ile de insan inanmaya olan inancını “medeniyet dediği tek dişi kalmış bir canavar”a kaptırır. Foucault’nun da bahsettiği gibi özne etrafında kurduğu ilişkileri ve bağlantıların canlılığını iktidarın dayatmalarıyla gri, bulanık denizlerin hırçın dalgalarına bırakır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Tekrardan okulun ne olduğuna dair yanlış anlaşılmaları açığa çıkarmak istersek bu noktada yüzümüzü Michel Foucault’nun tarif ettiği “Panopticon” mimari tasarımının okul, hapishane, akıl hastanesi ve hatta günümüzde sokaklara nasıl uygulandığına bakmamız gerekir. Bu mimari tasarımın kurulu olduğu en temel ilke bireyin kendisini sürekli izleniyormuş gibi hissetmesini sağlamaktır ve böylelikle otoritenin topluluğu kontrol etmek için ayırdığı zaman ve bütçenin birazcık daha kısılmış olur. Bu tasarımda kullanılan açısal kontrol alanları, aynalı camlar, özel alanın ihlaline varan detaylı iç cephe camları ve dahası bu mimariyi başlı başına bir sihirbaz gösterisine çeviriyor. Sadece izlemek zorunda olduğunuz ve izlemediğiniz takdirde başınıza sizi rezil etmekten tutun türlü ruhani ve fiziksel işkencelere tabi bırakabilecek bir mimari tasarımdır bu. Sizi öldürmekten veya bu tarz kötü durumlara düşürmekten beter eder çünkü bu bir sürünceme tasarımıdır. Her an bireyin “Şu an izleniyor muyum?” sorusunu sorması yukarıda bahsettiğimiz çarpık iletişimin, kültürün pazarlanmasının hatta zaman ile temas ettiğimiz algısal boyutun kırılarak benliğimize yabancılaşmamızın başlıca sebebidir. Bununla beraber gelen düşünsel algımızın bozulması sonucu düşünemeyen varlıklar olmamızı hiç hesaba katmıyorum bile. Bu dünyadaki ahiretin en kirlisi, en günahkarı olan ARAFTA olmanın kendisidir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Zamanın işine karışmış olan insanlık birbirini zehirleyen bir tür haline gelmiş ve en nihayetinde potansiyeline ulaşarak evrimini bu yolda yozlaşan türdeşleri yüzünden duraksatmıştır. Arafların en temizini yarattığımızı sandığımız bu dünyada oynamaya devam ettiğimiz sürece de sınırlı olan alanda maksimizasyon yapmaktan başka hiçbir işlevimiz olmayacak. Bu sınırlı alanı ufkumuzdan daha geniş kılacağımız günlerin gelmesini umaraktan zamanın doğa üzerine tezahür edeceği o gerçek şaheseri bekliyor olacağım.</span></p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCX6uaPYUvBLbBNgtYtGA5EUNXl63GpWgtzZ0x9qOW5slcLleWTlRWCJyRcSk6ZKcAvhtO9UV56yxEcY5FC2ZfwxNl_3NNk17yp7H8p2VcRj8TzwI8ysD_GScfun8PYSuLIEKZ_LhaQAO3neSqFJTapRihYAb6QxlfJz_NVBZMwSzw4QvnkfOYuqLyaw/s4618/IMG_20210226_165117.jpg" imageanchor="1" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCX6uaPYUvBLbBNgtYtGA5EUNXl63GpWgtzZ0x9qOW5slcLleWTlRWCJyRcSk6ZKcAvhtO9UV56yxEcY5FC2ZfwxNl_3NNk17yp7H8p2VcRj8TzwI8ysD_GScfun8PYSuLIEKZ_LhaQAO3neSqFJTapRihYAb6QxlfJz_NVBZMwSzw4QvnkfOYuqLyaw/s320/IMG_20210226_165117.jpg" width="320" /></a></p><div><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;"><i>"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020</i><br /><br /></span></span></div><div><div><span style="font-size: medium;">Sabah kalktığında elinde kalanın bir avuç külden ibaret olduğunu gören insan sanmıştı ki bitti her şey. Henüz bilincinde değildi ki eğer o odun kül olmasaydı kendisi yem olacaktı kurda kuşa. Ateş odunu küle dönüştürerek var etmişti o insanın varlığını. Hatta ateş var etmişti evrendeki en küçük toz tanesini ve o evrenin kendisini. İşte o ateşin yarattığı etkiyi Herakleitos görmüş, ateşi logos ile özdeşleştirmişti. O’na göre evrenin arkhesi bu ebedi ateşin ta kendisiydi. Ebedi ateş logos ile bir bütündü, bütün olmak zorundaydı ki belirli bir değişim akışı veya oluş içerisinde evreni ortaya koyabilmiş ve evren içerisinde kendi varlığını ebedi kılabilmişti. </span></div><div><span style="font-size: medium;">“Aynının sonsuz tekerrürü” zamanı anlamsızlaştıran bir olgu olarak alıntıda belirtiliyor çünkü hayat ve evren sürekliliklerden ibaret değildir. Süreklilik veya süregelme durumu Aynının tekrarı ile sağlanabilir. Tam aksine içinde bulunduğumuz durum dönüşler, oluşlar ve yok oluşlar, dönüm noktaları vb. kesintilere uğrar. Hatta bu kesintileri fizik literatüründe de “maddenin hal değişiminde bulunduğu sıcaklığın değişmemesi ancak o aldığı ısıyı bir dönüşüm veyahut bir başka oluşum (başkalaşım) için kullanması” olarak ifade edebiliriz. Bu ifade biçimi de zaten maddenin kendi doğasına ve dönüşüme yaklaşımında belirli kesintileri içerdiğini bize gösterir. Haliyle bunu Herakleitos savaşın ve tezatlıkların sürekli mücadele halinde olması olarak niteler. Bu mücadele sonucu kozmosun bir şelale gibi aktığı ve bu akış içerisinde de değişimin logos veya ebedi ateş tarafından kontrol edildiğine dair söylemimiz çok da yanlış sayılmaz. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Bu noktada Hegel’in bir sözüne değinmek istiyorum. “Felsefe yapmak içinde yaşanılan zamanı düşüncede kavramaktır.” Zaman nasıl düşüncede kavranabilir? Yaşanılan zaman ile kastettiği tarihi bir zaman mı yoksa anlık bir varlık hikayesinden mi ibaret? Zaman her yerde hiçbir şey ve hiçbir şeyde her yerdir. Yani ne anlık bir varlık hikayesi kadar küçük ama sonsuz ne de tarihi bir zaman kadar uzun ve aktarımı imkansızdır. Hem o hem şu hem budur zaman. Diyalektiğin temelindeki tez-antitez-sentezin aynı anda ve hiçbir anda kavranabilmesi halidir. Felsefe yapabilmenin özünde yatan temel de budur zaten. Felsefe özündeki bu durumu kendi çocuklarına yani doğayı inceleyen bilim dallarına da aktarmıştır bilinçsiz olarak. Adeta bu zaman algısıyla ve soyutlukla dolup taşmıştır felsefe.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Modern insan kendi düşüncelerinin sığlığında boğuladursun biz onu eleştirelim ki dönüşelim ve ebedi ateşin arzuladığı üzere onun bir tezahürü olalım. Zaten modern insan için böyle bir sistem içerisinde ona yapay olarak hissettirilen derinlik algısı onun bir kaşık suda anlamsızlaşmasına yetecek niteliktedir. Planlanmış iş ortamları, rezerve tatil köyleri, aileleri tarafından daha çocuk doğmadan ortaya atılan en az 40 yıllık maddi ve manevi planlar… “Oluş”un doğasının o kadar dışında ki bu söylemler düşünme halinin derinliklerinde söylerken bile içine bir huzursuzluk veriyor insanın. Ki zaten bu huzursuzluktan yararlanarak planlanan iş ortamlarını Foucault kendi yazılarında sürekliliğin sürdürülebilir bir durum olduğuna dair inancın nasıl modern insanın kanına bir zehir gibi zerk ettirildiğini açıklıyor. Günün her saati yanan lambalar, tatsız yemekler çıkaran yemekhaneler, her zaman bıkkın olmaya programlanmış gibi takılan iş arkadaşları ve patronlar bu Aynılığın insanın zaman algısını bozması için yeter de artar bile. Bu aynılık içerisinde günün sekiz saatini yaşamaya alışan modern insan yaşamının birçok alanında bu zamansallıktan ve oluştan uzaklaşmanın etkisini görüyor. Özellikle de bu etki kendisine, çevresine ve doğasına yabancılaşması ile ifade edilebilir. Bu yabancılaşma tam da Marx’ın değindiği türden bir yabancılaşmadır. Sınıfsal toplum yapılaşmasının içerisindeki aynılık ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanının her an her saniye hesap ediliyor oluşu toplumun içerisindeki insanların hem birbirleriyle hem de kendi geldikleri, ortaya çıktıkları doğayla uzak düşmesine, onu unutmasına ve kendilerini benlikleri dışında birer varlık gibi görmesine yol açmıştır. Kendisini “dasein” gibi hissedemeyen insan semptomu ortaya çıkmıştır ve tam da buna modern insan demekteyiz günümüzde. Bu kavramı lanse ediş şeklimiz bile önüne çoğunluk tarafından olumlu algılanan bir sıfat verme ile gerçekleşiyor! Gerçekten bu kadar planlandığını hissetmek bile tüyler ürpertici ancak biz düşünce akışımızın derinliklerinde suların yeni fersahlarında aydınlık gölgeler aramaya devam etmeliyiz.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Gelgelelim Sisifos’un can sıkıntısına ya da bir başka deyişle oluştan uzaklaşma kaygısına. Belki de ona yuvarlaması için verdikleri taşın rengini, ağırlığını yani niteliklerini az biraz değiştirselerdi bu onun için bir işkence olmazdı ama doğru ya onun için istenilen de işkence çekmesi üzerine kurulu bir plandı. Bu acı, zamanın anlamsızlığı içerisindeki sürüklenişin ortaya koyduğu bir durumdu. Bu durum ona varlığını bile unutturacak hatta kendi isteğiyle varlığını unutmaya yöneltecek bir noktaya kadar da sürüklüyordu. Sanırım Sisifos’u görmüş olmalı Heidegger. Sisifos’un zamanı anlamaktan uzaklaştıran ve ruhunu ufalayan bu işkencedeki acıyı görmüş olmalı ki “Varlığın unutulmuşluğunun çağıdır.” diyebilsin günümüzdeki rutinlerin ve bu rutinlerin hayatımıza zerk ediş hızına eleştirel bir yaklaşım olarak. Bu noktada Heidegger’in varlığa, oluşa ve zamana baktığı pencereden biz baktığımızda Sisifos’un zorunlu olarak modernleştirilmiş bir insan figürü olduğunu yanlışlayacak bir aralık bile bulamıyoruz. Bu modern toplum düzeninde Sisifos’un içine akan bu zehir insanda rutinlere bağımlılık yaratacak bir durumsallık yaratmıştır. Artık rutinleri birer ihtiyaç gibi gören insan beyni ve o insanın rutinlerden kurtulmaya çalışan ruhu da yine tezatlıklarla beraber varolduğumuzun bir göstergesidir. İmal etme veya önceden belirleme gibi kavramlara karşı duran bu “Heidegger penceremizden” bakınca hayatın içerisindeki tesadüfleri görebilmemiz kolaylaşır. Tesadüflerle değişen ve dönüşen dünyayı savunmaya başladığımız noktada bulunduğumuz sabit ve aynısal konumu kaybetmeye dair hissettiğimiz tüm sancılardan da kurtulmak üzere yola çıkmış sayılırız. Heidegger kendi içinde bu durumu “yapılamayan şey” veya “gizem” olarak adlandırmış ve bunu da hissedebilmenin yolunun insan olmanın temelindeki “memento mori” durumuna bağlı olduğunu söylemiştir. Ölümlülüğünü hatırlayan varlık, içinde bulunduğu zamansallığı anlamak için çabasız bir çaba içerisinde olmalı ki zaten anlamaya çalıştıkça anlamından uzaklaşan zaman kavramına karşı yolunu kaybetmesin. Çabanın fazlasının da her aşırılıkta olduğu gibi göz çıkardığını savunmadan geçemem. Ne kadar çoksa o kadar yoktur. Ne zaman ki bu çokluğun içerisinden bir farklılık o çok ama Aynı olan durumu yıkar işte o zaman insan dasein halinin içinde yarattığı sein durumunu kırar. Nihayet kendi oluşunun içerisindedir. Bir nevi geri dönmüştür hayata çünkü rutinlerini kırmak zorunda kalacak, onu ölümlülüğü üzerine ve zaman üzerine düşündürtecek bir durumla karşılaşmıştır:"Kanser". Bu durumda Heidegger kendi penceresinden bize hayata olan duruşumuzun ve yaşama istencimizin temelinin ölümlülük hali olduğunu gösterir. İnsan zaman üzerine düşündükçe ve elinden akıp giden oluşu hatırladıkça kendisini hayata ve bu oluşa bağlama eğiliminde olmak zorunda kalır. Bu nedenle de hala ayakta tedavi gören kanser hastalarının yaşama sevinçlerinin artması ve mücadeleye dair inançlarının pekişmesi kaçınılmazdır. Dünyanın bize küslüğünü de göz önünde bulundurduğumuz vakit Aynı kalmamak için ve zamanla bütünleşebilmek için üstümüzdeki o rutin pelerinini atmamız gerekiyor. Tanpınar’ın da dizelerinde dile getirdiği gibi “Dünya bize öyle kapattı ki kendisini…”</span></div></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiq_Z0ul-rbDZHThsch2k71RYpWgFE0X3ElhGGh9LcuhlUljA97YI36lKOtpjdpEf0-WI1V1wxzKuGrSONxvd2N12f-paPGGL7FZU-xK-1QcLB7ZFPG7QvCl6WwU8dBaFxMV5UOBWSGrrqNYLfdDBBhK4A6hvRylNtybRDfZZjy2AJC-xwe5Qm_idE4_g/s4618/IMG_20210330_135300.jpg" imageanchor="1" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiq_Z0ul-rbDZHThsch2k71RYpWgFE0X3ElhGGh9LcuhlUljA97YI36lKOtpjdpEf0-WI1V1wxzKuGrSONxvd2N12f-paPGGL7FZU-xK-1QcLB7ZFPG7QvCl6WwU8dBaFxMV5UOBWSGrrqNYLfdDBBhK4A6hvRylNtybRDfZZjy2AJC-xwe5Qm_idE4_g/s320/IMG_20210330_135300.jpg" width="240" /></a></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><i><span style="font-size: medium;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..." Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113</span></i></span></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;"><br /></span></span></div><div><div><span style="font-size: medium;">Kum havuzu misali gözümüzün önünden geçen bir bilinç uyanıklığı ile her gün güneşin doğacağına taparcasına sevinir(!) hatta yataklarımızdan çıkmak için nedenler ararız, ararız ve yine ararız. Uyandığımız andan itibaren ket vurulmuş, formüle edilmiş kavramlarla başlarız bilincimizi oluşturan minik bir parçayı yaşamaya. “Yaşamaya değer mi?” sorusunu sorma fırsatını bile yakalayamayız çünkü o kum havuzuna düşen ve irademizin en içler acısı kısmına yani aklın sosuna bulanmamış ve terbiye edilmemiş bölümüne hitap eden oyuncaklarla oynamadan bir saniyemiz bile geçmez. Bize methedilen uykuyu erdemli bir şekilde alamamışızdır bile. Çünkü, aklımızın gün içerisinde yorulmasına o oyuncaklar engel olmuştur. Önüne çektiği o setlerin, engellerin uzaydan bile göründüğüne inanan vardır ki bu, durumun absürtlüğüne dair tezat bir söylemde bulunamayacağımızın noktasını inşa eder. Aynı bizim günümüzde kendi kendimize inşa ettiğimizi ve bunu bizimle aynı içsel sancıya sahip olan, bizimle aynı tözü paylaşan “varlıkların varlaması” yani bizleri tezahür etmesi üzerine gerçekleştiğini unutacak kadar karanlık prangalar gözlerimize girebilecek en ufak ışık huzmesini bile doğanın bile dilinin varmayacağı yöntemler ile cezalandırmaktadır.</span></div><div><span style="font-size: medium;"> Michel Foucault ise işte tam bu cezalar noktasında elini hem suya hem sabuna değdirmekle kalmamış ve şunu öne sürmüştür: “Hapishanelerin fabrikalarımıza, okullara, askeri üslere ve hastanelere benzemesi ve aynı şekilde, bunların hepsinin de cezaevlerine benzemesinin şaşırtıcı yanı ne?” diyerek bize özgürlüğün toplum sözleşmesinden nasıl da sıyrılıp gittiğini ve özgürlük simidinin susamlarını parmağımız ile topladığımız bir dönemde olduğumuzu üstüne özgürlüğün acınası irademize belirli kurallar ile oynatılan oyunlardan farksız olduğunu katarak onca yanılgının arasındaki doğru gözüken şeyi tutmaya, tutunmaya çalışmıştır. Absürt bir şekilde ivmelenen telaşımız arasında nasıl da silikleştiğini ve iktidarın “Nullifying Orb” (Hiçleyici/Hiçleştirici Küre) gibi bizi bizlikten alıkoyan bir yapıya dönüştüğünü içimizdeki akla hitap eden bir biçimde bize aktarmayı denemiştir. Bu bağlamda yaptığı bu aktarım zaten bireylerin kendi varoluşlarını ve aynı tözü paylaşmamızdan dolayı her varlığın eşsiz farklılıkta yaşadığı o varoluş sancısını dindirme ümidiyle başlamıştı.</span></div><div><span style="font-size: medium;"> Kum havuzuna kumlar işte tam olarak da bu dönemlerde taşınıyordu. Gerçi o dönemde işçiliği kölelikten ayıran bir rıza durumu yoktu ama bu rıza meselesi zaten o kum havuzunu oluşturmak daha değerli görülseydi ben dahil hiçbirimiz burada bu bağlamdaki eleştirel tartışmayı birbirimize aktarıyor olmazdık. Bağlantısallığın zarar gördüğü aşamayı -ki bu aşama özgürlüğün de zarar görmesinin birincil nedenidir.- Foucault ile ele alan isim Ferdinand de Saussure olmuştur. Dilbilimi ve göstergebilim tabanında bireydeki, sanattaki ve iktidardaki bozulmaları veya nedensizlikleri ele alan Saussure özgürlüğün ve varlıkların aralarındaki anlaşmanın temelini yani bağlantısallığı da gizlice şu söylemiyle bize yaptığı şu saymaca cümlesinde göstermiştir: “Dil göstergesi nedensizdir. Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı, şöyle ya da böyle, saymacadır; kullanıcıları arasında yapılan bir sözleşmeden doğar.” Bu bağlamda ele aldığımız konu olan özgürlüğün aslında kullanıcıların bulunduğu durumda ne kadar saymaca yapma kotasına sahip olduklarıyla bir paralellik olduğunu görebiliriz. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Burada Saussure ve Foucault’nun ortak paydada buluştuğu bir noktaya yani Foucaultcada (Foucault dilinde) “Sınırlandırma” ve Saussurecede (Saussure dilinde) “Gösterilen” kavramına değinmek istiyorum. “Sınırlandırma” da “gösterilen” de kullanıcıların her biri tarafından üstün kabul edilen veya üstün olarak inşa edilmiş bir yapının o gidişatta diğer alt varlıklara veya yapılara yönetebilme, aktarabilme gibi bilgi felsefesinde akıl tarafından defalarca kez sorgulanması gereken olguları saniyesinde uygulatabilme gücü vermiştir. Her iki kavram da kum havuzunda bizim önümüze atılan oyuncakların -oyuncakların ne olduğuna değineceğim.- işlevlerini kısaca betimlemektedir. Aklını iradesine öğretmen yapamamış insanlar da bu oyuncaklar suretiyle özneleşmiş ve hayatlarındaki bağlantıları göremeyecekleri bir biçimde kafalarına kendi ayaklarının bittiği yerdeki kuma gömmüş, haliyle de sevmekten ve sevilebilmekten fazlasıyla uzaklaşmıştır. Hatta yıllar bu uzaklaşmayı toplumsal bir normalimiz haline getirmiş, kafasını gömmemiş olan insanlara yüzlerini karanlık günlere çevirmenin aydınlığa baktığında oluşan o kekremsi ve biraz da narin olan umuttan daha iyi gelebileceğine dair manipüle edilmiş bir motivasyon kaynağı oluşturmuştur. Üstelik “üstün kabul gören yapı” varoluşsal sancımıza iyi gelen bilgi merheminden ve sorgulama ilacından da uzak tutmuş ve bu tinlerin özlerine geri dönüşünün önü kesilmiştir. “Neredeyse hiç ciddi değilim ve her zaman çok ciddiyim. Çok derin, çok sığ. Çok hassas, çok soğuk kalpli. Ben bir paradokslar koleksiyonu gibiyim.” Şu söylem zaten tinin özgürlüğünün ve o özgürlük bilincinin temelinde yatan bağlantısallığın ne denli hasar aldığını ve paradokslar koleksiyonunu bir avuç kumda kaybettiğini Saussure’ün paleti üzerinden göstermektedir. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Şimdi ise yukarıda bahsettiğim oyuncakların felsefe yapmayı bırakın bizleri nefes almaya bile şükrettirecek duruma nasıl getirdiğini Frankfurt okulu üzerinden ele almak istiyorum. Kafasının üzerinde tuttuğu bilgi eleğiyle Yuval Noah Harari bile “para” gibi bir kavramın yukarıda yapmış olduğum benzetmedeki kumların rengini veren soyut bir materyal olduğunu biliyordu. Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde yapmış olduğu bir TEDxTalk’ta bahsettiği gibi “Hiçbir maymun verdiğiniz para karşılığında size tanrı-doğanın bahşettiği muzlardan vermeyecektir.” Kurgusallık ile özümüzde bulunan bağlantılara çekilen bu perdenin sadece bir kıvrımını oluşturuyor şu bahsettiğimiz küçük, yeşil kâğıt parçası. Hatta güneş bile bu kumların rengine göre ayarlanıyor, güneşe göre varlığın duruşu, uykusu yeniden şekillendiriliyor. Sanki yeni ve zalim bir güneş doğuyor üstümüze(!) İşte bu noktada hakiki bir güneşin üstümüze doğmadığını ve kafamızı kaldırıp baktığımızda her an gökyüzünden inip yerle yeksan olabilecek güneşimsi figürün tıpkı “Truman Show” filminde olduğu gibi bize yalanları yaşattığını hatta yalanları yaşatmasından daha da vahim olan tinin kendi doğrularını bulmasının önünü kestiğini görmekteyiz. Bu figürler işte benim kum havuzu alegorimdeki oyuncaklardır. Bu oyuncaklar Theodor Adorno’nun bahsettiği kültür endüstrisi ve bu yapılaşmadan doğan devletin ideolojik aygıtlarıdır. Hegel’ in sözünden Adorno’nun bu DİA kavramına kadar ince eleyip sık dokuduğumuzda son birkaç yüzyıldır sırtımızı yasladığımız siyasal özgürlük ve toplumsal anlaşmaların bağlantısallığını yitirerek köklerinin çürümeye başladığını görmemek hiç içten değildir. “Egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.” diyerek Horkheimer da bu uğurda özgür düşüncenin bile feda edildiğine değinmeden Frankfurt Okulu koridorlarından geçmemiştir. Ardından kaçınılamaz bir şekilde bu siyasal erklerin içerisine yerleştirdiğimiz bireysel ve toplumsal olmak üzere felsefeyi mümkün kılan genel özgürlük anlayışı da zihinlerimizde yosun tutacaktır. Sistemin bize ihtiyacımız olan özgürlük anlayışını değil kendi işine gelen özgürlük anlayışını sanki gerçek ihtiyacımız olan bilincin o değil de şu ya da bu değil de öteki olduğuna götüren bir yanılsama içerisine baskı araçları ve medya teknoloji yardımıyla zihinlerimizin güncel köşelerine yerleştirmemesi absürt olmayan olurdu. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Mutluluğu bize olmadığı hatta olamayacağı bir biçimde pazarlaması tinin kendinde olan şeye yani içindeki öze dair duyduğu anlama istencini zorlaştırır. Bu da zaten kendinde olan şeyi gitgide uzaklaştırır. Bu durum da içinde bulunduğumuz fiziki prangaları kırmamızı güçleştirecek büyük bir buhran hali yaratır çünkü var olduğu için var olmak zorunda olması içimizde var olan varoluş sancısının “varlamasına” yani kendi içinde giderek sancı krizleri doğurmasına yol açar. Özümüzdeki ihtiyacımızı düşünemeyecek kadar dumanlı bir eleğimiz ve absürt bir zamansallığımız vardır. Zamanın ötesinden kırıntılar barındıran o öz, artık ulaşılması çok güç bir yere yine kendi ellerimizle yarattığımız üst yapıların bize saymaca/yapay/uydurmaca özgürlük özendirip satmasıyla yerleştirilmiştir. Ayrıca şunu da bilmek lazımdır: dil, göstergeler, iktidar gibi üst yapılar belirli bir noktadan sonra her ne kadar insan eli değmiş bile olsa insanın zaaflarını öğrenen bir yapıya sahiptir. İnsanın bu kurmaca düzenine ne kadar kolay ayak uydurabileceğini sağlayan en baştaki kodlayıcı da insandı. Kısaca insan istisnasız bir şekilde kendi topuğuna sıkmış ve sıkmaya günümüz itibariyle de devam etmektedir. Bağlantısallığın özünü kavrayıp bunu iyi yönetebilecekken bağların(bağlantıların) kendi kendine tasarladığı yapay özneye, paraya, mutluluğa, özgürlüğe aldanmıştır. Halbuki önüne atılan oyuncakları tersiyle itebilen bazı tinlerin görebileceği üzere bağlar kendi başlarına birer varlıktırlar. Onlar en baştan beri vardırlar ve bu varoluş onların kendi içlerinde yeni bağlamlar kurabileceği yani yazıda sözünü çok geçirdiğim varlığın ancak ve ancak var olabilecek bir şeyi doğurması olgusunu “Varlık ve Zaman” kitabında zaten Martin Heidegger birçok kez sözünü ederek zamanı bağlantısallığın yaratıcısı olarak yorumlamıştır.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Heidegger, Saussure, Horkheimer, Adorno ve Foucault üzerinden geldiğimiz şu anlatıdan da açığa çıkarılabileceği üzere gerçek özgürlüğe dair söylemlerin artık şu şekilde eleklerimizden geçmesi gerektiğini düşünüyorum: X’in denklemde yalnız başına bırakılmasının sanki eşitliğin diğer tarafındaki sayıların bilinmeyene yaptığı saymaca bir faşizmdir. Bu matematiksel formların mükemmelliğine bir bütün olarak yaklaşıp onu akış içerisinde korkutmamayı öğretemediğimiz sürece bize ne özgürlük ne ilke ne bilinç kalır. Felsefe ise yapıldığında toplumun yeni normları ve düşünce polisleri tarafından susturulacak bir olgu olarak kayıplara karışacaktır.</span></div></div><div><br /></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-40924306298457808452022-06-12T15:42:00.001+03:002022-06-12T15:43:06.576+03:00Alperen Ozali / Kilim Sosyal Bilimler Lisesi / Kayseri / DüşünYaz 8, Türkiye 4.sü<p><br /></p><p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwtO7Ygil8ijwJT-7NWbxnL97crwDSuKIcRql8ADJsbjlQUaRxog3XIE-Lp6o_SI2P9dIGKPHsQRtypBvEscozgaQPjSF02MmpKHFxtX06VS1F4YP5NKDqUo2j2XIjr2scdbiq143tzex3XDWNlpSL19FiKBuih0wsAIJ2XOQDmE1bZdo-_2BMQgoQfw/s4618/IMG_20210430_173906.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwtO7Ygil8ijwJT-7NWbxnL97crwDSuKIcRql8ADJsbjlQUaRxog3XIE-Lp6o_SI2P9dIGKPHsQRtypBvEscozgaQPjSF02MmpKHFxtX06VS1F4YP5NKDqUo2j2XIjr2scdbiq143tzex3XDWNlpSL19FiKBuih0wsAIJ2XOQDmE1bZdo-_2BMQgoQfw/s320/IMG_20210430_173906.jpg" width="320" /></a></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><br /></b></div><b><br />Final Yarışması Yazısı</b><p></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: 11pt; text-indent: -18pt;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 7pt; font-stretch: normal; line-height: normal;"> </span></span><i><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: 11pt; text-indent: -18pt;">“Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.” </span><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: 11pt; text-indent: -18pt;">Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.</span></i></p><p>İNSANIN KENDİNE VURDUĞU PRANGA VE ANLAM MAĞARASININ KUYTU KÖŞESİ : UNUTULMAMAK VE ÖLÜM</p><p>'Ben neden varım ve neredeyim ?' işte bu soru, -bu bilinmez, 'bilgi ve anlam' mağarasının karanlık köşelerine ışık tutan meşale- insanın kendine sorduğu ilk sorudur. İşte bu soru ile anlam macerası başlar, insan anlamı arar hatta aramak pek hafif bir tabirdir, anlam dalına tutunarak çukura düşmemeye çalışır; 'unutulmak' çukuruna. İnsan anlamı ilk önce rehberlerinde, ailesinde aramaya başlar. Kısa sürede ise fark edecektir ki ailesi ya birçok insan gibi yaşamamakta, zaman öldürmektedir veyahut ailesinin anlamının ona uymayacaktır. Çocuk dışarı çıkmak isterken ailesi ona engel olur, çocuk konuşacağı kişileri kendisi seçemez, ailesi onun isteklerini engeller. Çocuk ise yavaş yavaş 'biricikliğinin' farkına varır ve ailesinin bulduğu 'anlam'ın' ona asla uyamayacağını fark eder. Onlar bir defa eski bir kuşağın insanlarıdır! Peki ya yeni kuşak, onlar pek mi farklıdır? Çocuk çevresini keşfeder ve büyür, artık yeni kişiler ile tanışır ve gene bir hüsrana uğrar. Onlarla sadece parmak izleri değil, istençleri de uyuşmamaktadır. O bir espriye gülerken bir diğer çocuk ağlar. İşte o zaman anlar ki 'anlam' diğer insanlarda bulunamaz ancak insan anlamsız da yapamaz! O halde ne yapmalı? Eğitim almalı. Okula gider ve hocaları da onu zorla şekillendirmeye çalışır, aileden pek farkları yoktur ve bu da çocuğa uymaz. Ancak burada öğrendiği bir şey bizim sorunumuzun nedenini açıklayacaktır. ' Kendi hazlarını önemseyen insan kötüdür, asıl iyi olan insan başkalarını ve kendisini yüce amaçlara ulaştırabilen insandır.' Eğitim de işe yaramadığına göre ne yapmalı? Bol bol okumalı. Kitapları karıştırır, saatlerce düşünür ve sonunda bulur 'X' fikri hayatının anlamıdır, evet! O öyle yüce bir fikirdir ki uğruna her şey yapılır işte o 'x' tir ki Dünya'yı meşalesi ile aydınlatacaktır. İşte bu yeni fikirsel peygamberin peşine takılan çocuk heyecanlanır, yerinde duramaz. Bunu herkese anlatmalı ve düzeni değiştirmelidir. </p><p>Çalışmalara başlanır, propagandalar yapılır, her şey güzeldir. O adanmış ve yeniden yaratılmıştır, içinde bulunduğu 'X' topluluğunu onun sadece anlam ihtiyacını karşılamaz, bir din gibi her hareketini düzenler ve ona yeni bir çevre sunar. O artık aydınlandığını düşünür, sonunda 'bilgi ve anlam macerası' sona ermiştir. Şimdi huzurla kendini tıpkı bir manastırdaki bir rahibe gibi kendini 'yüceliğe' adayıp hayatını sürdürecektir. Ne mutlu bir son! Ama bekleyin, kahramanımızın keşfetmediği ve meşalenin aydınlatmadığını bir köşe kalmıştır. Orada tek bir şey yazmaktadır. 'Ölüm.'</p><p>Ölüm.. insanın en çok kaçmak istediği, Tüm dinlerin reddettiği o şey. İnsan anlam dalına tutunuyor demiştim, çünkü anlam arayışı lüks bir restorantta 'portakallı ördek mi yoksa ıstakoz mu?' sorusuna benzemez, o ölümcül soğuğun olduğu bir şehirde ısınacak bir yer aramak gibidir. Bir arayıştır ve çaresizce bir arayıştır. Ölüm insanı titretir, geceleri kendisi ile başbaşa kaldığı an aklına gelen ölüm fikrinden kaçmak için uyur. Firavunlar ölümden kaçmak için göğe uzanacağını düşündükleri Piramitler yaptırmış, Cengiz han -o kimsenin karşısında duramadığı Dünya fatihi- ölümden tir tir titrediği için muhafızlarını kendisi ile gömmeye çalışmıştır, ama ölüm öyle zalimdir ki hiçbirini dinlemez. Bir karadelik gibi her insanı yutar. Daha da kötüsü onları sadece öldürmekle kalmaz, anılarını ellerinden alır. Ne yaparsanız yapın, kimi ve neyi severseniz sevin, ney için çabalarsanız çabalayın bir gün hepiniz öleceksiniz ve insanlar sizin hiçbir zerrenizi hatırlamayacak. Bu cümleleri yazmak kolay ama farkına varmak zordur. Sen ve ben, düşünürler, tarihe adını yazdıranlar hepsi ya öldü veya ölecek ve bundan 100.000 yıl sonra onları hiç kimse hatırlamayacak. Bu insanı korkutur ve bu korku öyle bir korkudur ki her din ölüm gerçeğinden biraz olsun sıyrılmak için içinde ahiret inancını barındırır. Unutulma korkusu öyle bir korkudur ki her devlet kendi kahramanlarının unutulmadığına emin olmak için anıtlar yaptırır. Hatta ve hatta insanlar unutulmak istemedikleri için 'ölürler', Fütüristler hayatı beğenmezler, ancak nihilizm yerine 'ölümü kutsamayı' seçerler. Madem hayat aptalcadır, o zaman insan o şekilde yaşamalıdır ki unutulmamalıdır. Bu yaşam ise ancak kendini adama ve şanlı bir ölümle olabilir. İşte bu yüzden birçok insan 1.Dünya Savaşı'nı dehşetle karşılarken D'annunzio sevinmişti. Bu size şeytanca gelebilir, ne yani? Bu dehşet verici ve ölüm saçan savaş nasıl kutsanır! D'annunzio eğer sizin karşınızda olsaydı sadece şunu derdi 'Evet kutsanır, çünkü ancak o zaman unutulmayacağım.' Yani unutulmamak öyle bir şeydir ki, insan anlam arayışından dinlere kadar neyin peşinden gittiyse sebebi sadece odur ve en hüzünlü olanı da hiçbirinin insanı tatmin edemeyişi oluşudur. Unutulmamak ve anlam adına 'ölmeyi' bile seçen Fütüristlerin birçoğu savaşta hayatlarını kaybettiler, hiçbiri hatırlanmadı. Arkadaşları ise ölümün dehşeti ile karşılaşınca tüm teorilerini unutup tir tir titrediler. Sonuç bir 'hiç'ti. İnsan anlam savaşında gene kaybetmiş ve mağaradan eli boş dönmüştü.</p><p>Peki ya bu durumu ne olarak adlandırabilirdik?</p><p>Bu durum, yani insanın anlama doğru defalarca ve farklı şekillerde koşup her birinde hüsrana uğraması ancak tek bir şekilde anlatılabilir: 'Saçma!'</p><p>Anlamı arayan tek varlık insan olduğu gibi bu konuda hüsrana uğramaktan başka hiçbir şey elde edemez. Alberto Caraco ''koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi tek bir sona karşılık veriyor: ölüm.' (1) diyerek çağımızı açıklar. Peki ya insanlar durumun farkında mıdır? Hayır! İnsanların çoğu sürü halinde 'yaşamamakta', tüketmekte ve zaman öldürmektedir. Alışveriş çılgınlığı... Spor müsabakaları...bol entrikalı aile dizileri... Aslında bunların hepsi 'Saçma'dan kaçıştır, ancak acınası bir kaçıştır. Yukarıda verdiğim 'geceleri kendisi ile başbaşa kaldığı an aklına gelen ölüm fikrinden kaçmak için uyuması' gibidir. Ölüm sorusu ordadır ve insanı beklemektedir ancak insan 'Modern yaşam' ile bundan kaçmaya çalışmaktadır. Bunun ise hayvansı ve sığ bir yaşamdan farkı yoktur, avcının geleceğini bildiği halde avcıya karşı ne yapacağını düşünmek yerine ot çiğnemeye devam eden koyun olmak gibidir. Yaşadığımız çağ öyle bir çağdır ki artık ölüm ve unutulmak sorunu tartışılmamakta ve her insanı korkuttuğu halde o yokmuş gibi davranılmaktadır, daha da kötüsü insan daha yaşarken unutulmakta ve 'tüketilmektedir.' Neoliberal çağ insanı bir ürün gibi tüketilecek bir 'Meta' olarak algılar ve onu pazarlar. Örnek vermek adına olabilecek en madde dışı şeye gelellim, aşka! Günümüzün o 'aşklarına' bir bakın! Kaçı için şiir yazılmıştır, biz neden hala daha 1000 yıl önce yazılan Leyla ve Mecnun'u okuyarak hayallere dalarken Modern Çağ aşkları için aynısı söz konusu bile olmaz? Doğru bildiniz! Çünkü Leyla ve Mecnun birbirlerini bir meta olarak değil, 'sonsuza kadar kendini adayacağı insan olarak' görüyorlardı. Metalaşma her yerdedir. Yani yaşadığımız çağda insanların işi daha da zordur, çünkü artık insan bile tüketilecek bir meta haline gelmiştir ve iş bittiğinde, ürün tükendiğinde unutulacaktır. İnsanlar 'Ölüm' ateşi dükkanı ateşe verecekken raflarda bekleyen ürünler gibidir. </p><p>Peki ya ne yapmalıyız? </p><p>Tek bir şey yapmalı: Absürtle yüzleşmeliyiz!</p><p>Hastanın tedavisi için yapması gereken ilk şey hastalığını teşhis ettirmektir. Absürde karşı yapılacak en onurlu hamle onunla yüzleşmektir. Ancak ve ancak yüzleşince çözümü görebiliriz. Şimdi ise önümüzde çok az seçenek kalmıştır. Nihilistler gibi bu aptalca yaşama karşı tavrımızı 'Hiç' ile mi koymalıyız? Bazarov gibi hayatı alaya mı almalıyız? Ya da absürde Camus'un dediği gibi başkaldırmalı ve 'insana' mı güvenmeliyiz, veyahut aslında işi pek mi ciddiye alıyoruz?</p><p>Bence işi pek 'ciddiye' alıyor olmalıyız. Onurlu bir şekilde absürdle yüzleşip unutulmayı ve saçmayı kavradıktan sonra kendimize bakmalıyız. İnsan kendisine baktığı zaman şunu görebilir, kendisini o kadar 'Yüce' anlamlar uğruna yıpratmış ve kendini buna şartlandırmıştır ki birçok nihilist hayatın anlamının olmadığını kavradıktan ve saçmayı anladıktan sonra intihar etmiştir. İşte sorun budur, 'Yüce'yi aramaktır. İnsan neden yüce bir anlam aramalı ve kendisini aşan bu yüce anlama -ki yüce anlamdan kastım, kendisini aşan ve başka insanlardan talepte bulunan 'anlam'dır- hayatını adamalıdır? Absürdle gerçekten yüzleşen her insan sadece saçmayı görmekle kalmaz, bir şeyi daha öğrenir: Eğer hayatın gerçekten bir anlamı ( ki bugüne kadar anlam her zaman 'yüce anlam' olarak bahsettiğim şekilde anlaşılmıştır) yoksa o halde 'unutulmama isteği' de anlamsızdır. Yani sorun aslında bir sorun değildir. O şeyi sorun haline getiren bizizdir. Bunu anlayan insan ise artık zincirini kırmıştır. O ne nihilist gibi ölüm ve unutulmak karşısında acı çekecek, ne de modern insan gibi bundan kaçmak pahasına kendini bu soru karşısında titrediği halde bir yalanlar yığınının içine sokarak 'mutlu olmuş gibi' yapacaktır. Hayatın yüce bir anlamı olmaması ise hiçbir şey yapmamamız ve nihilizme düşmemizi gerektirmez. Camus'nun da absürdizm felsefesinde belirttiği gibi, hayatın 'yüce' bir anlamı yoksa ve bunu aramak absürd ise, bu absürd durumdan dolayı hiçbir şey yapmamak veyahut intihar etmek de o kadar absürd'tür. O, insanın yüzleşip absürdü kavrayarak zincirlerini kıracağını ve bu anlamsızlığa başkaldıracağını söyler. Absürde karşı başkaldırmanın yolu ise insanın nihilizme düşmek yerine kendi içindeki çok basit bir şeyi kavraması ile gerçekleşir: O, mutluluğa yönelip acıdan kaçmaktadır. İşte nihilizme karşı bariyer budur. İnsan kendi nev-i şahsına münhasır anlamına, yani hazlarına göre yaşamalı ve tatmin olmalıdır.</p><p>Yani 'Her şeyin seni unutacağı' dünyada sorun, unutulmamak için yaşamaya kendini şartlandırmandır, sorun absürdle yüzleştikten sonra dahi unutulmamak için 'yüce' şeyler aramaktır. Bu ise ironiktir, hatta bu cevap birçok insanı şaşırtmış olabilir. Ne yani? Şimdi Modern insanın bundan koşa koşa kaçtığı ve unutmak uğruna yeni 'trendler' yarattığı unutulmama sorunu aslında problem bile değil midir ve bunu problem yapan da biz insanlar mıyız? Ne aptalca!</p><p>Yazımı şu cevapla bitirmek istiyorum: </p><p> 'Hayır değil, asıl siz kendinizi her zaman yüce anlamlar uğruna sürükleyerek ve asla kendi içinizdeki haz arayışını ortaya çıkartmayarak kendinize yazık ediyorsunuz!'</p><p>KAYNAKÇA</p><p>(1)Alberto Caraco, Kaos'un Kutsal Kitabı, çev. Işık Ergüden, Sel yayınları, 2016</p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0GaraoddW6w--MLhX1cbVEwU1l4eh5u0X6raVbSAgSaYLPdVggwFuniVeatr4Kd67Maz1gBK0AL_W5giOoAF5eY_RA3r3cV_voDZGHSEOU6L7hfCbXgP1fScUXZkDwmvTRggbELGW4wuhv15agnC2OsbF6BgyhlTlLLpAAzxj4vKQJzsY_7Dddy39Gg/s4618/IMG_20210430_175523.jpg" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="4618" data-original-width="3464" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0GaraoddW6w--MLhX1cbVEwU1l4eh5u0X6raVbSAgSaYLPdVggwFuniVeatr4Kd67Maz1gBK0AL_W5giOoAF5eY_RA3r3cV_voDZGHSEOU6L7hfCbXgP1fScUXZkDwmvTRggbELGW4wuhv15agnC2OsbF6BgyhlTlLLpAAzxj4vKQJzsY_7Dddy39Gg/s320/IMG_20210430_175523.jpg" width="240" /></a></p><p><b>İkinci Adım Yazısı</b></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." Aristoteles, Politika.</i></span></p><p>Kendimizi keşfetmeye genelde 4 veya 5 yaşlarında başlarız, kendimizi keşfettikçe anladığımız en önemli şey bir 'tek', bir 'unique' olduğumuzdur. Parmak izlerimiz, gülüşlerimiz farklıdır daha da önemlisi hislerimiz farklıdır. Çocuk büyüdükçe kendisinin kahkaha attığı bir şeye bir başkasının ağladığını fark eder, ayrıdır ve farklıdır. Kendisine bir şeyler aşılayan anne ve baba, öğretmen ve arkadaşları... hepsinden ayrı bir tekildir o, yani o kişi 'o' dur bir başkası değildir ve olamaz. Bu farklılığını anladığı gibi bir şeyi daha keşfeder. Foucault'un da dediği gibi 'İktidar' dediğimiz ( toplumsal yapılar ve gelenekler) bu farklılığını bastırmaya çalışır. Okula gitmiştir ve 'çalışkan' olması gerektiği öğretilmiştir, gelenekleri tecrübe ettiği zaman ise toplum tarafından o pek namuslu ve ahlaklı yüce(!) davranışları uygulaması gerektiği ona aşılanır. Böylelikle doğarken 'tek' olan çocuk zamanla erir. Bu yavrumuzu biraz daha büyüttüğümüzde ise daha fazla baskıdan başka hiçbir şey elde etmediğini görebiliriz. Zamanla onun davranışlarını disipline eden toplum, bu iyilikle yetinememiş(!) şimdi de ona 'adam' olması gerektiğini öğretir hale gelmiştir. Merkezi sınavlar ortaya çıkmıştır ve çocuk kendine yabancılaşmalıdır. Oyun oynamamalı, pek aykırı olmamalı ve derslerine çalışmalıdır. Ailesi hobi edinmesini istese de bu hobiler derslerine mani olmamalıdır, hürriyet vardır evet; ancak bu hürriyet 'kafesteki bir kuşun' hürriyeti kadardır. Sınırı başkası tarafından çizilip 'Tek'e, biricik olan 'bireye' dayatılan hürriyet gerçekten de hürriyet midir? Yoksa dışarıdaki, toplumun otorite ve baskı çölündeki bir serap, bir avuntudan başka bir şey değil mi? Çocuk refahın günümüz dünyasının tek kilidi olan sınavı ders anahtarı ile açar ancak kapı açılınca gördüğü şey koskoca bir baskı, kendine ve hazlarına yabancılaşma tablosundan başka bir şey değildir. Modern çağın bir tasviri olsaydı yüksek ihtimalle bu olurdu. Bu yavrumuz öldüğü zaman elinde olan şey nedir? Koskoca bir zararlar yığını! İstediği gibi yaşayamamış, hazlarının tadına varamamış. Bu 'tek' 'biricik' olan insan başkalarının buyrukları altında eriyip gitmiştir!</p><p>Günümüzde, sokaktaki insana bunları anlattığınız zaman ise aldığınız karşılık genelde şunlar olacaktır 'Aman, şimdi sen düzensizlik ve kaos mu istiyorsun!' 'Ah, istediğin dünya pek güzel ama sence de, hayalci değil mi bu ?'</p><p>Bu iki soruya devam ederek konuyu açmak istiyorum, Hayır bu dünya hayali değildir, asıl hayali olan şey bugünkü çağdır. 170.000 yıl önce yaşayan avcı toplayıcı atalarımıza insanların modern devletler altında vatandaşlık altında birleşeceğimizi, birbirimizin hazlarını toplum yararına bastıracağımızı söylesek herhalde büyücü veyahut deli yaftası yer, sonra da bu kabilenin öğle yemeği olurduk. Yaşadığımız dünya bize tek gerçek ya da daha da kötüsü 'olabilecek en iyi gerçeklik' olarak anlatılmıştır. Baskı var mıdır? Evet. Yabancılaşma var mıdır? pek tabii. Bunlar değişmeli midir? İşte burada duralım, 'bu durum olabileceğin en iyisidir' tarzında bir vaaz dinler ve yerimize otururuz. Bunu da böyle karar kılar ve hayatımız boyunca bu acıyı çekmeye mahkum kalırız. Bir gemi tasavvur edelim, bu gemi karaya yakındır ve hedef bu kara parçasıdır. Gruptan biri derhal karaya çıkılması gerektiğini söyler. Nasıl gemi bu hedefe gelene kadar ilerlemiş ve yol kat etmişlerse biraz daha ilerleyerek hedefe ulaşacaklardır. Birden arkadan bir ses gelir 'olamaz, burada kalalım' çünkü biraz daha ilerlersek geminin batma ihtimali vardır, sonunda dinlenen bu kişi olur ve mürettebat olduğu yerde kalır, sonunda ise açlıktan öleceklerdir. Bu itiraz tıpkı buna benzemektedir. İnsanlık feodalitenin, bu insanların özgürce iş değiştirip seyahat etmesini engelleyen koca canavarın kelepçesini Sanayi Devrimi ile, John Locke ile, Liberalizm ile söküp atmıştır. Bu devrim bir derebeyin altında yaşayan bir Alman köylüsünün düşünebileceği bir şey miydi ? Hayır! Onun için de bu güzel, tatlı bir hayaldir. Mark Fisher'in ortaya attığı 'kapitalist gerçekçilik' gibi 'Modern Dünya gerçekçiliği' de vardır. Bu gerçekçilik kendinden başka olan tüm gerçekleri yok sayar veyahut şeytanlaştırır. İşin sonunda ise insanın elinde kalan tek kart, 'olabileceğin en iyisi' olan 'Modern Çağ' kartıdır. </p><p>Peki benim alternatifim kaos mudur ? Eğer Kaostan kasıt, kendi kurallarımızı kendimiz koyduğumuz, hazlarımızı ve sevdiğimiz şeyleri kendimizin tarafından, bir dış müdahale olmadan keşfettiğimiz bir dünya ise evet, ben kaos istiyorum! Herkesin tekrar edeceğim gibi 'tek' ve 'biricik' olduğu şu dünyada kimse kimsenin arzularını ve hazlarını ondan iyi bilemez, bu yüzden bireyin kendisi tarafından değil ama başkası tarafından koyulmuş kurallar ona sadece acı çektirecek, daha da kötüsü bu bastırış sonsuza kadar sürmeyecek, bir patlama ile ortaya çıkacaktır. Cinselliğin bastırıldığı toplumlarda cinsel şiddet ve suçlar artar. Günümüz dünyasındaki gözetim ve baskılar sonucu ruhsal bunalımlar zirveye çıkmıştır. Siz Okulda da, Fabrikada da gözetim halindesinizdir. Belirli şeyler yapılmalı ve belirli şeyler yapılmamalıdır. Yaparsanız ödülü ve yapmazsanız cezası bulunur ancak bu ödüle rağmen çoğu insan buralardan adeta kaçar. Çünkü 'Tek'e bir başkası belirli bir davranışı dayatmıştır, bu onun istediği şey değildir bu yüzden hayıflanır, bahane bulur ve fırsatını bulduğu an kaçar. Modern iktidar gerçekten de gözaltıdır(1) ve gözetilen insan bu tahakkümü iliklerine kadar hissederek bunalmaktadır. Fabrikadan kaçan bir işçi, okuldan kaçan öğretmen veyahut öğrenciyi siz zevkle bir işle uğraşırken görebilirsiniz ancak aynı kişinin zevkle kitap okurken molayı beklediğini göremezsiniz. Aradaki fark nedir? Kitap okurken çocuk bunu kendi ilgi ve istenci doğrultusunda yapmıştır. Bu aktivite ona keyif verir ve keyif aldığı şeyden de çok daha kolay bir şekilde bilgiyi öğrenebilir. Ancak bu kişi okula kendi rızası olmadan adeta 'fırlatılmıştır', ne istediğini önceden hesaplayamamıştır, bu yüzden motivasyonu yoktur. Keyif alamaz, bu yüzden öğrenmek yerine derslerden kaçar. Hocaları ona gelecek planlasa da bu hayatın bahsettiğim gibi bir baskılar ve yabancılaşmalar yığını olduğunu gördüğü için bu gelecek için uğraşmak yerine akşamları kafede arkadaşları ile kafede sohbet eder. Ölünce ise elinde yukarıdaki örneğimdeki gibi koca bir zararlar yığınından başka hiçbir şey kalmaz. Halbuki bu çocuk kendi hazlarını kendi belirleseydi, kendisinin istediği türdeki insanları ve istediği türde davranışları; o pek iyiliksever (!) toplumumuz ona tahakkümler, zorlayıcı ve başkaları tarafından konmuş kurallar, gelenekler ile sağlamasaydı da bu çocuk bazen duvara çarparak ama kendi kararları ile bulsa ve ahlakını kendi belirleseydi? Yaşamı sevecekti, o ölümü bekleyen insanlardan değil, kitap okurken mola vermek istemeyen çocuk gibi ölümü istemeyen mutlu bir insan olacaktı, o gibi başkaları da mutlu olacaktı. İşte zevk ve huzur dolu bir yaşam!</p><p>Peki ya farklılıklarımız neden önemlidir, neden aynı kişiler site oluşturamazlar? Herkes sizin gibi olsaydı yeni kitaplar okuyabilir, yeni müzikler dinleyebilir miydik? Hayır. Sizin biricik olmanız gibi başka insanlar da biriciktir ve her insan kendi nev-i şahsına münhasır zevklerini keşfeder. Arkadaş ilişkileri farklıdır, aradıkları insanlar farklı olacaktır. Kişi kendini keşfederken elbette yolunu bazen kaybedecek ancak dersler çıkarıp devam edecektir. İşte bu farklılıkların yarattığı insanlar da farklı şeyler yaratacaktır. Biri müzik konusunda bir eser üretecek, kimisi filozof olacaktır. Kimisi doktorluk kimisi felsefe alanında gelişecek, hem kendilerine hem de başkalarına fayda sağlayacaklardır. Herkesin aynı olduğu bir dünyada işbölümü çeşitlenmez ve insanlar farklı konularda derinleşemez, farklı insanların birbirlerinden faydalanması üzerine kurulu olan 'Site'ler ortaya çıkmazdı. Kimileri aynı alanda farklı şeyler üretecektir. İşte o zamandır ki bizler için tercih şansları doğar. Herkesin aynı olduğu bir dünya monotondur, keşifler ya da hareketlilikler olmaz. İnsanlar birbiri ile konuşmaz, ilgi göstermez. Siz neden aşık olursunuz ? Çünkü o kişi sizi tamamlayacaktır, sizin diğer yanınızdır yani o kişi farklıdır. Onun ruhunun o farklı ortamını, gizemli dehlizlerini keşfeden kaşif olmak için yanıp tutuşursunuz. Herkesin karıncalar gibi aynı olduğu bir dünyada 'aşk' olmazdı. Herkes aynı olsaydı sanat da olmazdı. Sanatçılar duygularını başkalarına ağızları ile anlatamazlar çünkü onlar farklıdır, bu duygularını soyutun somuta geçiş boyutu olan sanat eserine aktarırlar ve kendilerini ifade ederler. Herkesin aynı olduğu bir dünyada akademik ve düşünsel ilerleme de olmazdı. A aynı konu hakkında farklı fikirde, B farklı fikirde diyelim. İki kişi tartışır ve doğrularını ortaya atarlar, iki kişi de farklı açıları öğrenir ve birbirlerini çürütür. Doğrular çatışır ve içlerinden 'Hakikat'e yakın olanı diğerinin de doğru taraflarını da kendine eklemleyerek galip gelecektir. Herkesin birbirinin klonları olduğu bir dünyada ilerleme de olmazdı. Sadece koskocaman bir açıkhava hapishanesi oluşacaktı.</p><p>Peki ya bu dünyada farklı hazlarda olanlar birbirini bastırmayacak mıdır? Bence hayır. Hürriyetin meyvelerini yiyen bir çocuk, kendisinin biricikliğinin farkına varacak, kendi nev-i şahsına münhasır zevklerini tatmin edebilecek ve dolayısı ile de fayda ve mutluluğu maksimize edebilecektir. Bu zevkleri tadan bir çocuk elbette bir diğer insanı da serbest bırakmak isteyecek, onu zorlamayacaktır. Çünkü o bilecektir ki onun mutluluğu ve ilgi alanlarında verimli olması, kendisine de fayda sağlayacak ve toplum birbirlerinin alanlarına saygılı bireylerden oluşacaktır. </p><p>Toparlayacak olur isem günümüz dünyasında insanın 'tek'liği ve biricikliği toplum, okullar, fabrikalar dahil tüm yapılar tarafından baskı altına alınmıştır. Bu ise başkalarının haz ve isteklerinin onunla aynı olmayan 'biricik' bireylere dayatılmasıdır, bu ise sadece acı, gözetim ve dolayısı ile bunalım getirir. Eğer insanlar serbest bırakılır, kendi hazlarını kendileri keşfeder ahlaklarını kendileri belirlerse yani 'farklı' olurlarsa işte ancak o zaman mutlu, düşünsel anlamda ve her alanda ilerleyen, huzurlu bir dünya ortaya çıkacak. Bir 'Site' oluşabilecektir.</p><p>(1) Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev., Mehmet Ali Kılıçbay, İMGE KİTABEVİ YAYINLARI, 2019</p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgrsgEWHOHrXtKj5gRD7BnPPbKZgS_nSwxJOGdXJgv4bDkFgecwU0oHJWvtwHuK_zXUP0yHld7OO26mk-PzBfMNnivjzmD6MdcKcfnbvh7a4Fii4PC2T_RStM6_W8-Lcml3OczzP5nBBc3TLaz-Bz-5lJjwmICR_Y1Ng-NqhExF__HPoGnCBkqjf2vjNA/s3178/IMG_20210428_182001.jpg" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="2127" data-original-width="3178" height="214" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgrsgEWHOHrXtKj5gRD7BnPPbKZgS_nSwxJOGdXJgv4bDkFgecwU0oHJWvtwHuK_zXUP0yHld7OO26mk-PzBfMNnivjzmD6MdcKcfnbvh7a4Fii4PC2T_RStM6_W8-Lcml3OczzP5nBBc3TLaz-Bz-5lJjwmICR_Y1Ng-NqhExF__HPoGnCBkqjf2vjNA/s320/IMG_20210428_182001.jpg" width="320" /></a></p><p><b>Birinci Adım Yazısı</b></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: 12pt; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..." Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113</i></span></p><p>HAKİKATE EL ELE YÜRÜYEN İKİ KARDEŞ: FELSEFE VE ÖZGÜRLÜK</p><p>Felsefe, bir düşünce sanatıdır, hakikat arayışına çıkılan bir yoldur. Özgürlük ise bir başkası tarafından engellenmeden kişinin istediğini seçebilmesi, düşünebilmesi ve yapabilmesidir.</p><p>Hakikat arayışına çoğu zaman filozoflar yalnız çıkmaktadırlar, zaten hakikate ulaşmaya çalışmak bu yüzden onurlu, değerli değil midir? Hakikat fikir prangalarını kabul etmez, hakikat çoğunluk ya da azınlık dinlemez. Hakikat oradadır ve ona ulaşmak isteyen gerekirse yalnız şekilde, gerekirse taşlanarak ona yürümelidir. Bu yüzden filozoflar dışlanır ve otoriter olan her zihniyet bu çok sesliliğe, ve hakikat arayışında vazgeçilmez bir yere sahip olan tartışma ortamına düşmandır, işte tam da bu yüzden, 'özgürlük' felsefe ile el ele hakikate yürür. İkisi birbirinden ayrılamaz, birbirlerine kenetlenmişlerdir. Filozofların hakikat arayışına destek olmak için ne para, ne de başka bir destek gerekir, gölge etmemekten başka, yani ifade ve siyasal özgürlükten.</p><p>"Sokrates hem yerin altındakileri hem de göktekileri araştırır. İşgüzarın biridir. Bu nedenle de suçludur. Başkalarına da aynı şeyleri öğreterek, kötüyü iyiymiş gibi gösterir."(1)</p><p>Bu Sokrates'e yöneltilen suçlamadır. Sokrates hakikat arayışında kimseden korkmamış ve cesur bir şekilde doğru bildiğini tartışan biridir ancak bireyin cesur olması eğer toplumun ve yönetimin yapısı otoriter ise tek başına bir şey getiremez, ne var ki idama mahkum edilmiştir. Bu idamın sebebi nedir? Sebebi ifade özgürlüğünün ve birey haklarının olmamasıdır. Bu iki kavramın olmadığı yerde 'hakikat' de, 'tartışma ortamı' da barınamaz.</p><p>Aklımıza birkaç filozof getirelim, İmmanuel Kant, John Stuart Mill, Max Stirner. Bu 3 insanın düşünce sistemleri, etik anlayışları ve yaşadıkları toplumlar farklı olabiilir, ortak olan tek yanları özgür bir toplumda yaşamış olmalarıdır.</p><p>Hakikat arayışına genelde yalnız çıkılır demiştim, bu yalnızlık tehlikelidir. Felsefi fikirler her zaman dönemi tarafından radikal </p><p> ve aykırı görülmüştür. Aykırı olan 'çirkin ördek yavruları' her zaman toplumdan dışlanmıştır, bu farklılıklara olan tahammülsüzlük halkların kalbinde her zaman barınacak olan evrimden miras olan nahoş bir dürtü, davranıştır. Bu kalplerde olan dürtüyü tamamen silmek gibi bir amacım ya da çabam yok, bu dürtünün milyonlarca yıldır içimizde yer edinmiş ve kolay kolay dışarı atılamayacak bir şey olduğunun farkındayım, bir romantik veya ütopyacı gibi insanın mutlak iyiye yönelişinden medet ummuyorum, bu fikrin gerçekçi olduğunu düşünmediğim için bu dürtüden kimseyi arındırmaya çalışarak vaaz de vermeyeceğim. Benim istediğim, filozofun bu taşlanmaya dayanabileceği ancak bu taşlanmaya dayanabilmenin ancak ve ancak mutlak düşünce ve tartışma özgürlüğünde olacağı fikrinden dolayı, umduğum mutlak fikirsel ve özgürlüğün olduğu bir dünyadır.</p><p>Hakikat ancak ve ancak bir azınlığın anlayabileceği veya anlayamasa bile peşinden koşacak, bu hakikat arayışında ellerinde doğuştan veyahut sonradan edindiği kelepçeleri söküp atacak kadar cesur insanların ilgilenebileceği bir şeydir. Dünya üzerindeki radikal değişim adımlarını gözümüzün önüne getirelim, bu değişimleri toplum mu yoksa birey mi başlatmıştır? Çoğunluk genellikle hakikate susamış değildir. ''Kitle hakikate aç değildir; hep illüzyonlara kucak açar. Ayrıca uysal bir sürü gibi efendisiz duramaz. İtaate susamıştır.''(2) der Freud. Çoğunluk için hem felsefe hem de diğer sanatlar uğraşlar birer zaman kaybından başka bir şey değildir. Felsefe yapabilmek için açık ve özgür bir zihin, bolca boş zaman gereklidir. Toplumun genelinde ise bu iki özellik de yoktur. Felsefeci kişinin yeri geldiğinde bu zamana kadar edindiği fikirlerin artık yanlış olduğunu bazen merak bazen ise keder ile anlaması gerekmektedir, bu ise ancak bir avuç zihnin yapabileceği iştir. Bu yüzden hakikat arayışı hor görülür, bu yüzden felsefe onlar için zaman kaybıdır ve hakikate giden kilometre taşları çoğunluk veya toplumun bütünü tarafından değil, bir avuç özgür zihin tarafından döşenmiştir. Siz bir Auschwitz'teki SS subayına ya da Holodomor sırasında halkın mallarını ellerinden alan bir Sovyet komiserine düşünce özgürlüğünden, tartışma ortamından veyahut şu anlık fikirlerinin bir zaman tamamen yanlış olduğunu düşünebilme ihtimalinden bahsettiğinizi düşünebiliyor musunuz? Eminim ki ağzınızdan bu sözcükler döküldüğü anda artık bu katılaşmış kalpler, donmuş zihinler için ''şeytandan' ve ''düşman''dan başkası olmayacaksınızdır. Unutmayalım ki kritisizmin geliştiricisi olan Kant'ın memleketinin insanları, Hitler'i başa getirmiştir. Bu yüzden fikirlerin ifade edilme özgürlüğü topluma karşı korunmalıdır. Zaten topluma güvenilmeyeceğinden değil midir ki birey hakları çoğu ülkede anayasa tarafından oy çokluğuna karşı güvenceye alınmıştır? İşte benim bahsettiğim yegane hakikate destek, yegane koruyucu budur.</p><p>Hakikat arayışı için otoriteden bağımsızlık da gerekmektedir, otoriteryen zihniyetler her zaman durgun bir toplum istemiştir. Sadece işinde çalışacak ve hiçbir eleştiride bulunmayacak uslu bir çocuk gibi olan bir toplum onların hayallerini süslemiştir. Bu yüzden bu durumu eleştirecek, insanları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edecek insanları baş düşmanları edinmişlerdir. F.Hayek kolektivizme karşı savaştığı ve ''birey''i savunduğu için vatanından İngiltere'ye gitmek zorunda kalmıştır. Nazilerin başa geldiklerinde yaptıkları ilk işlerden biri Marx'ı, Freud'un kitaplarını şölenler eşliğinde yakmak olmuştur. Goebbels günlüğünde bundan zevk aldığını yazamadan edememiştir ki şahsi olarak, bu zevk zannederim ki otoriteryenizmini ve baskıcı zihniyetlerinin halk tarafından 'felsefe' ile sorgulanıp hakimiyetlerinin biteceği korkusunun son bulmasıdır. Felsefe, ''hakikat arayışı'' bir kez daha tekrar edeceğim gibi ''pranga'' ya da ''dogma'' kabul etmez, işte bu özgür düşünce tiranları her zaman ''korkutmuştur'' ve ellerine geçen ilk fırsatta özgür düşünceyi ortadan kaldırmışlardır.</p><p> Bu yüzden felsefe daha doğrusu metinde genel olarak yazdığım şekli ile hakikat arayışının sınırları, toplum ya da bir otorite tarafından çizilmemelidir. Çünkü toplum hakikati arayamaz iken, otoritelerin otoritesi ise hakikat arayışı ile tehlikeye girer, öyleyse bu tartışma özgürlüğünün sınırları ne olmalıdır? Bence sınırı olmamalıdır. Özgürlük ve felsefe hakikate yürüyen iki kardeş olarak ayrılmamalıdır. Çizilen sınırlar tamamen subjektif ve çizen zümrenin yararına olan sınırlar olacaktır. Bir kimsenin hakikate yakın olduğunu iddia etmesi doğal gözükebilir. Subjektif olan felsefede her okuyucu ya da felsefeci bunu iddia edebilir ancak düşüncelerin sınırı işte bu bir subjektif fikir sahibi tarafından çizilince elimize geçen tek şey fikirlerimizi ifade etmemizin ve düşünce özgürlüğümüzün kısıtlanması olacaktır, bu ise saf olarak zarardan başka bir şey değildir. Tabi burada bazı fikirlerin gerçekten de absürt ya da aptalca olduğu itirazı gelebilir - bu da bir subjektif düşünceden başka bir şey değildir- ya da bazı düşüncelerin insanlara gerçekten zarar verebileceği itirazı gelebilir. Bu fikrin savunucuları Hegel'e katılmakla beraber bazı fikirlerin tehlikeli olduğundan dolayı yasaklanması gerektiğini ortaya sürer. Yazdığım gibi her fikir ortaya atıldığı ilk zamanlarda radikal kabul edillir ve dışlanır, dolayısı ile bu fikir ile biz Galileo'nun düşüncelerini mahkum edebiliriz. Çünkü onun fikirleri birçok Hrıstiyanı üzmüştür. Bunun yerine sınırsız ifade özgürlüğünün savunucusu olan John Stuart Mill'in ortaya attığı şu fikre bakabiliriz:</p><p>1.Eğer bir düşünce tamamen yanlış ise onun ifade edilmesine izin vererek onun ne kadar 'yanlış' olduğunu açıkça görebiliriz.</p><p>2.Eğer bir düşünce kısmen yanlış ise onun yanlış bölümlerini eleştirerek ve doğru bölümlerini kabul ederek düşüncelerimizi gözden geçirir ve iyileştiririz. Başka bir deyişle ''Hakikat''e bir adım daha yaklaşırız</p><p>3.Eğer bir düşünce doğru ise bu fikrin gerekirse çoğunluğun hoşnutsuzluğuna rağmen ifade edilmesine izin verisek ''Hakikat''e yaklaşırız (3)</p><p>Toparlamak gerekir ise Hakikat arayışı yoluna ancak bir avuç açık zihin yalnız şekilde çıkabilir. Bu fikirler hakikat arayışında olmamış ve olmayacak olan toplum tarafından hor görülecektir ve sorgulamayan, durgun bir toplum isteyen otoriteryenler tarafından ise baskılanmaya çalışılacaktır. Bundan dolayı hakikat arayışı ancak siyasal ve ifade özgürlüğü ile olabilir. Bu ifade özgürlüğünün ise bazı savunucularının ifade ettiği gibi sınırı olmamalıdır çünkü bu sınırlar subjektiftir ve bu subjektif sınırlar sadece düşünce özgürlüğünü kısıtlar. Bundan dolayı biz ''Hakikat''e yürüyen iki kardeş olan ''felsefe'' ve ''özgürlük''ü kesinlikle ayırmamalıyız. Ne az, ne çok.</p><p>KAYNAKÇA</p><p>(1)Freud, Sigmund, Kitle Psikolojisi,(Çev. K. Şipal), Say Yayınları,2017</p><p>(2)Platon (2006). Sokrates'in Savunması, (Çev. E. Gören), Kabalcı Yayınevi</p><p>(3)Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019</p><div><br /></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-45752809423097031512022-06-12T15:16:00.006+03:002022-06-12T15:17:16.824+03:00Deniz Güner / Eyüboğlu Koleji / İstanbul / DüşünYaz 8, Türkiye 5.si<p><br /></p><b><span style="font-size: medium;"><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipYPIeRozj1K3vWV1dMFWk6dLC8ZcBqpkZy7dXggukDbC1oMTHdBzm2ENxa0zt4iyd_YzdGicfGZigQU0zZDmVoMHMwKlXQ2Dix-q32m_Sq8_WfBvanlgIZnin7s8jA3DikhBZ3QJaAhM9xG1ey4fXKA9oCe7cDiiB37xD8GtmUKK20paXn2nH8wqjiw/s3264/7B3CB1A0-40F0-4833-90BB-10FF6BF588A5.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEipYPIeRozj1K3vWV1dMFWk6dLC8ZcBqpkZy7dXggukDbC1oMTHdBzm2ENxa0zt4iyd_YzdGicfGZigQU0zZDmVoMHMwKlXQ2Dix-q32m_Sq8_WfBvanlgIZnin7s8jA3DikhBZ3QJaAhM9xG1ey4fXKA9oCe7cDiiB37xD8GtmUKK20paXn2nH8wqjiw/s320/7B3CB1A0-40F0-4833-90BB-10FF6BF588A5.jpeg" width="320" /></a></div><br /></span></b><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">Final Yarışması Yazısı</span></b></p><p><span style="font-size: medium;"><i><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">Emperyalistler her tür tekniğin anlamının doğa hâkimiyeti olduğunu öğretiyor. Ama eğitimin anlamının çocukların yetişkinler tarafından hâkimiyet altına alınması olduğunu belirten kamçılı bir eğitmene kim kulak asmak ister? Eğitim öncelikle nesiller arası ilişkinin gerektirdiği düzen değil midir yoksa? Ve bu şayet böyleyse ve ille hâkimiyetten söz edilmek isteniyorsa, söz konusu olan çocukların değil de, o ilişkinin hakimiyeti olmamalı mıdır? Teknik için de aynı şey geçerlidir: Doğanın hakimiyeti değil, doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hâkimiyeti. İnsanların tür olarak binyıllardır kendi evrimlerinin sonuna ulaştıkları doğrudur; ama tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır.</span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;"> </span></i></span></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;"><i>(Walter Benjamin, Einbahnstrasse, in Gesammelte Werke, aktaran Agamben, Açıklık, YKY)</i></span></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">KAFAMDAKİ PRANGA</span></p><p><span style="font-size: medium;">Eğitim, medeniyetler boyu gerekliliğinin kesin olduğuna kanaat getirilmiş bir olgudur. Eğitimden uzak, cahil toplumlar içine kapalı, gelişim ve değişimden yoksun, körelmiş topluluklardır. Peki, eğitim ne olabilir? Eğitim aslında toplum tarafından kabul edilen belli başlı bilgilerin yeni jenerasyonlara aktarımı olarak düşünülebilir. Bu tanım, bilgiyi epistomolojik olarak nasıl tanımladığımızdan bağımsız olarak geçerli sayılabilir. İster rasyonalist bir anlayışla bilginin mantık ve akıl yoluyla, ister entüisyonist bir bakış açısıyla bilginin ancak sezgiler yoluyla, isterseniz de Kantçı bir görüş ile bilginin hem deneyimlerden hem de akıl yoluyla elde edilebileceğine inanın, bu eğitim tanımından uzaklaşmanız pek mümkün olmayacaktır. Ancak hangimiz gördüğümüz eğitimin tarafsız, toplumun büyük kısmı tarafından kabul görmüş ve ideolojik etkilerden uzak olduğunu söyleyebilir ki? Toplum içinde gücü elinde tutanlar (hakim güçler) bilgiyi, yönetilenlere nasıl aktaracağına karar verme olanağına sahiptir ve toplumların büyük bir kısmında da kaçınılmaz olarak bu durum görülür. Birbirinin üzerinde güç kurma olanağı olan farklı sınıflar bu fırsatlarından yararlanıp kendi eğitim anlayışlarını yeni nesillere aktarmayı, hatta zorla kabul ettirmeyi doğal hakkı olarak görür. Sadece ulusal değil, uluslararası boyutta da eğitimi etkileme fırsatı olan otoriteler, kendi anlayışlarını toplumlara empoze eder. Bu yazıda eğitimin günümüz global düzenindeki yeri analiz edilecek ve eleştirilecektir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Güçlü olanların eğitimdeki etkisini kolay bir biçimde görebilmek için ilk olarak otoriteyi elinde tutan kesimi tanımak, bu kesimin düşüncelerini ve geçmişini iyi bilmek gerekir. Bir örnek görmek için burnumuzun dibinden uzağa gitmeye gerek yoktur. Nitekim hiçbir topluluğun tam tarafsız eğitime ulaştığı söylenemez. Bir lise seviyesi Türk tarihi kitabı açtığınızda karşınıza Osmanlı tarihi çıkacaktır. Bu durumda baskı etkisiyle gelişen bir durum yoktur, sonuç olarak Osmanlı Devleti Türk tarihinin önemli bir parçasıdır. Ancak Osmanlı'nın nasıl anlatıldığına az da olsa dikkat ettiğinizde göreceksiniz ki Osmanlı'nın tarihi olarak yaptığı bilinen insanlık dışı faaliyetlere çok az değinilirken sürekli olarak Osmanlı'nın gücünden, kudretinden ve zaferlerinden söz edildiğini göreceksiniz. Bu durumda eğitimin tarafsız olduğu söylenebilir mi? Yine ülkemizden bir örnek olarak biyoloji kitaplarında "evrim" kelimesinin bir defa dahi geçmemesine karşın modern bilimin ancak evrimle açıklayabildiği adaptasyon, doğal seçilim gibi terimler anlatılır. Bu iki durumun da sebebi, iktidarda yer alan sınıfın ve güçlü konumda bulunan ideolojinin topluma aşılamak istediği değerlerdir. Osmanlı örneği ile hakim güçler topluma ırk ve milliyetinden gurur duymayı öğretmeye çalışmaktadır. Biyolojideki örnekte ise "evrim" kelimesi, İslam dinine iktidarın sahip olduğu bakış açısı sebebiyle bilimsel olarak kabul edilmediğinden yeni jenerasyonlara da katiyen aktarımını istememektedir. İktidarın kabul ettiğinden farklı bir eğitim görme olanağı otoritede bulunan sınıf tarafından toplumun elinden alınmaktdır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Hakim güçlerin bunu yapmasının sebepleri ve yapışının yöntemleri oldukça fazladır. Bir iktidarın temel amacı toplumdaki refah ve asayişi sağlamaktır. Fakat bunu yapmak dile geldiği kadar kolay bir iş değildir. İçinde yüz binlerce farklı bireyin buldunduğu ve her bireyin kendi fikirlerine sahip olduğu bir toplumu yönetmek iktidarların tarih boyunca zorlandığı bir durumdur. Bunu kolaylaştırmanın en kolay yolu tüm bireyleri benzer düşünmeye zorlamaktır. Günümüz eğitim anlayışının gerçekleri öğretmekten bile daha ön planda tuttuğu şey budur. İktidar yönetmek istediği toplumdaki herkesi tektipleşemeye zorlar ve bu şekilde aynı koyun güter gibi toplumu yönlendirir ve yönetir. Bunu yapma yöntemi ise toplumun en büyük yaralarından biridir. Elbette mantık ve bilim dışı öğretilere karşı çıkan veya iktidarın uygun gördüğü tipe uyum sağlayamayan genç zihinler olmaktadır. İktidar ise karşı çıkanları zorla kendi tipine oturtur ve bu tipe uyamayanları da toplumdan dışlanmış, yanlız bırakılmış ve yabancılaştırılmış bir hale sokar. Hakim güç, demir yumruğu ve altın kırbacı ile ya kalıbına uymayanları zorla içine sokar ya da onları tükürüp bir kenara atar. Bu durum yıllar boyunca o kadar normalleştirilmiştir ki halk genellikle bunun farkına bilr varamaz. Otoritenin dışla dediğini dışlar, kabul etme dediğini de kabul etmez ve bunu kendi özgür iradesi ile yaptığını düşünür. Halbuki onun bunu yapması yöneten sınıf tarafından çoktandır planlıdır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Halkın yönetici sınıfı tarafından eğitim yoluyla fikirlerinin kontrol edilmesi bir tek ulusal boyutta yaşanan bir şey değildir. Zaten bir güç sisteminde güçlü olan güçsüz olanı her zaman bir yönden kontrol edecektir. Bu sebepten uluslararası emperyal güçler dünya halkını kontrol etmekten çekinmezler. Bu durumun en açık örneği global olarak hakim sınıfın ekonomik ideolojisi sayılabilecek kapitalizm ve neo-liberalizmin neredeyse tüm dünyada çoğunluk tarafından "olabilecek tek ve en iyi sistem" olarak kabul edilmesi ve kapitalizmin antitezi sayılabilecek komünizmin "şeytanın ideolojisi" olarak düşünülmesidir. Hakim sınıflar dünya topluluğuna bu görüşü eğitim sistemleri ve propaganda yoluyla aşılamıştır. Bu şekilde emperyalist yaklaşımı da küreselleşmiş kapitalizmin sonucu olması şeklinde haklı çıkarır. Halk, bunun doğal sistem olduğunu varsaydığından isyan etmez. Kapitalist yaklaşım bütün yapılanların insanın doğadan üstün olması sayesinde yapılabildiğini, insanın da doğayı hakimiyeti altına aldığını tüm topluma aşılar. Asla ama asla insanın doğa ile iç içe yaşamasından söz etmez ve doğayı insan için yaratılmış bir kaynak olarak görür. Bu eğitimle yoğurulan halk ise bunun aksini düşünmenin saçmalık olduğuna inanır. Uluslararası emperyalist düzen de bu şekilde halkı kendi kalıbına oturtmuş olur. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Yıllardır devam eden halk ve iktidar arasındaki kopuk yöneten-yönetilen ilişkisi bize göstermiştir ki yöneten yönetilenden ayrı olduğu sürece yöneten yönetilene baskı kurar. Böyle olduğundandır ki eğitim hiçbir zaman tam tarafsız olamamıştır ve zorla eğitim anlayışı günümüze kadar süregelmiş, hala da devam etmektedir. Güç düzeni ve sınıf sistemi devam ettikçe tam bağımsız eğitim mümkün değildir. Eğitimi kesin olarak özgürleştirmenin tek yolu toplum içerisindeki gücü eşitlemektir. Eşit güç sağlandığı takdirde kimsenin bir diğeri üzerinde baskı kurması mümkün olmayacaktır. Güç eşitliğinin ve bununla gelen özgür iradenin nasıl sağlanması gerektiği hakkında bir sürü siyaset filozofu ve teorisyeni yorumlarda bulunmuştur. Bu durum Marx'ın öngördüğü gibi örgütlü bir devrim ile işçi sınıfının devleti ve üretim araçlarını kontrol altına almasıyla mı yoksa Kroptkin'in düşündüğü aniden devletsizleşme ile mi yoksa başka tonlarca filozofun öne sürdüğü tonlarca teoriden biri ile mi gerçekleşebileceğini söylemek olanaksızdır. Ancak şu kesindir ki güçlerin eşitliği sağlanmadan eğitimdeki iktidar baskısının önüne geçmek olanaksızdır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Sonuç olarak, günümüzde bile toplumun çok büyük bir kısmının farkına varamadığı eğitimdeki tektipleştirme, iktidar baskısı ve ötekileştirme halklar tarihi boyunca her zaman varlığını sürdürmüştür. Descartes'in kuşkuculuğu bunun farkına varmak için kullanılabilecek en yakın kaynaktır. Eğitimde iktidarın baskısı bir iktidar olduğu müddetçe devam edecektir ve bunun tek çaresi iktidar kurabilme olanağı olanların bulunduğu bir sistemi ortadan kaldırmaktır. Her şeye rağmen halk denilen yapının çoğunluğunda olan bölüm bu baskının farkına bile varamaz ve o daha çok küçükken demiri dövülmeye başlanmış ve eğitiminin sonunda kafasına vurulmuş prangadan yaşamı boyunca kurtulamaz.</span></p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhD8oFuhzN_UgY2hvswPrLT8eNTRwppr-4BZoBd72VL6TCq3leEA-QPLXYCS93Tg-hwZw-mKWryD50YDqpL964pGemjS0MsehAYLZeUpzC1ra29veAbnBR_yyyXfz-QIlS_FFxzYlHUbLYur6v5KU0oH7IptGjn9j7rYO0tyMxDwURA6Q4q9LmV3NKvMQ/s1600/17D03FCD-D2CF-4BEE-85BA-1CBE2ACA2D47.jpeg" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhD8oFuhzN_UgY2hvswPrLT8eNTRwppr-4BZoBd72VL6TCq3leEA-QPLXYCS93Tg-hwZw-mKWryD50YDqpL964pGemjS0MsehAYLZeUpzC1ra29veAbnBR_yyyXfz-QIlS_FFxzYlHUbLYur6v5KU0oH7IptGjn9j7rYO0tyMxDwURA6Q4q9LmV3NKvMQ/s320/17D03FCD-D2CF-4BEE-85BA-1CBE2ACA2D47.jpeg" width="240" /></a></p><p><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></p><p><span style="font-size: medium;"><span face=""Open Sans", sans-serif" style="box-sizing: border-box; caret-color: rgb(102, 102, 102); color: #666666; margin: 0px; padding: 0px;">"<i>Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." </i></span><span face=""Open Sans", sans-serif" style="box-sizing: border-box; caret-color: rgb(102, 102, 102); color: #666666; margin: 0px; padding: 0px;"><i>Byung-Chul Han, zamanın Kokusu, Metis 2020</i></span></span></p><p><span style="font-size: medium;">Diyalektik Yaşam Felsefesi</span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsan, özünde sürekli değişim ister. En alttan en üst tabakaya kadar her insan, değişimin peşinden koşar. Kaçınılmaz olarak bu değişim de gerçekleşmenin bir yolunu bulur. Politik olarak anarşistler iktidar yapısının, Marksistler sınıf sisteminin, liberalistler ise çoğunlukla sınıfsal konumlarının değişiminin tutkusuyla hareket ederler. Felsefi açıdan bilinçli bir insan değiştirmek istediği durumun veya olayın farkındadır. "Umut" olarak adlandırılan duygu da bu değişimin olabileceğine inanmaktan gelir. Umutsuzluk ise değişimden inancı kesmektir. Umutsuzluk değişim isteğinin bazı sonuçlarından biri olsabilse bile, doğru temellendirilmiş bir değişim isteğinde umutsuzluktan geri dönüş oldukça hızlı ve kolay olur. Özetle değişim, insanın hayatına yön veren, ona anlam katan bir olgudur ve özünde değişim kaçınılmazdır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Heraklitos'un diyalektik düşüncesi, değişimin kaçınılmaz olduğunu desteklemektedir. Heraklitos, hayatın her alanında değişim görüldüğünü söyler. Bu değişimin de ancak karşıtların birliğinden geldiğini söyler. Bunun bilimsel olarak en basit örneği asidik bir bileşik ile bazik bir bileşiğin tepkimeye girmesi sonucu oluşan tuz ve sudur. Karşıtların birleşmesi değişimi beraberinde getirmiştir. Sosyal ve felsefi olarak ise bu düşünce şu şekilde yorumlanır: "Argümanlar ile desteklenen tez ile karşı argümanlarla desteklenen antitez bir araya gelerek sentezi oluşturur ve sorunların çözümü sentez ile elde edilir." Değişime duyulan bu arzu aslında insan beyninin problem çözme işlevinden gelir. Sürekli olarak problem çözmeye uğraşan beyin, her zaman bir değişimin peşinde olmak durumundadır. Aksi takdirde işlevselliğini kaybeder. Heraklitos'un ortaya koyduğu düşünce doğayı ve insanı beraber inceleyerek ortaya çıkmıştır. Hem doğa hem de insan sürekli olarak değişir, işlemeye devam edebilmek için değişmeye zorunludur. Heraklitos'un diyalektik düşüncesini topluma yansıtması, Marx'ı bu düşünceyi destekleyen başka bir filozof haline getirmiştir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Marx, karşıtların birliği ilkesinden hareket ederek kapitalist topluma bir eleştiri getirmiş ve işçilerin burjuvalar ile karşıt taraflar olduklarını, bir işçi devrimiyle sınıfsal değişimi hatta sınıf sisteminin yıkılışını öngörmüştür. Bu tezi "tarihsel materyalizm" adı altında genişleterek de tarihin bütün olaylarının sınıfsal çatışmalar sonucu meydana geldiğini öne sürmüştür. Tarihi olayların sürekli değişim için çabalayan alt sınıflar ve var olan sınıf sistemi içinde kendi pozisyonlarını daha da yukarı taşımaya çalışan üst sınıfların çatışması sonucu meydana geldiği düşüncesi, insanın sürekli bir çeşit değişim peşinde koştuğu tezini destekler niteliktedir. Marx'ın yaşadığı dönemdeki sanayi kapitalizmi ne kadar değişime uğrayarak küresel kapitalizm şeklini almış ve sınıfsal ilişkiler ve tanımları karmaşıklaşmış olsa da insanın değişim çabası süregelmiştir. Kendini işçi olarak görmeyen ancak burjuva da olamayan bir sınıfın doğuşu olmuş ancak bu sınıf da sınıfsal yükselmenin yani bir çeşit değişimin arkasından gitmiştir. Marx'ın tanımladığı bilinçli işçi de aslında daha önce de bahsedilen istediği değişimin ve bunu nasıl meydana getireceğinin farkında olan işçidir. Ne zaman ki insan istediği değişimin farkına varır, o zaman hayatı ihtiyaç duyduğu anlamı kazanır. Marx'a göre işçinin hayatında ihtiyaç duyduğu anlam -yani değişim- sınıf sisteminin çöküşünden geçer. Aslında Marx bu şekilde bir başka argümanı da desteklemiş olur: "Değişim, ilerleme veya çöküş şeklinde olabilir." Bahsedilen çöküş toplumsal, sistemsel hatta bireysel bile olabilir ancak her durumda değişimin ürünüdür. </span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsanın istediği yeniliğin, farklılaşmanın ve değişimin günlük yaşamdan tonlarca örneği bulunur. Sürekli hayal kuran insan yeniliğin ihtiyacını duyar. Bahsedilen problem çözen beyin, durağanlıktan rahatsız olur. Bazı durumlarda bunun farklılaştığı görülse de özünde insan her zaman elindekini daha "iyi" yapmayı arar. Bir durumu daha iyi yapmaya çalışan insan bu duruma bir düzenleme getirmenin ya da durumun tamamen ortadan kaldırılması gerektiğinin kanaatine varabilir. Bu duruma örnek olarak Marksistlerin devletin bir süreliğine işçilerin elinde olmasıyla, yani proletarya diktatörlüğüyle, çözülüşünü savunurken anarşistlerin devlet kurumunun tamamen yıkılışına inanması verilebilir. Marksistler ilerlemeci, anarşistler çöküşçü bir bakış açısına sahiplerdir. Değişimin iki kanadında duranların çatışması da tez-antitez çatışmasına örnek oluşturur. Her tür fikre bir değişim isteği, her tür çatışmaya da bir tez-antitez çatışması olarak bakmak mümkündür. Bu da her insanın değişime ihtiyaç duyduğu ve değişimi arzuladığı düşüncesinin doğruluğuna kanıttır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Sonuç olarak, insan hayatının bir anlam kazanabilmesi için insanın kaçınılmaz olarak istediği değişimin farkında olması ve bu değişimi sağlamak için elinden geleni yapması gerekir. Bu değişimin insana mutluluk getireceği kesin değildir ancak insanın mutluluğu bu değişimin ardından koşmasından geçer. Hayatına anlamlı olarak bakan insanın değişim isteğinin farkına varmadan bunu başarması mümkün değildir. İnsanın bu istediği değişimin nasıl bir süreçte gerçekleşeceğinin farkında olması da önemli bir gereksinimdir. Aradığı şeyin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği ile ilgili hiçbir tahmini olmayan insan da mutluluktan henüz çok uzaktır. Bu değişim isteğinin hayal kırıklığı, öfke gibi duygulara da yol açabilmesine karşın bir insan devam edebilmek için taşıdığı umudu sürdürdüğü sürece değişim isteğinin yanıp tutuşan ateşi asla sönemeyecektir. İnsan değişimsiz, değişim insansız asla var olamaz. </span></p><p> <a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibqqWSE4sYUbzYdTMbv5AKCeghfKTeqjrNEC1GgjNf9wRJi7A0c5bJEhe3lT8YyszeU70v8HtLSzW9F_4z-LVWyH2OjuEA8NboqJ5rMSuWv4UehDYoiAmF8_D53VCXbamUYYNDVvheQ0_DAlPHvZUuR9H_CEYLr4r0kSRAgHPbXMLoAzjxd1cGlzczdg/s1600/EEEC6A42-1483-4FA2-9BC2-D82C10C7D9CA.jpeg" style="font-weight: bold; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEibqqWSE4sYUbzYdTMbv5AKCeghfKTeqjrNEC1GgjNf9wRJi7A0c5bJEhe3lT8YyszeU70v8HtLSzW9F_4z-LVWyH2OjuEA8NboqJ5rMSuWv4UehDYoiAmF8_D53VCXbamUYYNDVvheQ0_DAlPHvZUuR9H_CEYLr4r0kSRAgHPbXMLoAzjxd1cGlzczdg/s320/EEEC6A42-1483-4FA2-9BC2-D82C10C7D9CA.jpeg" width="320" /></a></p><p><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;"><i>“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</i></span></span></p><p><span style="font-size: medium;">ELLE TUTULUR EŞİTLİK</span></p><p><span style="font-size: medium;">Eşitliği sadece bir kavram, sadece bir fikir olarak gören zihniyet ya eşitliği anlamamıştır ya da eşitlik kendisine o kadar uzaktır ki bunu düşünmesi bile güç bir hale girmiştir. Eşitliği anlamayan kısım için buna bir açıklık getirmek şarttır. Eşitlik demek bir toplumdaki her bireyin aynı değerlere, aynı fiziksel yapıya, aynı dünya görüşüne veya aynı milliyete ait olması değildir. Bu şekilde düşünen biri eşitliği doğal olarak pratik bir olgu olarak göremez, imkansız bulur. Eşitlik aslında, daha önceki açıklamanın tam tersi bir durumda ortaya çıkabilir. Eğer her bireyin kendine özgü değerleri ve dünya görüşleri varsa ancak herkes birbirinin insan olduğunun ve bir kişinin probleminin aslında tüm toplumun problemi olduğunun bilincinde ise eşitlik sağlanmış veya devrimsel bir hareketle sağlanacak demektir. Bu yazıda eşitliğin aslında bir fikir değil, insan doğasının pratik bir şartı olduğu ve eşitliğin benlikle olan bağlantısı; çeşitli argümanlar ile kanıtlanacaktır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Modern dünyanın önde gelenlerinden Fransız filozof Jean-Paul Sartre, insanın özünden önce varoluşunun geldiğini söyler. Bu sözün gerçek anlamı, insanın ona toplum, aile gibi yapılar tarafından diretilenlerden çok olmak istediği olduğudur. Yani insan kendine karar vermekte tamamen özgürdür. Bunun yanında Sartre insanın kendinden sorumlu olduğu için aynı zamanlıkta tüm insanlıktan sorumlu olduğunu söyler. Bu düşünce ilk paragrafta anlatılan eşitlik fikriyle paralellik gösterirken aynı zamanda da bu eşitliğin nasıl pratik olduğunu da şu şekilde açıklar: Her insan karar verme özgürlüğü konusunda eşittir ve bu verdikleri karar bireysel bir edim olsa da(ahlak ve değerler gibi) bu bütün toplumu etkiler çünkü kendi doğrusuna karar veren insan diğer insanların da doğrusuna karar verir bu sebepten de karar verdiklerinin tüm insanlıkta uygulanması için sorumludur. Bu fikir her insanın toplumu etkileyeceğini ve bu bağlamda her insanın eşit olduğunu söylemekle birlikte insanın topluma kendi doğrusunu göstermeye çalışması gerektiğini söyler ve eşitliğin hem sadece bir kavram değil pratikte de sürekli olarak işleyen bir olgu olduğu hem de her insanın birbirine bağlı olduğu fikrini destekler. Sartre'ın sevgilisi olan başka bir Fransız filozof Simone De Beauvoir de eşitlik fikrini desteklemiş ancak farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">De Beauvoir, birinci dalga feminizmin en önemli düşünürlerinden biri olup kadına toplum tarafından yüklenen "öze" odaklanmıştır. De Beauvoir'in yazıları toplumda varoluşun özden önce geldiği düşüncesi olmadığında ve bu farkındalık oluşmadığında eşitliğe yaklaşımın değişimi üzerinedir. De Beauvoir'e göre kadınlara diretilen öz sadece erkeğin mutlu olması üzerinedir ve kadınlar toplumun onlara direttiği "erkeğe kölelik etme" düşüncesinin farkına varamadıklarından varoluşlarına yani gerçek özlerine ulaşamazlar, istedikleri olamazlar. Bu örnek insanların eşitliklerinin ve topluma etki etme güçlerinin farkında olmayışlarının sonucunu oldukça net bir şekilde gözler önüne serer. Günümüzün de bir problemi olan cinsiyet eşitsizliği üzerine yıllardır tartışılmasına rağmen henüz bir çözüme ulaşamamıştır. Bunun sebebi kadınların hala en başta ataerkil(erkek egemen) toplumun onlara onlar için atadığı değerler ile yaşamaları ve tabii ki hali hazırda ataerkil olan sistemin bu değerleri kadınlar üzerine baskılamasıdır. İnsan özünü fark etmeden ne gerçek benliğini anlayabilir ne de toplumdaki gücünü. Kadınların da yaşadığı tam olarak budur. Bu mutlu çiftimizin fikirlerini etkileyen ve 20. yüzyılın en büyük olaylarına fikirleriyle öncülük eden bir başka filozof da Karl Marx'tır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Marx, en çok kapitalizm eleştirileriyle ve komünist ideolojinin öncüsü olmakla tanınır. Aynı zamanda karşıtların birliğini savunan diyalektik maddeciliğin de savunucusudur. Marx, kendi özgürlüğünden ve benliğinden uzaklaşmayı kapitalist sistemin işçi sömürüsüne bağlamıştır ve ancak kapitalist sistemin çöküşüyle(ki bunun kaçınılmaz bir durum olduğunu da belirtmiştir) benliğe dönüşün, buna bağlı olarak da eşitliğin sağlanabileceğini yazmıştır. Marx, her insanın tutkuyla yaptığı bir iş olacağını ve o işi yaparak ancak mutlu olabileceğini, ancak kapitalist sistemin kar odaklı ve bireyi yok sayan politikasının bireyleri istemediği ve zevk almadığı işler yapmaya zorladığını söylemiştir. Birey bu sistem içinde kendi benliğini unutur ve sadece makinenin bir çarkı olduğunu hisseder. Marx, buna "yabancılaşma" der. Bu yabancılaşma benliğe bir yabancılaşmadır ve kişinin toplumun ona baskıladığı öze uyması ile sonuçlanır. Durum bu şekilde olunca insan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramları unutur. Marx ise bu problemin bilinçli işçi ile giderilebileceğini, yabancılaşmasının farkına varmak ve benliğine dönmek ile ortadan kaldırılabileceğini söylemiştir. Eşitsizliğe yine gerçek özden uzaklaşma, toplumun dayattığı öze uyma ve bunlarla beraber bireyin elindeki gücü unutması sebep olmuştur. İkinci paragrafta üzerinde durulan Sartre, Marksist felsefenin üstüne bir felsefe onun döneminde çıkamadığını ve kendi felsefesinin de Marksizmin ancak bir alt başlığı, bir geliştirmesi olabileceğini söylemiştir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Örnek gösterilen üç filozof da eşitsizliğin, bireyin "aslından" uzaklaşması olduğu ve eşitliğe giden yolun gerçek özüne dönmesinde olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda benliğini fark eden insanın nasıl sadece kendinden değil tüm toplumdan sorumlu olduğu da söylemiştir. Bu fikirler, söylemler ve doktrinler doğrultusunda eşitliğin benlikten geçtiğine, benliğin de sadece bireyin içinde olan bir olgu olmadığına ve gerçek benliğin pratik olmak zorunda olduğuna ulaşılabilir. Gerçek özünü kurmuş ve belirlemiş kimse insanın eşitliğinin de farkına varır ve karşısındakinin benliğine de kendininki kadar saygı duyar ancak kendi benliğini etrafındakilere de her zaman aktarmaya çalışır. Bu sebeplerden eşitlik bir pratik olmak zorundadır, yani bir fikir, bir kavram olarak kalması mümkün değildir, çünkü eşitliğin farkında olan bireyler asla bunu sadece kendilerine saklayamazlar. Eşitliğe ulaşmanın kolay olmayacağı aşikardır ancak bu, benliğine dönmeye çalışan insanı karamsarlığa düşürmemelidir. Ne de olsa büyük filozof Hegel değil midir değişimin sancılı ancak kaçınılmaz olduğunu söyleyen?</span></p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-83124243504522992482022-06-12T14:52:00.006+03:002022-06-12T14:52:45.049+03:00Irmak Kesen / Cihat Kora Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 6.sı<p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj54tvdO35KJhRmD0Khka0JykxOq8RVwr9AhMyvKMf4Y_6WHhO7bKc9iDI_zZNx-6TlkN1y27j1iTgKhvpdURcxtA_3wdeM5GOS6cYF-5i16OtebviSBzoNLRjhRJBCP96cjVkkfLW5PKz0phfPu6hk7njoIsZUFRWy6tC7Ej5O9PlBaCuqhVd6UbtZw/s3264/1A2738FE-FD6D-4341-A20A-491FAEB96055.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjj54tvdO35KJhRmD0Khka0JykxOq8RVwr9AhMyvKMf4Y_6WHhO7bKc9iDI_zZNx-6TlkN1y27j1iTgKhvpdURcxtA_3wdeM5GOS6cYF-5i16OtebviSBzoNLRjhRJBCP96cjVkkfLW5PKz0phfPu6hk7njoIsZUFRWy6tC7Ej5O9PlBaCuqhVd6UbtZw/s320/1A2738FE-FD6D-4341-A20A-491FAEB96055.jpeg" width="320" /></a></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><br /></b></div><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">Final Yarışması Yazısı</span></b></p><p><span style="font-size: medium;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;">“</span></i></span><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;">Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hissettiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... Demek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına önceliği.”</span><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"> </span></i></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;"><i>Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay</i></span></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">ÖZGÜR İRADENİN YARATTIĞI BULANIKLIK</span></p><p><span style="font-size: medium;">Birçok filozof ve ünlü düşünür milattan öncesinden itibaren günümüze kadar süren ve büyük ihtimalle önümüzdeki birkaç asır boyunca da sürecek olan insanın doğasına dair duyulan meraktan dolayı, insanı anlamlandırma ihtiyacı hissetmiştir. Bu yönelimi yaparken de aksiyomlarla hareket edilmesi kanaati getirilmiştir. Bu anlamda insanı anlamak için onun doğası temel hareket noktamız olmaktadır. Bu düşünceye dair atıflarda bulunan ve bu yazıda sıklıkla bahsedeceğimiz hatta onun fikirlerinin aracılığı ile kuracağımız sorgulama ve yanıtlama akışlarındaki baş karakter Spinoza’dır. Spinoza ‘ya göre ilk olarak insanın duygularının kökenini ve doğasını determinizm yasalar ölçüsünde analiz etmemiz gerekir. Spinoza’ ya göre insanın doğasının fiili özünü oluşturan kavram conatustur. Conatus, bütün evrenin ama etkinlik olarak insanın var olma gücünün ve var olmaya, kendini geliştirmeye devam etmesi eğiliminin bir kıvılcımını üretendir, doğuştan gelmesidir, kombinasyondur. Spinoza’ ya göre, insanın içindeki var olma gücü insanı ifade boyutundan ifade edilen bir konuma taşıması açısından da önemlidir. Bu anlamda yaşama gücünü sağlayan bu çaba aslında insanın doğasının özü olarak nitelediği, iştah veya bilincine varılan arzunun kökenini bize sunar. Bu insanın beden ve zihni söz konusu olduğunda arzu diye adlandırdıklarımız aslında çabanın bir ürünüdür. Sadece zihni durum olursa irade kavramı ortaya çıkar. Conatus bize duygunun kapısını aralar. Duygu dediğimizde karşımıza arzu, sevinç, keder çıkmaktadır. Arzu insanın doğasının kendisini bize sunar. İnsan sürekli bir dıştan edilgin bire bir olmayan veya kendisinin yöneldiği birebir etin fikir durumlarını yaşar. İnsan çoğu zaman bu arzunun durumunda bu tepkilere göre fikir oluşturur. Bir şey iyi değildir, sadece bizim ondan yönelmemiz o şeyi iyi yapar ve sevinç duygusunu oluşturur. Bir şey kötü değildir bizim ondan uzaklaşmamız ona keder duygusu yaratır. Arzunun temellendirmeleriyle keder; egoist, şefkatsiz, sevinç; iyilik, yüreklilik vb. olarak ele alırsak, o zaman özgürlükte bu duygular arası bir etkileme midir? Özgürlük insanın doğasının bir yanılsaması mıdır?</span></p><p><span style="font-size: medium;"> Descartes’in başlattığı Kartezyen düalizminden dolayı biz insanlar genellikle zihin ve bedenin birbirinden farklı iki unsur olduğunu düşünürüz. Descartes’in yaptığı bu ayrım günümüzdeki zihin felsefesi açısından da hep aşılması gereken bir şey olarak görülmüştür. Tabi aşılmaması gereken bir unsur olduğunu savunanlar da vardır. Descartes hem zihnin bedenden farklı olduğunu, ikisinin birbirini etkilemeyen, birbirinden ayrı iki töz olduğunu söyledi ama bunu söylerken kendi zihninin varlığından bedeninin varlığını tam olarak kanıtlayamadı ve bu noktada tanrıya başvurdu. Spinoza için ise bu oldukça mantıksızdır. Peki Spinoza ’ya göre beden nedir? O der ki her şey bir bedene sahiptir ve bedeni anlamının yolu öteki bedenlerle karşılaşmaları anlamaktan geçiyor. Bedenler yapabilirliklerinin farklarına göre ayrılır. Peki, yapılabilir şeylerin bilgisine, duygulanış kapasitesinin bilgisine nasıl ulaşılabilir? Ona göre etrafımızdaki her şeyi ya düşünce ya da yayılım olarak bilmekteyiz. Mesela sevgi fikri, bir ağaç, kaya... Yani Descartes’in duyuların yanıltıcılığı yüzünden bedeni bir bilgi edinme aracı olarak kabul etmeyen ve aklı ön plana çıkaran cogito’sunun aksine Spinoza, bedeni ve bedensel karşılaşmaları tüm bilginin temeli olarak alıyor. Bir başka açıdan da aklımıza gelebilecek her şey sonsuz tanrının kendini düşünce ve yayılım sıfatları halinde görünüre çıkartmasıdır diyebiliriz. Yani buradan Descartes’in ifadesine karşın karşımıza şöyle bir argüman çıkartmaktadır: Her bir yayılım için ona karşılık gelen bir düşünce tavrı olacak, tam aksi her bir düşünce tavrı için de ona karşılık gelen bir yayılım olacaktır. Bu perspektiften bakılırsa insan zihninin zihin olarak orda olmasını sağlayan şey bedenidir ama bedeninin de zaten orda olmasını sağlayan şey de zihnidir. Fakat bunlar biri diğerinin nedeni değil aslında paralel olarak varlar. Buna da paralelizm denmektedir. İnsan zihin ve bedenden oluşan bir bireydir ama ikisinden biri değil, ikisinden biri diğerinin nedeni değil, ikisinin toplamı da değil. Çünkü bunlar sadece tek bir tözün kendini farklı biçimlerde gösterdiği sıfatlardır. Bizler ne bedenimiziz ne de zihnimiziz. Ama zihnimizde idelerin arasındaki düzlem ile fiziki dünyadaki düzen aynı. Yani düşünen ve yayılan şeylerin düzeni birdir. Spinoza’nın bilinç üzerine yazdığı kitaptan buna dair bir örnek verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bilinç, bir öznenin ahlaki özelliği değil, fikrin fiziksel özelliğidir. Zihnin fikir üzerine düşünümü değil fikrin zihindeki düşünümüdür. Bilinç birinci olduğu fikre göre her zaman ikincidir ve ilk fikir ne kadar değerliyse ancak o kadar değerlidir. Zihin dediğimiz şeyi oluşturan şeyin zaten beden olduğunu beden fikri olduğunu söylemiş oluyoruz aslında. Çünkü her düşünceye karşılık gelen bir yayılım sıfatı olmak zorunda. Israel Rosenfield adlı doktoralı bir akademisyen Spinoza’nın değinmeye çalıştığı noktaya kendi fikirlerinin doğrultusunda ve kendi sözcüklerinin eşliğinde zihin denilen şeyin geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki beden imgeleminin sürekli etkileşimi olduğunu söyleyerek değinmektedir. Bunu daha açık bir şekilde ifade edersek, bilinç dediğimizde burada bahsettiğimiz bellek ve beden algımızdan kaynaklanan, beden algımızla aldığımız kurulan bir bellektir. Günümüzden yaklaşık 300 yıl kadar önce Spinoza bundan “Ethica” adlı kitabında bahsetmiştir. Demiştir ki zihni kuran fikir, beden nesnesidir. Buradan varılabilecek nokta insanın bedeninden ayrı, bedeninin yaşadığı deneyimlerinden tamamen farklı bir zihni olmayışıdır. Nasıl ki beden fiziksel olarak girdiği bütün etkileşimlerde ya da karşılaşmalarda değişiyorsa algılar aracılı ile aynı şekilde zihnindeki bir fikir de diğer fikirlerle karşılaştığında ondan etkilenir. Bunun götürdüğü sonuç ise determinizm ve özgür iradenin hiç olmayışıdır. Peki bu tüm etkileşim ve değişimler her şey için geçerli midir? Bu etkileşim ve değişimlerin etkilenen ve değişen şeylerle arasındaki ilişki nedir? Eğer paralelizme göre de ele alırsak zihin ve beden arasındaki bu bir olma durumu, deneyimlenen etkileşim ve değişim için de geçerliyse her şeyi etkileyen de olmalıdır ve bu etkiden etkilenen, etkileşime açık olan da. Varılan bu sonucu tanımlayan da Latince bir kelime vardır. Modus. Örneğin düşünce modusları. Yani bir düşüncenin bir düşünceyi etkilemesi denilebilir. Bu düşünce de Platoncu özcülüğün zıt düşüncesi konumundadır. Sadece beden değil, ruh da zihin de kısacası her şey etki altındadır. Bedenimin altında değişmeden kalan Irmak özünün olmayışı gibi.</span></p><p><span style="font-size: medium;"> Konuyu bu bağlamdan alıp örneklendirerek açıklamaları daha sağlam bir zemine oturtmak ve esas noktalara adım adım yaklaşmak isterim. Öncellikle herhangi bir markette olduğunuzu düşünün. Marketin buzdolabı reyonuna gittiniz ve önünüzde duran bir sütü aldınız. Ben bu sütü istiyorum ve istediğimden ötürü aldım, oradan kaldırıyorum diyebilirsiniz. Hiç kimse bu durumda beni etkilememiş oldu diyebilirsiniz ama yanılırsınız. Çünkü ben o sütü almak istiyorum hissiyatı veya söylemi deyin fark etmez bu nörofiziksel süreçlerin yüz küsur milisaniye kadar sonrasında ortaya çıkmaktadır. Buna benzer Libet deneyleri vardır. Benjamin Libet adlı California Üniversitesi nörofizyologlarından olan bir adamın yapmış olduğu bir deneydir. 1983’de yapılan bu deneyde, deneklerden basitçe, parmağını kendi istediği anda oynatması istenmiştir. Bu esnada deneğin eline EMG isimli bir cihaz da bağlanmıştır. EMG, kas hareketlerini elektriksel düzeyde ölçebilen bir cihazdır. Deneğin parmağını oynatma eylemi, başlıca iki aşamadan oluşmaktadır. 1- Parmağını oynatmaya karar vermek, 2- Parmağını oynatmak. Birinci kısım yani karar verme anını belirlemek için de saat kadranına benzer başka bir cihaz kullanılmıştır. Bu cihazın içindeki siyah benek kadran etrafında belirli bir hızla dönmektedir. Denekten, parmağını oynatmaya karar verdiği anda beneğin kadrandaki pozisyonunu söylemesi istenir. Bu şekilde, deneğin parmağını oynatmaya karar verdiği ve sonrasında da parmağını oynattığı iki farklı an tespit edilmiş olacaktır. Ölçümlerden birisini EMG cihazı diğerini ise kadran düzeneği gerçekleştirmiş olacaktır. Bu esnada deneğin başında EEG aleti bulunmaktadır ve deneğin aldığı karar anının tespit edilmesini sağlayacaktır. Böylelikle, deney esnasındaki tüm süreç bir arada takip edilebilecektir. Deney gerçekleştirildi ve veriler kaydedildi. Deneğin parmağını kaldırmaya karar verdiği an ile parmağını kaldırdığı an arasında 200 milisaniyelik bir süre ölçülmüştü. Bu beklenen bir sonuçtu. Ancak bundan sonrası çok şaşırtıcı idi. Çünkü, deneğin parmağını kaldırmaya karar verdiği andan yaklaşık 350 milisaniye öncesinde elektriksel bir hareket tespit edilmişti. Başka bir deyişle, deneğin parmağını kaldıracağına, kendisi karar vermeden 350 milisaniye önce bilinmeyen bir mekanizma tarafından karar verilmişti bile. Deney defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen sonuç değişmemiştir. 1983 yılından günümüze değin, deneysel cihazlardaki teknolojik değişim ve gelişime karşın muhtelif zamanlarda yapılan emsal deneylerde de sonuçlar aynı olmuştur. Akıllardaki “O zaman aldığımız kararlar, yaşadıklarımız hatta hissettiğimiz tüm duygular önceden yazılmış bir senaryonun parçası misali midir?” sorusunu duyar gibiyim. Yaşadığımız yıl itibariyle de özgür iradenin bir yanılsama olduğu ya da zihnin yorumlayarak kendi kendine hikayeler yarattığı meselesi gündemini koruyan bir görüştür. Tartışılan konunun en can alıcı ve şaşırtıcı noktası ise bu yapılan nörolojik deneylerin ve özgür irade görüşlerine kanıt sunulan yazıların aslında 323 yıl kadar öncesinde Spinoza tarafından ve hiçbir teknik açıdan test edilip, denenmeden ortaya atılmış olmasıdır. Bunca ortaya dökülen özgürlük kavramının aslında Spinoza tarafından başka tanımlandığını eklemek gerekir. Çünkü onun tanımından bakıldığında özgür irade ikilemesinin aslında başka bir boyuta işaret ettiğini kavramak daha mümkün olacaktır. Ona göre nedensizce eylemek zaten özgürlük değildir. Bu tamamen denk gelme daha doğrusu rastgelelik olurdu. Burada bizi rahatsız eden birtakım cümleler var. Çünkü düşüncelerimize odaklandığımızda, onları ele alıp sorguladığımızda özgür iradeden, özgür iradeye sahip olduğumuzdan bahsederiz. Genellikle böyle bir eğilimimiz vardır. Etkilenmeyen ve kendi seçimlerini yapan bir aklımız olduğu gerçeğine sımsıkı tutunmak veyahut tam tersi, hissettiğimiz duyguların nedenini bilmeyip sadece istediğimiz veya hissettiğimiz için hissetmek gibi ironik bir fikir deryası vardır. Peki neden? Bunun nedeni basit, bilinçli canlılar olmamız. Aslında bu konuya yazının başında açıklık getirilmişti. Bilincin fiziksel bir özellik olduğunu, bilinci oluşturan idenin de zaten beden olduğunu detaylıca irdelemiştik. Yani nörofiziksel süreçlerin sizi o marketteki sütü almayı yönlendirmesi ve sizin de onu almanız düşünce ve duyumun birbirine paralel olmasından kaynaklanmaktadır. Biz insanların bu konuda kendimize keskin sınırlar çekip, alışılmış inanış ve düşünüşlerin aksine “farklı” diye adlandırabileceğimiz bu düşünceye bu kadar mesafeli olunmasının sebebi bedeni nesnelliğe, determinizme tabi tutup zihnimizi tabi tutmayışımızdan kaynaklanmaktadır. Bu iki oluşu zıt kutuplara koyup onların aslında bir bütünü oluşturduklarını unuttuğumuz, onların çıkışındaki ortak özü fark edemediğimizden dolayıdır.</span></p><p><span style="font-size: medium;"> En genel ifadeyle insan bedenindeki etkilenimlerin/etkilenişlerin hissetme, hayal gücü ile hafıza yetileri ekseninde algılanmaları neticesinde oluşan, bu nedenle şeyleri nedenleriyle değil, yalnızca etkileriyle bilmeye dayanan tümüyle öznel, bulanık, upuygun olmayan, olumsal bilgi “sanı veya hayal gücü” bilgisine karşılık gelir. Bu konuya dair yapılan tüm akıl yürütmelerin özünde yatan hatanın biricik nedeni bu bilgidir. Doğadaki şeylere veya insanlara atfedilen kimi niteliklerin, peşin hükümlerin nedeni bu tarz bir düşünüşten kaynaklanmaktadır. Özgür iradeye yaşamımız boyunca bu denli körü körüne inanmamızın da nedeni budur, özgür irade denilince arzulanan çabanın ve yaşamda gösterilen çabanın ürettiği arzunun bizde bıraktığı tesir, hayaldir. Özgür iradeyi Spinoza ile yalanlarken Searle gibi kimi filozofların ise bilincin, beynin bir üst düzeyi olduğunu söylemesi konuya başka bir delik daha açarak kafalardaki bunaltıyı arttırdı. Searle bilinci, “sabahleyin rüyasız bir uykudan uyanıp tekrar uykuya dalana kadar gün boyu devam eden veya komaya girinceye, ölünceye ya da bir şekilde bilinçsiz bir duruma girinceye kadar süren içsel, niteliksel, öznel duyarlılık veya farkındalık durumları” şeklinde tanımladı ve yürütülen bilimsel bilinç araştırmalarında benimsenen yolu yapıtaşı modeli diye adlandırdı, bu yöntemle çalışmalarını sürdüren bilim adamlarının bilincin temel nitelikleri olan öznellik, niteliksellik ve bütünlüğü dikkate almadıklarını belirtti. Bilincin nörobiyolojik açıdan incelenmesi için farklı bir model önerdi.</span></p><p><span style="font-size: medium;"> Ortaya atılan bunca değişik fikir ve kanıt niteliği taşıyan araştırmalardan ve deneylerden sonra diyebilirim ki Spinoza’nın zihin ve bedenle kurduğu, tözden çıkıp niteleme görevi gören kombinasyon halleri ne Platon için ne de Descartes için makul değilken, şahsen anlamlandırabildiği özgür iradenin olmayışı durumunu kafamda oturttum. Buna istinaden Searle’ in yarattığı bilinç ve beden dengesizliği ise paralelizmin ışığı altında hiç düşünülmemesinden kaynaklanmaktadır diye düşünmekteyim. Şahsi fikirlerim ve araştırmalarım doğrultusunda diyebilirim ki ben yorgun hissediyorsam ve bu yazıyı noktalamak istiyorsam bu isteğimin, bu arzumun nedensizliği diye bir şey söz konusu değildir. Bu hissiyattan önce bu hissiyatın fikri oluşmuştur hatta milisaniyeler öncesinde, fikir daha kendini göstermezken aksiyon alabilmem için nöronlarım arasında elektrik akımı olmuştur. Son olarak da Baruch Spinoza’nın sözüyle konuyu noktalamak isterim: “Her ne olursa olsun, kendi var oluşunun bir nedeni bulunmayan şey var değildir.” </span></p><p><span style="font-size: medium;">KAYNAKÇA</span></p><p><span style="font-size: medium;">Baruch Spinoza, "Ethica"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Baruch Spinoza, "Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Baruch Spinoza, "Tanrıbilimsel Politik İnceleme"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Çetin Balanuye, "Spinoza - Bir Hakikat İfadesi"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Çetin Balanuye, "Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor?"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Gilles Deleuze, "Spinoza Üzerine 11 Ders", </span></p><p><span style="font-size: medium;">Gilles Deleuze, "Spinoza - Pratik Felsefe"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Solmaz Zelyüt, "Spinoza"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Roger Scruton, "Spinoza"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Charles Ramond, "Spinoza Sözlüğü"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, "Spinoza"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 3, "Spinoza"</span></p><p><span style="font-size: medium;">Irvin Yalom, "Spinoza Problemi"</span></p><p><span style="font-size: medium;">"Spinoza ile Karşılaşmalar", Kolektif, Ayrıntı Yayınları</span></p><p><span style="font-size: medium;">Y Bayrak - Felsefe Dünyası, 2015 - dergipark.org.tr</span></p><p><span style="font-size: medium;">A Durakoğlu, AY Volkan - FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2012 - dergipark.org.tr</span></p><p><span style="font-size: medium;">SA ALTINÖRS - Temaşa Erciyes Üniversitesi Felsefe Bölümü …, 2018 - dergipark.org.tr</span></p><p><span style="font-size: medium;">C YİĞİT - Yeni Fikir Dergisi - dergipark.org.tr</span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeobDMBerd_wyjCujw7Ng-JWuokojF6nXuu-r3Q5iFfMRio79W7BKFmv3HzILfq7cd_S8Khy4W9xDT618mobIZ2saFU3e9dKE6b-wTB5oogDd22D5Wuo0YXz5to3_fIsJa4NRPd2CtAyS1hfSGzINy_dsESMx7AicostI2xssSBwMPsDyfvSny8MZNUA/s1440/296A0FBC-2B06-44A1-B5D7-0E70A53DC37C.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1440" data-original-width="1440" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjeobDMBerd_wyjCujw7Ng-JWuokojF6nXuu-r3Q5iFfMRio79W7BKFmv3HzILfq7cd_S8Khy4W9xDT618mobIZ2saFU3e9dKE6b-wTB5oogDd22D5Wuo0YXz5to3_fIsJa4NRPd2CtAyS1hfSGzINy_dsESMx7AicostI2xssSBwMPsDyfvSny8MZNUA/s320/296A0FBC-2B06-44A1-B5D7-0E70A53DC37C.jpeg" width="320" /></a></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;">"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." </span></span></p><p><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;">Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Sayfa 24 - Metis Yayınları, 2020</span></span></p><p><span style="font-size: medium;">ZAMANIN TOZU GÖZLERİ BULANIKLAŞTIRIRKEN</span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsanoğlu, sapiens familyasından günümüze kadar gelen değişimindeki süreçte devamlı olarak zaman kavramına dair atıflarda ve incelemelerde bulunmuş, zamanın gereksinim haline gelmesine dair düşünce basamakları oluşturmuştur. Teknik açıdan zaten kolaylıkla adlandırabildiğimiz zaman kavramı teknik yönünün dışında da birtakım tanımlara ihtiyaç duymuştur. Ölçülmüş veya ölçülebilen bir dönem, uzaysal boyutu olmayan bir süreklilik anlamına gelen zaman, soyut dünyanın biricik elemanları sayılar sayesinde kendisine kıyafet geçirip gözler önüne gelebilmektedir fakat bu kıyafetleri insanlar diktiğinden zamanın böylesi görünürlüğü “insanların varlığı” kadar kesin ve tutarlıdır. Bu konu kimi filozoflar tarafından bir “varlık” problemi olarak ele alınırken kimileri tarafından da bir zihin ve bilgi problemi olarak ele alınmıştır. Bir grup düşünür zamanın dolaylı yollardan deneyimlenen nesnel bir gerçeklik olduğunu öne sürmüştür ve öznenin de zamana göre şekillendiğini eklemiştir. Yani zaman insandan bağımsız varken bireyler onu hesaplamaya çalışmış hatta ona göre yaşantılarını bölümlendirmişlerdir. Bu grubun aksini düşünen filozoflar ise zaman ile özne oluşlarının birbirinden ayrılamayacaklarını, ilişkili olduklarını düşünmüşlerdir. Yani bir bireyi ele aldığımızda, o bireyin var olmasının getirisi olarak mevcudiyetinde gerçekleşen aksiyonları, onun zaman algısını meydana getirmektedir. Varılan farklı iki çıkış yolu nesnel ve öznel zaman diye kendini nitelemiştir. Nesnel zamanda, zamanın laboratuvar deneylerinden ve fiziksel dünyanın ögesi olmaktan bir farkı yoktur. Öznel zaman ise bunun aksine “birlikte görme tarzı” diye yorumlanmıştır. Yazar Thorsten Streubel’a göre, Geçmiş ve Gelecek Zaman yok ise, Şimdi, onlardan hem ayrılır hem onlara bağlanır ama bunlar zamanın bölümleri de değildir. Çünkü aynı öznel zamanda bahsedilen gibi insanlar zamanı tümüyle Varlık’ta aramışlardır. Streubel’ e göre asıl olan zamanın var olan olarak var olmayana ait olmasıdır. Yani zaman zaten varken, bizim algılarımız aracılığıyla ruhumuzun yayılması sonucu süre adlı çalışmaya dönmüştür.</span></p><p><span style="font-size: medium;"> Peki bu analizlerin kaçını gündelik hayatta yapıyor ve ortalama insan ömrümüzün saniyelerini buna göre değerlendiriyoruz? Eğer zamana nesnel dersek ve biz özneler ona göre şekilleniyorsak, zamanın ölçüsünü neden bir türlü tutturamıyoruz. Bir insan düşünün kafanızda. Bu insanın ömrüne yaklaşık yetmiş yıl dersek bu yetmiş yılın her bir yılı birbirinin aynısı ama bir sonraki yıl da bir öncekinden hep daha çok gerçekleşme potansiyeline sahip. Ancak bu potansiyelin gerçekleşme yüzdesi de bir diğerinden farklı değil. Sabahları kalktığımızda içtiğimiz, popülerizmin yeni oyuncaklarından o süslü kahveler ve onların eşliğinde izlediğimiz beyin uyuşturan şiddet meyilli diziler günün başlangıcını oluşturuyor. Sosyalleşme diye adlandırdığımız birkaç kişi ile buluşup ego karşılaştırmasının ardından yeni bir yemek yemeye cesaret edemeyecek kadar konfor alanına sığınmış olduğumuzdan midemize soktuğumuz o alışık yapay tatlarla günü yatakta sonlandırıyoruz. Yorganı kafamıza çekip gözlerimizi tavana diktiğimizde günün tatmin ediciliğinden bir gram kırıntı yokken, hüznün içinde yeni günün gelmesini ve aynı dönme dolaba binmenin mahrurluğunu yaşıyoruz. Kapitalist düzenin biricik piyonları sektörleşen alanlar bizi bedenen ve ruhen sömürmeye çalışırken onlar da bu simülasyonun bir parçası olduklarını unutuyorlar. Aynı düzendeki farklı bakış açıları oluşuyor. Truman Show adlı filmdeki gibi bir senaryonun içerisindeysek yazık ki yaşamımız evrenin yaratılışındaki küçük hatalardan biri olmalı. Buna benzeyecek en iyi örnek yol örneğidir. Diyelim ki önünüzde üç yol var. Siz bunlardan ilkini seçtiniz ve o yoldan gittiniz ama bir baktınız ki yol sizi başladığınız noktaya geri getirmiş. O zaman yapmanız gereken en mantıklı hareket diğer iki yoldan birini seçmek olacaktır. Siz de benim gibi düşünmüş olabilirsiniz fakat ne yazık ki böyle düşünülmesine rağmen aldığımız adımlar hep aynı oluyor. Biz yine birinci yoldan gidiyoruz, bakıyoruz aynı yere geri gelmişiz tekrar o yoldan gidiyoruz. Bir süre sonra yola çıkış amacınızı veya yolun aynı noktaya çıktığını bile unutacak ve bu daimi döngünün içinde dönüp durarak zamanı yok edeceksiniz. Tezat ve çelişkili bir kelime olsa da zamanın yokluğu, size ithafen geçen zamanın değerini ve kullanılabilirliğini yok etmiş olacaksınız demektir aslında. Artık zamanı değerli kullanma gibi kalıplar bile güncelliğini yitirdi ve tozlu raflarda yerini aldı. Hareketsizlik bile ismini duyuramadan küçük bir kıvılcım gibi aniden yanıp sönüyor. Merak edilen bu nereye kadar devam edecek? Kör olmuş bir insanlık var karşımızda. Ne yaptığını göremeyecek kadar gözleri ağırlaşmış... Nietzsche’nin Zerdüşt’ü zamanı oyuncağı gibi kullanıp, üst insana ulaşırken geçen süreyi nasıl keyfince daha doğrusu keyifli bir şekilde aklınca kullandığından kısaltmış gibi hissettirebilse de, modernizmin evlatları üst insanı klavye başında aramakta. </span></p><p><span style="font-size: medium;"> Her ne kadar metafiziğin tohumlarından rasyonalizmin bulgularına şöyle bir gidip gelsek de zamanın kendi içinde barındırdığı gizemli paradoksal yapıyı ne çözmeye ne de anlamaya mecalimiz yeter. Varılması gereken ve varılabilecek en ihtimali yüksek noktayı Hint yazar Tagore şöyle dile getirmiştir: Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır.</span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1lb4i3YUhVZTi97_teA0mR4SyvjLgspWScuLqsqi7d8iKUMcqnUpRYoayWQ_1zHnI7tN7F8JsdhAaNJX_NnHuMwTvhiDYFXF9ySh78YRwUDuMeyOqjZA6yqY9KcNyfb7UAKD6uS5P2Wfv591WL0t3ZD3LuwMhbkckMvu139DXSOl1gsgB_s-zoJlQbg/s1600/8BE472F4-5358-4912-B89B-F395CAF4D91C.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh1lb4i3YUhVZTi97_teA0mR4SyvjLgspWScuLqsqi7d8iKUMcqnUpRYoayWQ_1zHnI7tN7F8JsdhAaNJX_NnHuMwTvhiDYFXF9ySh78YRwUDuMeyOqjZA6yqY9KcNyfb7UAKD6uS5P2Wfv591WL0t3ZD3LuwMhbkckMvu139DXSOl1gsgB_s-zoJlQbg/s320/8BE472F4-5358-4912-B89B-F395CAF4D91C.jpeg" width="320" /></a></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><p></p><div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;">“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</span></span></div><div><span style="font-family: Calibri, sans-serif; line-height: 18.399999618530273px;"><span style="font-size: medium;"><br /></span></span></div><div><div><span style="font-size: medium;"> Nasıl oluştuğuna ilişkin detaylıca düşünülmüş kuramlara sahip olan, sonsuzdur diye adlandırıldığından mütevellit kendisinde soru işaretleri bırakan bir "evren" var. İçinde milyonlarca olasılık barındıran bu evrende yine milyonlarca olasılık barındıran bir de gezegenler var. Bu gezegenlerden biri de bizim gezegenimiz Dünya. Kara ve sularla donatılmış bu Dünya kütlesinin, üzerinde barındırdığı sayısız türde ve sayısız özellikte canlılar bulunmaktır. Bu canlılardan biri de biz insanlarız. Biz insanlar ki mevcudiyetimizde hem hayvan ruhunu hem de bitki ruhunu barındırırız. Bitkiler gibi büyür ve beslenir; hayvanlar gibi algılar, hisseder, atılımlarda bulunuruz. Fakat dikkat edilmesi gereken bir başka husus vardır ki o da bu biçimlere ilaveten bizim Aristoteles'in deyişiyle tanrısal aklın bir kıvılcımına sahip olduğumuzdur. Kıvılcım diye bahsedilen durumun esasında anlatılmak istenen insanların akla uygun düşünme yetisine sahip olduğunu vurgulamaktır. Sahip olunan bu kabiliyet yardımıyla insan ırkı, var olduğu ilk zamanlardan günümüz 21.yüzyılına kadar devam eden süreçte durmadan ve kümülatif bir şekilde sorgulama eyleminde bulunmuştur. Karşılaşılan doğa olaylarını, sonrasında toplumsal hayatın ve yerleşik düzenin başlamasıyla meydana gelen sosyolojik konulu durumların kendi içinde anlam barındırıp barındırmadığını, ortaya çıkmak zorunda kalan toplum ve bireyle yakından ilgili kavramların kendi arasındaki tutarlılığını, yaşama hatta ölüme dair pek çok bilinmeyenin anlamlandırılmasını arzu etmişlerdir, bu konuları sorgulamışlardır. Hala anlamlandırma çalışmalarına da devam edilmektedir. Çünkü soruların yanıtları biz insanları asıl tatmin edecek ve bizi bir üst noktaya eriştirecek olan değildir. En önemlisi soruların ne olduğudur ve izlenen yolun mahiyetidir dikkat edilmesi gereken. Dönen bir çark misali ardı ardına sıralanıp başlangıcı ve sonu belli olmayan bu soru sorma eyleminin gerçekleşmesiyle varlığımızın daha anlamlı daha farkında olunarak gerçekleştirildiğini anlarız. Felsefe yapmanın yani soru sormanın, bilgeliğe ulaşma çabasının ne denli mühim ne denli kilit bir nokta olduğunu unutmamak gerek diyerek bu konuyu burada toparlamak ve insanların sormuş olduğu belli başlı felsefi soru örneklerini vermek isterim. Sırayla sorduk bizler: İyi nedir, kötü nedir? Adalet var mı? Adalet varsa haksızlık da mı var o zaman? Sevgi nedir? Varlık ne demek? Duyularımızla algıladıklarımız, algıladıklarımızı bilgi ve kesin doğrular diye kabul etmek için yeterli midir? Tanrı var... Bu soruların ardı arkası kesilmez. Zaten bundan dolayıdır ki filozofların her biri ancak belirli alanlarda yoğunlaşabilmişlerdir. İşin özü aslında insanların bilinçli bir şekilde bilinci dahi sorguladıklarını görmekte. </span></div><div><span style="font-size: medium;"> Bir nevi armağan da denilebilecek akıl sayesinde gerçekleştirdiğimiz bu eylemler her ne kadar ilgi çekici, bir o kadar da özenilesi gözükse de günün sonunda insanlar da bir malzemenin ya da Platon'un diyeceği şekilde bir kurabiye kalıbının ürünüdür. Sahip olduğumuzu tartışabileceğimiz ruhumuz ve aklımızla üstüne düşünmekten büyük zevk duyduğumuz soyut dünyanın, karşı anlamlısı olan materyal bir bünyeye sahibiz. En basit örnek olarak düşünmek için yemek yememiz gerekir. Başımızı sokacak bir çatıya, üstümüzde salınacak bir kumaşa, midemizi dolduracak aşa, yalnız olmadığımızı hissettirecek aile ve dostlarımıza ihtiyacımız var. Şu dipnotu da düşürmekte yarar var, insanlar temel ihtiyaçlarını karşılamadan böylesi felsefi düşünce girdaplarında savrulamazlar. Bertrand Russell'ın dediği gibi " Tembellik medeniyetin direğidir." Burada tembellik diye adlandırılan şey aslında ilk zamanların filozoflarının çoğunun aristokrat ve burjuva ailelerden gelmiş olmasıdır. Çorapların dahi uşaklar tarafından giydirildiği bu kesimdeki insanların, düşünmek için çok fazla zamanları kalıyor kendilerine. Bir maden işçisinin evdeki eşi ve çocuklarının karnını doyurmak için düşündüğü zamana tekabül edebilir onların kendi arzularına göre şekillendirdikleri düşünme zamanları.</span></div><div><span style="font-size: medium;"> Bahsettiğim düşünme, sorgulama, sorguladıklarının karşılığı nitelikte yanıtlar bulma ve bunları sistematik bir düzen içerisinde mantığa oturtma eylemleri gerçekleştirilirken beraberinde bilimin, siyasetin, sanatın ve birçok dalın gelişmesini sağladı. Bu gelişim beraberinde medeniyetlerin doğuşunu getirdi. Ancak eğer bir medeniyet doğuyorsa bu bir başkası bittiğinden ötürüdür. Yani kimi uygarlıklar yıkıldı, kimileri kazanıldı, kimi toplumlar gelişti ve geliştikçe zenginleşti kimileri ise bir başka toplumun zenginliğinin altında boğuldu, orta sınıf diye adlandırılabilecek bir toplum dahi ne yazık ki kalamadı. Burada insan ırkıyla aslında yeniden tanışıyoruz. En önemli özelliği aklı olması demiştik ama aklı nasıl kullanacağını henüz öğrenemeyenler var. Mağaranın karanlığından sıyrılan veya tavşanın tüylerinin üstünde duran birtakım filozof kimlikli bireylerin toplumun geri kalanını aklı nasıl kullanması gerektiğini anlamak için öğretmeye çalışırken amaçlarının tam tersi bir şekilde yaptıkları etiketlenip, bu tür insanları sindirmek isteyen kurulu bir düzen var. Sokrates de bu uğurda canını feda etmemiş miydi zaten. Halkı dinlemeye, düşünmeye çağırdı ama halk bu eylemleri öteleyecek kadar gözünü kör etmişti. Bu konuyu anlatmak için kısaca bir örnek vermek doğru olacaktır. Platon'un ideal devlet anlayışında üç bölüm bulunmaktadır. Bu üç bölüm insan bedeninin üç kısmından ve bunların da karşılık geldiği bir ruhsal yetiden oluşmaktadır. Kafa, göğüs ve karnın altı bölümlerine karşılık sırasıyla akıl, irade, haz ve arzu erdemleri söz konusudur. Bunlar da devletin yönetici, muhafız ve ticaret sınıfı bölümlerini oluşturur. Burada üstünde durulan dengenin varlığıdır. Nasıl insan sağlıklı olmak istiyorsa dengeli bir yaşantıya sahip olmalıdır bu Platon'un devlet anlayışı içinde geçerliydi. Ancak bu dengeden insanlık tarihi boyunca söz etmek mümkün değil. Ülkelerin başkanları, halklar ve güncel sistemin yöneticileri bu dengeyi sağlayamayacak, sorgulamaya yeltenmeyecek kadar dünyevi duyguların peşine kapılıp gitmişler. Geri dönemeyecek kadar da kaybolmuş durumdalar.</span></div><div><span style="font-size: medium;"> Haz ve arzularımız, diğer tüm duygularımıza hatta yetilerimize ağır bastığından dolayı büyük bir açgözlülük içerisinde yuvarlanmaktayız. Zengin olmak, en başa geçmek, her şeye sahip olmak istiyoruz. Kazanmak istiyoruz bunun için savaş çıkartıyoruz. Belki bilim ve diğer alanlarda ilerlemeyi sürdürüyor olabiliriz ama asıl noktayı kaçırıyoruz. İnsan olarak ilerleyemiyoruz. Ayağımızdan toprağın derinliklerine çakılmışız hatta bataklıktayız ve git gide dibe batıyoruz. Bilgelik bilge olmak için ter dökmektedir, kendine ben tamamım demek değil. Fakat yoldan geçen en az yüz kişiye sorsanız bildiklerinden şüphe etmez, aslında hiçbir şey bilmediklerini ima ettiğinizde sizi alaycı bakışlarla süzerler. İnsanlığın asıl kaybı vergilerle değil bu cahiliyetle başlamıştır.</span></div><div><span style="font-size: medium;"> İşte bu cahiliyetin ve açgözlülüğün en büyük düşmanı eşitlik kavramı oldu. Ricky Gervais ve Matthew Robinson adlı iki yönetmenin objektifinden çıkan "Invention of Lying" adlı bir film var. Bu filmde yalan adlı bir kavramın olmadığı bir dünyada yaşayan insanlar var. Yalan söyleme eylemi gerçekleştirilmediğinden dolayı bu eylemi imgeleyecek bir kavrama da ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bizim lügatımızda eşitlik denen bir kavram ne yazık ki asırlardır var. Ne yazık ki diyorum çünkü eşitlik kavramının çıkmasındaki neden dünyada var olan eşitsizliğe karşın bir tutumun sergilenmesi gerektiğindendir. Bu kavram keşke kağıt parçalarına yazılmakla ya da dillerde sakız olmakla kalmayıp gerçeğe dönüşebilse. Çünkü eşitlik varılması gereken bir nokta gibi kaldığı sürece uygulamada yoksunluk olacaktır. Eşitlik olmalı denmemeli, eşitlik hali hazırda var ve zamanla örtüşmüş bir halde ebediyetini koruyor diyebilmeliyiz. Kendi türümüz olan insanların arasında bile ırkından dolayı, konuştuğu dilden dolayı, bireysel seçimlerinden, inancından hatta görünüşünden dolayı bir ayrım yapılmakta. Kimi taraf baskın gelip kayrılır kimileri ezilmeye mahkum edilir. Keşke bu insanlarla sınırlı kalsa. Öylesine açız ki ve öylesine boş ve amaçsız ki benliğimiz, tek başarımız birilerini ezebilme gücüne erişebilmemizde. Bunu aklımız sağlıyor. Düşünebildiğimizden dolayı hayvanların bu acizliğini kullanıp omları da eziyoruz, sömürüyoruz. Onların bedenlerini, işlevlerini kendi yararımız için kullanıyoruz. Köleleştiriyoruz çevremizdeki her tür canlıyı ama en çok kendi zihinlerimizi. Zincirleri kırmamız gerek. Bunlar artık psikolojik bir rahatsızlık bile sayılabilecek tanılara sahipken sadece eşitlik diye pankart açmak yetersiz kalıyor. Hayvanlar fabrikaların değil doğanın çocuklarıdır. Tanrısal bir devinim varsa o da bizim değil kendisin yararına işletir çarkları. Amaç biz değiliz, biz amaca hizmet etmeliyiz. Ne zaman hayvan kürkü giymeyi bırakırsan, hindi yemeyi bir gelenek halinden çıkartırsan, aç bir çocuğun elinden tutup onu doyurursan o zaman kavramlar daha umutlu bir hal almayı başarabilirler, dünyanın olması gerektiği hali gibi. </span></div><div><span style="font-size: medium;"> Eşitlik tek taraflı bir durum değildir. Eşitlik bir ilişkinin ,ki bu ilişki insan ve insan veya insan ve hayvan arasında olabilir, varlığında barındırması gereken bir çeşit durumun adlandırılmasıdır. Kendi bulunduğun konumla etrafındaki canlıların konumu arasında uçurumlar varsa bırak bu uçurumları sözlerle süsleyip kapatmayı araya köprü kur. Yalan kavramına ihtiyaç yok çünkü yalan söylenmiyordu demiştim ya, eşitliğe de ihtiyaç olmasın ki ona sahip olmuş olalım. Konuştuğumuz dil bile yaşamımızda büyük bir işleve sahiptir. Bir medeniyetin dili onun aynadaki yansımasıdır. Ben yansımamda ne inek kanı bulanmış dişler ne de insanların ölmesine yol açmış elmaslarla dolu kolyeler istiyorum.</span></div></div><p><span style="font-size: medium;"> </span></p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-8710333499667357732022-06-12T14:24:00.004+03:002022-06-12T14:26:21.194+03:00İren Şerbetçioğlu / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 7.si<p><b><span style="font-size: medium;"> </span></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><span style="font-size: medium;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4o_VaXy26sd3i4y3Eolr7IIyjMe1P_9GR7Mxf2NFQAp_4bUhu0EGMP5NLQwwyNxMGQxMJfIxPuYa-W_eGOKp8GNM1G5uJVl81P_IoEIXxiSZ9z4mkzR5T6TrSb1mQ3S1xkuKCBp8rpSSrTgIFTILsQk7TbCegrwyxw4XFftUTUE0wKBHlT4nycNwVJw/s4618/IMG_20220202_144335.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4o_VaXy26sd3i4y3Eolr7IIyjMe1P_9GR7Mxf2NFQAp_4bUhu0EGMP5NLQwwyNxMGQxMJfIxPuYa-W_eGOKp8GNM1G5uJVl81P_IoEIXxiSZ9z4mkzR5T6TrSb1mQ3S1xkuKCBp8rpSSrTgIFTILsQk7TbCegrwyxw4XFftUTUE0wKBHlT4nycNwVJw/s320/IMG_20220202_144335.jpg" width="320" /></a></span></b></div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">Final Yarışması Yazısı</span></b></p><p><span style="font-size: medium;"><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal; text-indent: -18pt;"> </span><i><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">“Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.”</span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;"> Marcus Aurelius, </span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.</span></i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><i><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></i></p><p><span style="font-size: medium;">Ölmek ve Hiçbir Zaman Yaşayamamak</span></p><p><span style="font-size: medium;">Aurelius'un alıntısında insanın ölümlülük ve dünya üzerindeki geçiciliği hakkında duyduğu iki farklı endişe ele alınmıştır. İlk ifadede hafızanın ve insanın zihni üzerindeki kontrolünün zaman içerisinde azalarak yok olması durumu; ikinci ifadede de ise insanın dünyada bırakacağı izin geçici olması durumu ifade edilmiştir. Bu yazıda öncelikle ölümü ve ölümün bilgisinin insan hayatı üzerinde olan etkisi, devamında ise Aurelius'un ele aldığı durumların insanın varlığı üzerine olan etkisi tartışılacaktır. Ayrıca, sanatın bu durum içerisindeki rolü incelenerek sanatın hedeflerinden bazıları ele alınacaktır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Ölüm insanın kaçınılmaz bir şekilde yüzleştiği bir gerçektir. Belli bir yaştan itibaren insan öleceğini ve çevresindeki herkesin öleceğini bilir. Bu yeryüzünde kısıtlı zamana sahip olmanın yarattığı farkındalık, doğal olarak her bireyi farklı şekillerde etkiler. Bazı insanlar üzerinde ne kadar stres ve korkuya yol açsa da bilginin her zaman mutlak iyi olduğu yaklaşımı burada savunulabilir. İnsanın hayatını yanıltıcı bir sonsuzluk hissi içerisinde geçirip ölümle yüzleşmek zorunda bırakılmasındansa bu bilgi ne kadar negatif etkilere yol açabilecek olsa da insanın gerçeği bilmesi daha iyidir. Bir yanılgıyla, bir yalan içinde yaşamaktansa bilgiye, dış dünyanın gerçeğine, sahip olmak insanın daha sağlıklı kararlar vermesini sağlar. Bir son olmadığı veya bu sonun uzak olduğu düşüncesi ile yaşayan bir insan kendini var etmek veya hayatta olmak isteyeceği yere gelmek için bir çaba harcamak için baskı hissetmez. Ancak, belli bir miktar baskı insanın bu hedefleri yerine getirmesi için gereklidir. İlerleyen saatin, geri sahip olamayacağı günlerin baskısı ile yaşayan insan ise bunları yapmak için, kendini var etmek için bir nedene sahiptir. Bir sonraki sabah uyanıp uyanamayacağından emin olamayan insan kendi hayatını istediği gibi yaşama yönünde adım atmaya çok daha kararlı olur. Aurelius, başka bir alıntısında insanın korkması gereken şeyin ölüm değil, hiçbir zaman yaşamaya başlayamamak olduğunu savunur. Ölüm korkusu insanı yaşamaya başlamaya iter. Örneğin, sevmediği bir işte çalışmak zorunda kalmış ve kapitalist sistem içerisinde onu mutlu edecek uğraşı yapmaktan alıkonulmuş bir insan kendi hayatını istediği şekilde geçirememektedir. Belli durumlarda bu sistemin hayatındaki varlığı onu varoluşçu felsefeye göre kendi özünü oluşturmaktan engeller. Ancak, ölüm korkusu olan ve ölmeden önce mutlu olmak isteyen bir insan bu sisteme rağmen kendi özünü oluşturmak için çok daha fazla motivasyona sahiptir. Bu şekilde hayatının sonuna kadar içinde bulunduğu durumun bir kölesi olmak istemediğine karar verip sistemden bağımsız bir şekilde kendi özünü var etmeye başlayabilir. Bu nedenle, ölüm korkusu insanları ne kadar korkutan ve olumsuz etkileyen bir şey olursa olsun gerçeğin bilgisi her zaman insanların daha iyi kararlar vermesine sebep olur. Ölüm bilgisine sahip olmamak kendi hayatının yapbozunun hedef resminin sadece bir köşesini görmeye benzer. Oysa insan karar vermek için bütün resmi görmeli ve ona göre parçaları dizmelidir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Ölüm bilgisi insanlara hayatlarının amaçlarını ve dünyada geçirdikleri bu sürenin anlamını sorgulatabilir. Bu sorunun objektif bir cevabı olmadığından ve olamayacağından dolayı insanlar kendi anlamlarını oluşturmaya çalışır. Bu anlam belli bireylerde Aurelius’un bahsettiği ikinci durumun önüne geçmeye çalışma dürtüsü oluşturur. Kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen bir ağacın sesinin olup olmadığı sorusunu sormuştur George Berkeley. Aynı şekilde, bir insan bütün bir hayatı yaşarsa ancak sonucunda herhangi bir kimsenin hafızasında kalmazsa o insan gerçekten yaşamış mıdır sorusu yöneltilebilir. İnsanı çevresinden bağımsız değerlendirmek imkansızdır, dolayısı ile bir insanın varlığını başka insanların algısındaki varlığından ayırmak zor bir durumdur. Bir insanın kişiliği sabit bir şey olmamakla beraber, objektif bir şey de değildir. İnsanın kendi kimliğini bilmediği savunulabileceği gibi herhangi bir insanın bir kişinin kimliğini bilemeyeceği savunulabilir. Bir insan onu daha önce algılamış olan herkesin zihninde farklı bir haliyle vardır ve bu versiyonların her biri o kişinin kimliği üzerine farklı bir bilgidir. Dolayısı ile, bir insanın kimliği her bir çevresindeki insanın zihninde farklı bir versiyonla var olduğu sürece bu versiyonlardan birinin, kişinin kendi zihnindeki kendi kimliği de dahil, diğerlerinden daha doğru olduğunu savunmak bu perspektiflerden veya algıların birinin diğerlerinden daha değerli olduğunu kanıtlamayı gerektirir. Bu kanıtlama da şu an için imkanlı değildir. Dolayısı ile insanın kendi zihnindeki versiyonunun diğer insanların kafasındaki versiyonundan daha doğru olduğu söylenemez. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda bireylerin varlıklarını başka insanların onları algılamalarına belli bir seviyeye kadar bağlamaları mantıklıdır. Bu nedenle bireyin stabil bir varlıktan çok farklı insanların algılarındaki varlığının bütünü olarak ele alınabilir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Unutulma hiç var olmamak gibi görülebildiğinden dolayı insanlar kendilerini ölümsüzleştirmek için farklı metodlar aramıştır. Sanat, belki de bu metotların en önde geleni ve en efektif olanlarındandır. Sanat sadece insanları ölümsüzleştirmekle kalmayıp yaşamlarını, deneyimlerini de ölümsüzleştirir. Mesela, William Shakespeare sonelerini yazarken hem bir yazar olarak kendini toplum hafızasına yerleştirerek ölümünden yüzyıllar sonra bile hatırlanabilmiş hem de şiirlerinin birçoğunu adadığı sevdiği insanı ölümsüzleştirebilmiştir. Şiirlerinde ölümü sık sık konu alan Shakespeare, şiirlerinde konu konu alarak sevdiği insanı sonsuza dek diri tutabildiğini düşündüğünü belirtmiştir. Aynı zamanda da aralarındaki aşkı ve bağı ölümsüzleştirerek ilişkilerini daha anlamlandırdığını ve ölümsüzleştirdiğini açıklamıştır. İnsanlar sanatı kullanarak ölümden ve ölüm korkusundan kaçmaya çalışırlar. Tarihte hatırlanan, ölümünden sonra insanları etkileyen bir varlık olmak insana bir amaç gibi görünür. Ölümünden sonra bile insanlar bir bireyi algılamaya, onun varlığını kendi zihinlerinde oluşturmaya devam ediyorsa, yukarıda anlatılan argümantasyon çevresinde, herhangi bir zaman var olmayı bırakmadığı savunulabilir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Aurelius’un alıntısında bahsettiği bir diğer durum ise insanın kendisinin hatırlamamaya başlamasıdır. Zamanla zihin güçsüz kaldıkça insanın hafızası onu yanıltmaya başlayabilir ve en sonunda da çok geçmişte kaldıkça bir sürü kendisi için anlamlı olan şeyi unutabilir. Bu unutma arttıkça insan fizyolojik olarak yaşamasına rağmen ölür. Bir insanın kimliğinin ruha veya doğasına bağlı olduğu savunulabilecek olsa da deneyimleri, hatıraları ve bildiklerinin insanın kimliği üzerine olan etkisi yadsınamaz. Dolayısı ile bu bilgileri kaybettikçe insan parça parça ölür. Bu hatırlamayı bıraktığı bilgiler ne kadar ona üzüntü veya kızgınlık getiren bilgiler olsa da o kişinin varlığının yapı taşlarıdır. Deneyimleri ve hatırası olmayan bir insan ruh kaynaklı bir kimliğin kabulu çevresinde yeni doğmuş bir bebekten farksızdır; sadece doğuştan gelen özellikleri ile hayattadır. Eğer insanın kimliğinin tamamen dış dünyadan ve dış dünyayla etkileşiminden kaynaklandığı kabulü ile yaklaşılır ise tamamı ile ölüdür. İnsanların deneyimlerini sanatla ölümsüzleştirmeye çalışmalarının bir başka sebebi de insan zihninin güçsüzlüğü ve bu onları oldukları kişi yapan duyguları, deneyimleri unutmamak istemeleridir. Bu deneyimler ölümsüzleştirildiğinde, bir uzantı olarak kendi kimliklerinin zihinlerinin yetmediği durumda yok olacağı kısmının ölümsüzlüğünü kesinleştirmiş olurlar.</span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHTXi2FvLj75I6-DdkqqBdVwK3GjT7GzwxOFRTWWJe0AZTYKz3bHyrkwfa3hopD-x0VlnClEdRryWXVTleL8j-GDlTY9HdoIpD4hsspssO102ISzEgSXV2O3ApV3Ttzgp2CoVIvbaI39LZ5DCR8T5gjDyE4l8vfTrAU7EdaOG9GuMPIquTGJoGxHrS1A/s4618/IMG_20210827_095703.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjHTXi2FvLj75I6-DdkqqBdVwK3GjT7GzwxOFRTWWJe0AZTYKz3bHyrkwfa3hopD-x0VlnClEdRryWXVTleL8j-GDlTY9HdoIpD4hsspssO102ISzEgSXV2O3ApV3Ttzgp2CoVIvbaI39LZ5DCR8T5gjDyE4l8vfTrAU7EdaOG9GuMPIquTGJoGxHrS1A/s320/IMG_20210827_095703.jpg" width="320" /></a></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></p><p><i><span style="font-size: medium;"><span face="Calibri, sans-serif" style="line-height: 18.399999618530273px;">Ben "insanın olanakları sınırsızdır" savının şevk kırıcı olduğunu ileri sürüyorum. Bu, birini kayığa oturttuktan sonra "Hadi bakalım, tek sınır gökyüzü!" diyerek İngiltere'ye doğru okyanusa itmeye benziyor. Oysa kayığın içindeki, diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi olduğunun da pekâlâ farkındadır. Rollo May, </span><span face="Calibri, sans-serif">Yaratma Cesareti,</span><span face="Calibri, sans-serif"> Metis Yay.</span></span></i></p><p><span style="font-size: medium;">Var Olmayan Bir ingiltere</span></p><p><span style="font-size: medium;">Rollo May kurduğu analojide insana vaat edilen her şey olabilme hayaline bir eleştiri sunmuştur. Bu yazıda May’in alıntısı çerçevesinde öncelikle insanın kendisini var edebilmesi yönünde sunulan hayaller ele alınarak bahsedilen savın neden insanın kendi “öz”ünü oluşturmasını engellediği argümente edilecektir. Devamında ise bunla bağlı olarak özgürlük kavramı varoluşçuluk yardımı ile incelenecek ve argümana destek olarak sunulacaktır.</span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsan, her şey olma isteği ile hiçbir şey olamama korkusu arasında sıkışmış bir canlı olarak ele alınmıştır. İnsanın hayatındaki en temel sorunlardan biri kendini var etmek, bir başka deyişle varoluşçu felsefeye göre “gerçek öz”ünü yaratabilmektir. Bu kendini var etme arayışı içerisinde bahsedilen ve hatta motivasyon aracı olarak kullanılan sınırsız olanaklar savı empoze edilen, ve temel olarak sıradan insana pazarlanan, bir hayaldir. Sanayi Devrimi ile beraber yaygınlaşan, ancak her zaman insanların içinde yattığı savunulabilecek bir istek, bulunduğu durumun ötesine geçme, oluşturduğu çerçevede kendini daha iyi yapabilmektir. Bu insan içerisindeki ilkel bir üstünlük hissine hitap eder ve tarih boyu gözlemlenebilir. May’in bahsettiği savın, pazarlanan bir hayal olduğunun en iyi örneklerinden birisi, James Truslow Adams tarafından “Amerikan Rüyası” olarak adlandırılan düşünce ekolüdür. Amerikan Rüyası bir insan yeterince çalışırsa ve efor sarf ederse insanın daha yüksek bir refah seviyesine ve hayalindeki şöhret, lüks fikirlerine ulaşabileceğini savunur. Bu May’in bahsettiği savın kapitalizm altında insanları manipüle etmek için değiştirilmiş bir örneğidir. Bu rüya, insanlara tutunacakları bir umut vererek onları daha fazla çalışmaya, yani kendilerini daha fazla köleleştirmeye kandırır. May’in öne sürdüğü hali bu kadar manipülatif olmasa da aynı şekilde insanda ulaşamayacağı bir umut yaratarak hayatta olduğu yerin ötesinin mümkün olduğunu ve isterse erişebileceğini söyler. Ancak, gerçek anlamda bu hedefe erişme konusunda herhangi bir yön sunamaz, sadece mümkün olduğuna inandırır. İnsan May’in de bahsettiği üzere bu vaadin bir yalan olduğunu ve sınırın okyanusun dibi olduğunu bilmesine rağmen inanmayı tercih eder. Bu inanç, insanın isteyerek ve çoğunlukla bilinçli olarak kendini kandırmasıdır, çünkü daha önce bahsedildiği gibi hiçbir şey olamama korkusuna bir antitez sunar. Bu çözüm, sadece bir avutma niteliğindedir ve aslında daha zararlı bile olabilir, çünkü insana hayatta ne olursa olsun daha ötesi, daha iyisi olduğu fikrini özümsetir. Bu sonsuz bir açlık ve tatmin olamama duygusu yaratabilir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Kurulan analojide bu fikrin yarattığı özgürlük illüzyonu “tek sınır gökyüzü” denmesi ile ifade edilmiştir, ancak bunun ardında yatan gerçek olan “diğer kaçınılmaz sınırın okyanusun dibi” olduğu belirtilerek illüzyonun doğası ortaya koyulmuştur. Buradaki sınır, her şey olma isteğinin ardında yatan sınırdır: ölüm ve ölümle beraber gelen kısıtlı zaman. Ölümün hayatındaki varlığının her an farkında olan bir canlı olan insan, bu sona ulaşmadan önce hayatında olabildiğince fazla isteğini gerçekleştirebilmek ister. Ancak, insanın rasyonel yanı bu isteğinin makul olmadığının ve çoğu zaman kabiliyetlerinin çok ötesinde olduğunun farkındadır. Dolayısı ile irrasyonel bir varlık olan insan, istediği her şey olabileceği, hayatta sınırsız olanağa sahip olduğu ve bunlara ulaşmakta özgür olduğu fikrini tercih eder. Ancak, bu özgürlük hayali daha kısıtlayıcıdır çünkü aynı şekilde insanın hep daha ötesi olabileceği hissini yaratır ve hayatta olduğu kısa süreçte istediklerini yaratamama, kendini var edememe korkusuyla ölümden ve zamandan korkmalarına neden olur. Bu da insanda tamamlanamamışlık hissine yol açabilir ve insanın kendi “öz”ünü oluşturmasına mani olur. Çünkü sadece dış dünya tarafından yaratılmış olan ve içselleştirdiği bir ideal peşinden koşar. Bu toplumsal hayal etrafında kendini var edememe korkusu ve başarısızlık hissi, içinde bulunduğu toplumdan bağımsız kendini var edememesine yol açar. Sartre’nin dediği üzere “insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar.” Bu hayal ise insanın kendisi, kendi sınırları ile yüzleşmesini engelleyen hayaller sunar.</span></p><p><span style="font-size: medium;">“Synecdoche, New York” isimli Charlie Kaufman filminde ana karakter, Caden değer görmediğini hisseden bir sanatçı ve insandır. Bir sanat bursu kazanınca sanatında istediğini yapabilme özgürlüğüne kavuşur, istediği kadar abartılı ve hırslı bir tiyatro oyunu yapabilecek imkana sahiptir. Bu onu hayatının sonuna kadar süren bir yapım aşamasına sokar ve her seferinde daha da hırslı, daha da büyük çaplı bir eser çıkarmak istediğinden dolayı hiçbir zaman sonlandıramaz. Kazandığı özgürlük hayatında sonu olmayan bir azim ve yetersizlik döngüsüne sokar. Hayatında hiçbir şey son bulamaz, etrafındaki insanlar ölse bile onlarla ilişkisi bitmez çünkü kendi kafasında onların varlıkları devam eder, onun için tek son, ölüm; tek sınır da denizin dibidir. Çünkü, Caden’ın İngiltere’si gerçekte var olan bir yer değildir, sadece peşinden koştuğu bir idealdir. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDhtuOfdTq06VOPi1KIDu-dGM3y5uH-RGxX62gLZSFAZQBkltxG8BfaxvDu4MMelSXM641CGk-YfPhw46rqo7DTENVnjEr_4SJXsnJ_xQjLiCMNGDt-KPuF2dVi6EW_qJ-mfcncvN8_yEybUJTa_IJ-WU75yCm9AB8Qt-vJnE_SBso4dhjASv0egq13A/s3264/63ACF6FE-CE71-4EC5-B084-8F481F0C29E9.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="2448" data-original-width="3264" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhDhtuOfdTq06VOPi1KIDu-dGM3y5uH-RGxX62gLZSFAZQBkltxG8BfaxvDu4MMelSXM641CGk-YfPhw46rqo7DTENVnjEr_4SJXsnJ_xQjLiCMNGDt-KPuF2dVi6EW_qJ-mfcncvN8_yEybUJTa_IJ-WU75yCm9AB8Qt-vJnE_SBso4dhjASv0egq13A/s320/63ACF6FE-CE71-4EC5-B084-8F481F0C29E9.jpeg" width="320" /></a></div><br /><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b><p></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="line-height: 18.399999618530273px;"><i><span style="font-size: medium;">“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</span></i></span></p><p><span style="font-size: medium;">Eşitlik: Çözülmez Kedi Beşiği</span></p><p><span style="font-size: medium;">Eşitlik felsefe, siyaset, sosyoloji -kısacası insanın ele alındığı her alanda- tarih boyunca tartışılan, hatta elde edilmesi imkansız ütopik bir konsept olduğu bile öne sürülmüş olan, bir kavramdır. Adams, fikirler dünyasında yer alan eşitlik kavramını gerçek hayata dökmenin yönteminin çevremizdeki canlıları nesne olarak değil, derinlikli varlıklar olarak olarak görüp destek olmayı teklif etmek olduğunu öne sürmektedir. Bu yazıda öncelikle eşitlik fikrinin tanımlanmasında karşılaşılan problemleri ve Adams'ın önermesinin neden yetersiz olduğunu temellendireceğim. Devamında ise bu önerinin içerdiği tipik eşitlik motivasyonundan ayrılan yönlerini detaylandırıp bireycilik, sosyal sorumluluk ve bencillik gibi konseptler yardımıyla eşitlik üzerine kendi fikirlerimi açıklayacağım.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Adams, herhangi bir soyut kavram üzerine net bir kural koyulmaya çalışıldığında ortaya çıkan sorunlara yenik düşmüştür. Fiziksel bir karşılığı olmayan veya bu fiziksel karşılığı konusunda bir konsensüse varılamayan herhangi bir kavramı iletmek için kelimeleri, yani dili kullanırız. Dil ise edilgen bir şekilde değişir; onu kullanan kişinin, toplumun şeklini alır. Dilin kendi başına bir iradesi yoktur, Richard Dawkins'in "mem" olarak tanımladığı konsepte benzetilebilir. "Mem"ler biyolojik içeriği sonraki nesillere aktaran genler gibidirler ancak, sosyal ve kültürel bilgileri aktarırlar. Bilgi ve kültür aktarımı için bir yöntem olan dilin herhangi bir ögesinin sabit bir anlamı yoktur, bir kelime hayatı boyunca orijinal kullanımının zıttına bile evrilebilir. Wittgenstein'ın dil-oyunu konseptine göre bir kelimenin taşıdığı anlam o an oynanmakta olan "dil oyununun" kurallarına göre şekillenir. Dolayısı ile eşitlik kavramını dil-oyunu konseptine göre ele alırsak kendi başına hiçbir anlam ifade etmeyen, tamamı ile bağlamına ve kaynağına bağlı bir algıdır. Eşitlik bir bakıma çözülemez bir kedi beşiğidir, sadece evrilip çevirilebilir. Bu nedenle Adams'ın bu kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen konseptin dışavurumunun nasıl olması gerektiğini belirttiğinde çok cesur bir önermede bulunmaktadır. Bu önermenin yetersizliğini temellendirmek için ise eşitliği ilkel bir biçimde olsa bile tanımlamam gerekir. Eşitlik, Adams'ın önerdiği gibi bir varoluş durumu değil, bir sıfat olarak kullanılabilir. İki insan her yönüyle eşit olamaz (eğer birinin bile geçmişinde diğerinden farklı bir deneyimi varsa örneğin deneyim konusunda diğerinden üstün olduğu söylenebilir), ama belli bağlamlarda eşit olabilir. Bu nedenle eşitlik, spesifik bağlamda aynı olma durumu olarak tanımlanabilir. Bu objektif veya derin bir tanım değildir ancak kendi içerisinde tutarlı ve kapsamlıdır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Adams'ın önerdiği üzere başka bir insanın problemlerini dinleyerek onlarla duygusal bağlamda daha eşit olmaya çalışılınabilir. Eşitlik yukarıdaki tanım çerçevesinde değerlendirilirse burada iki taraftan herhangi birinin mutluluk seviyesinin diğerine yaklaşması bir eşitleşmedir. Bu durumda Adams dert dinlemenin ve anlatmanın iki tarafın durumlarında bir değişim yaratacağı ön kabulünde bulunmuştur. Eğer derdi dinlenen taraf daha mutlu olursa veya derdi dinleyen taraf durumla ilgili herhangi bir nedenden (örneğin o insanın üzüntüsüne hissettiği empati duygusu) daha mutsuz olursa mutluluk ölçütü çerçevesinde eşitliğe doğru bir adım atılmış olunur. Ancak bu eşitlik kelimesi üzerinden oynanan dil-oyunundaki çok net ve sınırlı kurallara bağlı olarak yaşanan bir eşitlik olur. Oyunun kurallarında küçük oynamalar bile bu dert dinleme dışavurumunu eşitlik yönünde yapılan bir hareket olmaktan çıkarabilir. Ki eşitlik gibi soyut bir kavramda neredeyse her bir insan dil-oyununu farklı kurallara göre oynamaktadır. Dolayısı ile Adams'ın tanımı yetersizdir ancak bu önerdiği hareketin değersiz olduğu anlamına gelmez. Başkalarına destek olmak ve birbirini derinlikli insanlar olarak tanımak her zaman (kendi kurduğum ahlak çerçevesince) önemlidir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Adams'ın önerisinde başka ilginç bir nokta, bir insanın eşitliği -genellikle ele alındığı gibi- diğerkâmlık veya iyilik gibi nedenlerden değil, bireysel bir sebepten istemesini söylemesidir. "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için" ifadesi başka bir insanın iyiliğini gözetmek veya empati duymaktan değil, derdini sormamızı istediği kişinin bizim üzerimizde bir etkisi olduğu için eşitliği hedeflememiz gerektiği çıkarımına götürebilir. Yani başka bir insana yardımın bireysel yarar motivasyonuyla yapılacağı yorumuna varılabilir. Başka bir yorumlaması ise insanların birbirine bağlılığı nedeni ile Adams'ın bahsettiği desteğin sosyal bir sorumluluk olduğudur. Başka birinin derdini dinlemenin bir sosyal sorumluluk olarak görülmesi bireye zarar verebilecek bir durumdur. Başkalarının derdini dinlemek -başka insanların derdini yüklenmek- her insanın, kendisi ne kadar mutlu olursa olsun, psikolojik olarak kaldırabileceği bir durum değildir. Bu nedenle bunu sosyal sorumluluk statüsüne koymak kişileri kötü etkileyebilir ancak bunun uç vaka olduğu da savunulabilir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Ayrıca insanların eşitlik ideallerini pratiğe dökmesi gerektiği belli etik çerçevelerince mantıklı bir istek olsa da bu seviyede basit bir pratiğe indirgenmesi de yeterli görülmemelidir. Başka insanların derdini dinlemek benim kişisel olarak inşa ettiğim ahlak çerçevesince de iyi bir şey olsa bile eşitlik üzerine yapılacak teorik tartışmaların da bu hareket kadar değerli olduğuna inanıyorum. Dolayısı ile Adams'a eşitliğin bir fikir olmaması gerektiği konusunda da katılmıyorum. Mesela dünyada var olan eşitsizliğin kökenini sorgulamak daha kökten bir çözüm sunabilir. Fikrimce, eşitsizliğin sebebi tanrısız bir dünyada her insanın kendi Babil Kulesini inşa etmeye uğraşıyor olmasıdır. Var olmayan bir ideal yaşam; kendimizi tatmin etmeyecek para, ün gibi bir sürü tanrılaştırdığımız olgu peşinden koşmak için kendi kulemizi uzattıkça uzatıyoruz. En uzun kuleye sahip olursak tanrıya ilk ulaşanın biz olacağımızı hayal ediyoruz ve o uğruna bunları yaptığımız tanrı aslında var olmadığı için bizi kimse çarpmıyor. Bazıları daha fazla imkanla başladığından daha üste kadar gidebiliyor ama eninde sonunda elindeki imkan bitince etrafındakinden çalmaya başlıyor. İlk ulaşan o olmalı, ilk ulaşan hepimiz olmalıyız. Bu bencillik ve determinizm çerçevesinde kişinin kendi kontrolü dışında olan bir sürü faktör nedeni ile var eşitsizlik. Kimse doğarken fakir olmayı, azınlık olmayı, depresyonda olmayı veya kadın olmayı seçmiyor ve bu şekilde bazılarının kuleleri diğerlerinden az malzemeyle başlıyor. Kapitalizm de bol malzemeyle başlayanın bu insanlardan çalmasına izin veriyor ve hatta destekliyor. Bu şekilde eşitlik kavramı üzerine yapılacak tartışmalar, konuşmalar sayesinde daha etkili şekilde pratiğe dökebileceğimize inanıyorum. Ancak, Adams'ın önerisinde hala değerli yönler olduğunu, insanların bir diğerini şefkatle ve anlayışla derinlikli insanlar olarak ele almasının önemli olduğunu düşünüyorum.</span></p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-44971827515774914972022-06-12T10:48:00.005+03:002022-06-12T14:06:23.256+03:00Kaan Kümüştekin / Özel Ege Lisesi / İzmir / DüşünYaz 8, Türkiye 8.si<p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGjZMyuqcCuUptroPp8FiwLogEOgb4EyJtCpIdxbnahgqqUC6gv4NS8XIJj7MwcXY5ztDZxwL3ZBViz9ccVdSQ9hbi1kQBw-XTF93FQqBO6l9NNj3YB_yV5-o0x9TMjHStxpdT6IVDeDm4yjWJvacg0w6SqlTn57fDtFFuo4A3tFeOaJyiHfPg1g2Ihg/s4618/IMG_20211013_001722.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: medium;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGjZMyuqcCuUptroPp8FiwLogEOgb4EyJtCpIdxbnahgqqUC6gv4NS8XIJj7MwcXY5ztDZxwL3ZBViz9ccVdSQ9hbi1kQBw-XTF93FQqBO6l9NNj3YB_yV5-o0x9TMjHStxpdT6IVDeDm4yjWJvacg0w6SqlTn57fDtFFuo4A3tFeOaJyiHfPg1g2Ihg/s320/IMG_20211013_001722.jpg" width="320" /></span></a></b></div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b><p></p><p><b><span style="font-size: medium;">Final Yarışması Yazısı</span></b></p><p><i><span style="font-size: medium;"><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hissettiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... Demek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına önceliği.”</span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;"> </span></span></i></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; text-indent: -18pt;"><i>Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay</i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">İnsanın hayatı üç temel oluş etrafında sürüklenir: fikir, duygu ve eylem. Bu üçü arasındaki kaçınılmaz bağ insanların evrimsel niteliklerinden gelen ortak bir özellik olması nedeniyle her davranışı ve dolayısıyla her bireyin hayatını tam anlamıyla yönetir. Dolayısıyla, belki de pratik değeri en fazla olan felsefe sorunlarından biri bu üç kavram arasındaki ilişkidir. Bu bağ yüzyıllarca felsefenin problemi olmuş olsa da günümüzde nörobilim, davranışsal psikoloji vb. alanlar fikir-duygu-eylem süreci üzerine çokça eğilmektedir. Aslında 17. yüzyıl filozofu Baruch Spinoza da madde ve zihin arasındaki bağlantılar üzerine yazdığı yazılarla düşünce ve eylemin ilişkisini kendince ortaya koymuştur. Ona göre eylem ve düşünce birbirinden bağımsız ve birbirine paralel ve aynı zamanda birbirinden ayrılamaz bir karışımdır. Spinoza zihin tarafından algılanmamış hiçbir şeyin bedene etki edemeyeceğini iddia eder. Bedene etki derken duygusal değişimleri, vücuttaki tepkisel değişimleri veya eylemleri kast eder. Zevk ve acının isteklerin nedeni değil aksine sonucu olduğunu ifade ederek devam eder. Buradan yola çıkarak özgür iradeyi reddeder ve hayatta kalma içgüdüsünün insanı yönettiğini ileri sürer. Dolayısıyla, insanın hayatı üçten fazla temel oluş tarafından sürüklenir. İçgüdüler arzuları, arzular fikirleri, fikirlerini eylemleri ( öncesinde o eylemlere yol açan duyguları) açığa çıkarır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Deleuze'un bu sözü de aslında Spinoza'nın ahlak felsefinin temelini oluşturan bir argümanın bir parçasından yola çıkarak kaleme alınmıştır. O, Spinoza'nın düşüncesini formel mantık yardımıyla güçlendirir. Dolayısıyla, fikrin duygudan önceliğini iki farklı yoldan ve iki farklı anlamda kanıtlar. "Sevmek" eyleminin geçişli bir fiil olduğu barizdir. Dolayısıyla sevmek eylemi kendisiyle bir öznenin yanı sıra bir de nesnenin kullanımını gerektirir. Örneğin basit bir örnekten yola çıkalım, "Ben dondurmayı seviyorum." cümlesinde sevmek ilk olarak eylemi yapan özne beni ve sevilen nesne dondurmayı gerektirir. Benim bu cümleyi kurabilmek için her ne kadar hayatımda hiç dondurma görmemiş olsam bile zihnimde dondurma ideasına sahip olmam gerekmektedir. Devam edelim ve "Ben neyi sevdiğimi bilmiyorum." cümlesine bakalım, burada bir şeyi sevdiğimi ancak sevdiğim şeyin ne olduğunu bilmediğimi ifade ettiğimi söyleyebiliriz. Sonuç olarak sevdiğim şey vardır. Bu sevdiğim şeyin idealar dünyasında mı materyal dünyada mı yoksa her ikisinde de var olduğunu bilemesek de varlığından emin olabiliriz. Çünkü olmayan bir şey hakkında konuşmak mümkün değildir. O şey var olmasa da üstünde düşündüğümüz an onu var ederiz ve burada görüldüğü üzere onu var ettiğimiz an sevdiğimiz şeyi bilmediğimizin farkına vardığımız yani sevgiyi tasavvur ettiğimiz andır. Deleuze'nin sözünden de anlaşılacağı üzere bu çıkarım "Ne hissettiğimi bilmiyorum." cümlesi için de geçerlidir. Çünkü her ne kadar bir şeyi bilmesek de onu bilmediğimizi tasavvur etmek nesneyi en azından temsilen var edendir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Varsayalım ki duygular düşünceleri oluşturur. Zihnimizde tasavvur etmediğimiz bir şey bizi mutlu ediyor ve daha sonra bizi mutlu eden bu şeyin ideasına ve dolayısıyla kendisine ulaşıyoruz. Her ne kadar bu idea duygudan sonra ortaya çıkmış olsa da duyguya sebep olan zihinsel bir oluştan bahsetmek gereklidir. Ve bu oluşun temsili olmayan düşünceden ortaya çıkacağını biliyoruz çünkü bu varsayımda varlığın kendisine duyguyu yaşadıktan sonra ulaşıyoruz. Ancak, bu varsayıma göre nesneyi oluşturan onun bizde yarattığı duygulardır. Diyelim ki, ben ilk kez ananas yediğimde ve tavşan gördüğümde aynı duyguları yaşadım (ayrıca zihnimde bu varlıklarla ilgili herhangi bir düşünce oluşmadan önce duygularım oluştu.). Bu durumda ananas yemeyi ve tavşan görmeyi aynı şey olarak mı tasavvur edeceğim? Eğer ki farklı şeyler olarak tasavvur edeceksem buna duygular dışında bir şey mi yol açacak? Kendi hayatımızda biz de çok benzer duygular uyandıran çok farklı şeylerin varlığından söz edebiliriz. Elbette bu duyguların tamamen aynı duygular olmadığını ve dolayısıyla zihnimizde farklı varlıklar olarak canlandıklarını öne sürecekler olabilir. Ancak, o zaman buna karşı verilebilecek cevap da duygular ile varlıkların zihnimizdeki ideaları arasında denkleme sahip bir matematiksel fonksiyon gibi çalışan bir bağ olmadığıdır. İşte bu nedenle ananas yemeyi ve tavşan görmeyi farklı şeyler olarak tasavvur ediyorsam demek ki buna duygular dışında bir şey sebep olmalıdır. Bu da fikrin duyguya göre ve temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına kronolojik önceliğine kanıt niteliğindedir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Bu iki argümantasyon zinciri bana fikrin duyguya neden olduğunu inandırır niteliktedir. Peki fikir varsa duygular vardır denilebilir mi? Bunun için fikrin olduğu her koşulda bir duygunun da oluşması gerekmektedir. TDK duyguları, "belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim" olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, duygu sadece duyumlanan veya tasavvur edilen varlığın bir izlenim uyandırdığı durumlarda ortaya çıkar. Buradan da duygunun oluşumunun her zaman zihinde o varlığın tasavvurunu gerektirdiği savı tekrar tecelli eder. Ancak bir diğer soru halâ cevapsızdır: "Tasavvur edilen her varlık zihinde bir izlenim uyandırır mı?". TDK, izlenimi ise " Bir durum veya olayın duyular yolu ile insan üzerinde bıraktığı etki, intiba, imaj" olarak tanımlar. Dolayısıyla, TDK'ye göre tasavvur edilen varlığın duygulara yol açması için onun ideasının duyular yoluyla elde edilmesi şarttır. Ancak, tasavvur edilen varlığın ideasının duyular yoluyla elde edilmediği ve yine de duygulara yol açan birçok durum vardır. Örneğin rüyalar hiçbir duyudan kaynaklanmasa da insanı üzmesi veya mutlu etmesi oldukça mümkündür. Bunun yanı sıra, sevdiğimiz bir kişinin ölümünü tasavvur ettiğimizde bunu herhangi bir şekilde duyumsamasak da bizi üzmesi oldukça mümkündür. Sonuç olarak, duyulara ihtiyaç duymayan birçok durumda d a fikirlerin duygulara yol açması mümkündür. Bu nedenle duyguları başka bir şekilde tanımlamak gereklidir. Ancak, duygunun felsefeciler veya nörobilimciler tarafından üzerinde anlaşılmış bir tanımı yapılamamıştır. Ancak duygu teorisyenlerinin üzerinde fikir birliği kurduğu 10 temel önerme vardır yine de bunlardan hiçbiri her fikrin bir duyguya sebep olduğunu iddia etmeye yardım etmemektedir. Dolayısıyla, günümüzde her fikrin bir duyguya sebep olduğunu öne sürmeye yarayacak güçlü bir sav yoktur.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Pekâlâ bu çıkarımlar ne işe yarar? İlk olarak duygularının düşüncelerinden kaynaklandığının farkında olan insan (duyguların hislerle iç içe olduğunu varsaydığımızda) </span></p><p><span style="font-size: medium;"> kendi hislerini ve duygu durumunu anlar ve bu farkındalıkla yaşar. Tasavvur ettiği kavramları değiştirerek hüzünden, psikolojik olarak acıdan vb. göreceli olarak kötü duygulardan kaçabilir. Elbette, Spinoza bu çıkarımı reddedecektir. Çünkü, ona göre özgür irade yoktur ve düşünceler arzulardan kaynaklanır; dolayısıyla doğrudan kontrol edilemez. Ancak, bu doğru olsa bile insanın duygularını kontrol edebildiğine dair bir illüzyonunun varlığı içgüdülerinde ve dolayısıyla arzularında istenilen yönde bir değişime sebep olabilme potansiyeline sahiptir. Yani, dolaylı olarak duyguları da etkileyecektir ki bu çıkarıma Spinoza'nın da katılması mümkündür. Dahası, belki de tüm bu çıkarımlar psikolojik sorunlar yaşayan bir bireyin bu durumdan çıkmasına yardımcı olabilecek bir durumdur. Psikologlar, terapide ilk olarak danışanına danışanın içinde bulunduğu duruma kendisinin neden olduğunu aşılar ki yine kendisi bu durumdan çıkabilsin. Bireyin duygularına sebep olan şeyin kendi düşünceleri olduğunun bu birey tarafından içselleştirilmesi bu bireyin içinde olduğu durumun kendi ürünü olduğunu anlamasını sağlayacaktır ki bu da onun içinde bulunduğu durumdan çıkmasına oldukça katkı sağlayacaktır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Spinoza bize doğanın bize koyduğu sınırların farkına vararak yaşamayı öğretmiştir ve belki de özgür iradenin yokluğu gibi korkutucu bir fikri savunmasına rağmen felsefesiyle onu okuyan kimi insanların hayatı sakince yaşamasına katkı sağlamıştır. Ancak belki de her şey doğa kanunlarının sonucu değildir veya öyleyse de benim ve birçok insanın Spinoza'nın fikirlerinden etkilenip sükunetin bulması doğa kanunlarının bir sonucudur. Will Durant de Felsefenin Öyküsü'nde Spinoza'yı Eski Ahit 28 yardımıyla "Spinoza'yı ilk okuyan adam onu tam olarak tanımıyordu, sonuncusu da tanıyamayacak. Çünkü onun düşünceleri denizden, öğütleri derin derinlerden daha derindir" şeklinde anlatmıştır. İşte ben de Spinoza'nın düşüncelerini Deleuze'un da düşünceleriyle sentezleyerek doğa kanunları içinde kendi duygularım ve hislerim üzerinde düşüncelerim yardımıyla etkim olduğu sonucuna varıyor ve Spinoza sayesinde bir anlığına da olsa yaşam içinde sükunet buluyorum.</span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgW2ijcOV6FMivRGNYtQGMK5OtC1aWUoB1HpfqsY4JdqFu-l1ka8iYMjvjSoC-xlTKtgkY0ccL2ts5IZzurkHmKZxdADMAtB3Nch-yYYasXSj5Ssq8JetGdWLWMLp1QUDzEtB-t3ytjkhOow3dO2Q9_9WppzlAWUR1M1NCk2Taq6vbzjsp3goY4bGCYJQ/s4295/IMG_20211121_163737.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: medium;"><img border="0" data-original-height="3053" data-original-width="4295" height="227" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgW2ijcOV6FMivRGNYtQGMK5OtC1aWUoB1HpfqsY4JdqFu-l1ka8iYMjvjSoC-xlTKtgkY0ccL2ts5IZzurkHmKZxdADMAtB3Nch-yYYasXSj5Ssq8JetGdWLWMLp1QUDzEtB-t3ytjkhOow3dO2Q9_9WppzlAWUR1M1NCk2Taq6vbzjsp3goY4bGCYJQ/s320/IMG_20211121_163737.jpg" width="320" /></span></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><b><span style="font-size: medium;">İkinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." Aristoteles, Politika.</i></span></div><div><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;"><br /></span></div><div><div><span style="font-size: medium;">Antik Yunan Felsefesinin, -Farabi’nin deyimiyle- ilk öğretmeni Aristoteles hayatı boyunca felsefenin birçok farklı sorusuna cevap aramıştır. Bu sorulardan biri de bir arada yaşayan insan topluluklarının ne şekilde yaşaması gerektiği ve dolayısıyla ideal yönetim biçiminin ne olduğudur. Bu soruya devletin gerekliliğini ve ideal devletin ne şekilde olması gerektiğini açıklayarak cevap vermeye çalışan Aristoteles, siyaset felsefesiyle ilgili düşüncelerinin büyük bir kısmını “Politika” adlı kitabında toplamıştır. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Aristoteles’in devlet görüşünün temel bir yapıtaşı devletin bireyden önce geldiği düşüncesidir. Aristoteles’in bu şekilde düşündüğünü Politika’daki “…şehir ya da devletin, aileden de aramızdaki herhangi bir bireyden de önceliği vardır. Çünkü bütün, parçadan önce gelmelidir.” şeklindeki bölümden de anlayabiliriz. İşte bu nedenledir ki Aristoteles bir sitede (site kelimesi Antik Yunan şehir devletlerini kastetmektedir.) yaşayan bireyleri devletin olabileceği en iyi halde olmasını sağlayacak “politika araçları” olarak gördüğünü düşünüyorum. Dolayısıyla, bence Aristoteles’in "Bir site farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir site meydana getiremezler." sözü onun gözünde bir devletin varlığının yeter değil ancak gerek koşullarından birinin de farklı tür insanlardan oluşan bir toplum yapısı olduğunu göster. Peki Aristoteles farklı insanlar derken ne kastetmek istemiştir ve gerçekten farklı tür insanlar gerekli midir?</span></div><div><span style="font-size: medium;">Kanımca Aristoteles’in “farklı insanlar”ın gerekliliği hakkındaki görüşünü onun devletin içinde bulundurduğu bireylere olan üstünlüğüne dayandırabiliriz. Dahası, Aristoteles bireylerin potansiyeline ulaşmak için bir organizma olan devletin organları olması gerektiğinden bahseder. Bunu daha iyi anlamak için Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi adlı kitabından bir alıntıya başvurabiliriz: “İma edilen şudur: Bir el, canlı bir vücuda bağlı olduğunda yerine getirebileceği amacına -tutma amacı- göre tanımlanmalıdır. Benzer şekilde birey devletin bir parçası olmadan amacını gerçekleştiremez.” Bu sözden Aristoteles’in ellerin vücuda ihtiyaç duyduğunu düşündüğünü anlayabiliriz. Dahası, bu çıkarım başka bir sonuca da götürür. Vücut olan devletin eller, kollar, burun, ayak, akciğer, beyin, kalp gibi birçok farklı organa ve yapıya ihtiyacı vardır. Bu farklı organlar (insanlar) farklı kalifikasyonlara ve düşünce yapısına sahip olacak, farklı işler yapacak, farklı fikirler ortaya atacaklardır. Farklı insanların gerekliliğini anlamak için bir düşünce deneyine de başvurabiliriz. Tamamen aynı özelliklere ve yapay zekaya sahip seri üretim robotlar tasavvur edelim ve bu robotların aynı anda her şeyde çok iyi olamayacaklarını varsayalım. Bu robotların oluşturduğu toplum her ne kadar kimi alanlarda oldukça gelişmiş olsa da geri kalan alanlardaki eksikliğinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Bu eksik oldukların alanlar örneğin savaşmak, matematiksel çözümler yapmak olabilir. Bu gibi durumlardaki toplumların devletin devamlılığı için gerekli savunma, ilerleme gibi durumları gerçekleştiremeyeceğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla, toplumda farklı insanların gerekliliği aşikardır. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Belki de farklı insanların devlet için gerekli olduğunu savını destekleyen bir başka noktada tarihin işleyişidir. Tarih boyunca – belki de özellikle Fransız Devrimi’nden itibaren- toplumsal değişim ve devinimlerin yaşandığını biliyoruz. Yine tarih boyunca bu değişimlere ayak uyduramayan devletlerin yani bir başka deyişle yeniliklere ayak uyduramayan devletlerin yıkıldığını görebiliriz. İngiliz Tarihçi Arnold J. Toynbee “A Study of History” adlı serisinde toplumların kimi aşamalardan geçip yaratıcılığını kaybettikçe öldüğünü söyler. Dolayısıyla, bir devletin yaşamını sürdürmesi onu oluşturan bireylerin yaratıcılığına bağlıdır. TDK, yaratmayı “Zekâ, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak, yapmak” olarak tanımlar. Herkesin aynı olduğu toplumda herkesin zekâ, düşünce ve hayal gücü de aynı olacaktır. Sonuç olarak, yaratıcılık var olsa bile tekdüze olacaktır. Toplumun sorunlara cevap verebilmesi zorlaşacak belki de imkânsız hale gelecektir. Farklı bireylerin var olduğu toplum karşılaştığı sorunlara cevap bulabilecektir. O toplumun oluşturduğu devlet yaşamını sürdürebilecektir. Aristoteles’in farklı insanların varlığını sitenin varlığı için gerekli şartlardan biri olarak görmesinin temel sebeplerinden biri de bu olabilir. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Günümüzde de özellikle Batı dünyasında devletler kapsayıcı olmaya çalışmaktadır. Devletler azınlıkları ve ezilen grupları topluma entegre etmeye çalışmaktadırlar. Ancak, bu durum oldukça maliyetli ve zor bir iştir? Peki, niçin devletler bu tarz bir yükün altına girmektedirler? Çünkü, uzun vadede bu grupları topluma katmak ekonomik olarak avantajlıdır. Bu grupların topluma katılmasıyla yeni gruplar ve yeni düşünce tarzları eğitim alarak diğer gruplarla aynı imkanlara sahip olmaktadırlar. Uzun vadede bu durum farklı şekilde düşünebilen bireyleri ortaya çıkarmaktadır. Yani, Aristoteles’in “farklı” insanlarını topluma kazandırmaktadır. Bu sayede, toplumlar gelişmekte ve devletler olarak yüksek ekonomik getiri elde etmektedirler. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Farklı insanların bir devletin var oluşundaki gerekliliği bir başka soruna yol açar. Her ne kadar başta farklı insanların varlığını güvenceye alabilsek de zamanla bu insanların birlikte yaşadıkça birbirine benzemeye başlaması kaçınılmazdır. Ne kadar bu insanlar tamamen birbirine benzeyemeyecek olsa da toplumdaki benzerliğin artması kaçınılmaz olarak o toplumun esnekliğini azaltacak, yeni düşüncelerin yeşermesini sekteye uğratacaktır. Bu demek değildir ki, toplumun bireylerinin birbirine bir miktar benzemesi kötüdür ancak Aristoteles’in savından da yola çıkarak her devletin onu oluşturan bireylerinin düşünsel, fiziksel yönleriyle birbirine göre farklılıklar sahip olmasını ister. Dolayısıyla, bunu güvenceye almak için gerekli önlemleri almalıdır. Belki işte tam da burada, Locke’tan itibaren gelişen felsefi liberalizm ve en önemli temsilcilerinden biri olan J. Stuart Mill devreye girer. Aristo iyiyi, Mill ise toplum için mutluluğu hedefler ve bunu başarmaya çalışırken ikisinin yolları bir noktada kesişir. Belki de bunu yaparken Mill Aristoteles ile çok farklı temellerden yola çıkar. Ancak sonuç olarak, J. Stuart Mill de Özgürlük Üzerine adlı denemesinde Aristoteles gibi bir toplumu oluşturan bireylerin farklılıklarının korunmasının önemine değinir. Mill, denemesinde farklı görüşlerin bir toplumun ilerlemesinde için elzem olduğuna değinir ve bunun için özgürlüklerden bahseder. Onun için temel olarak, bireylerin düşünme, fikirlerini yayma ve müzakere özgürlüğü önemlidir. Bireyin bu özgürlüklerini topluma karşı korumanın devletin sorumluluğu olduğunu öne sürer. Yani, özetlemek gerekirse toplumun gelişmesi için farklı insanların ve görüşlerin gerekli olduğunu öne süren Mill, bunun için devlet ve yasa tarafından güvenceye alınan özgürlüklerle sağlanacağını düşünür. Mill, bu farklı görüşlerin farklı insanları ortaya çıkaracağı ve topluma optimum faydayı sağlayacağını savunur. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Geçmişten bugüne tüm bu durumlara baktığımızda devletlerin ayakta kalmak için yeni ve farklı düşüncelere ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni farklı düşüncelerin yokluğunda ekonomik olarak zarar ettiğini, kendi kendine yetemediğini hatta ve hatta yıkıldığını gördük. İşte, bu nedenle Aristoteles’in de belirttiği gibi bir site farklı tür insanlardan oluşur ve bu insanların yokluğunda site (devlet) var olamaz. Kanımca, devletin oluşmasından sonra devamını güvence altına almak da bir o kadar önemlidir ve bunun için devlet farklı tür insanlardan oluştuğunu her an garantilemek ister. Belki de Aristoteles’in görüşlerini tamamen yansıtmasa da ben bunun için de düşünce ve ifade özgürlüğü gibi bireysel özgürlükler çokça önem teşkil etmektedirler. </span></div><div><span style="font-size: medium;">KAYNAKLAR:</span></div><div><span style="font-size: medium;">https://www.worldbank.org/en/topic/social-inclusion#1</span></div><div><span style="font-size: medium;">Aristoteles, Politics </span></div><div><span style="font-size: medium;">Mill J.S., Özgürlük Üzerine</span></div><div><span style="font-size: medium;">AĞIRMAN, Ferhat. "Aristoteles: Devlet-Birey İlişkisinde Devletin Önceliği." Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi 6.13 (2018): 676-683.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Russell Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 1, Alfa Felsefe. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Toynbee J. Arnold, A Study of History. </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdSs8x0bdvs0PTLRxOC4onTKTGXw-dFNlqyKpcerF0skZdCucha3HJPWa0hJhTOqeIah-BglC4g6LJ9dcZo1fnZnmB16vmwmqeMRXO8pX-_M_bYm2lodaJp6p8BTnwr7AVF8ZoDw8U_w3H9ZEW7xSwD3ornvNZ4Weyh6CwmvkbL3lhyJI1FvcQuUHE_w/s1600/8E501B0D-AC07-4EE6-AB63-E24885E006D2.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="font-size: medium;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdSs8x0bdvs0PTLRxOC4onTKTGXw-dFNlqyKpcerF0skZdCucha3HJPWa0hJhTOqeIah-BglC4g6LJ9dcZo1fnZnmB16vmwmqeMRXO8pX-_M_bYm2lodaJp6p8BTnwr7AVF8ZoDw8U_w3H9ZEW7xSwD3ornvNZ4Weyh6CwmvkbL3lhyJI1FvcQuUHE_w/s320/8E501B0D-AC07-4EE6-AB63-E24885E006D2.jpeg" width="320" /></span></a></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;">“Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, “Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.” Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Sayfa 20</span></div><div><div><span style="font-size: medium;"> </span></div><div><b><span style="font-size: medium;">Carol J. Adams'ın Eşitlik Görüşü Doğrultusunda Bir Pratik Olarak Eşitliğin Sağlanması</span></b></div><div><span style="font-size: medium;">Eşitlik, A ve B nesnelerinin belirli bir X özelliği yönünden birbirinden farklı olmamaları olarak tanımlanabilir. Bu tanım her ne kadar geniş bir çerçevede olsa da ve eşitliği nesnel bir yargılamayla ortaya koymanın önüne geçse de özgürlük, eşitlik gibi toplumu ve bireyleri ilgilendiren soyut kavramların bağlama bağlı olduğunu iddia etmenin absürt kaçacağını düşünmüyorum. Eşitliğin ne olduğunu bugünkü tanımlama biçimimizi 14. Yüzyılla ilgili bir metni incelerken kullanırsak anakronik bir düşünme sürecine girmemiz ve yanlış sonuçlara varmamız oldukça olasıdır. Dolayısıyla, eşitliğin bugünkü bağlamda hangi anlamda kullanıldığını anlamak önemlidir. Bunun için de belki biraz da tarihin akışının eşitliği nasıl biçimlendirdiği ve tarih boyunca filozofların bu konu hakkında ne düşündüğüne bakmak önemlidir. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Eşitliğin etraflıca felsefenin konusu olması 17. Yüzyılda Hobbes ve Locke gibi sözleşmeci filozofların ortaya çıkmasıyla mümkün olduğu sıkça düşünülmektedir. Ancak, eşitliği felsefi bir kavram olarak tam anlamıyla ortaya atan Rousseau’dur. Özellikle 1755’te çıkardığı İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve sonrasında 1762’de yazımını bitirdiği Toplum Sözleşmesi ile eşitlik ve eşitsizlik kavramlarını ve daha geniş bir çerçevede bu kavramların insan doğasında ve tarihindeki yerini kendince ortaya koymuştur. Her ne kadar Rousseau’nun eserleri kapsamlı bir eşitlik fikrine ulaştığımız ilk kaynaklar gibi gözükse de Antik Yunan da bile demokrasi, eşitlik ve adalet fikirlerinin bir bütün içinde tartışıldığını görüyoruz. Antik Yunan’da siyasi ve ekonomik eşitsizliğin varlığını biliyoruz (Ober J., 2018). Platon’u ve Aristoteles’i bu eşitsizliğin savunucularından olarak sınıflandırmak mümkündür. Platon ilk yazılarında mülkiyetin ve siyasi güçlerin dağıtımı konusunda radikal bir eşitsizlik ilkesi benimseyip güçlü ve bilgeye daha fazla güç ve servet vermiştir. Hayatının ileri bölümlerinde daha eşitlikçi bir çizgiye yaklaşmıştır. Aristoteles’in de kadınların toplumsal hayata katılması yönündeki görüşlerinin günümüz dünyasında çağ dışı ve cinsiyetçi görüleceğini belirtmek yanlış olmak ki Aristoteles’i cinsiyetçi şekilde nitelendiren söylemler büyük oranda doğruluk payı da içermektedirler. Kısacası görüldüğü gibi Rousseau’dan çok daha önce de eşitlik teorik olarak felsefenin konusuydu. Yine de biraz daha geçmişe gittiğimizde, henüz felsefenin bir disiplin olarak ortaya çıkmadığı zamanlarda, yine pratik hayatta eşitlik ve eşitsizliğin varlığında bahsedebiliriz. Şimdiye kadar eşitliğin ve eşitsizliğin ne olduğundan bahsederken siyasi ve ekonomik eşitliğin varlığından bahsettim. Peki ya Rousseau’ya geri dönüp avcı toplayıcı atalarımızı incelersek ne olur? Rousseau’nun doğal düzende özel mülkiyetin yokluğu ve bireylerin ihtiyaçları kadar tüketim yapması sonucu eşitliğin var olduğunu iddia ettiğini biliyoruz. Rousseau aynı zamanda bu eşitliğin bir sonucu olarak savaşların var olmadığı ve insanların barış içinde yaşadığı bir dünya kurguluyor. Ancak günümüzde ulaştığımız verilerle avcı toplayıcı atalarımızın gerçekten o kadar da barışçıl olmadığını görüyoruz. İki farklı çalışmada Illinois Üniversitesi’nden Lawrence Keeley ve Harvard Üniversitesi’nden Steven Pinker, araştırdıkları sahalarda buldukları insan kalıntılarından ölümlerin yüzde 15’e yakınının savaşlardan kaynaklandığını iddia ediyorlar. Bu nedenle, Rousseau’nun argümanının sonucunun yanlış olduğunu dolayısıyla ya akıl yürütmede bir hata olduğunu ya da avcı toplayıcı atalarımızın o kadar da eşit bir hayat yaşamadıklarını çıkarabiliriz. Her ne kadar bu bu bilgiler Carol J. Adams’ın sözüyle doğrudan alakalı gözükmese de aslında eşitliğin bir fikir ve pratik olarak varlığını eşitliğin tarihsel gelişiminden yola çıkarak yorumlayabiliriz. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Görüldüğü gibi eşitlik veya eşitsizlik, bu kavramlar henüz teorileştirilmeden önce de doğada vardı. Yine de nasıl mavi rengine insanlar sosyal bir gerçeklik atfetmeden önce doğada var olmamasına rağmen insanlar için bir anlam ifade etmediyse eşitlik de insan zihninde bir kavram olarak var olmadan önce varlığı insanlar tarafından bilinmiyordu. Dolasıyla eşitliğin bir fikir değil bir pratik olduğu fikrinin tamamıyla doğru olmasının mümkün olmadığını çünkü eşitliğin en azından bir kavram olarak ifade edilmesinin gerektiğini iddia edebilirim. Daha sonra Adams, diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda eşitliği pratiğe geçirdiğimizi iddia ediyor. Bu bağlamda eşitliği ne anlamda kullandığı bu önermenin yanlışlığı ve doğruluğu yönünde çıkarım yapabilmek için büyük bir önem arz ediyor. Belki de ironik bir şekilde nesne muamelesi yapılmaması gerektiğini belirttiği diğer insanlar ve hayvanların burada eşitliğin nesnesi durumuna geldiğini söyleyebiliriz. Cümlede işi yapmayan (Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda) biz, özne durumundayız. Nesne olan diğer insanlar ve hayvanlar (bundan sonra Y diyeceğim), bizim davranışlarımız sonucunda nesne konumuna indirgeniyor. Ancak burada Adams’ın argümanında belirttiği Y’nin nesneye indirgenmesini sadece öznenin biz olduğumuz durumlarda nesne olarak Y’nin bizim tarafımızdan ya bir veya birkaç sıfatla nitelendirildiği, belirtildiği ya da biz ve başkası tarafından Y nesnesini doğrudan fiziksel, psikolojik vb. şekilde etkileyen durumlar olarak kabul edeceğim. İlkine örnek olarak, “Ben, X’in bugün yorgun olduğunu düşünüyorum.”, ikincisine örnek olaraksa “Ben X’in Z’yi sevmediğini düşünüyorum.”. Ancak belirtilmesi gereken bir durum var ki bu cümlelerin kuruluşundan sonra ilgili nesnenin bu cümlenin önerdiği durumla ilgili herhangi bir aksiyon alamaması nesne olarak kalması için önemli. Yani, savı değiştirmek adına nesnenin özne durumuna geçememesi gerekiyor. Dolayısıyla bence Adams’ın eşitlik tanımını özne olan biz tarafından nesne konumundaki Y’nin bizim tarafımızdan savın nesnesi hâline getirilip daha sonra nesne konumundaki Y’nin bu aynı özelinde özne konumunda hareket edememesi olarak tanımlayabiliriz. </span></div><div><span style="font-size: medium;"> Şimdi, avcı toplayıcı atalarımıza geri dönelim. Günümüzde ortaya çıkan veriler sayesinde gördük ki onlar da birbirini öldürüyorlardı. Böylelikle bir anlamda bir avcı toplayıcı başka bir avcı toplayıcıyı yaptığı aktivite sonucu nesne konumuna indirip öldürdüğü kişinin sadece bu olay özelinde değil bir daha hiçbir zaman bir olayın aktif anlamda öznesi olmasının önüne geçiyordu. Rousseau bunu bilse özel mülkiyetin varlığından önce “doğal düzen”de olan atalarımızın eşitlik içinde yaşadıkları şeklindeki argümanını gözden geçirir miydi tam anlamıyla bilmek zor. Ancak Adams’ın argümanın tutarlı bir şekilde yorumlarsak onun bugünkü değer yargılarıyla avcı toplayıcı atalarımız o kadar da eşitlikçi değildi. Ne var ki anakronik bir tarihsel yoruma başvurmamak için Adams’ın bugünkü eşitlik kavramını yorumlama şeklini avcı toplayıcı atalarımız için kullanabilir miyiz diye düşünmek gerekli. Bunun için Adams’tan alınan bu alıntının son cümlesini incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Adams diyor ki, “Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz.”. Burada “bu” kelimesi diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmamayı niteliyor ve Adams “bu”nu pratiğe dökmenin birine yukarıda belirtilen soruları sorduğumuzda mümkün olduğunu belirtiyor. Bu savını da birinin başından geçenlerin herkesi bağladığı bir dünyada yaşamamızla destekliyor. Yani bu argümanında can alıcı nokta kolektif bir düzen içinde yaşamamız. Avcı toplayıcı atalarımızın da kendi içinde sosyal canlılar olarak gruplar hâlinde yaşadıklarını ve iş bölümü yaparak veya herhangi bir amaç doğrultusunda beraber çalışarak yaşamlarını sürdürdüklerini biliyoruz. Dolayısıyla, Adams’ın kolektif dünyasının daha küçük düzeyde avcı toplayıcılar için geçerli olduğunu belirtebiliriz. Ancak avcı toplayıcı atalarımızla modern dünyada bizim yaşadıklarımızın eşitlik kavramı üzerindeki benzerlikler (en azından bizim hakkında bilgi sahibi olduklarımız) bu kadarla sınırlı. 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' sorularını avcı toplayıcıların beraber yaşadıkları insanlara herhangi bir şekilde sorup sormadığını henüz bilemiyoruz. Rousseau’nun argümanları, elimizdeki veriler ve Antik Yunanla ilgili kaynaklar göz önüne alındığında en azından milattan önce Adams’ın bahsettiği özgürlüğün var olmadığını çıkarabiliriz. Daha sonra da Fransa’da Fransız Devrimi’ne ve İngilitere’de de belki de sosyalistlerin ve J.S. Mill gibi liberallere kadar eşitlik vurgusu yapılmıyor ki bu dönemde yapılan eşitlik vurgusu da canlıların nesneye indirgenmesine tam anlamıyla karşı değil. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Adams, bireylerin nesne durumuna indirgenmesini engellemek için onları özne durumuna geçirecek iki soru öneriyor. Elbette, bu sorular Adams’ın argümanı doğrultusunda nesneden özne haline gelen bireyleri ve canlıları bizle konunun öznesi olarak eşitliyor. Argümanı şimdiye kadar yaptığım çıkarımlar doğrultusunda sağlam ve geçerli. Ancak ben Adams’ın tanımıyla eşitliğin pratik olarak sağlanması için bu soruların gerekli ama yeterli olmadığı sonucuna varıyorum. Bir an için özne konumunda eşit olduğumuz diğer insanları ve hayvanları yaptığımız başka bir eylem veya söylediğimiz başka sözle nesne konumuna tekrar itelememiz oldukça olası bir durum ve Adams’ın eşitliğini sağlamak için bu konuda bir adım atılmadıkça eşitliğin anlık olarak sağlanması soruna geçici bir çözüm bulmaktan ve dolayısıyla sorunu geçici olarak yok saymaktan başka bir işe yaramaz. </span></div><div><span style="font-size: medium;">KAYNAKLAR:</span></div><div><span style="font-size: medium;">L. Keeley, War Before Civilization: The Myth of The Peaceful Savage (Oxford: Oxford University Press,1996).</span></div><div><span style="font-size: medium;">S. Pinker, The Better Angels of Our Nature: Why Violance Has Declined (New York: Penguin, 2011).</span></div><div><span style="font-size: medium;">R. Sapolsky, Behave: The Biology of Humans at Our Best and Worst (Vintage, 2018)</span></div><div><span style="font-size: medium;">G. Anagnostopoulos, Democracy, Justice, and Equality in Ancient Greece: Historical and Philosophical Perspectives (Springer International, 2018)</span></div><div><span style="font-size: medium;">Ober J. (2018) Institutions, Growth, and Inequality in Ancient Greece. In: Anagnostopoulos G., Santas G. (eds) Democracy, Justice, and Equality in Ancient Greece. Philosophical Studies Series, vol 132. Springer, Cham. https://doi.org/10.1007/978-3-319-96313-6_2</span></div><div><span style="font-size: medium;">Rousseau, J. -J. (2004). The social contract. Penguin Books.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Rousseau, Jean-Jacques. Discourse on the Origin of Inequality. Dover Publications, 2004.</span></div><div><span style="font-size: medium;">Gosepath, Stefan, "Equality", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2021 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/sum2021/entries/equality></https:>.</span></div></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><br /></div></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-74454109113778369792022-06-12T10:24:00.005+03:002022-06-12T10:34:42.814+03:00Şahpar Nil Özer / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / DüşünYaz 8 Türkiye 9.su<p><span style="font-size: medium;"></span></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><span style="font-size: medium;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9ghNhhRaEhaXf0Z_Pzrw0EmgNzMRsYGvrmcURJF-5Te7XR2jzb9dzqfTcjxhOp_gQdfptpEz4jGuvmY2NmwR8bOOHThYybvV6qir9_TVGUj8LX6Gc30trwryNqaTDZTMeynQWEfNJgqje29q_6YWdfGd97Ggj2iQjfNUeioA_XbX3R8sQfVEAwhnr7A/s1600/D6A0F8B5-2262-4C0F-8C0D-5664A048650C.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1066" data-original-width="1600" height="213" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9ghNhhRaEhaXf0Z_Pzrw0EmgNzMRsYGvrmcURJF-5Te7XR2jzb9dzqfTcjxhOp_gQdfptpEz4jGuvmY2NmwR8bOOHThYybvV6qir9_TVGUj8LX6Gc30trwryNqaTDZTMeynQWEfNJgqje29q_6YWdfGd97Ggj2iQjfNUeioA_XbX3R8sQfVEAwhnr7A/s320/D6A0F8B5-2262-4C0F-8C0D-5664A048650C.jpeg" width="320" /></a></span></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><p></p><p><span style="font-size: medium;"><b>Final Yarışması Yazısı</b></span></p><p><span style="font-size: medium;"><i><span style="font-family: "Times New Roman"; font-stretch: normal; line-height: normal; text-indent: -18pt;"> </span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">“Fikrin duyguya göre önceliğinin çok basit bir nedeni var: Sevmek için, istediği kadar belirsiz olsun, istediği kadar karışık olsun, sevilen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. İstemek için de istediği kadar karışık, istediği kadar belirsiz olsun, istenen şeyin bir fikrine sahip olmak gerekir. "Ne hissettiğimi bilmiyorum" dendiğinde bile, istediği kadar karışık olsun, nesnenin bir temsili vardır. Ne kadar belirsiz olursa olsun... Demek ki fikrin duyguya göre hem kronolojik, hem de mantıksal bir önceliği vardır. Yani temsili düşünme tarzlarının temsili olmayan düşünme tarzlarına önceliği.</span></i></span></p><p><span style="font-size: medium;"><i><span color="rgba(0, 0, 0, 0.847)" face="Calibri, sans-serif" style="caret-color: rgba(0, 0, 0, 0.847); text-indent: -18pt;">Gilles Deleuse, </span><span face="Calibri, sans-serif" style="text-indent: -18pt;">Spinoza Üzerine Onbir Ders, Kabalcı Yay</span></i></span></p><p class="MsoListParagraph" style="line-height: normal; margin-bottom: 0cm; mso-add-space: auto; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><span style="font-size: medium;"><o:p></o:p></span></p><p><span style="font-size: medium;">"Kimse seni sen olduğun için sevmeyecek; herkes seni, seni sevmenin onlara ne kadar yakışacağını düşündüğün için, yani kendileri için sevecek ve bu da demek oluyor ki insan böyle yaparak yine kendini sevecek. Sen hiç sevilmemiş olacaksın hikayenin sonunda." demiş Dostoyevski bir çoğuna göre. Gerçekten Dostoyevski bunu demiş mi ya da bu öyle genel bir kabul için bir kılıf mı bilinmez ama bu cümlelerin çıktığı zihin şüphesiz Gilles Deleuze’ye katılırdı. İnsan biyolojik olarak görsel bir varlıktır. Saatte 36.000 görsel kaydedebilen gözlerin arkasındaki beynin de yüzde 90'ı görsellerdir. Çok daha geriye baktığımızda iletişim kurabilme etkisini gösteren Homo Sapiens çok basit bir şekilde duyularını karşıdaki bireyin beyninde yer edecek şekilde sunmuştur. Bu sunuş, türünün diğer örneklerinin gelişmiş duyularının da ötesinde bir yarar sağlamakla birlikte insan evriminin sonradan estetik denilen bir algı üzerine de çokça kafa yorduğu zihinsel ifadeleri fiziksel araçlara dönüştürebilme kabiliyetini doğuracaktır. Gilles Deleuze’nin alıntısında bahsettiği bu fikir ve duygu kronolojisi de hem insan düşünme tarzının bir evriminin bir sonucu iken hem de felsefi kategorilerde duygu ideallerinin basit yansımalarıdır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Deleuze’nın temel aldığı fikir önceliği üzerine toplum kurallarında sevginin işleyişinin eleştirisinin temel aldığı Spinoza’nın 'Aşk diyalektiği'ne değinmek istiyorum. Spinoza sevgiyi Hristiyanlığın ele aldığı şekilde Tanrıya duyulan aşk şeklinde incelemiştir. Bu incelemenin sonucu olarak ulaştığı 'Entelektüel Tanrı sevgisi' ideali sevginin çok gelişmiş bir versiyonudur çünkü Spinoza'ya göre insan doğanın kendisi olan Tanrıya dair ne kadar bilgi edinebilirse, onu ne kadar 'tanıyabilirse' bunun verdiği bilinçle yine Spinoza'nın oluşturduğu 'dışsal bir nedenin fikrinin eşlik ettiği sevinç' tanımında sevgi sevgiyi Tanrı 'fikrinin' yarattığı sevinçle elde edecektir. Bu sevginin entelektüel olmasının sebebi ise duygusal tatminin yanı sıra bilişsel bir anlayışın yarattığı etkide bir sevinçle oluşmasıdır. Spinoza’nın sevgiyi yine bir başka duygu olana sevinç'in nedenine bağlanması sevginin '.. dan sevinç duymak' olması yine etki tepkisel bir bilince bağlı motor sinirlerinin varlığının düşünsel bir yorumudur. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Fikir ve sevgi arasındaki söz konusu bu ilişkiyi idealar üzerinden yorumlamak gerekirse Spinoza 'İdeanın nesnesine uygunluğu' nu savunur. Spinoza'nın bahsettiği idea şüphesiz Platonun idealar dünyasına ait Platonik sevgiden farklı bir şekilde nesneye hizmet eder. Buradaki nesne uygunluğu fikrin oluşturduğu sonuca bağıntılı olmasıdır. Ancak, Platon'un güzelliği tek başına tanımanın yarattığı motivasyonla daha ruhsal güzellik takdirine doğru ilerlemeye bağlı seviyeli bir düşünce düzenini sevgi olarak ele alması bakış açıları arasındaki benzerliği göz önüne serer. Spinoza’nın Tanrı’ya duyacağı aşkın sevginin temelinde yer alan başlı başına tanrı düşüncesi -yani dini birikim- onu daha fazlasını öğrenmeye iten güçtür ve bu güç yine Platon’un tanımında olan ve kendisinin de bilgiyle olduğunu savunduğu bilinç sevincinin bir sonucudur. Bu iki düşünürün de ortaya attığı sevgi tanımları bir noktadan içselleştirilen anlayış ve kabullerdir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Bu normal sürecin günlük hayattaki ilerleyişi insan doğasının acımasızlığı ve bencilliğinden dem vuruyor. Aklın insanın yaşamda sağ kalabilmesinin aracı olduğunu savunan Objektivizm felsefesinin kurucusu Ayn Rand, 'Rasyonel bencilliği' savunur. Ona göre kişi ancak kendi çıkarlarını öncelik hiyerarşisinde en tepeye koyduğu sürece tam anlamıyla rasyonel olabilir. Bu alıntıda değinilen istekler de kişinin kendisine ideal gördüğü bir resimden yola çıkar. Beğenilerimiz, isteklerimiz, sevdiklerimiz kendimize layık gördüğümüz şeylerdir. Bir şeyi kendimize layık görmediğimiz sürece o şey üzerine ne düşünmek ne de zaman harcamak için bir nedenimiz olur. Sevgi dediğimiz kavram insanın sınıflandırılması kolay olmayan bir şeydir. Sevginin derecesine dair bir sınırlama yine sevgi duyulan/duyulacak nesnesinin ya da kişinin bireyde yarattığı düşüncelerde yarattığı birikimle belli olur. Çok basit bir örnekle sanatın aksini çok güzel sunduğu şekilde genel güzellik algısının bulduğu alıcı ve ulaştığı insan birimi daha fazla iken genel güzele uymayan tiplemelerin yönetimi daha az kişi tarafından önemsenen bir durumdur. Bu durum toplumun, yine toplumun yarattığı çizgiye layıklığına dair verdiği bir savaştır. Bu tür bir amaca yönelik yaşamak ne kadar gerçekçi ve insancıl gelmese de medya kadar gerektiğinde zehirli sayılabilecek bir gücün yarattığı kaynaklar bu durumu aşırı normalleştirir. Aslında günümüzün en büyük sorunlarından biri de en iyiye yönelik kişisel menfaatlerimizi bireysel bir 'en' den ziyade toplumsal bir sıralamaya bağlı tutmaktır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Aslında Fikirin Sevgiden hem matıksal hem de kronolojik bir önceliği vardır derken bile bu iki unsurun yarattıkları fiziksel etkinin bir tanımı yapılmıştır. Mantık ve Kronolojinin bilimi olduğu zaman algının, doğal olarak da insan aklının ürünleridir. O zaman sevginin hislere bağlı etkisinden yola çıkarak yapabileceğimiz bir yorum maalesef insan zihninin ve ruhunun ele alabileceği bir şey değildir. Bu tür bir yorum gerçekleşebilirse bile tamamen varsayımsal olacağı için şu anki mantığa dayalı yorum kadar taraflı olacaktır. Fikri karşılaştırmak için tekrardan bir fikirden yola çıkmak duygular kadar bağımsız bir varoluş için adil bir sonuç yaratmaz. Henüz bildiğimiz şekilde fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayan fiziksel dünya dışında işleyişine dair net bir 'fikrimizin' olmadığı ruhsal dünyanın fikirlere ve önceliklere olan etkisini henüz bilmememiz şu anda sahip olduğumuz ilerlemeyi anlamaya yönelik çabamızı değersizleştirmez. Ancak duyguları bir de duyguların dilinden dinleyeceğimiz zamanda dek duygular dilsiz, biz eksik kalacağız. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Sonuç olarak temsili düşünme tarzı olan akıl ve mantığın öncülüğü temsili ol(a)mayan düşünme tarzlarını şu ana kadar sahip olduğumuz birikimle ele alır hatta anlamlandırmak üzerine güzel bir iş çıkarır. Neticede yüzyıllardır süregeldiği şekilde, bir insan ilk önce dış görünüşe bağlanır bu bağın oluşturduğu merak -motivasyon- sonrası için gerekli olan dayanaktır. Bir şeylerin dış görünüşü fiziksel bir paket olmayabilir bu bir dizi sıfat ya da oluşturulmuş bir algı sonucu insanda yarattığı pozitif ya da negatif etkinin yakıtıdır. Birçok parametrenin yarattığı akımda zaman zaman karmaşıklıklar düşünme ve hissi yansıtma sürecini etkiliyor olsa da baskın bir düşünce kendisini destekleyecek unsurları her zaman seçme yetisine sahiptir. Bu yüzden bu baskınlığı yaratacak eşleşmelerin hangi yönden sağlanacağı algı, his ve en önemlisi mantıkta güzelce yoğrulmalıdır. Neticede sevgi insanın kendi elleri de olsa hassas bir bakıma ihtiyaç duyar çünkü ruhun -henüz- bir mekaniği yoktur. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-q3HM5jM7_Dr1YApYSCYq2raWErR2g0rb_EJxoTWBR1FRHfVMoBssCpTNCq5lMD0lUIIecm9f3Pk5q_1iWWHB79J-18DlV-Ej-LakKas-5YZ7l9_cNnE1Eqh72Q-CCrT2I-fgQWTG_-pfi-7sapnRTSfjLLgNeI8RitwBU0o5RsPHLJ7vtUVTd0Xo5A/s1440/60AA5741-1D07-427F-BEB1-4974C3F0A34C.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1440" data-original-width="1440" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-q3HM5jM7_Dr1YApYSCYq2raWErR2g0rb_EJxoTWBR1FRHfVMoBssCpTNCq5lMD0lUIIecm9f3Pk5q_1iWWHB79J-18DlV-Ej-LakKas-5YZ7l9_cNnE1Eqh72Q-CCrT2I-fgQWTG_-pfi-7sapnRTSfjLLgNeI8RitwBU0o5RsPHLJ7vtUVTd0Xo5A/s320/60AA5741-1D07-427F-BEB1-4974C3F0A34C.jpeg" width="320" /></a></div><b><span style="font-size: medium;"><p><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></p>2. Adım Yazısı</span></b><p></p><p><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu, Metis Y.</i></span></p><p><span style="font-size: medium;">Gerçekliğinde değer</span></p><p><span style="font-size: medium;">Zaman, -tek başına yapılan- bir yarışta her hareketini kaydeden bir kamera gibi bizim açıklarımıza, başarılarımıza, eylemlerimize, önem verdiklerimize göre bizimle ilerler. Zamanın geçmesinden ziyade zamanın gelişmesi, bir şeylere uygunluk yaratması, doğrularımızı, yanlışlarımızı bulmamız bizim zaman değerimizi oluşturur. Büyük hikayelerin baş aktörüdür her önemli olay için "bir süre sonra" sözü. Arkasından geçen zamana değer bir haberle gelir. Zamanın tekrarlardan oluştuğunu düşünmek belki de bu yüzden umut vadetmez. Sürekli aynı şeylerin yaşandığı bir hikayede bir noktada farklılık, o farklılıkla ortaya çıkacak bir ders bekleriz. Belki de o hikayeyi hikaye yapan şey değişimdir, bir ilerleme ya da çökmedir. Ancak zamanın değerini Byung-Chul Han gibi indirgemeci bir yaklaşımla iyiye veya köye bağlı bir değişim olasılığına eşlemek çok doğru değildir. Bir şeyin beyaz olmasının değerini anlamak ve ispat edebilmek için önce siyahın varlığını kabul etmek, beyazın kabulünün değerini siyahın gerçekleşmeyen olasılık düşüncesiyle düşürmemek gerekir. Bakarsınız şans verilen bir olasılıkta siyahın değeri, doğruluğu, kabulü gerçekleşir. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Zamanın gerçek dışılığı hakkında önemli düşünceleri olan John Ellis McTaggart, metafizik alanında çalışmalar yapmış ve Hegel’in etkisi altında kalmış İngiliz bir düşünürdür. O, zamanı A ve B serisi olarak ayırmış; A serisinde zamanın zihinden bağımsız akışını ve dinamik sürekliliğini ve süreklilikte olabilecek değişimleri savunmuş, B serisinde çizgideki olaylar arası değişmeyen bağlara örnekler vermiştir. Onun bu tutumu zaman felsefesinde önemli bir yer tutar ancak düşünürün yarattığı bu iki sistem de ayrıntılarıyla birçok düşünürün ilgisini çeker. Peki zamanın anlamlı olması hangi sistemin bir sonucudur ya da zamanın kişide uyandırdığı farklı anlamlar mı zamanın ne olduğuna dair farklı sitem ve düşünceleri yaratmıştır? Zamanın sürekli bir ilerleme durumunda olması insan düşüncesinin çalışma prensibine çok uygundur. Nihayetinde çok uzun çağlardır güneşin batışından, bir arabanın hızına kadar birçok şeyi kendi algımız dahilinde gerçekleşmesine bir ölçüm aracı olarak zamanı; saatleri, dakikaları hatta bazen saliseleri kullanırız. Hayatımızın devam etmesi için önemli bir araç olan zaman algısı çok küçük yaşlarda günlük tecrübeler ve kurallar sayesinde oluşur. Oluşan bu algı saat üzerinde rakamlarla ifade ettiğimiz daha bilimsel bir şekilde öğretildiğinde tekdüze bir zaman algısını gütmüş oluruz. Bu tekdüze algı herkes için aynıdır. 1 saat dünyanın her yerinde 60 dakikadır, bunun kabulüne dair iç sözleşmeler uzun yıllar önce birileri tarafından yapılmış, kabul etmesi de bize kalmıştır. Bu değişime bağlı sistem kurma ihtiyacına bağlı kullanımının belki de tek rahatsız edici yönü Einstein ‘ın biraz esprili bir şekilde "elinizi bir dakikalığına sıcak bir fırının içine sokun, sanki bir saatmiş gibi gelir. güzel bir kızla bir saat kadar zaman geçirin, bir dakikaymış gibi gelir. izafiyet budur." sözleriyle bahsettiği zaman algısının tamamen bulunduğumuz yer, hareketimiz ve hızımıza göre değişme halidir. Bu durumu göz önüne alırsak ne zaman ölçülebilir ne de biz zamanı McTaggart’ın A serisinin ellerine bırakabiliriz. Belki B serisinin olayları birbirlerine bağlı zamanlarda görerek “daha erken olma”, “eş zamanlı olma”, “daha sonra olma” kavramlarında sistemsiz ama soru işaretlerinin çözümünü gerektirmeyen bir yol bulabiliriz. Ancak bu plansız ilerleyiş bir vazgeçişten farksız değildir ve zamanın varlığına dair yaratılan birçok değeri hiçe sayar. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Zamana verilebilecek değerin aslında değişimlere inanmak ve kişinin zamanın neye bağlı olduğuna dair yapacağı seçimlerle oluşabileceğine işaret eden mevcut düşünce sistemlerinden bahsettikten sonra, bizim bu sahip olduğumuz zaman algısını ne ile doldurarak anlamlandırdığımız üzerine mevcut durumu yorumlamak istiyorum. Bazen belki teolojik nedenlerle belki de irade ve bireysel kararlara olan inkarla “kader” ya da “bir şeyler olacağına varır” gibi şeylere bağlılığımız oluşur ya da artar. Bu tür bir bağımlılık ister istemez davranışlara bir tekdüzelik, özensizlik getirir. Çünkü değişmeyeceğine gerçekten inandığımız bir şeyin için efor sarfetmek anlamsızdır. Bir şeylerin ol(uş)ması Türkçenin de yansıttığı gibi bir -iş; yapış, kaybediş, kazanış evreleri o ekte varoluşuna işaret eden zamana bağlıdır. Ancak Parmenides gibi “oluş” ve “değişim”i reddedenler zamandan ve özelliklerinden bağımsız zihinsel bir varlığı savunurlar. Bu tür bir varlık tadı ve kokusu gibi sonradan kaybedilebilir “aldatmacalar”a sahip ancak zihindeki elmaya dair varlığı kaybolmayacak bir varlıktır. Sadece zihinde var olduğu düşünülen bu elma o zaman hiç değişmeyecektir. Bu değişmeme durumu o elmanın önemini yitirttirecek, varoluşundaki sonsuz tekrarla zihinde bulunacaktır. </span></p><p><span style="font-size: medium;">Öte yandan Herakleitos’un “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözü gibi, her an her salise(!) varlık, oluş, akış değişmektedir. Bir bakış hiçbir zaman diğerinin aynısı olmayacaktır, çünkü o anın tüm parametreleri aynı değere dönmeyecektir; kaşlar aynı hızda kalkamayacak, gözbebekleri o milimetrik büyümeyi tam kararıyla yaratamayacaktır. Kısacası her an her bakış gibi eşsizi kalacaktır. Herakleitos’un da dediği gibi önceden girdiğin bir nehir akan sularıyla çok fazla taş taşımış, çok fazla seyahat etmiş, değişmiştir; aradan geçen zamanda en basitinden birçok yeni tecrübeye hakim olan sen birçok yeni fikre farkındalığa sahipsindir. Ancak daha önce o nehre girmiş olmana rağmen, yenilenen suyun sıcaklığı, hala o sudaki taşların aynı parlaklıkta olup olmadığı gibi birçok alandan yeni tecrübelerin olabileceği fikrine sahipsindir bu düşünce sisteminde. Bu noktada tecrübe her iki bakış açısında önem taşır, tecrübenin değerinden birini oluşturan sonradan da duruma uygun bir dersi olması durumu tekrara hizmet ederken, her zaman yeni tecrübelerin güdülmesi aslında hiçbir şeyin de tamamlanmadığını belki de iyi ve kötü skalasında bir yolculuğa çıktığını gösterir.</span></p><p><span style="font-size: medium;">Toparlamak gerekirse, zaman ona ne verdiğiniz, ondan ne umduğunuzla ilgilidir. Tekrarlarda konforu bulan, güvende hisseden bir birey için değişim çok belirsiz olmakla beraber bu değişimi getiren ana karakter zaman yeni belirsizliklerin habercisidir. Yeniliklere gelişime ve gelişimin yolunda yaşanacak düşüş ve yükselmelere hazır olan bir birey için zaman bir fırsattır. Çünkü herkesin geçen 24 saat dışında üzüntüleri, heyecanları, kalp kırıkları, mutlulukları, sıkıntıları, sevdikleri hatta korktuklarından oluşan günleri vardır. O günü yenileyen şey saat,n 00.00’ı göstermesi değil, her şeyi farklılaştıran yeni an ve hisler, beklenilen ya da ansızın ortaya çıkan olaylardır. Belki de bu yüzden her zamanın bir sisteme, kurala ihtiyacı yoktur. Herkesin zamanı önemlidir. Çünkü asıl değere ulaşmak için geri döndürülemeyen tek şey olan zamanın kabulünde herkesin zamanı biriciktir. Bu yüzden zamanı anlamlı kılan şey kişinin zamana kattığı ve zamanın kendisine katmasına izin verdiği anlar, zamanın benzersiz kokularıdır. </span></p><p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQqfxnRH6jjpq1LY_iNfn5N2kseWWQ0HDGgHVhodpu7pse8pv2VvR9ZRjFSeEGeT36ju8gxKlpT0rBTz1ApWpIxH7OVs4GJ6LpD3LzJ486Lt0gdZGIlixgz3rg8AjGt7NzzkfM0nSaW2CFQCUNVPf5zd2VQejykj-SyOXf9qfi6r0D_vnzVkW5ueCMVA/s4618/IMG_20211128_143738.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQqfxnRH6jjpq1LY_iNfn5N2kseWWQ0HDGgHVhodpu7pse8pv2VvR9ZRjFSeEGeT36ju8gxKlpT0rBTz1ApWpIxH7OVs4GJ6LpD3LzJ486Lt0gdZGIlixgz3rg8AjGt7NzzkfM0nSaW2CFQCUNVPf5zd2VQejykj-SyOXf9qfi6r0D_vnzVkW5ueCMVA/s320/IMG_20211128_143738.jpg" width="320" /></a></div><span style="font-size: medium;"><br /></span><p></p><div><b><span style="font-size: medium;">Birinci Adım Yazısı</span></b></div><div><b><span style="font-size: medium;"><br /></span></b></div><div><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;"><i>"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..." Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, s.113</i></span></div><div><span face="Calibri, sans-serif" style="font-size: medium; line-height: 18.399999618530273px;"><br /></span></div><div><div><span style="font-size: medium;">İzin İsteyen Özgürlük </span></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><span style="font-size: medium;">Özgürlük, sadece fiziksel bir ayrı bütünlük olsaydı şu an tüm dünya her şeyi yapmakta özgürdü. Ancak toplum dediğimiz yapıdaki kurallar bu fiziksel özgürlüğü daha üst bir perdeden bilinçsel duvarlarla sınırlandırır. Bilinçaltımızda yapabileceğimizi bildiğimiz şeyler, bize yapamamamızı öğütleyen sesler hatta bazen açık yaptırımlarla sınırlandırılır. Çünkü eğer içerisinde yaşadığımız toplum yönetiminde bu yaptırımları savunuyorsa ya da savunmak durumunda kalıyorsa yönetimin elinden geçen tüm kalemler tek bir noktaya odaklanır ve bu nokta çizilen çizginin dışına çıkan çizgiyi silmeye, değiştirmeye çalışandır. Fiziksel zararlar bir noktada önlenebilir veya bu zararı verenler toplumun geri kalanına da örnek olacak şekilde cezalandırılabilir. Ancak düşünceler kolayca silinip atılabilecek, bir hücreye kapatılıp yok olması beklenebilecek şeyler değildir. Çünkü düşünme akışkan bir oluşumdur. Herkese ulaştırılabilir, kolayca yeniden şekillendirilebilir ve bir kere yaratılıp paylaşıldığında hep bir yerlerde; belki aklın bir köşesinde belki de bir kâğıt parçasında bulunabilir. Ancak sınırlanan düşünceler birbirlerine bağlanmakta sorun yaşar, bu oluşturacakları birikimleri ve sonuçları çok büyük oranda etkiler. Düşüncelerinin sınırlanacağını düşünen bir toplum ise en başından düşünmeye korkuyla bakar, aklındaki sese kulak vermemeye başladıkça da zihni de üzerine düşünmeye başlamayacağı çevreye bakan gözleri gibi körleşir. Geriye baskının inşaa ettiği duvarlar arasında dolanan bir çift boş göz ve toplumun tüm kalemlerinin kilitlerine esir edilmiş bir zihin kalır. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Hegel'in sözlerinde bahsettiği siyasal özgürlük de toplumunun her ferdinin, yaşadığı ülkede belli yasaları oluşturan ve işleyişi sağlayan birimlerin insanın özgürleştikçe düşünen, düşündükçe gelişen bir yapıya yönelik ihtiyacına hizmet eden, bireylerin fikirlerinden çok tüm halka fayda sağlayan bir felsefenin kapılarını aralayan bir durumdur. İktidarın kişilerin "şimdiki ya da gelecekteki eylemleri üzerindeki bir eylem" olduğunu savunan Foucault, özgürlüğün insanın ontolojik varlığındaki bir ihtiyaç olduğunu söyler ve özgürlüğü kısaca "hayır" diyebilme gücü olarak bir itiraz dürtüsü olarak dile getirir. Ona göre iktidar ve özgürlük ayrılamaz bir ilişkiye sahip olmalıdır. Bu yüzden iktidarın devamlılığında zorunlu olarak yarattığı kalıplar içerisinde özgürlüğün nasıl bir yeri olabileceği ile ilgilenmiştir. Toplumdaki insanların düşünme de dahil her türlü eyleminin üstünde bir güç olan iktidar her bireyin zihnine bir normal sınırlaması getirir. Bu sınırlar içerisine büyüyen kişiler sahip olmadıkları dışarıdaki bir boşluğu doğal olarak fark edemezler, bu yüzden içinde bulundukları kalıba tam anlamıyla yayılıp yeni yetişen bireylerin üzerinde daha kalın bu sefer önceki jenerasyonun da kendi yarattığı gerçekliğin etkisiyle de sınırlanmış yeni bir kalıp oluşturur. İktidarın da bireylerin eylemleri üzerine eylemlerinde harcayacağı efor azalmış olur çünkü toplum kendi içerisinde en başında iktidara göre şekillenmiş kalıbı ve dayatmaları yeni bir şey sunarcasına bir döngü içerisinde en başta oluşturulmuş sınırları hiç aşmadan devam ettirir. Eğer bir noktada bu kalıpta bir boşluk açılmaz ve gelişme alanı daha da küçültülürse en sonunda bu kalıp kendi kendini yok eder. Sylvia Plath'in Sırça Fanus'unun ilk bölümlerinde anlattığı New York'ta bir dergiden kazandığı ödül için çekilen fotoğrafında etrafında birçok insanla ve elindeki hediyelerle oluşturduğu görüntü anın hazzından sonra ona bile bile katkı sağladığı en başından oluşturulan algıyı fark ettirmiştir. Ülkenin bir ucunda ücra bir kasabada yaşarken kazandığı ödül ile tamamen farklı bir kişiye dönüşen genç kızın görüntüsü birçok aynı durumdaki insana boş umutlar vererek New York'un bir hayaller şehri olduğuna inandıracak ve kendisine hediyeler yağdıran dergiye ödül için harcadığı paradan daha büyük miktarda bir umut ticareti geliri sağlayacaktır. İktidar bazen</span></div><div><span style="font-size: medium;">gerçekten doğru şeyleri yaparak piyangonun bize vurabileceğini söylerken, piyangonun arada sırada vurduğu kişiler aslında herhangi bir ayrıcalık kazanmış değillerdir çünkü bu hikayenin devamı için oluşturulmuş piyonlar gözden çıkarılması gereken küçük miktarlara bakar. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Heinrich Blücher Berlin'in yoksul işçi sınıfına doğmuş, daha sonradan Stalinizmi reddetmiş eski bir Alman Komünist Partisi üyesi aynı zamanda siyasetle yakından ilgilenmiş, Nazilerin savunmalarını dinlemiş olan dönemin önemli düşünürlerinden Hannah Arendt'in ikinci eşidir. Blücher yaptığımız her şeyin ahlaki bir değer sonucu oluştuğuna işaret ederek, toplumda sunulan ahlaki kaynaklara karşı çıkmıştır. Ona göre iktidar hem dini hem de bilimi kullanarak kendi ahlakımızın oluşmasını engellemeye çalışmıştır ve bireylerin bu "araçlar" dışına çıkıp kendi eylemlerine kendisinin karar vermesi gerektiğini savunmuştur. Bu düşünce ve beraberinde getirdiği iki kavram olan din ve bilim insan ve toplum ihtiyaçları sonucu oluşmuş ancak bir noktada bu ihtiyaçların ortaçağda gördüğümüz gibi suistimal edilerek toplumun belli kesimlerine fayda sağlayan işleyişlerin yapı taşları haline gelmişlerdir. Geçmişte din etkisiyle gelişimine zarar verildiği düşünülen bilim günümüzde iktidarların elinde yeni bir güç, hiyerarşide yerlerini belirleyen önüne geçilemeyen bir akıştır. Düşünmenin bir ürünü olduğundan iktidarların oluşturduğu yeni sitemlerde özgürlük, kolaylık ve gelişme olarak yansıtılan bilim bu sefer de akıllıca bir planla düşünmeye teşvik eden ama düşünmenin toplum içerisinde yaratılan başka ahlaki sistemlerle -örneğin geçmişten günümüze halk yapısındaki özellikle gençleri aşırı ancak gelişme sağlamayan özgürlükler vaadeden yeni normaller- kalitesinin düşürüldüğü iktidarlarının eski hikayelerinin yeni kahramanıdır. Daha somut bir örnek verebilmek adına günümüzde bize ücretsiz ve kolaylık olarak yansıtılan internetin biz daha farkında olmadan aklımızdan geçenleri doğal olarak sorularımıza yansıttığımız şekilde bir bilgi depolama ve iktidarın yeni adımlarında kullanmak üzere yarattığı bir araç olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Daha önce defalarca haberleri yapılan ve büyük teknoloji firmalarının da açıkça kabul ettiği bu gerçek firmalara bir tehdit olmaktan çok bizim farkında olmamız rağmen devamlılık yaratmamızla onlara daha yeni fırsatlar için uygun bir toplumun oluştuğunun haberini veriyor. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Sonuç olarak Hegel'in sözünde bahsettiği özgürlük bilinci kolay oluşan bir yapı değildir ve özellikle günümüzde kolayca etki alanına girebileceği birçok itici güç vardır. Siyasal güç bu itici güçlerin etki alanını ve sistemlerini belirleyen temel yapı olduğundan yarattığı sistemlerde hedef aldığı toplumların bağımsız düşünme ihtiyacını göz önünde bulunduracak şekilde bir yol belirlemezse tamamen bağımsız ve özgür düşünceli bir toplum oluşumu mümkün değildir. Bu </span></div><div><span style="font-size: medium;">özelliklere sahip olmayan bir toplumda insanların düşünme ihtiyacı hissedeceği, sahip olduğu düşünceleri karşılaştırabileceği bu sayede fikirlerini geliştirebileceği eleştirel ve sorgulayıcı bir anlayışa sahip yapı oluşmaz. Doğal olarak da felsefe ortaya çıkamaz. En bilinen örneğiyle felsefenin ortaya çıktığı yer olan Antik Yunan'da bu denli bir sistemli yapının oluşmasındaki temel etkenler; ticari ilişkiler sayesinde kültürel alışverişle yeniliklere açık olan bir toplum oluşması, demokrasi ortamının ilkel de olsa sunularak düşünceye verilen değerin yansıtılması, din ve vicdan özgürlüğünün bulunması ve bilgiye bir araçtan ziyade "bilmek için bilmek" düşüncesini temel alınmasıdır. Kişilerin düşüncelerini siyasi, dini ve toplumsal konularda dile getirebileceğini bildiği bu tür bir yapı kişiye tamamen kendi değer yargılarının oluşması imkanı verir, bu tür bir imkan toplumun devamı için gerekliliği hat safhada görülen yönetim bilincinin kapsayılıcığıyla mümkündür. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Yine de toplumda etkileri göz önünde bulundurulmasa da insan iradesini ve kararlarını oluşturan birçok farklı arkaplan olduğunu düşünen ve bu arkaplanların insanın özgür irade</span></div><div><span style="font-size: medium;">yanılsamasını oluşturan temel öge olduğunu düşünen filozoflar vardır. Determinizme göre her şey başından karar verilmiştir ve bir değişiklik yapılması mümkün değildir. Her şey olması gerektiği şekilde ilerler. Toplum ne kadar değişirse değişsin ulaşacağı nokta bellidir. Buradan yola çıkarak ilerleme dediğimiz şeyler de kendi içerisinde baştaki plana uymuştur. </span></div><div><span style="font-size: medium;">Tüm bu farklı görüşler düşünme yapımızı etkileyen durumları ne kadar ortaya koysa da toplumun felsefe ortaya çıkarması için mühim olan sağlanan özgürlük mü yoksa bizim ne kadar özgürlük sağlandığını düşündüğümüz müdür belli değildir. Ancak bu noktada tek gerçek hedef düşüncelerin özgürlüğe ulaşmış olması varlıklarını sürdürmeleridir.</span></div></div><div><span style="font-size: medium;"><br /></span></div><div><br /></div><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:0cm;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:10.0pt;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
line-height:115%;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-size:11.0pt;
mso-ansi-font-size:11.0pt;
mso-bidi-font-size:11.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoPapDefault
{mso-style-type:export-only;
margin-bottom:10.0pt;
line-height:115%;}
@page WordSection1
{size:612.0pt 792.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:981732412;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:1666224744 -1886228452 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-text:%1-;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-6832965214521007312022-06-12T10:08:00.002+03:002022-06-12T10:11:21.871+03:00Melek Zeynep Kaçar / TEVİTÖL Özel Anadolu Lisesi / Kocaeli / DüşünYaz 8 Türkiye 10.su<p><b><br /></b></p><p><b></b></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><b><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhd3fHkIF2HLqrknlGGsjWtHVkfnL7aDbgiQnQLAHnzYXY-xhaI9NOi5DlIkvIxa3xe3h1hpsxKsRo-Ad2ON9dGg1CSd2VCPdN0MiAjBumzqyFW5rnedpDCtpUU9I6ty_frHBZA52FFohkAV8mnfgsl_0C5leT4DboPwy-FCDMP-OZT-_SbclZPb1-7hA/s1600/E7D2F63D-520F-43C6-BD53-7328E36D9E8E.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhd3fHkIF2HLqrknlGGsjWtHVkfnL7aDbgiQnQLAHnzYXY-xhaI9NOi5DlIkvIxa3xe3h1hpsxKsRo-Ad2ON9dGg1CSd2VCPdN0MiAjBumzqyFW5rnedpDCtpUU9I6ty_frHBZA52FFohkAV8mnfgsl_0C5leT4DboPwy-FCDMP-OZT-_SbclZPb1-7hA/s320/E7D2F63D-520F-43C6-BD53-7328E36D9E8E.jpeg" width="320" /></a></b></div><b><br /> <span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Final Yarışması Yazısı</span><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span></b><p></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><i><span face="Arial, sans-serif" style="background-color: white; color: #666666; font-size: 10pt;">“Biraz zaman geçsin her şeyi unutacaksın. Biraz zaman geçsin her şey seni unutacak.” </span><span face="Arial, sans-serif" style="background-color: white; caret-color: rgb(0, 33, 71); color: #002147; font-size: 10pt;">Marcus Aurelius, </span></i><i><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><span style="background-color: white; color: #666666;">Kendime Düşünceler, İş Kültür Yay.</span><o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">YOL ARKADAŞIMIN HEDİYESİ: AYAKKABILAR ÜZERİNE<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Unutma edinimi, evrimsel psikoloji temelinde insanların sağladığı kazançlardan biridir. Mesela, sabah evden (veya benim gibi yatılı bir öğrenciyseniz yatakhanenizden) çıkarken ayakkabınızı giymeniz gerekir ve bir süre ayağınızda onu hissedersiniz. Ancak bu his zamanla kaybolur, ayakkabı giydiğinizi unutursunuz ve onu hissetmeyi bırakırsınız. Aksini hayal etmek durumu kavramak için faydalı olacaktır, ayakkabı giydiğinizi unutmadığınızı ve saatlerce onları hissetmeye devam ettiğinizi düşünsenize! Bu, daha önemli şeyleri hatırlamanızın önüne geçecek ve büsbütün rahatsız edici olacaktır. Bu durumu fiziksel koşullarla sınırlamamak gerek tabii. Bizi üzen, sinirlendiren, kıskançlık hissettiren durumları da zamanla unutuyor oluşumuz mental ve varoluşsal iyi-oluş hali için fazlasıyla yararlı. Stoacı filozofların, Marcus Aurelius bunlardan biridir, duygulara bakışı bu doğrultuda bizlere ışık tutabilir. Stoacılar, duyguları üçe ayırır: ön-duygular, sağlıklı duygular ve sağlıksız duygular. Bu doğrultuda bu duyguların hiçbirinin sonsuza kadar hatrımızda yer kaplayışı bizim için iyi olmayacaktır. Bu duyguları hissetsek de zamanla onların üstesinden gelerek bizim üzerimizde fazla güç sahibi oluşlarını engellemek, Stoacılık'ta yer bulan görüşlerdendir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span><span style="font-size: 10pt;">Zamanla her şeyi unutmamızın iyi bir şey olduğunu söyledik, ancak felsefi bağlamda düşünürken karşı görüşe bir bakış getirmemek felsefenin doğası gereği eksik olacaktır. Karşı görüşü desteklemek adına işaret edebileceğimiz bir problem anlam yitimidir. "Zaman ile beraber her şeyi unutacaksam ve her şey de beni unutacaksa bütün bunların ne anlamı var?" sorusunu yönelttiğimizde karamsarlığa kapılmak mümkün ancak lüzumsuzdur. Bu görüşü kişisel olarak biraz açmak istiyorum. Her bireyin "ne olma"/"ben olma" farkındalığına ulaşması adına gittiği yolda varoluşumu anlamlandırma çabası gösterdim. Bu yolda kendimi anlamak için "Ben kimim, kim değilim?", "Karşılaştığım kültürel, sosyoekonomik, etnik ve toplumsal doneler benliğimle ilgili bana hangi farkındalıkları kattı?", "Ben önemli miyim, neden?", "Eğer onu tanıyan herkes öldüğünde bir insanın varoluşuyla hiç olmamış olması bir önem arz etmeyecekse herhangi biri herhangi bir nedenden dolayı önemli sayılabilir mi?" ve "Varoluş anlamlı mı?" gibi birçok soru üzerine düşündüm. Henüz yolun çok başında olsam da hayatın tam olarak neden anlamlı olacağını anlamadığımı belirtebilirim. Ancak bu benim için bir sorun değil çünkü bir arayışın bir buluştan daha değerli olduğu kanaatindeyim. İyi ki de herhangi bir buluşa ulaşmadım, özellikle de bu kadar gençken, çünkü arayışın bitmesi felsefi bir ölüm niteliğinde benim için. Bir şekilde varlığımdan eminim, çünkü düşünebilme ve tecrübe edebilme gibi inanılmaz hediyelere sahibim, ve bir şekilde yok olacağım hususunda da güçlü bir inanca sahibim. Zaten inanç bilgiye ulaşmanın en güçlü yollarından biridir, iyi veya kötü olması hakkındaki görüşler elbet ayrılacaktır ancak güçlü olduğu yadsınamaz. Fiziksel olarak bir yok oluş hali beni korkutmuyor, çünkü benim için karanlıkta kalmış veya bilinmezliğin hükmettiği bir durum değil.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span><span style="font-size: 10pt;">Ölüme yaklaşımım aslında fazlasıyla sempatik, çünkü varoluşumun bir sonu olmasa gerçekten de hiçbir anlamı olmayacakmış gibi hissediyorum. Eskiden bu konseptle ilişkim böyle değildi, kendisini safi olarak bir koparılış olarak değerlendiriyordum. Ancak zamanla, unutmak mümkün. Bunu bayat bir "Üstesinden gelebilirsin!" tavsiyesi veya buruk bir "Bunların hiçbirinin gelecekte o kadar da önemi olmayacak." tesellisi olarak söylemiyorum, söyleyemem de. Bunu söyleyemememin ana sebebi unutmak kelimesini sarmalayan atmosferin bu kadar olumsuz oluşuna karşın benim onu farklı bir şekilde görebilmem. Çünkü ben ne ölümü ne de koparıldığımı düşündüğüm ruhları hiçbir zaman unutmadım, tam şu anda onlardan birinin hırkasını giyiyorum. Ancak hissettiklerim, beni yaşamımın en zor dönemine sokan düşüncelerdense onların varoluşuna minnettarlıkla yaklaşma doğrultusunda. Hem onların bende bulduğu yansıma henüz sona ermediğinden yok olmuş sayılmazlar, bu bağlamda hala varoluşlarına duyduğum büyük bir saygı ve anılarıyla yaşamaya dair büyük bir istencim var.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span><span style="font-size: 10pt;">Ancak zamanla bu saygıya ve istence sahip olan herkes de bir şekilde yok olacak, bu koşulda ne olacağı konusunda hala tam olarak rahat sayılmam. Benim gözümde bu kadar önemli olan varoluşların bir kayboluşa sürükleneceği düşüncesi ile beraber yaşamayı öğrenmem gerekecek, çünkü herhangi bir kimsenin elinden herhangi bir şeyin geleceği düşüncesini tartmak bile fazlasıyla naif ve savunmasız bir yaklaşım. Öte yandan, kendi yok oluşumla da iyi bir dostluk kurmalıyım ki ebediyette bir tek ikimiz kaldığımızda huzurlu olabilelim. Bundan birkaç yüzyıl sonra ne ismim ne de cismim hiçbir anlam ifade etmiyor olacak, bununla barışığım. Bütün yaşantım ve düşüncelerimden oluşturduğum bu dünya belki de yok oluşun ağından sıyrılıp yazılarımda bir bütünün kırıntıları olarak yaşamakla yetinecek, bununla barışığım. Öyle ya da böyle, kolektif olarak ilerlediğimiz yol yok oluşa doğru ve hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok. Yüzyıllardır üzerine düşünüyoruz, hala neden burada olduğumuzu bilmiyoruz bile. Hiçbir yerde hiçbir anlam bulamamamızın bizi götürebileceği tek anlam anlamsızlığa ait. Sisifos'u severim, yok olana kadar ikimiz de bu taşı huşuyla taşıyor olacağız. Bir anlamı olsa da, olmasa da. Ve taşı taşırken hissedeceğimiz yorgunluk da ayakkabımı hissetmeyi unuttuğum gibi unutulup önemini yitirecek. Şöyle ufak bir nokta, ayakkabı giydiğinizi fark ettiğinizde bahsettiğim his geri geliyor. Geri gelebilen şeyleri yok olmuş sayabilir miyiz ki?</span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span><span style="font-size: 10pt;">Bu yazıyı benden ölüm yoluyla "kopartılmış" ancak hala varoluşlarının bendeki izdüşümleriyle yaşayan güzel ruhlara atfetmek arzumdur. Çünkü anlamını bulamadığımız bu dünyada var olmayan anlamı arayışımın anlam kattığı yolculuğumun en sadık yol arkadaşlarıdır onlar, ki en önemlisi de budur.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><br /></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSU4AzZ-hpYNVjfwSoL82Kzn6GPmuwUG_teZWEYjHlojeTv0A1RrgLRE4WobV4iNZH3irNomvSDO7FESUKS8kZjfbAKrUKEJeWcuuHFIciAS1ZmqOJN_c98nWHF3ITcLQ4_ahBlqjTx_79N70UMPKwJeKAmvHp8VjQ-D_ReJJNIXMn2Gui50UMqwwRMw/s4618/IMG_20220605_171653.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSU4AzZ-hpYNVjfwSoL82Kzn6GPmuwUG_teZWEYjHlojeTv0A1RrgLRE4WobV4iNZH3irNomvSDO7FESUKS8kZjfbAKrUKEJeWcuuHFIciAS1ZmqOJN_c98nWHF3ITcLQ4_ahBlqjTx_79N70UMPKwJeKAmvHp8VjQ-D_ReJJNIXMn2Gui50UMqwwRMw/s320/IMG_20220605_171653.jpg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><b>2. Adım Yazısı</b><br /><br /><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><i><span face="Arial, sans-serif" style="color: white; font-size: 10pt;">"Zamanı anlamlı kılan şey Aynının sonsuz tekerrürü değil, değişim olasılığıdır. Her şey ya ilerleme ya da çökme anlamına gelen bir süreç teşkil eder." Byung-Chul Han, zamanın Kokusu, Metis 2020</span></i><i><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><br />TEK DOSTUMUZDAN KORKMAMIZ HALİ: ZAMANIN ANLAMI ÜZERİNE<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Kant felsefesine göre zaman algısının sonradan edinimi söz konusu değildir. Buradan yapılabilecek bir çıkarım "İçimizde ve dışımızda akmakta görünen bir zaman vardır, bu zaman hem her şey hem de hiçbir şey olarak varlığını sürdürür." şeklindedir. Bu doğrultuda zaman, bilinmezlikten başka bir şey değildir. İçimizde olmasına rağmen ona sahip olabileceğimizi iddia etmek gülünçtür, bunu kavramak için bir mezarlığın yanından usulca geçmek yeterli olacaktır. Dışımızda olan zaman ise kolektif olarak oluşturduğumuz bir yanılsamadır, zamanın doğasında bölünmek veya sınıflandırılmak yoktur. Zaman, çoğu zaman korkunçtur. Bu doğaldır, çünkü insanlık olarak bilinmezlikten korkmamız evrimsel süreçte yararımıza olmuştur. Bu doğrultuda korku, içimizde esansiyel bir konuma yükselmiştir. Bu şekilde zaman kavramı, korkuyla yakından ilişkilidir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Bence korku, insanlık için ölüm korkusu olarak başlamış ve oradan evrilmiştir. Ölüm korkusu, zamanın bitmesinin kaçınılmaz sonucudur. Zaman sınırlı olduğundan, insan zamanın içerisinde bir anlam yolculuğuna çıkar. Kum saatleri burada kullanılabilecek güzel bir örnektir. Kum saatleri, zamanı fiziksel olarak gördüğümüzü düşünmemizi sağlayabilecek aletlerdir. Zamanın aktığını görürüz, ancak bu akış hem kelimenin tam anlamıyla kum tanelerinin akışını hem de bir benzeşim olarak zamanın kayıp gidişini gözler önüne serer. Bu durumda ne kum tanelerini ne de zamanı durdurmak mümkündür, mutlak çaresizlik üzerimizde hüküm sürer. Ancak bu sınırlılık ve çaresizlik hali, zamanın anlamsız olacağına işaret etmez.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Pratikte zaman, bir kum veya duvar saatinden çok daha farklı işler. Zaman evrensel bir gerçeklikten çok (kamusal zamanın aksine) subjektif bir tecrübedir. Bu doğrultuda zamanı algılama biçimimiz ve ona yüklediğimiz anlam bireyden bireye değişiklik gösterecektir. Ancak zamanın özünde de yadsınamaz bir anlam yer bulur. Bu iki farklı sebeple temellendirilebilir. İlki daha evrensel olarak "zamanın imkan tanıyışı" şeklinde açıklanabilecek bir olgudur. Aslen zaman olmadan hiçbir şey mümkün değildir, bu nedenle zaman anlamlı gördüğümüz her şeyi anlamlı kılan şeydir. Ancak zaman, sonsuzluğun karşısında dimdik durur. Bu bağlamda güzel veya çirkin her şey geçicidir. Popüler düşüncenin aksine bu da zamanı anlamsız kılmaz. Çünkü zaman, hoşnutluk içerinde durmak ve bu durumu korumak için uygun değildir. Eğer bu uygunluk söz konusu olsaydı, zamanın anlamsızlığını savunuyor olurdum. Çünkü hoş bir durum zamanın el verdiğince hoştur. Eğer bu hoş durum bireyin normu haline gelirse o artık hoş bir durum değildir, sadece normaldir. Bu doğrultuda aynının tekerrürünün zamanı anlamsız kılacağı pekala kabul edilebilirdir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Aksine değişim, zamanın sahip olduğu anlamın efendisidir. Benim için değişim, korkudan daha güçlü olabilecek nadir şeylerden biri niteliğindedir. Ve benim görüşüm bu gücü kullanmakta bir iradesi olduğu doğrultusundadır. Naifçe duyulsa da ben, zamanın bir bilinci olduğuna inanıyorum. Var olması gereken değişimler doğrultusunda zaman bize "iyi" davranıp davranmayacağını seçebiliyor olmalı. Buradaki iyi kavramını etik bir bakış açısıyla kullanmadım. İyi olanın gerekli olan olduğu bir senaryoda zamanın farkına varmak bireyin geçirdiği süreyi anlamlı kılıyor benim için. Bunun sebebi determinist bir felsefi görüşe daha yakın hissetmem olabilir, bu nedenle bu algının evrensel geçerliliğini savunuyor olmayacağım. Ancak bu düşünce, bana döngüsel ve "süreç" odaklı bir düşünme becerisi kazandırdı. Bu bağlamda zamanın bize tanıdığı zarfı yürüdüğümüz bir yola benzetmeyi çok seviyorum. Bu yoldayken sürecin keyfini çıkarmak yolu anlamlı kılan şey benim için. Yolun bir sonu olduğunu biliyorum, ve odağım bu son olursa yolun hiçbir anlam ifade etmeyeceğini de. Ancak yolda göreceklerim, düşüneceklerim, yazacaklarım, hissedeceklerim benim için zamanı ve yaşamı anlamlı kılıyor. Bunların olumlu veya olumsuz olabileceğinin bilincindeyim ve bu yüklediğim anlamı azaltmıyor. Çünkü değişim pozitif veya negatif yönde olabilir, yollar gibi, ve bu onun gücünü veya anlamını azaltmaz. Zaman, bu sürecin farkındadır. Ve yine zaman, bu süreç için olması gerekene karar verir. Bu karar verme durumu değişimi doğurur. Değişim. Değişimse herhangi bir şeyi anlamlı kılacak tek şeydir. Elinden kayıp giden zamanın göstergesi veya içinde iki kere yıkanamayacağın bir nehirin akışıdır. Bu doğrultuda sakin olmak gerekir. Çünkü zaman ne yapacağını bilir, ve istemsizce korktuğumuz değişim bizim için bir düşman değildir. Aksine çok yakın bir ahbabımızdır, çünkü bizi anlam yitiminden koruyabilecek güce sahip olan tek dostumuz odur. Belki de kelimenin tam anlamıyla tek dostumuz odur, ancak bu başka bir yazının konusu.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRK8C3BOFVoPdWpSt6vAn7xhjd0vflsv9zaVryLRcjn25kkU6tdcuxRk-u-g-75wS4kNa94bQLhqUW1A1BAHpWkGjSvby2Kf1xIgdZYtoxA_bqO_oW1z2FWXBiETrYD5V2Bg7qYW34X-c5NKZADo35mQaTmGrgn5zPZPi_5m1_yTZ7lmBPcUi3u3qWjw/s4618/IMG_20220219_214004.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="3464" data-original-width="4618" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgRK8C3BOFVoPdWpSt6vAn7xhjd0vflsv9zaVryLRcjn25kkU6tdcuxRk-u-g-75wS4kNa94bQLhqUW1A1BAHpWkGjSvby2Kf1xIgdZYtoxA_bqO_oW1z2FWXBiETrYD5V2Bg7qYW34X-c5NKZADo35mQaTmGrgn5zPZPi_5m1_yTZ7lmBPcUi3u3qWjw/s320/IMG_20220219_214004.jpg" width="320" /></a></div><br /><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><br /></span><p></p><p class="MsoListParagraph" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18pt;"><!--[if !supportLists]--><b><span face=""Arial",sans-serif" style="font-size: 10pt; mso-fareast-font-family: Arial;">1.<span style="font-family: "Times New Roman"; font-size: 7pt; font-stretch: normal; line-height: normal;"> </span></span><!--[endif]--></b><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"><b>Adım Yazısı</b><br /><br /><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><i><span face="Arial, sans-serif" style="background-color: white; color: #212529; font-size: 10pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."</span></i><i><span face="Arial, sans-serif" style="color: #212529; font-size: 10pt;"><br /><span style="background-color: white;">Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20</span></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">GÖRÜNMEZ BİR BAĞ<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Günlük yaşamımızda birçok aksiyonumuzu felsefi bir temele dayandırmadan alırız. Bu doğaldır, çünkü insanlık olarak alışkanlıklar üzerine kurulu bir yaşam biçimine sahibiz. Yaptığımız şeyi etraflıca düşünmek adına durduğumuzda, otomatik alışkanlık sistemimizden anlık da olsa çıkarak aksiyonlarımızı dış dünyayla olan etkileşimimiz üzerinden inceleyebiliriz. Bunun için en kullanışlı araç doğası gereğiyle felsefe olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Eşitliğin felsefesi bana hep ilginç gelmiştir. Bunun sebebi mutlak eşitliğin bana ütopik gelmesidir. Öteden beri "eşitlik", ulaşılmaya çalışılan bir hedef olarak sunulmuştur. Ancak eşitliğe ulaşılmasının önündeki engeller, bir türlü aşılamayan bir konumdadır. Bunun nedeni bu engellerin şekil değiştirme halidir. Döneme hakim olan güç, eşitlik algısını ve eşitsizliğin görünüşünü değiştirir. Eşitsizliğin göründüğü alanlarda, yazı özelinde bunu kadın ve hayvan hakları olarak ele alabiliriz, bu engellerin şekil değiştirmesinden faydalanan bir otorite mevcuttur. Bu otorite dönemin normlarını belirler. Bu normlar doğrultusunda ise insan, doğası gereği, kendini uyum sağlama uğraşı içerisinde bulur. İlginçtir, bu uğraşı reddeden kesimler bulunmaktadır. Feminizm ve hayvan hakları hareketi gibi hareketleri benimsemek bahsedilen otoriteye karşı adeta bir başkaldırıdır. Bu doğrultuda birey benimsediği harekete ters düşen aksiyonlara eleştirel bir bakış açısı getirir. Ancak bu hareketlerin de bireyin mensup olduğu yeni topluluklara ve her topluluğun beraberinde getirdiği yeni otorite sorunsallarına yol açtığı unutulmamalıdır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Birey, bir topluluk aracılığıyla veya bireysel olarak aksiyonlarını dış dünyayla olan etkileşimi üzerinden incelediğinde özgür irade problemiyle karşı karşıya kalır. Bahsedilen alışkanlık temelli yaşam biçimi nedeniyle çoğu zaman bir şeyi yaparken onu yapmayı seçmemizin ne anlama geldiğini sorgulamayız. Ancak feminist, vejeteryan veya hayvan hakları savunucularının yaptığımız seçimleri bencillikten uzak bir tavırla inceleyebilmesi özgür iradenin varlığını ve pratiğe dökümünü gözler önüne serer. Bu da aksiyonlarımızın felsefi motivasyonlarını incelemeyen bireylere özgür irade sahibi olmalarından mütevellit aynı davranışı gösterme sorumluluğu yükler. Bu sorumluluktan kaçınmak, eşitlik arayışına ters düşer. Eşitliğin gözetilmemesi durumu, etik bir ikilem oluşturur. İnsanlığın doğasını incelerken bilincimizin getirdiği sorumluluklar dolayısıyla etik davranmamızın beklenmesi olumlanabilir bir beklentidir. Diyalektik olarak incelediğimizde, etik davranmamamız halinin bireysel ve toplumsal yıkım getireceği açık olduğundan bireylerin etik doğrultuda aksiyon alması iç ve dış dünyalarına karşı yerine getirmeleri gereken bir davranıştır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Bu davranışın gerekliliği, eşitliğin bir pratik olduğunu destekler niteliktedir. Eşitlik, bir fikir olarak varlığını sürdüremez. Bunun en temel sebebi sabit bir kavram olmamasıdır. Eşitlik, açıklandığı üzere dönemsel olarak evrilir. Bu nedenle sadece pratikte mümkündür. Eşitliği pratiğe dökmek, bahsedilen sorumluluğun bir parçasıdır. Bu doğrultuda kültürel olarak bizlere kodlanan hiyerarşik bakış açılarından sıyrılmak gerekir. Erkeğin kadından, insanın hayvandan üstün olduğu algısı etik davranmamızın önüne geçerek bizi anlamlı bir yaşam sürmekten alıkoyar. Anlamlı bir yaşam fikri, birlikten destek alır. Bir topluluğa ait bireylerin birbirini gözetmesi, eşitlik pratiğini desteklemekle beraber bireysel ve toplumsal ölçekte hayatı anlamlı kılar. Bu bağlamda bireylerin birbiriyle bağlı olduğu savunulabilir, bu bağlılıkta bir kast sistemine yer yoktur. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Birbirleriyle ve diğer bütün yaşam formlarıyla görünmez bir bağ ile bağlanan bilinçli varlıklar, eşitlik amacı güderek empati gösterdiğinde bilinçlerinin getirdiği sorumlulukları yerine getirmeye bir adım daha yaklaşmış olurlar.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;">Üzerimize bu sorumlulukları yükleyen "görünmez bağ", bizlere bahşedilen bir hediyedir. Bir topluluk, ancak ve ancak eşitliği gözetme durumunda potansiyelini gerçekleştirecek ve bireysel ve toplumsal ölçeklerde başarıya ulaşacaktır. Bağlantılı olarak, felsefi tatmin ve kendini gerçekleştirme gibi üst amaçlar da ancak bu yoldan ulaşılabilecek ideallerdir. Bu nedenle de durmak ve düşünmek için kendimize izin vermemiz doğru olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span><span style="font-size: 10pt;">Adams, C. J. (2022). The Sexual Politics of Meat: A Feminist-Vegetarian Critical Theory, 20th Anniversary Edition. Bloomsbury.</span></p><p class="MsoNormal" style="font-size: medium;"><span face="Arial, sans-serif" style="font-size: 10pt;"> </span></p><style class="WebKit-mso-list-quirks-style">
<!--
/* Style Definitions */
p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal
{mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-parent:"";
margin:0cm;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraph, li.MsoListParagraph, div.MsoListParagraph
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpFirst, li.MsoListParagraphCxSpFirst, div.MsoListParagraphCxSpFirst
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpMiddle, li.MsoListParagraphCxSpMiddle, div.MsoListParagraphCxSpMiddle
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
p.MsoListParagraphCxSpLast, li.MsoListParagraphCxSpLast, div.MsoListParagraphCxSpLast
{mso-style-priority:34;
mso-style-unhide:no;
mso-style-qformat:yes;
mso-style-type:export-only;
margin-top:0cm;
margin-right:0cm;
margin-bottom:0cm;
margin-left:36.0pt;
mso-add-space:auto;
mso-pagination:widow-orphan;
font-size:12.0pt;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
.MsoChpDefault
{mso-style-type:export-only;
mso-default-props:yes;
font-family:"Calibri",sans-serif;
mso-ascii-font-family:Calibri;
mso-ascii-theme-font:minor-latin;
mso-fareast-font-family:Calibri;
mso-fareast-theme-font:minor-latin;
mso-hansi-font-family:Calibri;
mso-hansi-theme-font:minor-latin;
mso-bidi-font-family:"Times New Roman";
mso-bidi-theme-font:minor-bidi;
mso-fareast-language:EN-US;}
@page WordSection1
{size:595.0pt 842.0pt;
margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt;
mso-header-margin:35.4pt;
mso-footer-margin:35.4pt;
mso-paper-source:0;}
div.WordSection1
{page:WordSection1;}
/* List Definitions */
@list l0
{mso-list-id:1925603268;
mso-list-type:hybrid;
mso-list-template-ids:-262507414 1276827506 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507 69140495 69140505 69140507;}
@list l0:level1
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level2
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level3
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level4
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level5
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level6
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
@list l0:level7
{mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level8
{mso-level-number-format:alpha-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:left;
text-indent:-18.0pt;}
@list l0:level9
{mso-level-number-format:roman-lower;
mso-level-tab-stop:none;
mso-level-number-position:right;
text-indent:-9.0pt;}
-->
</style>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-84132809720364117082022-03-31T19:09:00.010+03:002022-03-31T19:39:35.807+03:00DüşünYaz 8 (2022) 1 Adım yüksek puanlı yazılardan örnekler<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><br /> <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6eXh7_4O2OVtjK4Fv4SI6efWbhvKdW9urSj9tElfRo81oFO1_VVW53-G8gSDCX6ZkrxkWtev9oEjWHbzPlfJ9ANM_BILbjSUn1ugQW0b78AyoPmPHwYtvMWuIYXXGxHsXfjDApegSpkeejyfyJN3vuDrZhsQAlrWcpAFlHscHYINjhSyW20n_1LSM-w/s1600/EEEC6A42-1483-4FA2-9BC2-D82C10C7D9CA.jpeg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6eXh7_4O2OVtjK4Fv4SI6efWbhvKdW9urSj9tElfRo81oFO1_VVW53-G8gSDCX6ZkrxkWtev9oEjWHbzPlfJ9ANM_BILbjSUn1ugQW0b78AyoPmPHwYtvMWuIYXXGxHsXfjDApegSpkeejyfyJN3vuDrZhsQAlrWcpAFlHscHYINjhSyW20n_1LSM-w/s320/EEEC6A42-1483-4FA2-9BC2-D82C10C7D9CA.jpeg" width="320" /></a></div><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><br /></div><p></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif;">(Yazılar puan sırasına göre sıralı değildir)</span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><b><span style="background-color: white;"><br /></span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><i><span style="font-size: 11pt;"><span style="font-family: arial;"><b>Can Tutkun İldes</b></span></span></i></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br /></span></i></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir."</span></i><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-size: 11pt;"> </span></i><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br />Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Etiğin Bir Açmazı Olarak Öznellik ve Teorik Zihin<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> İnsanın hayatını idame ettirdiği yolu açıklamak bugüne kadar başta etik olmak üzere felsefenin bütün dallarınca defalarca ve defalarca irdelendi. Varılan noktalar insanları ayırdı ve parçaladı, kimisi hayatın mutlak anlamsızlığına tutundu ve anlamsızlıktaki anlamı aramaya çalıştı; kimisi ise hayat boyunca kendi anlamını bulmak, inşa etmek için üzerinde bir sorumluluk hissetti. Herkes önceden yazılmış olanların ebedî kaidelerine tutundu ve kendilerine en çok uyanı bulmaya çalıştı. Kusursuz olanı bulamayınca ise en yakına yöneldiler. Hayatlarının tatmin edici olması için didinip durdular ama bilmiyorlardı ki kendi hayatlarından taviz veriyorlardı hepsi. Önceden yazılanlar netti, kesindi, hasbelkader evrenseldi hatta. İnsan öznelliğini hiçe sayarcasına. Bir müddet daha geçti ve insanlar birey olduklarını unutmaya başladılar ve geldikleri noktada, kâğıt üzerine inşa edilmiş bir mahalledeki birbirinin aynısı olan binlerce karton evden birine kendilerini hapsettiler. Daha komik olanı ise bunu tatmin edici bulmalarıydı belki de, çünkü bütün hayatlarını öznel ve teorik düşünmeden ırak inşa edilmiş o evde geçirmeyi tatmin edici bulmuşlardı.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Etiğin geniş kapsama alanı şüphe yoktur ki "hayat" başlığı altında vuku bulur. İncelenen her konsept hayat düzleminin bir elemanı olarak incelenir. Etiğin bu yönden birbirinden bu denli ayrı kavramları tek bir ortak başlık altında inceleme kaygısının gütmesi ise yine şüphe yoktur bir gerçeğe dayanır. Bu gerçek ise teolojinin dışında kalan felsefenin en değerli konseptinin insan hayatı olmasıdır. Evrensel olarak ahlak yasaları koymaya çalışan filozoflar da, bireyselci düşünmenin timsali haline gelmiş filozoflar da bu konuda ortaktırlar. Her biri farkında olsunlar ya da olmasınlar bireyin mutluluğunu maksimize etme uğruna yazmışlardır. Geniş bir sınıfa fayda sağlamayı amaçlayan Marksist düşünürler dahi bu sınıfa fayda sağlarken en nihayetinde o sınıfta bulunan her bir bireyin azaptan kurtulup, kendi mutluluğunu maksimize etmesini amaç edinmişlerdir. En pesimist filozoflarda Schopenhauer dahi insanın mutlak azabını minimalize etmek için hayasızca fikrini üretmiştir. Bu konsepti Aristoteles, Nikhomakos'a Etik kitabının girişinde açıklıyor ve diyor ki, mutluluk bizim için kendisi amaç olan tek şeydir. Bu nedenle denilebilir ki mutluluk, insan ve etik için kaçınılabilecek bir konu, konsept değildir. İnsan yaptığı ve takip ettiği her eylemde ve fikirde mutluluğunu arar. Tercih ettiği hiçbir "şey"i mutsuzluk için tercih etmez. Çünkü mutluluk her eylemin ulaşmak istediği nihai noktadır. Erdemli olmak, sosyoekonomik olarak iyi durumda olmak, saygı görmek ve benzeri edinimlerin hepsi mutluluk içindir ama mutluluk bir başka üst başlığa ulaşmak için kullanılamaz. İnsanın nihai tatmin noktasıdır. Mutluluk bu yönünden insanın refleksif bilincini işaret eden mükemmel bir örnektir aslında. Nedeni ise her bir bireyin bir eylem sergilemek üzere iken; kendileri için doğru olan eylemi seçerken öncelikler eylemin pratik uygulanabilirliğini düşünmesi, akabinde ise pratik uygulanabilirlik düşüncesinin üzerine -farkında olarak ya da olmayarak- ikincil bir mutluluk maksadlı refleksif düşünce oluşturmasıdır. Bu durum gösterir ki mutluluk, insanın hayvandan ayrıldığı sınır çizgisi olan refleksif bilincin - Jean-Paul Sartre'ın da dediği gibi- kaçınılmazlığını kadar kaçınılmaz bir hale gelerek insan eylemlerinin tabiatını hayvan tabiatından ayırır. Kierkegaard'ın dediği gibi felsefenin bütün amacı insan hayatının nasıl yaşanacağını cevaplamak olmasa da, en azından denilebilir ki; etiğin nihai amacı insan için mutluluk bazında tatmin edici bir hayatın metodolojisini aramak ve anlamaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Bugün elimizde olan ve insan öznelliğine şüphesiz bir şekilde en iyi vurgu yapan felsefi konsept varoluşçuluktur. Varoluculuğu diğer felsefi düşünce akımlarından ayıran husus onun insanlar için evrensel kaideler çizmeden, evrensel kaideler çizmesidir. Bu çelişkili durum; insan doğasından evvel, varoluşçuluğun dayandığı temel bir cümlenin anlaşılması ile çözülmeye başlanabilir. L'existence précède l'essence, varlık özden önce gelir. Bu söz açıkça belirtir ki varlık, üzerinde taşıdığı nitelikler olmadan, hiçbir sıfat sahibi olmadan dahi nicel olarak vardır. Lakin yalnızca vardır. Var olan, öz sahibi olmadan anlamsızdır. Dünya olduğu haliyle vardır ama anlamsızdır. Dünya ve üzerindeki her olgu; biz, kendi için şeylerin ona atfettiği nitel özellikler ve değerler doğrultusunda anlam kazanır. Yani hayata istenilen anlamı inşa etmek insanın kendi elindedir. İnsan kendi anlamını kendisi inşa eder. Bu eylemi sergilerken elinde olan iki kaynak ise kendi zihni (teorik düşünme metodu) ve halihazırda var olan ama anlam sahibi olmayan dünya, yani kendi hayatıdır. Bir diğer deyiş ile insan kendi zihni içine hapsolmuştur. Lakin bu hapsolmuşluk hali insanın zihnini kullanma yolundaki kararlarına göre ufak bir hücre haline gelebildiği gibi, insan için sonu bir ömür boyunca keşfedilemeyecek bir arazi haline de getirebilir. İnsanın özgürlüğü, kendi zihnince yaratılır da denilebilir. Peki ya bu durum nasıl oluyor da evrensel bir kaide çizmiyor o halde? Varoluşçuluk bize bireyin hayatını yaşaması için takip etmesi gereken yolun zihninden geçtiğini anlatarak bize net bir metot sunmuyor mu? Bir felsefi düşünceyi, onu deneyimleyen kişiden ırak bir şekilde inceleyen biri bu şekilde bir düşünce içine girebilir. Fakat fark edilmesi gereken husus şudur ki, varoluşçuluk bir metodoloji sunarken, sunulan yöntemin çok büyük bir kısmını yazmayı bitirmez. İnsanın zihnini nasıl kullanacağı tamamen insanın öznelliğine kalmıştır. İşte bu yönden varoluşçuluk felsefenin kaçınılmazının darasını alır: öznellik. Evrensel ve her insan için mükemmel olan - mükemmel, burada insanı mutlak biçimde mutluluğa götürecek olanı tanımlamak için kullanılmıştır - bir metodoloji, fikir, düşünce var olamaz. Olması da gerekmez. Çünkü insanların her biri, her bir birey aynı ortak koşullarda yetişmiş ve aynı değerleri benimsemiş olsa da bugün "birey" denen yapıyı oluşturan husus her birinin içinde kendi sistemini muhafaza ettiği gerçeğidir. Bu sistem insanın kendi düşünce ve duygularına dayanır. Toplum bugün düşüncelerin pek çoğunu manipüle edip tek bir ortak yola sokmaya gayret etse de insanın hayvandan ayrıldığı refleksif ve teorik bilinç duygular ile harmanlanıp her bir insanı ince bir sınırla da olsa bir diğerinde ayırır. Bu nedenle felsefe, bilhassa etik, yazdığı kural ve kaidelerde insana öznelliğini kullanabileceği bir alan bırakma kaygısı gütmelidir. Bu noktada etiğin yapabileceği; insana, öznelliğini kullanabileceği yolların sınırlarını çizmektir. Evrensel ve mutlak kaideler çizebilecek tek konsept ise ilahi ve reddilemeyecek bir kaynaktan gelmesi bakımından dindir. Dini reddeden birey mutlak kaidelere bağlı kalma mecburiyeti taşımaz. Varoluşculuk, öznelliğin farkında olarak öznel zihnin kullandığı yolu, hayatın birey perspektifince anlamı hale getirilmesi olarak tanımlar.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Yazının ilk paragrafında anlatılan tekdüze insan analojisinin temelleri ise diğer iki paragrafta açıklanan konseptlerce anlaşılabilir. İnsan, her daim mutluluğunu arar. Bunun bütününü ise önceden yazılmış fikirlerde - Bunun bir yanılgı olduğu ilerleyen cümlelerde açıklanacaktır. - arar. Kendi öznelliğinin kendi hayatına yapacağı yadsınamaz etkiyi göz ardı edercesine kendisi için mükemmel olanı arar ve kendisine belirli ve kesin kalıplar içinde sunulmasını bekler. Kendisi için mükemmel olanı ararken ise kendi öznelliliğini görmezden geldiğinden, mükemmel olanın değil ama nazaran yakın olanı tercih eder. Mükemmel ile nazaran mükemmel olan arasındaki farkın arasında kalan o boşluk ise insanın taviz verdiği mutluluğun düştüğü yerdir. Bu nedenle insan gittikçe tektipleşir ve fazlasını aramayan bir hale gelir. O boşluğu kapatmanın riskine girmek istemez fakat bu risk adını verdiği eylemi yapmaktan geri durmanın bedelini tamen tatmin olunmuş bir hayat yaşayamamak ile öder. Bu etiğin bir açmazı olarak da ele alınabilir. Çünkü bugün "tamamen" tatmin edilememiş hayat; dini reddeden bir insan için elindeki tek ve en kıymetli olan edinim olan hayatın bir kısmının doldurulamaması, boşa gitmesi anlamına gelir. O halde etiğin işlevi nedir gibi bir soru akla gelir. Bu sorunun cevabı bir önceki paragrafta da açıklandığı gibi, tekrardan üzerinde geçilecektir. Fakat burada bir başka konseptin daha bu işlemin içine dahil edilmesi gerekir: teorik düşünce. Teorik düşünce; bugün insanın, kendisini mutluluğa götürebilecek yolları keşfetmesinin ve kendi öznelliğini (öznel zihnini) kullanabilmesi için var olan bir araçtan başka bir şey değildir. İnsanın teorik düşünme yetisi ona hayatındaki konseptleri açıklamak için gerekli dinamikleri sağlar. İnsan ise bu açıklanmış dinamiklere göre hayat tercihlerini yapar ve bu yolun sonunda mutluluk adını verdiğimiz nihai amaca ulaşmayı umar. Lakin burada fark edilmesi gereken husus teorik zihnin de insan öznelliğinden doğduğudur. İnsan öznelliği ile bu denli uyum içinde olmasının nedeni ise teorik düşüncenin metodu ve amacında yatar. Bu amaç mutluluk olarak tanımlanabilirmetotmetod ise mutluluğun öznelliğine bağlıdır. Mutluluk özneldir çünkü insan kendini mutlu edecek olanı kendisi bulur. Bu öyle bir konudur ki, mutluluğu her bir birey için turnusol olarak ele almayı sağlar. Ne de olsa bir bireyi mutlu edecek belirli bir unsur, bir başka birey için anlam ifade etmeyebilir. Bu nedenle metodu insan için özeldir ve tektir. Aynı metot bir diğer insan için anlaşılmayabilir. Bu nedendendir ki zaten insanların birtakım fikir ve düşüncelerin peşinden kendi teorik zihinlerini reddederek takip etmesi insan için iyi olarak adlandırılamaz. Bir bakıma ise ilk paragrafta da belirtildiği gibi onu tekdüze hale getirir ve taviz vermesi ise sonuç bulur. Varoluşçu felsefenin yaptığı ise burada etiğin düştüğü bu amansız açmazı kırmaktır. İnsana istemese dahi bir sorumluluk atfederek yapar bunu. Bu sorumluluk insana zihnin temel işlevinin ne olduğunu göstermek ile başlar - işlev, daha önce de anlatıldığı gibi hayatın anlamlı hale getirilmesidir - ve insani kendi özgürlüğüne zincirleyerek son bulur. Ona göre insan her şeyi yapmaya, istediği hayatı yaşamaya gebedir fakat istenilen ve tamamen tatmin edici hayatı yaşamak için en uygun yolu bulmak, o anlamları halihazırda varolan dünyaya yüklemek insanın sorumluluğudur. İnsanın çözmesi gereken sorun ise kendi öznelliğinin farkında olup, uygun anlamı (anlamları) bulmaktır. Akabinde kalan ise, kendine inşa ettiği bu hayatı yaşamaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Bu yazıda temel olarak anlatılmak istenen husus şu şekilde açıklanabilir. Her insan, bir şekilde mutluluğu nihai amaç olarak ele alır ve onu arzular. Mutluluğa giden yol nihai olmaktan çok uzaktır, çünkü mutluluğun tanımı ve ulaşım yolu evrensel değildir. İnsanın özünde evrensel kaidelere mutabık olmadığı gibi. Her bir birey; kendine uygun fikri bulmaktansa, etik içinde yazılmış, ya da kendi yazacağı yolları kendi teorik zihni için bir yol, araç olarak kullanmalıdır. Bu yolda kullanacağı metotlar ise insanın kendine kalmıştır. Bu metotların farklılığını kabullenmek; bir diğer deyiş ile insanın farklılığının kabulü, i etik için kaçınılmaz bir gerçekten başka bir şey değildir. Bu nedenle denilebilir ki mutluluğu amaç edinen teorik bir düşünce, uygun yollar ile insan hayatını; o birey için "mükemmel" olan hale getirebilir. Burada yapılması gereken ana unsur ise öznel bir kökten doğan teorik zihnin ve düşüncenin kullanımının ihmal edilmemesidir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"><o:p> </o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Sude Ekici<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"><br /></span><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir."</span></i><i><span style="font-size: 11pt;"> </span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br />Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br />Tarihin her döneminde insanın temel aldığı değerlerin ve buna bağlı olarak hayata bakışının değiştiğini söylemek mümkündür. Peki "değerler" olarak adlandırdıklarımızın bir bireyin, çoğunlukla toplulukların, mevcut eylemlerine nüfuz ederek insanlık tarihinin henüz yazılmamış sayfalarını cesaret gerektiren yeni fikirler ve bu fikirleri hayata geçirecek iradelerin ışığında oluşturduğunu söylemek mümkün müdür? Bunu bir örnekle ele alalım. "Eşitlik Savaşçısı" ismiyle akıllara kazınan Ruth Bader Ginsburg Amerikan Yüksek Mahkemesi Yüksek Yargıcı koltuğuna oturmuş sayılı kadınlardan birisi. Çocukluğundan itibaren annesinin otoriter ebeveynliği ile büyüyen Ginsburg sürekli bir mücadele içinde yetişmişti. Annesi onun sorgulamadan hiçbir şeyi kabul etmemesini ve kendi fikirlerini korkmadan ifade etmesini otoriter bir figüre bürünerek ona öğretmiş ve Ginsburg'ü bir nevi mahkeme salonuna hazırlamıştı. Otorite mutlaktı ve Ruth onu takip etmekle, saygı duymakla yükümlüydü. Ancak bu anlayışına ve mantığına ket vurmak pahasına gerçekleşmemeliydi. Adaletsiz ve mantıksız olan akıl ile ifade edilmeli, otorite düzeltilmeli ve toplumun huzuru korunmalıydı. Bütün bunları kendi ev hayatında bilinçsiz bir şekilde de olsa öğrenen Ginsburg, daha çocuk yaşlarında "adalet" kavramını sorgulamaya başlamıştı bile. Adeta onun Sokrates'i olan annesi onu da sürekli soruların içine çekmişti. Bu şartlar altında büyüyen biri Harvard Üniversitesi'nin kapısından giren ilk kadınlar arasında yer aldığında ucu görünmeyen bir karanlığa doğru pedallarını çeviriyordu. 1960'lı yıllarda kadın haklarının gelişme sürecinin çok başında olunması ve çevrenin kadın bir avukata karşı olan önyargısı bu karanlığı giderek derinleştiren unsurlar arasındaydı. Ruth önce yaşam tercihlerini belirleyerek kendini hukuğa yöneltmiş, daha sonra bu yolda ilerlemek için dönemin kadınlardan beklediği anlayışın dışına çıkmış, başka bir deyişle cesaret gerektiren yeni bir fikrin peşinde koşmuştur. Sokratik eğitimin onun üzerindeki etkisi ve çalışma disiplini sayesinde kuvvetlendirdiği "teorik düşünmesi" ona yol göstermiş ve ilk kez bir erkeğin bakıcılık yardımı almasını sağlayarak cinsiyet eşitliği tanımını tamamen değiştirecek davalarının ilkini kazanmıştır. Yalnızca akademik alanda değil, sanat alanında da bu döngüyü görmek mümkündür. Hatta daha detaylı bir karşılaştırma yapıldığında sanatçıların toplumun geri kalanından farklı bir şekilde biçimlenen risk alma anlayışları onları daha uygun bir örnek yapmaktadır. Her ne kadar bu risklerin sonucu belirsiz ve çoğunlukla olumsuz olsa da bu bireylerin toplumda iz bıraktıkları tartışılmazdır. Vincent Van Gogh verebileceğimiz en klasik örneklerden biridir. Yaşam kararlarını önceden veren ve resmin geniş dünyasına yönelen Van Gogh, uzun bir süre bir ressam olarak imza tarzını belirlememiştir. Tutkusuyla ve yeteneğinden destek alarak çevirdiği ilk pedal ile birlikte sanatsal belirsizliğin dünyasına adım atan Van Gogh zihnini tamamen harekete geçirdiğinde, adını kanvasına boyalarıyla kazımayı başardığında, çevresini aydınlatan ışığını yakalı çok olmuştu. Ancak aklındaki ideallerini takip etmekten belirsizlik faktörü yüzünden kaçmayan Van Gogh ve Ruth Ginsburg arasında temel bir fark olduğunu söylemek mümkündür. Aristoteles'in Altın Ortası temelinde açıklanabilecek olan bu fark, aynı anlayıştan türeyen iki hayatın tamamen farklı koşullarda bitmesidir. Aristo "Nikomakhos'a Etik" kitabında mutlu ve yaşamaya değer bir hayatı denge koşuluna bağlar. Ginsburg'un idealleri üzerinde temellenen yaşamında başka destekleyici kolonları da vardı. Ailesi ve sürekli başka insanlarla ilişki içinde olmasını gerektiren toplum düzenini sağlamaya dayalı işi onu fikirleri içinde kaybolmaktan kurtarıyor, Stoacılar'ın "yanlış yargılar" olarak nitelediği duygularının kontrolü ele almasına izin vermiyordu. Van Gogh içinse bu durumun tam tersi söz konusuydu. Ona doğduğu andan itibaren bahşedildiği söylenen yeteneği zihnini farklılaştırıyor, topluma yabancılaştırıyordu. Teorik düşünmesinin önüne geçen duyguları ilk başlarda bisikletinin ışığını tamamen söndürmedi, bugün en değerli eserleri arasında gösterilen tabloların çoğu mental sağlığının kötü durumda olduğu bu dönemde yapıldı. Ancak kulağını kesmesi ve en sonunda da kendi hayatını sonlandırması Altın Orta'dan sapmasının bisikletinin kontrolünü kaybettirdiğini gösterdi. Sonu ne olursa olsun bilinmezliğe adım atarak yeteneğini, sorgulama ile oluşturdukları ideallerini takip eden bu insanların şekillendirdiği bir toplumun içinde yaşadığımız aşikardır. Bu sürecin önemini örneklendirdiğimize göre önemli bir başka noktaya da değinmek gerekmektedir. Neden her insan bu süreci hayata geçiremez? Eğer hepimizde, farklı biçimlerde de olsa, var olan ortak bir sorgulama, akıl yürütme ve teorik düşünme yöntemi bulunuyorsa neden bazı kişiler inandıklarını takip edemez? Niçin her insan bilinmezliğe gidecek ve etrafı aydınlanıncaya kadar devam edecek iradeye sahip değildir? İnsan sosyal ve çevresindekilerden etkilenmeye meyilli bir varlık olduğu halde hangi sebepten dolayı tarihteki bu örnekleri göz ardı ederek sonunda kendi hayatlarının amacına ulaşma ihtimalini bulabileceklerini reddederler? Sanatçıların çoğunun yaşadığı kötü sonların korkutucu bir etkisi var mıdır? İrade yetersizliği teorik düşünmeyi başlatacak olan cesaret kıvılcımını söndürür mü? Birçok travmanın ve davranış bozukluğunun temelinde bulunan kavramlar olmalarından dolayı korku ve irade insan psikolojisi bağlamında incelenmiştir. Alınan kararları en çok etkileme potansiyeline sahip olduğu bilinen bu iki etken uzun bir zaman boyunca çeşitli amaçlara hizmet için de kullanılmıştır. Zıt görüşler içerdiği olduğu söylenebilecek olan Machiavelli'nin Prens'i ve Jean Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi eserlerinde filozofların ideal toplum kavramının önünde engel olan insanları dizginleme biçimleri, aynı olmayan oranlarda da olsa, korkuya ve insan iradesinin zayıf taraflarında gezinmeye dayanmaktadır. Machiavelli hükümdarın altındaki insanlara istediğini yapma yetkisi olduğunu söyleyen bir korku imparatorluğu kurar ve insanın "aykırılığını" bu şekilde dizginler. Rousseau ise toplumu en iyi haline getireceğine inandığı sistemini desteklemeyen insanların ikna olana kadar ona "maruz bırakılacaklarını" söylemesi düşünce özgürlüğü kavramını sorgulatmakta ve insanın kapasitesini belli bir ölçüde kısıtlamaktadır. Bu örneklerde de görüleceği üzere bireyi eylemlerden alıkoymanın iki temel örneği bu iki duygu üzerine dayalıdır. Ancak bunu yapanın dışarıdan bir el olması zorunlu değildir. Pierre Hadot'un kastettiği ışığın yakılmasının önünde engel olan bu duyguları insan kendi zihninde oluşturup aydınlanmayı yaşamaktan, a priorisini bulmaktan kendini alıkoyabilir. Özgüven eksikliği modern dünyada en yaygın olan sorunlardan biridir ve bir nevi bireyi kendi arzularına ve zihnine karşı olan bir "Prens" haline getirir. Gözünde gittikçe büyüyen ve takip edilmesi imkansızlaşan idealleri kişiyi güçsüz ve yetersiz hissettirir. Bunun yanında kırılgan olan toplum yapısını bozmaktan ve negatif ilginin odağı haline gelmekten çekinen bir insan "radikal" etiketinden korktuğu için ideallerini ifade özgürlüğünden de mahrum olur. İfade edilemeyen fikirlerin yarattığı baskı kişinin değerlerini net olarak oluşturmasını engeller ve bireye bir yol haritası çıkaracak olan karakterin meydana gelişini kritik düşünmeyi körelterek bozar. "Farklı olan korkutucudur, yeni olanı takip etmek yorucudur, bir fikrin sonunun ne olduğunu bilmemektense hiçbir fikre sahip olmamak daha iyidir" benzeri anlayışların bu yok edici döngünün çarkları haline gelmesi elbette tesadüf değildir. Geçmiş boyunca yaşanan birçok acı tecrübe insanları bir güven ve stabil yaşam arayışına itmiştir. Savaşlar, ideoloji kavgaları, ırkçılık gibi çoğu durum farklı olanı takip etmenin sorun getirdiğine işaret olarak kabul edilmiş ve bu yolu takip etmenin bedeli topluluğa yabancılaşma olmuştur. Sadece toplumdan değil, var olan durgun halden vazgeçip , risk alıp bilinmezliğe girmeyi tercih ederek kendi düşünme yeteneği sonucu keşfettiği üretken arzularının peşinden gitmekten de korkar insan. Başarısızlık ihtimalinden, süreç boyunca karşılaşacağı zorluklardan çekinir. Eninde sonunda bir sona varacağını bildiği halde konfor alanından çıkacak iradeyi, korkuları ile yüzleşecek cesareti bulamaz çoğu zaman. Bulabilenler ise iradelerini keskinleştirmiş ve yaşam tercihlerini değerlerine endekslemiş olanlardır. Onlar süreç boyunca teorik düşünmeyi, akılcı yöntemleri terk etmeden varoluşlarının temel problemlerine cevap ararlar ve sürdükleri hayat kendi beğenileri doğrultusunda şekillenerek "yaşamaya değer" olarak ifade edilen subjektif bir tatminle bireyi "mutluluğa" ulaştırır. Yaşamının kontrolünü ele almak ve içinde bulunduğu dünyayı en net biçimde kavramak amacıyla yola çıkan bireyin en büyük yardımcısı teorik düşünmedir. Yolunu aydınlatır ve temel sorularına cevap bulmasını, hayatı bir ölçüde anlamlandırmasını sağlar. Ancak bu aydınlanma hemen gerçekleşmemekte, gerçekleşmesi için bir bedel ödenmesi gerekmektedir. Hadot'un bisikletiyle yapılan bu seyahatin tamamı ne yazık ki ışıklar açık olarak sürmez. Birey önce zorlanmayı göze almalı, farklı olana karşı korkusunu yenmeli, iradesini ve kuvvetlendirmeli ve karanlığa doğru pedal çevirmelidir. Karanlıkta verilen her mücadele kişinin yaşam görüşünü şekillendirecek ve sorgulama yeteneğini daha da kuvvetlendirerek olduğundan daha "iyi" bir insan olması, hayatının kontrolünü ele alması hususunda ona yardım edecektir. Daha da büyük düşünüldüğünde kimi insanların zor aşamalardan geçerek kuvvetlenen değerlerinde şekillenen fikirler alışık olduğumuz toplumsal anlayışları tamamen değiştirme potansiyeline bile sahiptir. Karanlığa doğru çevrilen pedallar iradeyle yapılan tercihler ile yoğrulacak ve bizi sorgulamanın aydınlattığı bir dünyaya ulaştıracaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Deniz Erçetin<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"><br /></span><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir."</span></i><i><span style="font-size: 11pt;"> </span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br />Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br />İNSANIN ÇELİŞKİSİ<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Spengler'in artık mantığın hayatı dikte ettiğine değil hayatın mantığın sınırlarını belirlediğine inanıldığını söylediği 1932 yılında insanlığın psikolojik mekanizmalar hakkında yeterliliği ve bu mekanizmaların evrimi hakkındaki bilgisi günümüze kıyasla oldukça kısıtlıydı. İnsan karar alma sürecinin her geçen gün daha sofistike bir çözümlemesinin yapıldığı bugünlerde ise sosyal bilimlerde büyük tartışmaları yönlendiren "örtük önyargılar" insanın aklı üzerindeki iktidarsızlığın toplumsal sonuçlarına işaret ederken eyleme geçmeyi odağa almış "öz yardım" konseptinin gün geçtikçe yayılması ve kognitif psikolojide inançların fizyolojik temellerinin ve davranışlara etkisinin incelenmesi ise bireysel sorunlara çözüm getirme isteğinin bir yansımasıdır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hadot'un teorik düşüncenin anlamlı bir şekil alabilmesi için gereken hareket zorunluluğundan bahsederken herhangi bir ölçekte tercih edilebilir bir hayatın kapılarını açacak yolun saf akıldan geçmediğinin ifadesi evrimsel davranışlarla ilişkilendirilmelidir: düşünsel fakülteler geliştirmeye başlamış insansıların (daha önceden primatların) hayatlarında on milyonlarca yıldır sürdürülen, öyle pek de gelişkin aklî süreçler gerektirmeyen acıkma, yırtıcıdan kaçma, uyuma gibi ihtiyaçsal dürtüler ve bunlara karşılık avlanma, tırmanma gibi çözümsel dürtülerin yanına bir de yeni çözüm yolları geliştirmeye vesile olan düşüncenin eklenmesi ve düşüncenin, insan tarihinin de işaret edeceği üzere, fevkalade etkili olması tabiricaizse evrimsel bir "düşünce-mani"sine sebep olmuş ve gerçekten zeki yaşam formu olarak adlandırabileceğimiz tek canlı olan insanın evrimiyle sonuçlanmıştır. Akıl yürütme ilk insanların hayatlarında önemli bir rol oynasa da ancak yerleşik hayat ve içgüdülerin gündelik hayattaki rolünün azalmasıyla (hayatın kolaylaşması ve dolayısıyla ihtiyaçların evrimsel süreçte karşılığı olmayan yöntemlerle karşılanmasıyla) bozulan kognitif dengede akıl birkaç adım öne geçmiştir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Aydınlanma sırasında her şeyi mantıksal düzleme dökme kaygısının davranışları kişilikten soyutlayan bir düşünce sistemine sebep olması uzun süreler salt tartışmalar ve değerlendirmelerle insanların özden değiştirilebileceğine inanılmasıyla sonuçlanmış ve düşünürler insan deneyiminden uzak bir evreni anlamlandırma akımına kapılmıştır- ki bu durum da daha en başta Hadot'nun bu sözü söylemesini anlamlı kılmıştır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Fakat düşünce insan deneyimlerinin yalnızca bir parçasını oluşturmaktadır. Dış dünyayı anlamlandırılabilir bir hâle dönüştüren ve bu vasıtayla organizmanın yaşama şansını artıran lenslerin dışında bir gerçeklikten, en azından bireyin deneyimi göz önünde bulundurulduğunda, bahsedilemeyecekken fiziksel etmenlerin (dış faktörler neticesinde salgılanan hormonlar vs.) dünyayı anlamlandırmaya yarayan lensleri eğip bükerekten özünde gerçeklikte anlamlı (anlamlandırılabilecek) olan ne varsa onu transforme ettiğini söylemek mümkündür. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Düşünce de deneyim ile ikili bir ilişki içindedir. Mantığın mutlak gerçekliği tarif etmede işlevli bir aygıt olduğunun gerekçelendirmeleri mantığa ihtiyaç duyacak olduğundan, yani geçerliliği için kendisine ihtiyaç olduğundan, düşüncenin de herhangi bir biçimde, insanî sınırlamalardan ötürü zaten uzun zamandır pratik olarak objektif olamayacağı üzerine anlaşılmasına rağmen, gerçeklikle doğrudan ilişkili olduğu söylenemez ki bu durumda, pratik çıkarlar dışında, özel bir ilgi gösterilmesine lüzum yoktur. Deneyimler, (misal sinir veyahut heyecan) iddia edilebileceği üzere mantığın doğruluğunu veya geçerliliğini bozmaz, aksine deneyimleyen için kendi içinde aynı derecede tutarlı (tutarlılığın gerekçelendirmesi, mantık sistemiyle yapılacaktır) yeni bir mantık sistemi yaratır. Kuledeki filozof zaten bundan ötürü dogmatik bir çukura yuvarlanır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İmitasyon insan deneyimi ve evrimsel süreçle çok yakından alakalıdır. Sosyal bir canlı olan insanın çevresindekilerin davranışlarını kendi üzerine alarak ve "mış gibi yaparak" bir süre sonra çevresindekilerin davranışları olarak başlayan "evrene etki gösterme, varolma" yöntemleri kendi davranışları hâlini alır. İnsan, hareketsel izdüşümlerini imite ettiği -düşünce demek doğru olmaz- iç durumları bir noktadan sonra imite -ve limite- etmeyi bırakacak ve bu iç durumlara sahip olmaya başlayacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Düşünce karar al(ın)ma sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Bir şeyin kesinlikle bir şekilde olduğunu düşünmek ve öyle olduğuna inanmak arasında düşünce kompartmanında esas bir fark olmasa da inancın tüm zihni ilgilendiren bir fenomen olması itibarıyla harekete geçmede ve sonunda insan deneyimine etki etmede inanç ile düşüncenin belirgin bir farkı vardır. (ruhsal duruma etkisi, tabii, dolaylı olarak inancın düşünceden daha "alevli" bir şekilde deneyimlenmesidir)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Belirli önkabuller ve "öntercihlerin" birbirleriyle ilişkilendirilmesiyle"tercih edilen" sonuçlara varmayı sağlayan mantık, tanım gereği belirli deneyimsel durumların ötekilere tercihini gerektirir. (Bu ihtiyaçların karşılanmasının hissiyatsal olumlu yansımaları neticesinde insanın içinde bulunmaması zaten mümkün olan bir durum değildir. Fakat Hadot, "teorik düşünce" ile yalnızca av bulma için gerekecek kadar ham bir çıkarım yapma sürecinden öte, modern insan için daha önemli olan ve soyutlamaların yoğunlaştığı daha gelişmiş bir düşünce sürecinden bahsetmektedir.) Hadot'nun "yaşam tercihi" ile kastının insanın en temel ihtiyaçlarını giderme olduğu kabulu her ne kadar tutarlı bir sonuca ulaştırabilecekse de bizi anlamsız bir noktaya yönlendirecektir- çünkü ilk eylem zaten gerçekleştirilmiş olacaktır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Dolayısıyla Hadot, bir bakıma Kierkegaard-vari bir yaklaşımla, mantıksal değerlendirmelerden bağımsız verilmesi gereken ve ileriki tüm değerlendirmelerinin temeli olacak kararı alma zorunluluğundan bahsetmektedir. Kierkegaard'dan ayrıldığı noktadaysa mantığı inşaa etmek için mantıksız bir temelin çelişkisine bakmaksızın, inşaa edilecek mantığın kendi çelişkilerini "gerektiği kadar" (bireyin kültivasyonuna ve düzgün bir yaşama, yaşam tercihi belirli hâle getirmeye yetecek kadar) kaldıracağını umaraktan, onun yol göstericiliğinde kalma gerekliliğinden bahsetmektedir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eylem, zihnin bireye bir katılık ilüzyonu oynadığı pek akışkan düşüncelerin vücuda kazınması (tekrar edilen eylemler basal ganglia'da fiziksel değişimlere sebep olmaktadır.) , anlamlı (ve evrimsel lensler tanımlamasını devam ettirerekten gerçekliği deneyimlere olan yansımalarının magnitütleriyle değerlendirecek olsaydık) "daha gerçek bir hâl"e getirilmesidir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Soyutlamalar düşünce fakültesinden bağımsız işlemektedir. Köpeklerle büyümüş kedinin köpek gibi davranması, herhangi bir tek köpeği birebir taklit etmemesi ve köpeklerden gözlemlediği "köpekliği" eyleme dökmesi soyutlamanın işaretidir. Kedilerin düşünce fakülteleri limitlidir. Bu durumda soyutlama, düşünceden beslenebilecekse de, düşünceden bağımsız parçalara sahiptir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bir düşünce sistemini düşünce fakültesinde değerlendirmiş olmak o düşünceyi sizin için "yeterince gerçek" yapmayacaktır. Anlamlandırılmaya ihtiyaç duyan düşünce sistemleri, mantık dışı kopartmanlarda özümsenecek, soyutlanacak ve eyleme dökülecektir ki hatrı sayılır bir anlama sahip olabilsin.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İnsan, evren hakkında tartışılmaz tanımlamalar yapma hırsıyla boyundan büyük işlere kalkışır da (kendi uydurduğu) "tutarlılık ilkeleri"ne ters düşmeme korkusuyla yaşantısının her bir cephesini sonuna kadar parçalara ayırıp incelemeye, bir düzene oturtmaya kalkışırsa yorulacaktır, yıkılacaktır. Mantığının geçerliliğinin tutarsızlığıyla (mantığın evren hakkında geçerli olduğunun gerekçelendirilmesi için gerekçelendirme sürecine, yani mantığa, kendisine olan ihtiyacı), bir başka değişle "mantığının geçerliliğinin mantıksızlığıyla" barışmak zorundadır, hayatında herhangi bir ölçekte ilerleyebilmek için. (İnsanın çelişkisi, voici!)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Gökalp Kurtcebe<br /><br /><o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Pedalın çevrilmesiyle sağlanan bir aydınlatma düzeneğine sahip bisikletiniz olduğunu düşünün. Gece sürüşü için, yolumuzu aydınlatan ve yönümüzü bulmamızı sağlayan bir ışık elbette gereklidir (bu teorik düşünmedir). Ama ışık olabilmesi için, dinamonun tekerleğin hareketiyle dönmesi gerekir. Tekerleğin hareketi ise bizim yaşam tercihimizdir. Sonra yol alınabilir. Ancak karanlığın içinde çok kısa bir süre için bile olsa pedal çevirerek başlanmalıdır. Başka bir deyişle, teorik düşünme daha baştan belli bir yaşam tercihini gerektirir, ama bu yaşam tercihi sadece teorik düşünme sayesinde ilerleyebilir ve belirgin hale gelebilir."</span></i><i><span style="font-size: 11pt;"> </span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br />Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe, Pinhan Yay.<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hiçliğin ortasında birden bire açık bir bilinç var olsaydı, o an ne düşünürdü gerçekten merak ediyorum. Milyonlarca yıllık evrimsel süreç sebebiyle insan; bazı özelliklere doğuştan sahip olsa da bu özelliklerden biri, zihnimizde bir şeylerin canlanmasına sebep olabilir mi? Daha öncesinde somut bir ortamda duyu organları vasıtasıyla herhangi bir bilgi edinmeden veya deneyimlemeden bazı sezgisel formlara, Platon'un deyimiyle "idea"lara sahip olabilir miyiz? Subjektif olarak değerlendirince aklıma gelen ilk şey yeni bir renk hayal edememek oluyor. Pratikte tecrübe etmediğim bir renk hayal etmeye çalışmak, zihnimin karanlık noktalarında farları olmayan bir bisikletle gezindiğimin hissini uyandırıyor. Elbette önünüzü görmeden düşe kalka da olsa bisikletle bir yöne doğru hareket edebilirsiniz. Ama böyle bir durumda ne gitmeyi hedeflediğiniz yer ne gittiğiniz yol ne de katettiğiniz mesafe hakkında üzerine düşünebileceğiniz bir veriye sahip olamazsınız. Yürümenin felsefesini yapmadan önce yola çıkmak gerekir. Hayatının ilk adımlarını atan bir bebek, beş dakika önce etrafında dolaşan ebeveynleri hakkındaki izlenimlerinden çok daha farklı bir deneyime sahip olacak ki yürümeye başlar başlamaz yüzünü coşkulu bir tebessüm kaplasın. Kısacası pratik, teorik düşünceye yön verir diyebiliriz. Günümüzde teorik düşüncenin kökenleriyle ilgili radikal sayılabilecek iddialar bulunmaktadır. Noah Harari'nin de söz ettiği kimi bilim insanları; bilincin var olduğunu, büyük ahlaki değerler barındırdığını ama herhangi bir biyolojik işlevi olmadığını iddia eder. Bilinç belirli beyin süreçlerinin gereksiz bir yan ürünüdür. Jet motorları gürleyerek çalışır ama gürültü uçağın ilerlemesini sağlamaz. İnsanların karbondioksite ihtiyacı yoktur ama her nefeste havaya karbondioksit salarız. Benzer bir şekilde bilinç de karmaşık sinir ağlarının ateşlenmesi sonucu ortaya çıkan bir tür zihinsel kirlilik olabilir; hiçbir işe yaramaz, sadece vardır. Eğer bu yaklaşım doğruysa milyonlarca yıldır milyarlarca insanın çektiği acı ve yaşadığı haz, sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir. Doğru olmasa bile üzerinde durulması gereken bu görüşün 2022'de güncel bilimin bize sunabildiği en iyi teori olması da ayrıca şaşırtıcıdır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Düşünürlerin genel sıkıntısı olarak gözlemlediğim husus, düşüncelerinde boğulmalarıdır. Hedefi vurmak ve ateş etmek zordur ama sıkılmamış her kurşun ıskalar diyip harekete geçmek gerekir. Aldous Huxley bu sıkıntıya karşı "Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla." der. Harekete geçtiğin andan itibaren teorik düşünce alemi için veri toplamaya başlanır. Toplanan verilerin işlenmesi neticesinde istikametimiz hakkında çıkarım yapıp gerekirse yönümüzü yeniden tayin edebiliriz. Bu uğurda harcanan enerji de göz önünde bulundurulduktan sonra bizi önceden hesapladığımız hata payına götüren her varyant, tekrar harekete geçmeden önce daha düşük bir hata payıyla eylemlerimizi gerçekleştirmemizi sağlar. İşlenen verilerin kümülatif doğasının ışığıyla yavaş yavaş aydınlanma gerçekleşir. Bu açıdan zengin bir düşünce dünyasına ve tecrübeye sahip olan birey, bundan sonra atacağı adımları daha doğru atar.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Pratik-teorik karmaşasını bizzat yaşayıp çareyi pratikte bulmuş biri olarak konuya farklı bir perspektiften yaklaşmak istiyorum. Yaşamaya devam etme arzumu sabote edecek majör depresyon vb. bir psikiyatrik sorunum yok. Daha önce psikolojimi tahrip edebilecek bir travma da geçirmedim. Ama felsefi olarak çok derin bir boşluğa düşmüştüm. Varoluşsal krizlerle ve teorik düşünmeyle geçen birkaç yılımda, hayatın anlamı vb. soyut kavramlar üzerine fazlaca kafa yormuştum. Rasyonel ve pragmatik olarak yaklaştığım bu sürecin sonunda hayatın anlamsız olduğu ve sonlandırılması gerektiği çıkarımlarına vardım. Bu süreçten uzun uzun bahsetmek istemiyorum zira bağlamımız bu değil. Çıkarımlarımın mantıksal olarak doğru olduğunu varsayalım. Nietzsche'nin çok önceden uyardığı nihilizm tehlikesi gelip çatmıştı ve onun uyarısını kulak ardı eden insanların dünyaya getirdiği bir birey olarak sorgulamaya başladıktan sonra birden tüm bu kaosun ortasında kendimi savunmasız bulmuştum. Bütün bu boşluk hissinin ise özgürleşmekten kaynaklandığı fikrine kapıldım. Galiba özgür olmuştum ve bunu test etmek istedim. Konfor alanımdan bir daha dönmemek üzere çıktım. Ve o ilk adımı attım, ilk pedalı çevirdim, ilk defa bisikletimin farları ışıldadı ve önümü görmeye başladım. İlk adım benim için elimi kaldırmaktı. Öğretmenim yurtdışına gezi düzenliyordu ve nispeten asosyal biri olarak gitmek isteyenler arasında el kaldırınca öğretmenim dahil herkesi şaşırtmıştım. Kendimi bile... Bu deneyimin ardından onlarca kitap okudum, ülkeler gezdim, bol bol dans ettim ve karşıma çıkan fırsatları yakalamaya başladım. Çokça çılgınca şey yaptım. Hayatın vazgeçilmez olmadığının farkına varmadan önce bomboş bir hayat geçiriyordum. Farkına vardığımda hayatımı sonlandırıyordum. Hayatımı sonlandırmayıp ölümüne yaşamaya karar verdiğimde ise pedal çeviriyordum. Pratik ve teorik arasındaki ilişkiyi sorgulama sürecim böyle tecelli etti.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif;"><o:p> </o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><br /></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><span style="font-size: 11pt;"><b><span style="font-family: arial;">Zeynep Duru Hüseyni</span></b></span></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><br /></span></i></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><i style="font-family: "Times New Roman", serif;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."</span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bir cümlenin nesnesi, öznenin yaptığı işin dışında kalan ve öznenin yaptığı işten doğrudan etkilenen ögedir. Herkesin kendi bedeninde yaşadığı bu dünyada herkes için kendisi bir özne ve herkes bir nesnedir dolayısıyla. “Bugün gezerken onu gördüm.” cümlesinde “onu” dediğimiz “o”, bir insan olsun, hayvan olsun, cansız olsun, dilbilgisi kuralları altında nesnedir, özneye bağlıdır olarak vardır ama öznenin dışındadır. Bu dünyada her insan başkasının da kendi için özne olduğunun farkında olarak mı yaşıyor sorusunun cevabında ise işler biraz karışıyor. İnsanlık tarihini baktığımızda anlayabiliriz ki uygarlık geliştikçe kimi insanlar hem kendileri hem de başkaları için daha özne olmuş, kimileri de bunun altında yalnızca etrafta değil kendilerine göre de nesneleşmiş, varoluşları dış öznelerin bakışından konumlandırılmıştır. Carol J. Adams’ın alıntısında bahsettiği eşitsizlik problemi de aslında nesneleşme haline vurum yapıyor, fakat eşitsizlik ne kadar gözle görülür ise bu kavramın olumlanması olan eşitliğin de bir o kadar pratik ve elle tutulur olması, çözümün can alıcı noktası. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams’ın “nesne muamelesi” olarak adlandırdığı ve herhangi bir insanı veya hayvanı kendi özelliğinden, ırkından, cinsiyetinden, sınıfından ve daha nicesinden dolayı oluştuğu tahmin edilen olgunun insan psikolojisindeki kaynağını yine Adams’ın kavramlarından “kayıp gönderge” ile açıklamaya başlayabiliriz. Kayıp gönderge, Adams’a göre en basit anlamında bir restoranda yediğimiz et ile onun nereden geldiği, kim olduğu, ne olduğu arasındaki bağlantıyı refleks olarak koparma halidir (Kotiloğlu). Ona göre bu süreç, “Hayvanlar ben cesetlerini yiyeyim diye ölüyor… Ben yiyeyim diye biri hayvanları öldürüyor… Hayvanlar yenmek için öldürülüyor… Hayvanlar ettir… et” diye de örneklenebilir. Burada ilk başta ölen özne olan hayvanlardan, öznenin edilgenleşmesine ve son olarak da cansız bir nesneye dönüşmesi gözlenir. Öte yandan, kayıp göndergeyi yalnızca bir vejetaryen savunması olarak değerlendirmek de yanlıştır. Öyle ki, Adams, birçok tecavüz ve taciz mağdurlarının da deneyimlerini anlatırken kendilerini bir ete benzettiklerini hissetmelerinden yola çıkarak cinsel istismar ve şiddetin de bu kavram altına girdiğinden bahseder. Ben günümüz kesişimsel feminizminde kayıp göndergenin yalnızca kadın sorunuyla da sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Nesneleştirme-parçalama-tüketme yolundan ortaya çıkan eşitsizliğin izlerini farklı kapsayıcı sorunlarda da bulmak için farklı filozofların düşüncelerine de bakmak gerekebilir. Burada da ilk çıkarım bizi Marx’ın meta fetişizmine yönlendirir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Karl Marx’a göre meta fetişizmi bir olgunun değişim değerinin kullanım değerinin üstüne geçmesine denir. Böylece üretimin ana amacının kar olduğu bir ekonomik sistemde de zaten kastik olarak, başka özneler tarafından alt sınıfa mensup görülen işçi de kendi üretimine ve emeğine yabancılaşır, şeyleşir. Burada üretim emeğinin arkasındaki şeyleşmiş işçi ile Adams’a göre nesneleşmiş kayıp gönderge olan et veya kadının arasındaki paralellikler görülebilir. Meta değeri kullanım değerinden daha yüksek olmuş bir nesneyi elinde tutarken de insan “Bir işçi ben elimde bu hayvan derisi marka çantayı tutabileyim diye 15 saat asgari ücretle ter döktü” demez. Emek ve işçi, çantayı kullanan öznenin elinde nesneleşmiş ve eşitsizliği pekiştirmiştir. O halde yine Adams’ın alıntısının problemi belirttiği kısma dönmek gerekirse nasıl insan emeği kayıp gönderge altında nesneleştirebiliyorsa ve bunu bir pratik haline getirdiyse tam tersini de yapabiliyor olmalıdır. Bir metanın altında saklı olan emek insan bilincinin bilmek istediğinden çok daha somuttur. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Marxist ve varoluşçu düşünceyi feminist bir lens üzerinden inceleyen Simone de Beauvoir da İkinci Cinsiyet kitabında kadının nasıl bir özneden nesneye dönüştüğüne, ikinci cinsiyet haline geldiğine değinir. Dolayısıyla kadın da tıpkı bir işçinin ürünü gibi erkekler arası mübadele edilen bir nesne haline gelmiştir. Bu o kadar içselleştirilmiş bir eşitsizlik örneğidir ki eril göz ile bakılan kadının ötekileşmesi bir süre sonra yalnızca erkekler tarafından değil kendileri tarafından bir nesne gibi hareket etmeye mecbur bırakılırlar. Nitekim Jacques Lacan’a göre de kadın yoktur, erkeğin biçimlendirdiği bir kadın vardır. Adams’ın “diğer insanlara ve hayvanlara nesne muamelesi yapmamak” olarak bulduğu pratik çözümün başlangıç hali de kadının kendini "diğer" olarak gördüğü bir sistemde kendine olan muamelesini değiştirmek, bu pratiğin cinsiyet eşitsizliği yönünden incelendiğinde önemli aşamalarındandır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams’ın eşitlik pratiğine dilbilimsel bir gözle bakmak gerekirse”'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?” sözlerinin söylendiği şartta insanın kendisini özne konumundan indirip karşısındakine özne olmak için bir fırsat vermiş olur. Bu sayede içselleştirilmiş nesnelik kişide ortadan kalkar ve kişi başkasının yardımıyla kendini yine özne olarak görebilir. Fakat burada ortaya çıkan soru herkesin kendini özne olarak gördüğü dünyada yine ilk başta da tartıştığım gibi başkalarının da dolayısıyla nesne olarak kalacağıdır. Belki de kimileri tarafından herkesin kendi öznesi olmasına izin verildiği bir dünya Hobezyen bir şekilde “doğa durumu” halini alabilir. Sonuçta belli bir toplumsal sözleşmeyle insanların kendi kişisel çıkarlarından vazgeçemeyeceği bir düzendir kimileri için korkutucu olan. Yine burada, hem Addams’ın sözünden hem de bu ana kadar bahsedilen filozoflardan yola çıkarak bu “eşitleme” işleminin iki adımlı olduğu sonucuna ulaşılabilir. İnsanın kendini özne değerine çıkarması ve başka bir öznenin aynı insanı özne konumunda görmesi. Bu iki adımdan herhangi birinin vazgeçilmesinin ötekisini de aksatacağından şüphe yoktur, insanın hem kendisini hem de çevresine yabancılaştığı bir dünyada bu iki adım içkinleşmiştir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams’ın düşüncesine getirilebilecek başka bir eleştiri de yine aynı “Bir derdin mi var?” sorusunun oldukça klişeleşmiş ve anlam ifade etmeyen bir hale gelmesi olabilir. Bir insanın derdinin öne çıkarılmasının nasıl toplumsal bir sorunu ortadan kaldırabilir özelliğe bürünmesi inanılmaz gelebilir. Fakat Adams’ın da bahsettiği gibi eşitliği bir fikirden pratiğe dönüştüren şey de bu değil midir? Günümüzde genellikle haklı gerekçelerle toplumsal sorunlara toplumcu bakış açılarıyla bakılması gerektiği düşüncelerinde oluşan görüşler, topluma ulaşmadaki ilk adım olan bireyleri atlıyor. Bir bakıma toplumcu bakış açısı, sanal bir duvarın aşılarak çözüm üretmeye dayanıyor çünkü bu düşünceyi benimseyen her birey kendisinin yetmediği ve toplumsal bir hareketin gerektiği şikayetiyle de harekete geçemiyor. Bu, belki de bütün toplumcu bakış açısının içerisinde günümüz insanının içine yerleşmiş bireyselliğin sonucu olabilir. İşte bu bahsedilen toplum ve birey arasındaki sanal duvar, eşitliği çoğu insan gözünde bir fikirden yukarı taşıyamayan şeydir. “Bir derdin mi var” cümlesinin kişiselliği de Carol Henisch’in 2. dalga feminizmine yön vermiş “Kişisel olan politiktir” sloganını hatırlatır. Bu söz hem tüm sorunların toplumsal bir erkten geldiğini insana anımsatırken bir yandan da her kişisel çözümün bir politik çözüme de adım olduğu konusunda güzel bir hatırlatıcıdır. Dahası var, soruyu sormanın bir soran bir de sorulan insanı kapsamış olması bu kişisel alanı iki kişi yapar, yani toplumsal soruna yaklaşmayı yarısı kadar kolaylaştırmış olur. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Yine Adams’ın başladığı noktaya, ilk bakışta alakasız gözüken et ve kadının birleşimine gelelim. Koreli yazar Han Kang, Vejetaryen adlı romanında tüm çevresi tarafından ötekileştirilmiş ve nesneleştirilmiş bir kadının, kendini bir cani olarak gördüğü korkulu rüyasından sonra vejetaryene dönmesini anlatır. Burada bahsi geçen ve bütün roman boyunca ana karakter olmasına rağmen her zaman çevresindekilerin gözlemci bakış açısından durumu anlatılan Yeong Hye’ı hiç kimse bir kere bile anlamaya çalışmaz. Han Kang’ın bu kitabında vejetaryenliği ve et yemeyi insanoğlunun birbirine yaptığı ve yok saydığı bütün cani hareketlerin bir kaçışı olarak sembolize eder. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Filozof Jennifer Foster, insanı belli bir anlamda sorumlu yapacağını hissettiği bilgileri bilmekten kaçınmasını yani seçilmiş cahilliğe ve bunun altında yatan bilme endişesine doxastik endişe (doxastic anxiety) adını veriyor. Bu endişe bir insanın et yerken yediği hayvanı, bir çanta takarken çantadaki emeği, kendisini bir erkeğe uygun olarak süslerken kendi öznesini hatırlamama seçimini yapmasının, eşitliği fikir olarak görmesinin arkasındaki özgür iradedir. Nasıl başkasına sorduğumuz soru, nesne muamelesinden özneye dönüş, fikirden pratiğe geçiş de eşitliğe doğru bir özgür irade ise. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="color: #48465b; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"> </span></b></p><p class="MsoNormal" style="margin: 0cm;"><b><span style="font-family: arial;">Eylül Öyküsü Değirmenci</span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."<br />Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br />TAHAKKÜMÜ YIKMAK ELLE MÜMKÜN<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Pratiğin eşitlikçi olması için bir düşünceye (bunun akılcı ve etik bir düşünce olduğunu varsayalım) dayanması gerekir. Ancak bu düşünce fikir olarak kalırsa bunun eşitlikçi olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Çünkü pratiğe dökülmediği sürece soyut ve kavranamayan, akıl dışı bir varlık olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Korkunç olan yükseklik değil, yokuştur!" diyor Nietzsche. Yani bir şeyleri canlandıran, onu gerçek kılan soyut, matematik veya düşünceler değil görebildiğimiz ve yalnızca ruhumuza değil bedenimize ve aklımıza da dokunandır. Buna benzer bir noktaya hayat deneni iyileştirmekten bahsederken de değiniyor Nietzsche: İyi bir hayat istiyorsak iyi bir hayat oyunu oynamalıyız. Yani hayatın iyi olduğu bir fikirde kalmamalı, hayatı bizzat kendimiz iyileştirmeliyiz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eşitliğin ta kendisi gibi somut bir örnek vermemiz gerekirse insan tahakkümü ve hayvan sömürüsünden yola çıkabiliriz. Hissedebilen her canlının beden bütünlüğü hakkına [right of bodily integrity] ve onun getirdiği özgürlüğe sahip olduğun "fikrine" katılmak bunu gerçek kılar mı? İnsan dışı hayvanların bir sektöre dönüşmesi 21. yüzyılda dahi devam ederken hayvan sever olduğunu iddia eden insanların kendileri dışında hayvanların bedenleri üzerinde tahakküm kurma arzuları iki yüzlülüğün ve bir noktada tanrı kompleksinin somut kanıtıdır. Navegan herhangi bir insanın "İyi de ben öldürmüyorum sonuçta, kasaptan alıyorum. Yani sömürmüyorum." dediğine sıkça şahit olabilirsiniz, bu safsatadan başka bir şey değildir. Eşitlik bir fikir olamayacak kadar akılcı ve eylem gerektiren bir şeydir. Bu yaşamın her alanında böyle: cinsiyet, kuir, hayvan hakları, sınıfsallık, kapitalizm...<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hegel'in etik yaşam anlayışı soyut olandan somut olana, yani öznel alandan nesnel alana gitmekle şekilleniyor. İnsanın sahip olduğu yaşamı etik kılabilmesi için kafasının içinde değil hayatının içinde etik ve eşitlikçi hamlelerde bulunması gerekir. Nasıl ki bir insanın kendi kendine düşündüğü şey o düşünceyi gerçek kılmıyorsa fikir de tek başına eşitlikçi olamaz. Çünkü bir şeyin eşitlikçi olması için bireye değil herkese [yalnızca insanlar değil] yönelik eşitlikçi olması gerekir. Bu da politik hareketliliği ve yaşam içinde etik pratiği gerektirir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eşitliğin temeli 21. yüzyıl dünyasında etiğe ve beden bütünlüğüne dayanıyor. Eşitliğin fikirde değil pratikte olmasının en büyük sebeplerinden birisi norm kabul edilen algılardan kopabilmektir, bunu yapmanın yolu da eylemdir. Bireyselden toplumsala, yani politik bir harekete dönüşen bir eylem. Yıllarca "bana dokunmasın yeter" denilen LGBTİ+ların özgürleşmesi ve eşit koşullarda yaşamasına imkan sağlayacak şey "yeter" fikrinin özne değiştirip pratikleşmesidir. Kapsayıcı bir düşünce yapısına sahip olduğunuza inanmanız sizi gerçekten kapsayıcı yapmayacağı gibi, pratikleşmediği sürece hiçbir fikriniz eşitlikçi olmayacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Tam da bu noktada eşitlikçi olabilmek için yapmamız gereken ilk şey kişinin kendinin ve hareketlerinin farkında olmasıdır [self-awareness]. Farkına vardıktan sonra atılacak ilk adım eşitlik yaratmak değil eşit olmayanı ortadan kaldırmak ve/veya önüne geçmek olmalıdır. Judith Butler'a göre bunun yolu bu eyleme karşı (Butler spesifik olarak nefret söylemlerinden bahsediyor fakat daha geniş ele alınabilir) performatif bir siyaset yürütmektir. Yani fikir değil pratik. Cinsiyet temelli bir cinayete, ırkçı bir tutuma, nefret suçlarına ve hatta tam içinde olduğumuz kapitalizme karşı net bir tutuş sergilemiyorsanız eşitlikçi olduğunuzu iddia etmeniz içi boş bir sözden ibaret olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İnsanın yapabileceği şeyler oldukça basit ve erişilebilir olmasına rağmen etik olmayan normların rahatlığından ötürü onları sürekli olarak "fedakarlık" veya "vazgeçme" olarak görüyoruz. Oysa bir nefret suçunda öznenin yanında durmak, akşam yemeğinizde bir dananın kaslarını yememek veya sizinle aynı tuvaleti kullanan trans+ kişiye şiddet uygulamamak fedakarlık değil etik yaşamın temelleridir. Özneyi kurban psikolojisinden çıkarmaya yardımcı olacak en büyük şey parçası olduğu toplum tarafından kucaklanıyor olmasıdır, bu da onun savaşmak ve direnmek için güç kazanmasını sağlayacaktır. Aynı şekilde insan dışı hayvanlar üzerinde kurulan tahakküme karşımı sömürülen hayvanların yanından olmak onları özgürleştirmeye doğru atılan büyük bir adım olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Beden bütünlüğü hakkına hissedebilen, acı çekebilen bütün canlıların sahip olması için etik bir yaşam gerekli. Tek bir kişinin (insan veya insan dışı bir hayvan) beden bütünlüğü üzerinde tahakküm kurulduğu sürece eşit bir dünya söz konusu değildir. Söz konusu eşit dünyaya ulaşmak için nefret (ki çoğunlukla korku temellidir ve bu alışılmış normlardan kopma endişesinin getirdiği bir korku olarak ele alınabilir) ve şiddet unsurları ortadan kaldırılmalıdır. Bu da toplumsallık ve bu sebepten ötürü performatiflik gerektirir. Performatif tutumun ilk adımı tanınma olabilir. Öznenin tanınma arzusu ve dışarıda olanın tanıma arzusunun birleştiği noktada toplumsallığın pratikleşmesi çok daha kolay olacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Kapitalizmi, insan tahakkümü, burjuva sınıfını, kuirfobiyi, kadına yönelik şiddeti ve her türlü sömürünün önüne geçmenin tek yolu eyleme geçmektir. Böylece fobik yan komşumuzdan tacizci biyoiktidara kadar sömüren herkes ve her şeyi yıkma şansımız olacaktır. Fikir, akılla birleşmediği sürece işlevsiz. Akılla birleştiğinde ise zaten eyleme dökülecektir. Aşk, en az iki kişiliktir ve pratik bir şeyler gerektirir. Devrim de aşksız, hele insansız hiç olmaz. Bundandır ki devrim yapabilmenin, eşit ve etik yaşayabilmenin yolu pratik ve performatif olmaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur"<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">(Ah Muhsin Ünlü, Sen Beni Öpersen Belki Ben Fransız Olurum şiiri)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Elif Yardım<br /><br /></span></b><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."<br />Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">“EŞİTLİK” KAVRAMI VE MÜMKÜN(SÜZ)LÜĞÜ <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Eşitlik" kavramı tarih boyunca farklı uygarlıklar, jenerasyonlar, sınıflar, dinler, ideolojiler, akımlar tarafından çeşitli şekillerde ve ayrı bağlamlarda ele alınmıştır. Örneğin 18. yüzyılda Fransız İhtilali ile halk aristokratlarla aralarındaki uçurumları kırmaya çalışırken 19. yüzyıldaki feminizm dalgası ile eşitlik cinsiyetler arasında kurulmaya çalışılmıştır. İnsanlığa öğretilmiş veya doğarken içinde bulunan etik değerleri; bireyleri ve toplulukları, belki de ulaşılması mümkün olmayan, bir eşitlik arayışına yönlendirmiştir. Buna rağmen hâlâ dünyada kimsenin mutlak bir eşitliğin sağlandığını düşünmemesi, bu eşitlik anlayışlarının Adams'ın da dediği gibi fikir aşamasında kalmasından kaynaklanmaktadır. Adams; bireyin önce kendisini düşünmeye meyilli oluşunun, onun topluma karşı bir sorumluluğu olmadığı anlamına gelmediği fikrini sunmaktadır. Her ne kadar insan, konfor alanından çıkmaya da zorlansa, kimse inandıklarını yaşamadığı sürece onların varlığını da kanıtlayamaz. Bu düşünce yazısında Carol J. Adams'ın eşitlik üzerine olan alıntısı etik ve varoluşçuluk üzerinden incelenecektir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İnsan beyni, evrimi/yaratılışı gereği, hataları ve yanlışları fark edebiliyor da olsa yine evrimi/yaratılışı gereği tembelliğe ve sorumluluktan kaçmaya yatkındır. En eski çağlarda mağaralara resim yapan homo sapiens ile 21. yüzyılda 21 katlı binalarda yaşayıp çalışan beyaz yakalıların en belirgin kesişim noktalarından biri de budur: Zorlu olandan kaçmak. Buna rağmen toplumların, insan varoluşuna göre tasarlanmamış olması sebebiyle -kaldı ki insan varoluşunun nasıllığı felsefenin ve evrenin en büyük soru işaretlerindendir- her bireyin öz benliğini tanıması, ideallerini ve idealsizliklerini belirlemesi ve en zoru da bunlara göre yaşamını sürdürmesi sancılı bir süreçtir. Bu süreçte, bazen ona hizmet eden bazense önüne engel koyan eşitlik kavramı, birey ve toplumlar için kimi zaman fikir kimi zaman ise pratik olabilir. Örneğin modern hayatta herkes kendisini eşitlikçi olarak tanımlar fakat A öğrencisinin bir sınav sorusunun iptal edilmesini isteyişi veya istemeyişi o soruyu doğru yapıp yapmadığına bağlıdır. Tam da bu durumda, ahlak ve siyaset felsefesinde oldukça kullanılan Sokrates'in bilgi ile bağdaştırdığı erdem kavramı karşımıza çıkmaktadır. Adams'ın bahsettiği "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı" gerçeği; bireyin, büyük bir eforla, sahip olduğu ve onu "kötü"ye yönlendiren egosundan, veya bazı spritüel bakışlarda geçtiği gibi nefsinden, sıyrılmasını gerektirmektedir. Bunun ne sınıra kadar gerçekleşebileceği veya içinde bulunduğumuz sistemde gerçekleştirilmesine izin verilmesi ise tartışmalıdır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Sanayi Devrimi ile tohumları ekilen ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında yayılan Varoluşçuluk akımı ile insanlar kendilerini bireyselliklerine kaptırmışlardır. İnsanların feodalizmden daha büyük bir çark olan kapitalizmin bir parçası haline gelirken öznelleşmesi ironiklik oluşturuyor olsa da bu alıntıda yoğunlaşılmak istenen "bizden ayrı olana nesne muamelesi yapma" durumuna Marksist bir bakış açısıyla bakıldığında insanların, sistem tarafından izin verildiği kadar bilinç seviyesine sahip olduğu görülmektedir. "Alt yapı (ekonomi), üst yapıyı (siyaset) belirler" argümanını ortaya koyan Marx'tan yola çıkarak bakıldığında şu anki birçok "eşitlikçi" mücadelenin ekonomiyle doğrudan ilişkili olduğu görülmektedir. Örneğin kadınlara günlük hayatta toplumsal roller bağlamında tanınan özgürlükler ile erkek eksikliğinin sebep olduğu işgücü açığının oluşması aynı zamanlara -20. yüzyıla- denk gelmektedir. Bir diğer örnek ise LGBT+ haklarının savunulmasında, günümüzdeki en büyük şirketlerden ve hikaye anlatıcılarından biri olan Netflix'in içeriklerinin, ve dolayısıyla kârının artması da, şaşırtıcı olmayan şekilde rastlaşmaktadır. Buna zıt bir şekilde, hala mücadelesinin mücadelesi verilen ve Adams'ın da bir parçası olduğu veganizm, kapitale bir fayda sağlamaması, tam tersine zarar vermesi, sebebiyle yok sayılmaktadır. Irkçılık, cinsiyetçilik, homofobi sansürünü büyük ölçüde kırmış olsa da türcülük, kapalı bir kutu halindedir. Bir kedi ile bir inek arasındaki farkın tüketmek bağlamında ne olduğunu tartışmak rahatsız edici olacaktır. Çünkü yaşadığımız düzen; birini sevimli, ev dostlarımız olarak tanımlarken diğerinin paketlenip önümüze koyulmasını uygun görmüştür. Birisi pet shop'lar, veterinerler ile; diğeri mezbahalar ve marketler ile kimselere kâr sağlar. Böylece yaşanılan ekonomik koşullar, toplumsal ve bireysel zihniyeti oluşturmaktadır diyebiliriz. Dolayısıyla hayatın farklı alanlarındaki eşitlikler de diğer eşitliklerden daha eşit olurlar. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">2022'de "Toplumsal olarak kadını erkekten ayıran nedir?" diye sormak görece daha kolaylaşmışken "Bilimsel olarak insanı kediden, kediyi inekten ayıran nedir?" noktasına daha varılmamış olmasının altında tam benimsen(e)memiş ve adapte olun(a)mamış değerler yatmaktadır. Aileden, yaşanılan çevreden, kutsallardan kabul ettiğimiz veya bize kabul ettirilmiş kurallar, normlar -aksi söyleniyor da olsa- insanın doğasına ters düşmesi sebebiyle komünal yaşamda birtakım kolaylıklar sağlamasına rağmen psikoloji ile yüzde yüz örtüşüyor diyemeyiz. Nitekim gelişim psikolojisinde 2 yaş sendromu -terrible two- olarak adlandırılan dönem, bebeğin yavaş yavaş yürümeyi ve konuşmayı öğrenmeye başlamasıyla dış dünyaya verdiği agresif tepkileri kapsar. Bence bir canlının ilk kez "terbiye edilmeye" başlandığı zaman ile ilk abartılı öfke gösterilerinde bulunması tesadüf değildir. Jean-Paul Sartre'ın "Varoluş, özden önce gelir" argümanının birçok kesimce onaylanmasının sebebi de budur. Birey; başkaları tarafından yontulup, yönlendirilip, şekillenmeden önce hayatının ve seçimlerinin kontrolünün kendisinde olduğunu bilmek istemektedir. O yüzden bir bakıma her varoluşçunun içindeki "terrible two"yu bir noktaya kadar koruduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Toparlamak gerekirse, Adams'ın "eşitlik" kavramını bir fikirden öte bir pratiğe dönüştürülmesi gerektiği fikrini ortaya atması, tarihteki ve günümüzdeki eksikliklere baktığımızda oldukça yerindedir. Çünkü insanlığın ve içinde yaşanılan sistemin çıkarlarının, etik değerlerle uyuşmasını beklemek anlamsız olacaktır. 2022'deki küresel ısınma gibi problemler üzerinden de bu duruma yaklaşılabilir. Adams'ın bir kişinin yaşadıklarının herkesi etkilediği düşüncesinin gerçekleşmesi ise insan beyninin önceliklendirme işleyişine baktığımızda fazla kolay değildir. Bu aksiyonun büyük bir özveri ve erdem gerektirmesiyle beraber, daha kendisiyle çatışmalarından çıkamayan modern zamanda yaşayan bireylerin; önce çevresiyle sonra dış dünyayla sorunlarını çözüp olumlu katkı sağlamasını 80 yıllık ömrüne sığdırmasını beklemek ne kadar anlamlıdır? Şems'in "Hepimiz birbirimize görünmez iplerle bağlıyız" sözündeki görünmez ipleri en azından hissedilir kılacak koşullar sağlanmadığı sürece, insanlığın eşitlik ve daha birçok soruna çözüm arayışı devam edecek gibi.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İren Şerbetçioğlu<br /><br /><o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."<br />Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20</span></i><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br /></span></b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br />Eşitlik: Çözülmez Kedi Beşiği</span><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;"><o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eşitlik felsefe, siyaset, sosyoloji -kısacası insanın ele alındığı her alanda- tarih boyunca tartışılan, hatta elde edilmesi imkansız ütopik bir konsept olduğu bile öne sürülmüş olan, bir kavramdır. Adams, fikirler dünyasında yer alan eşitlik kavramını gerçek hayata dökmenin yönteminin çevremizdeki canlıları nesne olarak değil, derinlikli varlıklar olarak olarak görüp destek olmayı teklif etmek olduğunu öne sürmektedir. Bu yazıda öncelikle eşitlik fikrinin tanımlanmasında karşılaşılan problemleri ve Adams'ın önermesinin neden yetersiz olduğunu temellendireceğim. Devamında ise bu önerinin içerdiği tipik eşitlik motivasyonundan ayrılan yönlerini detaylandırıp bireycilik, sosyal sorumluluk ve bencillik gibi konseptler yardımıyla eşitlik üzerine kendi fikirlerimi açıklayacağım.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams, herhangi bir soyut kavram üzerine net bir kural koyulmaya çalışıldığında ortaya çıkan sorunlara yenik düşmüştür. Fiziksel bir karşılığı olmayan veya bu fiziksel karşılığı konusunda bir konsensüse varılamayan herhangi bir kavramı iletmek için kelimeleri, yani dili kullanırız. Dil ise edilgen bir şekilde değişir; onu kullanan kişinin, toplumun şeklini alır. Dilin kendi başına bir iradesi yoktur, Richard Dawkins'in "mem" olarak tanımladığı konsepte benzetilebilir. "Mem"ler biyolojik içeriği sonraki nesillere aktaran genler gibidirler ancak, sosyal ve kültürel bilgileri aktarırlar. Bilgi ve kültür aktarımı için bir yöntem olan dilin herhangi bir ögesinin sabit bir anlamı yoktur, bir kelime hayatı boyunca orijinal kullanımının zıttına bile evrilebilir. Wittgenstein'ın dil-oyunu konseptine göre bir kelimenin taşıdığı anlam o an oynanmakta olan "dil oyununun" kurallarına göre şekillenir. Dolayısı ile eşitlik kavramını dil-oyunu konseptine göre ele alırsak kendi başına hiçbir anlam ifade etmeyen, tamamı ile bağlamına ve kaynağına bağlı bir algıdır. Eşitlik bir bakıma çözülemez bir kedi beşiğidir, sadece evrilip çevirilebilir. Bu nedenle Adams'ın bu kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen konseptin dışavurumunun nasıl olması gerektiğini belirttiğinde çok cesur bir önermede bulunmaktadır. Bu önermenin yetersizliğini temellendirmek için ise eşitliği ilkel bir biçimde olsa bile tanımlamam gerekir. Eşitlik, Adams'ın önerdiği gibi bir varoluş durumu değil, bir sıfat olarak kullanılabilir. İki insan her yönüyle eşit olamaz (eğer birinin bile geçmişinde diğerinden farklı bir deneyimi varsa örneğin deneyim konusunda diğerinden üstün olduğu söylenebilir), ama belli bağlamlarda eşit olabilir. Bu nedenle eşitlik, spesifik bağlamda aynı olma durumu olarak tanımlanabilir. Bu objektif veya derin bir tanım değildir ancak kendi içerisinde tutarlı ve kapsamlıdır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams'ın önerdiği üzere başka bir insanın problemlerini dinleyerek onlarla duygusal bağlamda daha eşit olmaya çalışılınabilir. Eşitlik yukarıdaki tanım çerçevesinde değerlendirilirse burada iki taraftan herhangi birinin mutluluk seviyesinin diğerine yaklaşması bir eşitleşmedir. Bu durumda Adams dert dinlemenin ve anlatmanın iki tarafın durumlarında bir değişim yaratacağı ön kabulünde bulunmuştur. Eğer derdi dinlenen taraf daha mutlu olursa veya derdi dinleyen taraf durumla ilgili herhangi bir nedenden (örneğin o insanın üzüntüsüne hissettiği empati duygusu) daha mutsuz olursa mutluluk ölçütü çerçevesinde eşitliğe doğru bir adım atılmış olunur. Ancak bu eşitlik kelimesi üzerinden oynanan dil-oyunundaki çok net ve sınırlı kurallara bağlı olarak yaşanan bir eşitlik olur. Oyunun kurallarında küçük oynamalar bile bu dert dinleme dışavurumunu eşitlik yönünde yapılan bir hareket olmaktan çıkarabilir. Ki eşitlik gibi soyut bir kavramda neredeyse her bir insan dil-oyununu farklı kurallara göre oynamaktadır. Dolayısı ile Adams'ın tanımı yetersizdir ancak bu önerdiği hareketin değersiz olduğu anlamına gelmez. Başkalarına destek olmak ve birbirini derinlikli insanlar olarak tanımak her zaman (kendi kurduğum ahlak çerçevesince) önemlidir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Adams'ın önerisinde başka ilginç bir nokta, bir insanın eşitliği -genellikle ele alındığı gibi- diğerkâmlık veya iyilik gibi nedenlerden değil, bireysel bir sebepten istemesini söylemesidir. "Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için" ifadesi başka bir insanın iyiliğini gözetmek veya empati duymaktan değil, derdini sormamızı istediği kişinin bizim üzerimizde bir etkisi olduğu için eşitliği hedeflememiz gerektiği çıkarımına götürebilir. Yani başka bir insana yardımın bireysel yarar motivasyonuyla yapılacağı yorumuna varılabilir. Başka bir yorumlaması ise insanların birbirine bağlılığı nedeni ile Adams'ın bahsettiği desteğin sosyal bir sorumluluk olduğudur. Başka birinin derdini dinlemenin bir sosyal sorumluluk olarak görülmesi bireye zarar verebilecek bir durumdur. Başkalarının derdini dinlemek -başka insanların derdini yüklenmek- her insanın, kendisi ne kadar mutlu olursa olsun, psikolojik olarak kaldırabileceği bir durum değildir. Bu nedenle bunu sosyal sorumluluk statüsüne koymak kişileri kötü etkileyebilir ancak bunun uç vaka olduğu da savunulabilir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Ayrıca insanların eşitlik ideallerini pratiğe dökmesi gerektiği belli etik çerçevelerince mantıklı bir istek olsa da bu seviyede basit bir pratiğe indirgenmesi de yeterli görülmemelidir. Başka insanların derdini dinlemek benim kişisel olarak inşa ettiğim ahlak çerçevesince de iyi bir şey olsa bile eşitlik üzerine yapılacak teorik tartışmaların da bu hareket kadar değerli olduğuna inanıyorum. Dolayısı ile Adams'a eşitliğin bir fikir olmaması gerektiği konusunda da katılmıyorum. Mesela dünyada var olan eşitsizliğin kökenini sorgulamak daha kökten bir çözüm sunabilir. Fikrimce, eşitsizliğin sebebi tanrısız bir dünyada her insanın kendi Babil Kulesini inşa etmeye uğraşıyor olmasıdır. Var olmayan bir ideal yaşam; kendimizi tatmin etmeyecek para, ün gibi bir sürü tanrılaştırdığımız olgu peşinden koşmak için kendi kulemizi uzattıkça uzatıyoruz. En uzun kuleye sahip olursak tanrıya ilk ulaşanın biz olacağımızı hayal ediyoruz ve o uğruna bunları yaptığımız tanrı aslında var olmadığı için bizi kimse çarpmıyor. Bazıları daha fazla imkanla başladığından daha üste kadar gidebiliyor ama eninde sonunda elindeki imkan bitince etrafındakinden çalmaya başlıyor. İlk ulaşan o olmalı, ilk ulaşan hepimiz olmalıyız. Bu bencillik ve determinizm çerçevesinde kişinin kendi kontrolü dışında olan bir sürü faktör nedeni ile var eşitsizlik. Kimse doğarken fakir olmayı, azınlık olmayı, depresyonda olmayı veya kadın olmayı seçmiyor ve bu şekilde bazılarının kuleleri diğerlerinden az malzemeyle başlıyor. Kapitalizm de bol malzemeyle başlayanın bu insanlardan çalmasına izin veriyor ve hatta destekliyor. Bu şekilde eşitlik kavramı üzerine yapılacak tartışmalar, konuşmalar sayesinde daha etkili şekilde pratiğe dökebileceğimize inanıyorum. Ancak, Adams'ın önerisinde hala değerli yönler olduğunu, insanların bir diğerini şefkatle ve anlayışla derinlikli insanlar olarak ele almasının önemli olduğunu düşünüyorum.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Deniz Güner<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Eşitlik bir fikir değildir; bir pratiktir. Diğer insanlara ya da diğer hayvanlara nesne muamelesi yapmadığımızda onu pratiğe dökmüş oluruz. Birinin başından geçenler hepimizi bağladığı için ona, 'Bir derdin mi var? Anlatmak ister misin?' diye sorduğumuzda bunu pratiğe dökeriz."<br />Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası, Ayrıntı Yay. Sayfa 20<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">ELLE TUTULUR EŞİTLİK<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eşitliği sadece bir kavram, sadece bir fikir olarak gören zihniyet ya eşitliği anlamamıştır ya da eşitlik kendisine o kadar uzaktır ki bunu düşünmesi bile güç bir hale girmiştir. Eşitliği anlamayan kısım için buna bir açıklık getirmek şarttır. Eşitlik demek bir toplumdaki her bireyin aynı değerlere, aynı fiziksel yapıya, aynı dünya görüşüne veya aynı milliyete ait olması değildir. Bu şekilde düşünen biri eşitliği doğal olarak pratik bir olgu olarak göremez, imkansız bulur. Eşitlik aslında, daha önceki açıklamanın tam tersi bir durumda ortaya çıkabilir. Eğer her bireyin kendine özgü değerleri ve dünya görüşleri varsa ancak herkes birbirinin insan olduğunun ve bir kişinin probleminin aslında tüm toplumun problemi olduğunun bilincinde ise eşitlik sağlanmış veya devrimsel bir hareketle sağlanacak demektir. Bu yazıda eşitliğin aslında bir fikir değil, insan doğasının pratik bir şartı olduğu ve eşitliğin benlikle olan bağlantısı; çeşitli argümanlar ile kanıtlanacaktır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Modern dünyanın önde gelenlerinden Fransız filozof Jean-Paul Sartre, insanın özünden önce varoluşunun geldiğini söyler. Bu sözün gerçek anlamı, insanın ona toplum, aile gibi yapılar tarafından diretilenlerden çok olmak istediği olduğudur. Yani insan kendine karar vermekte tamamen özgürdür. Bunun yanında Sartre insanın kendinden sorumlu olduğu için aynı zamanlıkta tüm insanlıktan sorumlu olduğunu söyler. Bu düşünce ilk paragrafta anlatılan eşitlik fikriyle paralellik gösterirken aynı zamanda da bu eşitliğin nasıl pratik olduğunu da şu şekilde açıklar: Her insan karar verme özgürlüğü konusunda eşittir ve bu verdikleri karar bireysel bir edim olsa da(ahlak ve değerler gibi) bu bütün toplumu etkiler çünkü kendi doğrusuna karar veren insan diğer insanların da doğrusuna karar verir bu sebepten de karar verdiklerinin tüm insanlıkta uygulanması için sorumludur. Bu fikir her insanın toplumu etkileyeceğini ve bu bağlamda her insanın eşit olduğunu söylemekle birlikte insanın topluma kendi doğrusunu göstermeye çalışması gerektiğini söyler ve eşitliğin hem sadece bir kavram değil pratikte de sürekli olarak işleyen bir olgu olduğu hem de her insanın birbirine bağlı olduğu fikrini destekler. Sartre'ın sevgilisi olan başka bir Fransız filozof Simone De Beauvoir de eşitlik fikrini desteklemiş ancak farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">De Beauvoir, birinci dalga feminizmin en önemli düşünürlerinden biri olup kadına toplum tarafından yüklenen "öze" odaklanmıştır. De Beauvoir'in yazıları toplumda varoluşun özden önce geldiği düşüncesi olmadığında ve bu farkındalık oluşmadığında eşitliğe yaklaşımın değişimi üzerinedir. De Beauvoir'e göre kadınlara diretilen öz sadece erkeğin mutlu olması üzerinedir ve kadınlar toplumun onlara direttiği "erkeğe kölelik etme" düşüncesinin farkına varamadıklarından varoluşlarına yani gerçek özlerine ulaşamazlar, istedikleri olamazlar. Bu örnek insanların eşitliklerinin ve topluma etki etme güçlerinin farkında olmayışlarının sonucunu oldukça net bir şekilde gözler önüne serer. Günümüzün de bir problemi olan cinsiyet eşitsizliği üzerine yıllardır tartışılmasına rağmen henüz bir çözüme ulaşamamıştır. Bunun sebebi kadınların hala en başta ataerkil(erkek egemen) toplumun onlara onlar için atadığı değerler ile yaşamaları ve tabii ki hali hazırda ataerkil olan sistemin bu değerleri kadınlar üzerine baskılamasıdır. İnsan özünü fark etmeden ne gerçek benliğini anlayabilir ne de toplumdaki gücünü. Kadınların da yaşadığı tam olarak budur. Bu mutlu çiftimizin fikirlerini etkileyen ve 20. yüzyılın en büyük olaylarına fikirleriyle öncülük eden bir başka filozof da Karl Marx'tır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Marx, en çok kapitalizm eleştirileriyle ve komünist ideolojinin öncüsü olmakla tanınır. Aynı zamanda karşıtların birliğini savunan diyalektik maddeciliğin de savunucusudur. Marx, kendi özgürlüğünden ve benliğinden uzaklaşmayı kapitalist sistemin işçi sömürüsüne bağlamıştır ve ancak kapitalist sistemin çöküşüyle(ki bunun kaçınılmaz bir durum olduğunu da belirtmiştir) benliğe dönüşün, buna bağlı olarak da eşitliğin sağlanabileceğini yazmıştır. Marx, her insanın tutkuyla yaptığı bir iş olacağını ve o işi yaparak ancak mutlu olabileceğini, ancak kapitalist sistemin kar odaklı ve bireyi yok sayan politikasının bireyleri istemediği ve zevk almadığı işler yapmaya zorladığını söylemiştir. Birey bu sistem içinde kendi benliğini unutur ve sadece makinenin bir çarkı olduğunu hisseder. Marx, buna "yabancılaşma" der. Bu yabancılaşma benliğe bir yabancılaşmadır ve kişinin toplumun ona baskıladığı öze uyması ile sonuçlanır. Durum bu şekilde olunca insan eşitlik, kardeşlik ve özgürlük gibi kavramları unutur. Marx ise bu problemin bilinçli işçi ile giderilebileceğini, yabancılaşmasının farkına varmak ve benliğine dönmek ile ortadan kaldırılabileceğini söylemiştir. Eşitsizliğe yine gerçek özden uzaklaşma, toplumun dayattığı öze uyma ve bunlarla beraber bireyin elindeki gücü unutması sebep olmuştur. İkinci paragrafta üzerinde durulan Sartre, Marksist felsefenin üstüne bir felsefe onun döneminde çıkamadığını ve kendi felsefesinin de Marksizmin ancak bir alt başlığı, bir geliştirmesi olabileceğini söylemiştir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Örnek gösterilen üç filozof da eşitsizliğin, bireyin "aslından" uzaklaşması olduğu ve eşitliğe giden yolun gerçek özüne dönmesinde olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda benliğini fark eden insanın nasıl sadece kendinden değil tüm toplumdan sorumlu olduğu da söylemiştir. Bu fikirler, söylemler ve doktrinler doğrultusunda eşitliğin benlikten geçtiğine, benliğin de sadece bireyin içinde olan bir olgu olmadığına ve gerçek benliğin pratik olmak zorunda olduğuna ulaşılabilir. Gerçek özünü kurmuş ve belirlemiş kimse insanın eşitliğinin de farkına varır ve karşısındakinin benliğine de kendininki kadar saygı duyar ancak kendi benliğini etrafındakilere de her zaman aktarmaya çalışır. Bu sebeplerden eşitlik bir pratik olmak zorundadır, yani bir fikir, bir kavram olarak kalması mümkün değildir, çünkü eşitliğin farkında olan bireyler asla bunu sadece kendilerine saklayamazlar. Eşitliğe ulaşmanın kolay olmayacağı aşikardır ancak bu, benliğine dönmeye çalışan insanı karamsarlığa düşürmemelidir. Ne de olsa büyük filozof Hegel değil midir değişimin sancılı ancak kaçınılmaz olduğunu söyleyen?<br /><br /><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Çınar Taşkın Karataş<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 9pt;"><br /></span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."<br />Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Kum havuzu misali gözümüzün önünden geçen bir bilinç uyanıklığı ile her gün güneşin doğacağına taparcasına sevinir(!) hatta yataklarımızdan çıkmak için nedenler ararız, ararız ve yine ararız. Uyandığımız andan itibaren ket vurulmuş, formüle edilmiş kavramlarla başlarız bilincimizi oluşturan minik bir parçayı yaşamaya. “Yaşamaya değer mi?” sorusunu sorma fırsatını bile yakalayamayız çünkü o kum havuzuna düşen ve irademizin en içler acısı kısmına yani aklın sosuna bulanmamış ve terbiye edilmemiş bölümüne hitap eden oyuncaklarla oynamadan bir saniyemiz bile geçmez. Bize methedilen uykuyu erdemli bir şekilde alamamışızdır bile. Çünkü, aklımızın gün içerisinde yorulmasına o oyuncaklar engel olmuştur. Önüne çektiği o setlerin, engellerin uzaydan bile göründüğüne inanan vardır ki bu, durumun absürtlüğüne dair tezat bir söylemde bulunamayacağımızın noktasını inşa eder. Aynı bizim günümüzde kendi kendimize inşa ettiğimizi ve bunu bizimle aynı içsel sancıya sahip olan, bizimle aynı tözü paylaşan “varlıkların varlaması” yani bizleri tezahür etmesi üzerine gerçekleştiğini unutacak kadar karanlık prangalar gözlerimize girebilecek en ufak ışık huzmesini bile doğanın bile dilinin varmayacağı yöntemler ile cezalandırmaktadır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Michel Foucault ise işte tam bu cezalar noktasında elini hem suya hem sabuna değdirmekle kalmamış ve şunu öne sürmüştür: “Hapishanelerin fabrikalarımıza, okullara, askeri üslere ve hastanelere benzemesi ve aynı şekilde, bunların hepsinin de cezaevlerine benzemesinin şaşırtıcı yanı ne?” diyerek bize özgürlüğün toplum sözleşmesinden nasıl da sıyrılıp gittiğini ve özgürlük simidinin susamlarını parmağımız ile topladığımız bir dönemde olduğumuzu üstüne özgürlüğün acınası irademize belirli kurallar ile oynatılan oyunlardan farksız olduğunu katarak onca yanılgının arasındaki doğru gözüken şeyi tutmaya, tutunmaya çalışmıştır. Absürt bir şekilde ivmelenen telaşımız arasında nasıl da silikleştiğini ve iktidarın “Nullifying Orb” (Hiçleyici/Hiçleştirici Küre) gibi bizi bizlikten alıkoyan bir yapıya dönüştüğünü içimizdeki akla hitap eden bir biçimde bize aktarmayı denemiştir. Bu bağlamda yaptığı bu aktarım zaten bireylerin kendi varoluşlarını ve aynı tözü paylaşmamızdan dolayı her varlığın eşsiz farklılıkta yaşadığı o varoluş sancısını dindirme ümidiyle başlamıştı.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Kum havuzuna kumlar işte tam olarak da bu dönemlerde taşınıyordu. Gerçi o dönemde işçiliği kölelikten ayıran bir rıza durumu yoktu ama bu rıza meselesi zaten o kum havuzunu oluşturmak daha değerli görülseydi ben dahil hiçbirimiz burada bu bağlamdaki eleştirel tartışmayı birbirimize aktarıyor olmazdık. Bağlantısallığın zarar gördüğü aşamayı -ki bu aşama özgürlüğün de zarar görmesinin birincil nedenidir.- Foucault ile ele alan isim Ferdinand de Saussure olmuştur. Dilbilimi ve göstergebilim tabanında bireydeki, sanattaki ve iktidardaki bozulmaları veya nedensizlikleri ele alan Saussure özgürlüğün ve varlıkların aralarındaki anlaşmanın temelini yani bağlantısallığı da gizlice şu söylemiyle bize yaptığı şu saymaca cümlesinde göstermiştir: “Dil göstergesi nedensizdir. Gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı, şöyle ya da böyle, saymacadır; kullanıcıları arasında yapılan bir sözleşmeden doğar.” Bu bağlamda ele aldığımız konu olan özgürlüğün aslında kullanıcıların bulunduğu durumda ne kadar saymaca yapma kotasına sahip olduklarıyla bir paralellik olduğunu görebiliriz. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Burada Saussure ve Foucault’nun ortak paydada buluştuğu bir noktaya yani Foucaultcada (Foucault dilinde) “Sınırlandırma” ve Saussurecede (Saussure dilinde) “Gösterilen” kavramına değinmek istiyorum. “Sınırlandırma” da “gösterilen” de kullanıcıların her biri tarafından üstün kabul edilen veya üstün olarak inşa edilmiş bir yapının o gidişatta diğer alt varlıklara veya yapılara yönetebilme, aktarabilme gibi bilgi felsefesinde akıl tarafından defalarca kez sorgulanması gereken olguları saniyesinde uygulatabilme gücü vermiştir. Her iki kavram da kum havuzunda bizim önümüze atılan oyuncakların -oyuncakların ne olduğuna değineceğim.- işlevlerini kısaca betimlemektedir. Aklını iradesine öğretmen yapamamış insanlar da bu oyuncaklar suretiyle özneleşmiş ve hayatlarındaki bağlantıları göremeyecekleri bir biçimde kafalarına kendi ayaklarının bittiği yerdeki kuma gömmüş, haliyle de sevmekten ve sevilebilmekten fazlasıyla uzaklaşmıştır. Hatta yıllar bu uzaklaşmayı toplumsal bir normalimiz haline getirmiş, kafasını gömmemiş olan insanlara yüzlerini karanlık günlere çevirmenin aydınlığa baktığında oluşan o kekremsi ve biraz da narin olan umuttan daha iyi gelebileceğine dair manipüle edilmiş bir motivasyon kaynağı oluşturmuştur. Üstelik “üstün kabul gören yapı” varoluşsal sancımıza iyi gelen bilgi merheminden ve sorgulama ilacından da uzak tutmuş ve bu tinlerin özlerine geri dönüşünün önü kesilmiştir. “Neredeyse hiç ciddi değilim ve her zaman çok ciddiyim. Çok derin, çok sığ. Çok hassas, çok soğuk kalpli. Ben bir paradokslar koleksiyonu gibiyim.” Şu söylem zaten tinin özgürlüğünün ve o özgürlük bilincinin temelinde yatan bağlantısallığın ne denli hasar aldığını ve paradokslar koleksiyonunu bir avuç kumda kaybettiğini Saussure’ün paleti üzerinden göstermektedir. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Şimdi ise yukarıda bahsettiğim oyuncakların felsefe yapmayı bırakın bizleri nefes almaya bile şükrettirecek duruma nasıl getirdiğini Frankfurt okulu üzerinden ele almak istiyorum. Kafasının üzerinde tuttuğu bilgi eleğiyle Yuval Noah Harari bile “para” gibi bir kavramın yukarıda yapmış olduğum benzetmedeki kumların rengini veren soyut bir materyal olduğunu biliyordu. Geçtiğimiz birkaç yıl içerisinde yapmış olduğu bir TEDxTalk’ta bahsettiği gibi “Hiçbir maymun verdiğiniz para karşılığında size tanrı-doğanın bahşettiği muzlardan vermeyecektir.” Kurgusallık ile özümüzde bulunan bağlantılara çekilen bu perdenin sadece bir kıvrımını oluşturuyor şu bahsettiğimiz küçük, yeşil kâğıt parçası. Hatta güneş bile bu kumların rengine göre ayarlanıyor, güneşe göre varlığın duruşu, uykusu yeniden şekillendiriliyor. Sanki yeni ve zalim bir güneş doğuyor üstümüze(!) İşte bu noktada hakiki bir güneşin üstümüze doğmadığını ve kafamızı kaldırıp baktığımızda her an gökyüzünden inip yerle yeksan olabilecek güneşimsi figürün tıpkı “Truman Show” filminde olduğu gibi bize yalanları yaşattığını hatta yalanları yaşatmasından daha da vahim olan tinin kendi doğrularını bulmasının önünü kestiğini görmekteyiz. Bu figürler işte benim kum havuzu alegorimdeki oyuncaklardır. Bu oyuncaklar Theodor Adorno’nun bahsettiği kültür endüstrisi ve bu yapılaşmadan doğan devletin ideolojik aygıtlarıdır. Hegel’ in sözünden Adorno’nun bu DİA kavramına kadar ince eleyip sık dokuduğumuzda son birkaç yüzyıldır sırtımızı yasladığımız siyasal özgürlük ve toplumsal anlaşmaların bağlantısallığını yitirerek köklerinin çürümeye başladığını görmemek hiç içten değildir. “Egemenlik ilkesi, her şeyin feda edildiği bir put haline gelmiştir.” diyerek Horkheimer da bu uğurda özgür düşüncenin bile feda edildiğine değinmeden Frankfurt Okulu koridorlarından geçmemiştir. Ardından kaçınılamaz bir şekilde bu siyasal erklerin içerisine yerleştirdiğimiz bireysel ve toplumsal olmak üzere felsefeyi mümkün kılan genel özgürlük anlayışı da zihinlerimizde yosun tutacaktır. Sistemin bize ihtiyacımız olan özgürlük anlayışını değil kendi işine gelen özgürlük anlayışını sanki gerçek ihtiyacımız olan bilincin o değil de şu ya da bu değil de öteki olduğuna götüren bir yanılsama içerisine baskı araçları ve medya teknoloji yardımıyla zihinlerimizin güncel köşelerine yerleştirmemesi absürt olmayan olurdu. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Mutluluğu bize olmadığı hatta olamayacağı bir biçimde pazarlaması tinin kendinde olan şeye yani içindeki öze dair duyduğu anlama istencini zorlaştırır. Bu da zaten kendinde olan şeyi gitgide uzaklaştırır. Bu durum da içinde bulunduğumuz fiziki prangaları kırmamızı güçleştirecek büyük bir buhran hali yaratır çünkü var olduğu için var olmak zorunda olması içimizde var olan varoluş sancısının “varlamasına” yani kendi içinde giderek sancı krizleri doğurmasına yol açar. Özümüzdeki ihtiyacımızı düşünemeyecek kadar dumanlı bir eleğimiz ve absürt bir zamansallığımız vardır. Zamanın ötesinden kırıntılar barındıran o öz, artık ulaşılması çok güç bir yere yine kendi ellerimizle yarattığımız üst yapıların bize saymaca/yapay/uydurmaca özgürlük özendirip satmasıyla yerleştirilmiştir. Ayrıca şunu da bilmek lazımdır: dil, göstergeler, iktidar gibi üst yapılar belirli bir noktadan sonra her ne kadar insan eli değmiş bile olsa insanın zaaflarını öğrenen bir yapıya sahiptir. İnsanın bu kurmaca düzenine ne kadar kolay ayak uydurabileceğini sağlayan en baştaki kodlayıcı da insandı. Kısaca insan istisnasız bir şekilde kendi topuğuna sıkmış ve sıkmaya günümüz itibariyle de devam etmektedir. Bağlantısallığın özünü kavrayıp bunu iyi yönetebilecekken bağların(bağlantıların) kendi kendine tasarladığı yapay özneye, paraya, mutluluğa, özgürlüğe aldanmıştır. Halbuki önüne atılan oyuncakları tersiyle itebilen bazı tinlerin görebileceği üzere bağlar kendi başlarına birer varlıktırlar. Onlar en baştan beri vardırlar ve bu varoluş onların kendi içlerinde yeni bağlamlar kurabileceği yani yazıda sözünü çok geçirdiğim varlığın ancak ve ancak var olabilecek bir şeyi doğurması olgusunu “Varlık ve Zaman” kitabında zaten Martin Heidegger birçok kez sözünü ederek zamanı bağlantısallığın yaratıcısı olarak yorumlamıştır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Heidegger, Saussure, Horkheimer, Adorno ve Foucault üzerinden geldiğimiz şu anlatıdan da açığa çıkarılabileceği üzere gerçek özgürlüğe dair söylemlerin artık şu şekilde eleklerimizden geçmesi gerektiğini düşünüyorum: X’in denklemde yalnız başına bırakılmasının sanki eşitliğin diğer tarafındaki sayıların bilinmeyene yaptığı saymaca bir faşizmdir. Bu matematiksel formların mükemmelliğine bir bütün olarak yaklaşıp onu akış içerisinde korkutmamayı öğretemediğimiz sürece bize ne özgürlük ne ilke ne bilinç kalır. Felsefe ise yapıldığında toplumun yeni normları ve düşünce polisleri tarafından susturulacak bir olgu olarak kayıplara karışacaktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Derin Engür</span></b><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 10pt;"><br /></span><i><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 9pt;"><br /></span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."<br />Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Gerçek Özgürlük: Çözülemeyen Problem<br /><br /><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..." Hegel. Şahsen, özgürlük kavramı benim, hep insanlarla çelişmeme sebep olan bir kavram olmuştur. Elbette ki özgürlük ve bağımsızlık olmayan bir ortamda felsefeden, mantıktan veya doğrudan bahsedilmesi mümkün görünmemektedir. Yine de bu gerçek özgürlük, özellikle de siyasal özgürlüğün, çetrefilli ve tartışmalı bir konu olduğu gerçeğini de göz ardı etmemize neden olmamalıdır. Geçmişte ve günümüzde, muhtemelen gelecekte de, siyasal özgürlük ve bu özgürlüğü sağlayan şartlar/gereklilikler hep tartışılmıştır ve tartışılacaktır. Çoğu insanın için, siyasal özgürlük, gerçek özgürlük basit bir kavramdır: Bir halktaki her bireyin kayıtsız şartsız özgür, bağımsız, eşit ve siyasal ortamda aynı değere sahip olması. Ancak, özgürlük sadece eşitlik ve bağımsızlıkla sağlanamayabilir. Çünkü bir insanın öz bilinci ve karar verme yeteneği olmazsa, diğer bireyler tarafından kontrol edilir, köleleştirilir ve bu nedenle asla özgür olamaz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">George Hegel, bu sözünde aslında siyasal özgürlüğün gerçek özgürlük olduğunu vurgularken aynı zamanda bu “gerçek özgürlüğün” yaratılmasında, öz bilinç ve bireyin kendisinin farkında olmasının önemli olduğunu belirtmiştir. Ona göre; tam anlamıyla siyasal özgürlük ancak modern devletlerde, gücün adaletle birleştiği, etik ve politiğin bir arada bulunduğu ortamlarda var olabilir.1 Sözü daha detaylı bir biçimde ele alacak olursak, Hegel’in gerçek özgürlüğü, siyasal özgürlük ile aynı işlevde görmesinin nedenini de anlamamız mümkündür. Siyaset ve politika gündelik yaşamın neredeyse bütün önemli alanlarının (sosyal, ekonomik, toplumsal…) şekillendiği yerdir. Siyasi ortam sayesinde insanların yaşamı şekillenir. Felsefe de ancak ve ancak siyasi özgürlüğün var olduğu bir ortamda yeşerebilir. Bunun nedeni; öz bilince, yeterli bir bilgi seviyesine ve farkındalığa sahip olmayan, yani Hegel’e göre özgür olmayan insanların felsefe yapmasının mümkün olmamasıdır. Çünkü bu insanlar ya kendi fikirlerini bağnazca tekrarlayacak, hışımla savunacaktır ve/ya da başka insanlar tarafından manipüle edilerek önce kendi özgürlüklerini, sonra da siyasi ortamda hak sahibi olduklarından; demokratik yapılarda, toplumun özgürlüğünü ve o toplumdaki özgürlük ilkesini kısıtlayacaklardır. Bu noktada akla Platon ve onun ideal devlet anlayışı da gelmektedir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Platon’un ideal devlet anlayışı genel olarak bir totaliter rejim tasviri olarak kabul görmüş olsa da, bu anlayış Hegel’in de değindiği öz bilinç ve siyasal özgürlük problemine çözüm getirmeyi de hedeflemiştir. Devletin doğal bir mekanizma olduğunu varsayan Platon, devlet yönetiminin aristokratların ama en nihayetinde öz bilince ve özgür şekilde karar verebilecek bilgi birikimine sahip olan insanların elinde olmasını ideal olarak görmüştür. Hala bugün demokrasiye karşı en büyük argümanlardan olan özgürlük ve yetkinlik kavramlarını çözmek için tasarladığı bu sistemde, öz bilince sahip olmayan ama başka alanlarda belirli yeteneklere sahip olan insanların devlet yönetiminde ve politik ortamda söz sahibi olmamasının, hem siyasal özgürlüğün hem de Hegel’in tasvir ettiği “modern devletler” in gelişimine katkı sağlayacağını belirtir. Aynı zamanda Platon, tiranlık ve oligarşi gibi herhangi kişisel menfaat odaklı bir sisteme karşı olduğunu da belirtmiştir. Çünkü devletteki bilgin insanların amacı, günlük hayatta herkes için özgürlüğü ve eşitliği sağlamaktır, kişisel menfaat elde etmek değil.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Platon, öz bilinç yoksunluğunun ve bu olguyu kimi zaman besleyen demokrasinin, felsefeye ve özgür düşünce ortamına nasıl engel olduğu ile ilgili en iyi örneğin hocası Sokrates’in idamı olduğunu da belirtmiştir. Sokrates’in felsefe tarihindeki en önemli figürlerden biri olduğu açıktır. Sokrates, demokratik şekilde seçilmiş olan Antik Yunan senatosu tarafından haksız bir biçimde, şehrin tanrılarına inanmamak ve gençleri yoldan çıkarmak ithamlarıyla, idama mahkûm edilmiştir. Bu idamdan sonra yapılan hata anlaşılmıştır ve yas ilan edilmiştir ancak felsefe tarihinin en önemli isimlerinden biri ve gerçek özgürlüğü güçlendirecek olan Sokrates’in, senatonun ve halkın öz bilinç yoksunluğu ve yetersiz bilgi birikiminden dolayı idam edildiği gerçeği değişmemiştir.2 Kısacası, toplumun gerçekten özgür olmayan bireyleri, siyasal ortamda hak sahibi olduğundan gerçek özgürlük kısıtlanır ve başka birçok şeyin yanında felsefe de zarar görür.3 Bu noktada, 20. Yüzyılın en önemli siyaset felsefecilerinden Hannah Arrendt’in de devreye girdiği söylenebilir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hannah Arrendt, totaliter rejimleri yakından görmüş ve onların neden olduğu vahşete maruz kalmış birisi olarak, net bir totaliter rejim karşıtıdır. Ancak iki zıt şekilde anlaşılmış kişiler olmalarına rağmen Platon ve Arrendt’in bu konudaki fikirleri benzerlik gösterir. Arrendt’e göre siyasetin varoluş nedeni özgürlüktür ve özgürlüğün tecrübe alanı da eylemdir. Bu bağlamda Arrendt, özgürlüğü, düşünce alanında yer alan bir olgu olarak görmemiş; özgürlüğün yer alması gereken özgün alan olarak, insani ilişkiler alanı olarak kabul ettiği ve siyasi alanla eşitlediği ünlü kamusal alanını göstermiştir4. Yani, Arrendt de Hegel ve Platon gibi felsefenin ve özgürlüğün var olabilmesi için toplumsal (kamusal) alandaki ilkesel özgürlüğün gereksinimine değinmiştir. Bu ilkesel özgürlüğün de siyasal özgürlük ile olan sıkı bağından bahsetmiştir. Çünkü ona göre; siyaset, özgürlük sayesinde var olabilir. Tabii ki, bu görüşe karşı çıkan önemli figürler de olmuştur. Bunlardan birisi de, ünlü 17. yüz yıl filozofu Baruch Spinoza’dır. <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Spinoza, irade ve irade özgürlüğü kavramlarının, genel olarak da özgürlük kavramının bir yanılsama/ illüzyon olduğu düşüncesini öne sürer. Buna gerekçe olarak da insanların eylemlerinin ve davranışlarının nedenini bilmemesi olduğunu söyler. Spinoza, karar verme durumumuzun da özgürlük olarak kabul edilemeyeceğini düşünmüştür, çünkü kararlarımız çoğunlukla hafızamız tarafından şekillendirilir ve hafızamız üzerinde kontrolümüz yoktur. Bu düşüncelerine rağmen Spinoza’nın özgürlük kavramını reddetmediğini de söylemek gerekir. Spinoza için özgürlük, insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur. Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Bu durumu da “aşağı akan su” örneğiyle açıklamıştır. Spinoza: “eğer aşağı doğru akan bir su düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü.” demiştir. Yani insanlar, iradeleriyle özgür bir seçim yaptıklarını düşünürken, aslında zaten doğalarına göre yapacakları kesin olan şeyi yapıyorlardır. Kısacası, Spinoza’nın bakış açısından, Hegel’in sözünün geçerli bir argümanı olamaz çünkü insanlara ilkece özgürlük aşılanamaz ve siyasal özgürlük gelişemez. Bunun nedeni ise irade ve öz bilinç kavramlarını aslında birer yanılsama olmasıdır.5,6<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Eğer günümüze gelecek olursak da, Hegel’in sözünün günlük hayatta ne kadar önemli bir yer tuttuğuna şahit olmak mümkündür. Günümüz dünyasında, kâğıt üstünde totaliter ve tiranlığın hâkim olduğu rejim sayısı çok az gibi görünse de aslında bu rejimlerin uygulamaları, manipülasyonları ve özgürlük kısıtlamaları tüm dünyada oldukça yaygındır. Eğitimsiz bırakılmış, bilgi birikimi ve özgür irade sahibi olmayan milyonlar hatta milyarlar belirli kişiler tarafından köleleştirilmiş durumdadır ve özgür siyasal ortam, gerçek özgürlük kavramı, gün geçtikçe gücünü yitirmekte, yok edilmektedir. Bu nedenle de topluma özgürlük bilincinin kazandırılmasının önemi her geçen gün artmakta ve önemini kanıtlamaktadır. Ancak ve ancak bu irade kazanılabilirse, özgürlük konusunda yeni adımlar atılabilir. Yine de, bin yıllardır çözülemeyen problem çözülür mü bilinmez…<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">KAYNAKÇA:<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">1: https://dergipark.org.tr/tr/pub/deuiibfd/issue/22749/242839<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">2:http://www.phil.bilkent.edu.tr/index.php/fotografin-arkasindaki-hikaye-sokratesin-olumu/<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">3:https://tr.wikipedia.org/wiki/Platon'un_İdeal_Devlet_Anlayışı<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">4:https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunisosbil/issue/2819/37995#:~:text=Arendt, insanın kendini özel alandan,siyasi bir tema olarak değerlendirmiştir.&text=Ona göre, siyasetin varoluş nedeni,deney (tecrübe) alanı eylemdir<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">5: https://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Baruch_Spinoza&action=edit§ion=7<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">6:https://www.researchgate.net/publication/332551350_SPINOZA'NIN_DUSUNCE_ve_IFADE_OZGURLUGU_KAVRAYISI<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">https://tr.wikipedia.org/wiki/Siyasi_özgürlük<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">https://cdn-acikogretim.istanbul.edu.tr/auzefcontent/20_21_bahar/bilgi_felsefesi/13/index.html<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><a href="https://www.hukukkurami.net/media/file/28_02_fertellioglu.pdf" style="color: #954f72;">https://www.hukukkurami.net/media/file/28_02_fertellioglu.pdf</a><o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Kumsal Güneş Tetik<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 9pt;"><br /></span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."<br />Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">ÖZGÜRLÜK ve DÜŞÜNCE<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefe,insan hayatını anlamlandırmaya çalışan ve varlık sorusuna cevap arayan en kapsamlı düşünce yöntemidir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bu zamana dek insan hayatının anlamı sorusuna birçok fikir üreten filozofların mutlaka değindiği ve ayrı bir tartışma noktası haline gelen konu, erkinlik meselesi olmuştur.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefe,yapısı gereği isyankar bir düşünce biçimi olduğundan dolayı,özgürlük zaten felsefenin kendi içerisinde var olan bir kavramdır. Özgürlüğü elde etmek için gerekli olan ilk madde düşünce,akıl;yani noustur.İnsan bedensel olarak hür olsa dahi,düşüncelerini başkalarının yargılarına kelepçeleyip,kendi aklına koyduğu sınırları yıkamadığı müddetçe hürriyet sahibi olamaz.Örneğin Nietzsche bu bahsettiğim konuyla alakalı olarak:<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Özgür mü diyorsun kendine?Sana hükmeden düşünceni duymak isterim." diyerek,aslında özgürlüğün düşüncede başladığını ve tamamen orada devam ettiğini dile getirmiştir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İnsanın düşüncesindeki esaretin,bedensel anlamda mahkumluğundan daha tehlikeli olduğunu savunmamın sebebi ise,felsefenin düşünceyi bir silah olarak elinde tutması;felsefede tetiğe basmanın tek yolunun da düşünce geliştirme metodu olmasından kaynaklıdır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefe,düşünceyi kendine yapı taşı olarak seçen inşaat gibidir;nasıl ki doğa düşünürlerinden biri olan Empedokles için arkhe su-ateş-hava,Demokritos için atom,Thales için suysa,felsefenin arkhesi de düşüncedir ve insan ilk önce zihin dünyasında hür olmak mecburiyetindedir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Aslında herkes özgür doğar,çünkü insan esaret altına alınamayacak kadar özgürlük fıtratıyla yaratılmış bir varlıktır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">İnsandaki bilinçaltı ve zihin bile özgürlüğü tehdit eden etkenlere karşı başkaldırı niteliğini taşır.Fakat birey,özgürlüğünün bilincinde olmadığı için sonradan boyundurluk altına girmeyi kabul etmiştir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Sartre'nin özgürlük hakkındaki görüşü gibi;insan var olduğu andan itibaren özgürdür,var olmak ve özgür olmak birdir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefeye göre nefes almanın tek yolu düşünebilmekten geçer.Felsefede yalnızca düşünceler savaşır,lakin bu savaş yeryüzündeki açılmış diğer savaşlardan farklıdır.Yapılmış tüm savaşlar öldürme ve galip gelme üzerineyken,felsefenin açtığı savaş yaşama ve yaşatma odaklıdır.Düşünemeyen insan felsefeye göre nefes alamaz,felsefe insan hayatının anlamlanması için ona düşünmeyi öğretir,refleksif ve eleştirel olabilmeyi aşılar;ölmüş zihinleri yeniden yaşatarak kendi amacını gerçekleştirmiş olur.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Sadece düşüncelerin savaştığı bir meydanda özgür düşünce ortamı gereklidir.Çünkü düşünce,Ursula K. LeGun'in söylediği gibi:<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Düşüncenin doğasında iletilmek vardır;yazılmak,konuşulmak,gerçekleştirilmek.Düşünce çimen gibidir.Işığı arar,kalabalıkları sever,melezlenmek için can atar;üzerine basıldıkça daha iyi büyür."<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Her düşünce iletilmeye,geliştirilmeye,aktarılmaya muhtaçtır. "Düşünce" olarak adlandırdığımız zihinsel eylem,ilerlemeye ve ilerletmeye yöneliktir.Asıl değişim düşünceyle başlar ve başka fikirlerle çatışmadığı<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">müddetçe bireyi,farklı fikirlerle karşılaştırıldığı zaman da dünyayı geliştirebilecek güce sahiptir.Albert Camus'un "Bir düşüncenin dünyayı değiştirmesi için bu düşüncenin önce düşünce sahibinin hayatını değiştirmesi gerekir." sözü,bir düşüncenin hayat değiştirebirebileceğini savunur biçimindedir ve felsefenin önemi bu noktada ortaya çıkar.Silah olarak düşüncelerin kullanıldığı savaştaki asıl katliam,düşünmek<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">istemeyenlerin olmasıdır.Felsefeyle yaşamak isteyen bir toplum her açıdan özgürlüğü benimsemeli,galip gelme amacı gütmemeli;halkın özgürlük kavramını tam anlamıyla yaşayabilmesi için de her şeyden önce<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">yaşadığı toplumu şekillendirmek amacıyla birtakım siyasal seçimler yapmalıdır.Bir milletin ne kadar düşündüğünü anlamak,yaptıkları seçimler sayesinde belli olur.Felsefenin değeri ve gerekliliği bu noktada yine<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">ortaya çıkmaktadır.Düşünmekten ve sorgulamaktan uzak duran toplum seçim yapsa dahi felaket peşlerini bırakamaz,hatta o topluma siyasal özgürlük verilmesi kaos yaratır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Baudelaire'nin "Ben düşünmeyi bu adamdan öğrendim." deyip,hayranlık duyduğu Joseph de Maistre'nin "Her toplum hak ettiği şekilde yönetilir." vecizesi,şu an bahsetmiş olduğum konuyu kısaca açıklar.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Toplumun siyasi anlamdaki hürriyetini kullanış biçimi,o milletin analiz etme ve düşünme kabiliyetinin göstergesi olduğundan dolayı şunu söyleyebiliriz:Kendi seçimleriyle nasıl yönetileceğina karar veren halk<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">yoksulluk ve sefalet içindeyse,felsefenin açtığı savaşta silahsızdırlar.Çünkü felsefenin silahı düşünmektir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bu kadar özgürlük konusundan bahsetmişken tabii ki"Gerçek özgürlük nedir?İnsan gerçekten özgür müdür?Felsefe için özgürlük gerekli midir?Tam manasıyla özgür olmak mümkün müdür?" soruları aklımıza elbette geliyor.Bunlara da açıklık getirmek gerekirse,gerçek özgürlüğe verilecek örnek tıpkı az önce de değinmiş olduğum siyasal özgürlüktür.Tabii ki özgürlük kavramı bakış açısına bağlı olduğundan dolayı objektif bir yorum yapmak mümkün olmadığı gibi,felsefenin tartışma ruhuna da aykırıdır.Fakat demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kullanan halkın ortak hürriyeti ve özgürlük konusunda en nesnel yorum yapılabilecek unsur budur.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"İnsan gerçekten özgür müdür? sorusuna verilebilecek yanıt da evrensel değil lakin düşünebilen,yaşadığı dünya dışında zihninde ayrı bir dünyası olan insanın elleri kelepçeli olsa dahi ruhu her zaman gökyüzüyle kucaklaşır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">David Hume'nin "Hiçbir şey insanın hayal gücü kadar özgür değildir." sözü,tüm söylemek istediklerimi kısaca tercüme etmiştir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefe her şeyin yolundan gitmesinden ziyade,her şeyin yolunda gitmesi için mücadele etmeyi sever.Bu nedenle, "Felsefe için şu gereklidir." demek mümkün değildir.Felsefe isyan etmeye ve başkaldırmaya yöneliktir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Düşünce denen uzun yolculuk sınırsız olduğundan dolayı,felsefe yetinmeyi bilmez.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bir düşünceye karşıt olarak farklı bir görüş doğduğunda tartışma alanı genişler ve düşüncenin kapsamı çoğalır.Hatta birbirine zıt olan iki düşünceyi birleştirip ortaya daha gelişmiş ve donanımlı bir fikir çıkmasını sağlarlar.(Kant'ın tez-antitez-sentez kuramı)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Asıl özgürlük felsefede düşünce yoluyla gerçekleştiği için,her insan tam anlamıyla özgürlüğe erişebilir.Çünkü insanın hakikatli dünyası kendisiyle baş başa kaldığı anda başlar.Yani insanların gerçek dünyası,zihinlerindeki<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">hayattır.Orada kişi,kendisine yalan söyleyemez ve istediği her şeyi yapabilir.Özgürlük denen kavram,sadece yapabildiklerimiz değil;aynı zamanda yapmak istediklerimizdir. Çoğu filozof bunu hayalperestlik olarak adlandırsa bile,insanın gerçek dünyasında yapabilecekleri sınırlıyken,zihnine kurmuş olduğu hayatta istediği şeyi yapabiliyor olmasının adı hayalperestlik değil;anarşist bir bakış açısının da ötesine giden hudutsuzluktur.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Özgürlük bilinciyle hareket etmek isteyen kişi,özgürlüğün yalnızca bedensel anlamda değil;aynı zamanda düşünsel olarak da mümkün olduğunu bilmelidir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Çünkü beden insanın varlığını,düşünce ise özünü gösterir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Düşüncenin hürriyete sahip olması varlığın,özünü tamamlamasını sağlamaktadır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><b><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Alperen Özali<o:p></o:p></span></b></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><i><span style="background-color: white; color: #212529; font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 9pt;"><br /></span></i><i><span style="font-family: Calibri, sans-serif; font-size: 11pt;">"Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinden çıktığı halk ilkece özgürlüğe sahip olmalıdır; edimsel olarak bu, gerçek özgürlüğün, siyasal özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır..."<br />Hegel - Felsefe Tarihi Dersleri, Notebene Yay. s.113<o:p></o:p></span></i></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"><br />HAKİKATE EL ELE YÜRÜYEN İKİ KARDEŞ: FELSEFE VE ÖZGÜRLÜK<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Felsefe, bir düşünce sanatıdır, hakikat arayışına çıkılan bir yoldur. Özgürlük ise bir başkası tarafından engellenmeden kişinin istediğini seçebilmesi, düşünebilmesi ve yapabilmesidir.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hakikat arayışına çoğu zaman filozoflar yalnız çıkmaktadırlar, zaten hakikate ulaşmaya çalışmak bu yüzden onurlu, değerli değil midir? Hakikat fikir prangalarını kabul etmez, hakikat çoğunluk ya da azınlık dinlemez. Hakikat oradadır ve ona ulaşmak isteyen gerekirse yalnız şekilde, gerekirse taşlanarak ona yürümelidir. Bu yüzden filozoflar dışlanır ve otoriter olan her zihniyet bu çok sesliliğe, ve hakikat arayışında vazgeçilmez bir yere sahip olan tartışma ortamına düşmandır, işte tam da bu yüzden, 'özgürlük' felsefe ile el ele hakikate yürür. İkisi birbirinden ayrılamaz, birbirlerine kenetlenmişlerdir. Filozofların hakikat arayışına destek olmak için ne para, ne de başka bir destek gerekir, gölge etmemekten başka, yani ifade ve siyasal özgürlükten.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">"Sokrates hem yerin altındakileri hem de göktekileri araştırır. İşgüzarın biridir. Bu nedenle de suçludur. Başkalarına da aynı şeyleri öğreterek, kötüyü iyiymiş gibi gösterir."(1)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Bu Sokrates'e yöneltilen suçlamadır. Sokrates hakikat arayışında kimseden korkmamış ve cesur bir şekilde doğru bildiğini tartışan biridir ancak bireyin cesur olması eğer toplumun ve yönetimin yapısı otoriter ise tek başına bir şey getiremez, ne var ki idama mahkum edilmiştir. Bu idamın sebebi nedir? Sebebi ifade özgürlüğünün ve birey haklarının olmamasıdır. Bu iki kavramın olmadığı yerde 'hakikat' de, 'tartışma ortamı' da barınamaz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Aklımıza birkaç filozof getirelim, İmmanuel Kant, John Stuart Mill, Max Stirner. Bu 3 insanın düşünce sistemleri, etik anlayışları ve yaşadıkları toplumlar farklı olabiilir, ortak olan tek yanları özgür bir toplumda yaşamış olmalarıdır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hakikat arayışına genelde yalnız çıkılır demiştim, bu yalnızlık tehlikelidir. Felsefi fikirler her zaman dönemi tarafından radikal <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> ve aykırı görülmüştür. Aykırı olan 'çirkin ördek yavruları' her zaman toplumdan dışlanmıştır, bu farklılıklara olan tahammülsüzlük halkların kalbinde her zaman barınacak olan evrimden miras olan nahoş bir dürtü, davranıştır. Bu kalplerde olan dürtüyü tamamen silmek gibi bir amacım ya da çabam yok, bu dürtünün milyonlarca yıldır içimizde yer edinmiş ve kolay kolay dışarı atılamayacak bir şey olduğunun farkındayım, bir romantik veya ütopyacı gibi insanın mutlak iyiye yönelişinden medet ummuyorum, bu fikrin gerçekçi olduğunu düşünmediğim için bu dürtüden kimseyi arındırmaya çalışarak vaaz de vermeyeceğim. Benim istediğim, filozofun bu taşlanmaya dayanabileceği ancak bu taşlanmaya dayanabilmenin ancak ve ancak mutlak düşünce ve tartışma özgürlüğünde olacağı fikrinden dolayı, umduğum mutlak fikirsel ve özgürlüğün olduğu bir dünyadır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hakikat ancak ve ancak bir azınlığın anlayabileceği veya anlayamasa bile peşinden koşacak, bu hakikat arayışında ellerinde doğuştan veyahut sonradan edindiği kelepçeleri söküp atacak kadar cesur insanların ilgilenebileceği bir şeydir. Dünya üzerindeki radikal değişim adımlarını gözümüzün önüne getirelim, bu değişimleri toplum mu yoksa birey mi başlatmıştır? Çoğunluk genellikle hakikate susamış değildir. ''Kitle hakikate aç değildir; hep illüzyonlara kucak açar. Ayrıca uysal bir sürü gibi efendisiz duramaz. İtaate susamıştır.''(2) der Freud. Çoğunluk için hem felsefe hem de diğer sanatlar uğraşlar birer zaman kaybından başka bir şey değildir. Felsefe yapabilmek için açık ve özgür bir zihin, bolca boş zaman gereklidir. Toplumun genelinde ise bu iki özellik de yoktur. Felsefeci kişinin yeri geldiğinde bu zamana kadar edindiği fikirlerin artık yanlış olduğunu bazen merak bazen ise keder ile anlaması gerekmektedir, bu ise ancak bir avuç zihnin yapabileceği iştir. Bu yüzden hakikat arayışı hor görülür, bu yüzden felsefe onlar için zaman kaybıdır ve hakikate giden kilometre taşları çoğunluk veya toplumun bütünü tarafından değil, bir avuç özgür zihin tarafından döşenmiştir. Siz bir Auschwitz'teki SS subayına ya da Holodomor sırasında halkın mallarını ellerinden alan bir Sovyet komiserine düşünce özgürlüğünden, tartışma ortamından veyahut şu anlık fikirlerinin bir zaman tamamen yanlış olduğunu düşünebilme ihtimalinden bahsettiğinizi düşünebiliyor musunuz? Eminim ki ağzınızdan bu sözcükler döküldüğü anda artık bu katılaşmış kalpler, donmuş zihinler için ''şeytandan' ve ''düşman''dan başkası olmayacaksınızdır. Unutmayalım ki kritisizmin geliştiricisi olan Kant'ın memleketinin insanları, Hitler'i başa getirmiştir. Bu yüzden fikirlerin ifade edilme özgürlüğü topluma karşı korunmalıdır. Zaten topluma güvenilmeyeceğinden değil midir ki birey hakları çoğu ülkede anayasa tarafından oy çokluğuna karşı güvenceye alınmıştır? İşte benim bahsettiğim yegane hakikate destek, yegane koruyucu budur.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Hakikat arayışı için otoriteden bağımsızlık da gerekmektedir, otoriteryen zihniyetler her zaman durgun bir toplum istemiştir. Sadece işinde çalışacak ve hiçbir eleştiride bulunmayacak uslu bir çocuk gibi olan bir toplum onların hayallerini süslemiştir. Bu yüzden bu durumu eleştirecek, insanları düşünmeye ve sorgulamaya teşvik edecek insanları baş düşmanları edinmişlerdir. F.Hayek kolektivizme karşı savaştığı ve ''birey''i savunduğu için vatanından İngiltere'ye gitmek zorunda kalmıştır. Nazilerin başa geldiklerinde yaptıkları ilk işlerden biri Marx'ı, Freud'un kitaplarını şölenler eşliğinde yakmak olmuştur. Goebbels günlüğünde bundan zevk aldığını yazamadan edememiştir ki şahsi olarak, bu zevk zannederim ki otoriteryenizmini ve baskıcı zihniyetlerinin halk tarafından 'felsefe' ile sorgulanıp hakimiyetlerinin biteceği korkusunun son bulmasıdır. Felsefe, ''hakikat arayışı'' bir kez daha tekrar edeceğim gibi ''pranga'' ya da ''dogma'' kabul etmez, işte bu özgür düşünce tiranları her zaman ''korkutmuştur'' ve ellerine geçen ilk fırsatta özgür düşünceyi ortadan kaldırmışlardır.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> Bu yüzden felsefe daha doğrusu metinde genel olarak yazdığım şekli ile hakikat arayışının sınırları, toplum ya da bir otorite tarafından çizilmemelidir. Çünkü toplum hakikati arayamaz iken, otoritelerin otoritesi ise hakikat arayışı ile tehlikeye girer, öyleyse bu tartışma özgürlüğünün sınırları ne olmalıdır? Bence sınırı olmamalıdır. Özgürlük ve felsefe hakikate yürüyen iki kardeş olarak ayrılmamalıdır. Çizilen sınırlar tamamen subjektif ve çizen zümrenin yararına olan sınırlar olacaktır. Bir kimsenin hakikate yakın olduğunu iddia etmesi doğal gözükebilir. Subjektif olan felsefede her okuyucu ya da felsefeci bunu iddia edebilir ancak düşüncelerin sınırı işte bu bir subjektif fikir sahibi tarafından çizilince elimize geçen tek şey fikirlerimizi ifade etmemizin ve düşünce özgürlüğümüzün kısıtlanması olacaktır, bu ise saf olarak zarardan başka bir şey değildir. Tabi burada bazı fikirlerin gerçekten de absürt ya da aptalca olduğu itirazı gelebilir - bu da bir subjektif düşünceden başka bir şey değildir- ya da bazı düşüncelerin insanlara gerçekten zarar verebileceği itirazı gelebilir. Bu fikrin savunucuları Hegel'e katılmakla beraber bazı fikirlerin tehlikeli olduğundan dolayı yasaklanması gerektiğini ortaya sürer. Yazdığım gibi her fikir ortaya atıldığı ilk zamanlarda radikal kabul edillir ve dışlanır, dolayısı ile bu fikir ile biz Galileo'nun düşüncelerini mahkum edebiliriz. Çünkü onun fikirleri birçok Hrıstiyanı üzmüştür. Bunun yerine sınırsız ifade özgürlüğünün savunucusu olan John Stuart Mill'in ortaya attığı şu fikre bakabiliriz:<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">1.Eğer bir düşünce tamamen yanlış ise onun ifade edilmesine izin vererek onun ne kadar 'yanlış' olduğunu açıkça görebiliriz.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">2.Eğer bir düşünce kısmen yanlış ise onun yanlış bölümlerini eleştirerek ve doğru bölümlerini kabul ederek düşüncelerimizi gözden geçirir ve iyileştiririz. Başka bir deyişle ''Hakikat''e bir adım daha yaklaşırız<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">3.Eğer bir düşünce doğru ise bu fikrin gerekirse çoğunluğun hoşnutsuzluğuna rağmen ifade edilmesine izin verisek ''Hakikat''e yaklaşırız (3)<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">Toparlamak gerekir ise Hakikat arayışı yoluna ancak bir avuç açık zihin yalnız şekilde çıkabilir. Bu fikirler hakikat arayışında olmamış ve olmayacak olan toplum tarafından hor görülecektir ve sorgulamayan, durgun bir toplum isteyen otoriteryenler tarafından ise baskılanmaya çalışılacaktır. Bundan dolayı hakikat arayışı ancak siyasal ve ifade özgürlüğü ile olabilir. Bu ifade özgürlüğünün ise bazı savunucularının ifade ettiği gibi sınırı olmamalıdır çünkü bu sınırlar subjektiftir ve bu subjektif sınırlar sadece düşünce özgürlüğünü kısıtlar. Bundan dolayı biz ''Hakikat''e yürüyen iki kardeş olan ''felsefe'' ve ''özgürlük''ü kesinlikle ayırmamalıyız. Ne az, ne çok.<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">KAYNAKÇA<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">(1)Freud, Sigmund, Kitle Psikolojisi,(Çev. K. Şipal), Say Yayınları,2017<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">(2)Platon (2006). Sokrates'in Savunması, (Çev. E. Gören), Kabalcı Yayınevi<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;">(3)Mill, John Stuart, Özgürlük Üzerine, (Çev.B. Tartıcı), Kutu Yayınları, 2019<o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> <o:p></o:p></span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p><p class="MsoNormal" style="font-family: "Times New Roman", serif; margin: 0cm;"><span style="font-family: Calibri, sans-serif;"> </span></p>ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-28668944359818283512019-06-29T18:14:00.004+03:002019-06-29T18:14:43.255+03:00Altuğ Aktepe / ODTÜ GV Özel Lisesi / Ankara / Düşünyaz 6 Türkiye 1.si<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOiCeIq6WYijLMZ6KS_kQqbCyb2Omfqben-oWBsFJqQizaNzknaCPP1mup5lNtc3JyJW-6PZCLLDe3qKHll1whVgwoj0OVkaUOVlzns5bhpI1oD0RB37YHGlWCh7AINbOTpNCDem7yGOp8/s1600/20160618_152522.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgOiCeIq6WYijLMZ6KS_kQqbCyb2Omfqben-oWBsFJqQizaNzknaCPP1mup5lNtc3JyJW-6PZCLLDe3qKHll1whVgwoj0OVkaUOVlzns5bhpI1oD0RB37YHGlWCh7AINbOTpNCDem7yGOp8/s320/20160618_152522.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 19.5pt; margin-bottom: 7.5pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 7.5pt; mso-outline-level: 4;">
<b><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 19.5pt; margin-bottom: 7.5pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 7.5pt; mso-outline-level: 4;">
<b><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı</span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">"İnsanları edilgen ve itaatkar
kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince
sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta
insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya
cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu
hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam
Chomsky<o:p></o:p></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><b><span style="color: white;"><br /></span></b></span></i></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">KAFESTEKİ
İNSANLIK<br />
Hayvanat bahçeleri bana her zaman itici gelmiştir. Belgesellerde ve doğal
yaşamda özgürce yaşadığını gördüğümüz hayvanların kafesler içinde, tabiri
caizse cansız nesneler gibi sergilenmesinde insanı rahatsız eden bir yapaylık
vardır. Hayvanat bahçesini düzenleyen insanlar da farkındadırlar hem hayvanın
hem de oraya gelen insanların bu durumdan hoşnutsuz olduğunun. Bu yüzden
günümüzde hayvanat bahçelerinde devasa kafesler ya da tel örgüyle çevrilmiş
alanlar vardır. Uygulalan manipülasyon ise basittir; kafesler ve kısıtlamalar o
kadar büyük olsun ki ne içerdeki hayvanlar ne de içerdeki insanlar tutsaklığı
fark edemesin.<br />
<br />
Noam Chomsky'nin sözündeki vurgu da işte tam günlük hayatta bile örneğin
gördüğümüz bu hegemonyayadır. İnansın bir şeyleri kontrol altına alma isteği
sadece hayvanlara değil, kendi cinsine de yansımıştır. Daha büyük kafesler ile
mahkum edilen öznenin -hatta edilgenleştirilerek nesne haline getirilen özne de
diyebiliriz- kendi esirliğinin farkına dahi varamaması, modern çağda iktidarın
bireylere ve topluma uyguladığı bir yöntemdir. Yukarıda verilen sözde bunun
üzerinde durulmuştur fakat bu olguyu anlayabilmek için sözü biraz daha açarak
derine inmemiz gerekir. Sözde anlatılmak istenen, insanların boyun eğmesini
sağlamak için iktidarın yapması gereken tek şeyin aslında insanların düşünce kabiliyetini
sınırlarken onları hayvanat bahçesindeki hayvanalara olduğu gibi daha geniş
alanlar verilmiş ilüzyonunu vermek, onları bu alanda özgür düşünebildiklerini
sanacak şekilde tartışmalara sokmak ve hatta bu alanda kaldıkları sürece
özgürce hareket etmeleri için onları teşvik etmek ama aslında
kısıtlandıklarının farkına varmamalarını sağlamaktır. Kısıtlandıkları alanda
daha özgür olduğunu sanan hiç kimse duruma ve sisteme karşı çıkmayacaktır.
Sözdeki anlamı her ne kadar şu an açmış ve kavramış olsak da daha derine
inebilmek için felsefe tarihinde iktidarın insanları itaatkardır kılmak için
kullandıkları yolları ve bunların sonuçları üzerine çalışmış düşünürlere göz
atmamız gerekmektedir. Sözde bahsedilen, 'canlı' tartışmalar yapıldığı ama
aslında bizzat kafesin içinde olan o 'alan' akla Hannah Arendt ve kamusal
alanını getirir.<br />
<br />
Hannah Arendt 20. yüzyılın belki de en etkili düşünürlerinden biriydi.
Özellikle siyaset üzerine yoğunlaşmış olan Arendt'in bu kadar etkili olması
sadece kendi yeteneğinden kaynaklanmıyordu, kendisi bir 'felaketler çağında'
yaşamıştı. 2.Dünya Savaşını ve Naziler'in diktacı rejimini görmüştü ve haliyle
üzerine düşünecek bolca malzemeye sahipti. En çok etkilendiği şey ise
Nazi'lerin nasıl insanların düşünce özgürlüklerini bile etkileyebilecek kadar
baskıcı olmuş olduğuydu. Bir gazeteci olarak Nürnberg duruşmalarında, savaş
suçundan yargılanan eski Nazi üyelerinin savunmalarını izlemiş olan Hannah
Arendt, neredeyse hepsinin sadece üzerlerine verilen vazifeyi yaptıklarını
söyleyerek kendilerini savunduklarını görmüş ve 'kötülüğün nasıl bu kadar
sıradan' hale geldiği ve Nazi rejimin nasıl insanları bu kadar itaatkardır
kılabildiği üzerine inceleme yapmıştır. Ona göre tüm hikaye işte bu kamusal
alanlardan başlar.<br />
<br />
Arendt insanı insan yapan şeyin Aristo'nun da dediği gibi politik bir varlık
oluşu olduğunu söyler, yani insan ancak politik eylemde bulunabiliyorsa
gerçekten insandır. İnsan ise politik eyleme ancak kamusal alanlarda
ulaşabilir. Burada kamusal alandan anlaşılması gerek şey, Antik Yunan'daki
pazar yerleri gibi halkın buluşup siyaset hakkında konuşmalar yapabileceği
yerlerdir. İnsanın insan kimliğini kazandığı bu yer eğer sözdeki gibi iktidarın
kontrolü altına geçer, manipülatif bir araç haline gelirse, işte o zaman
totaliter rejimler baş gösterir. Bu kurumların yıkılması ile insanlar politik
düşünme yeteneklerini kaybeder ve insan olarak varoluşlarının koruyabilmek için
iktidara sıkıca tutunmak zorunda kalırlar. Sözde bahsedildiği gibi itaatkar ve
edilgen hale gelen insanlar, artık onlara verilen her görevi yapmak
zorundadırlar, Yahudiler'in gaz odalarına tıkılması da dahil. Kendi düşünce
yeteneklerini kaybetmiş insanlar aynılaşmıştır ve onlara emredilen her kötülüğü
yapabilecek haldedirler, artık 'kötülük sıradanlaşmıştır'. Söze geri dönmek ve
bağlantıyı kurmak gerekirse, iktidar kamusal alanlara müdahale ederek ve
aslında onları kendi kontrolü altında politik eylemde bulunmalarını sağlayarak
kendi boyunduruğu altına alabilir. Zincirlerinin onlara yetecek kadar uzun
olduğunu sanıp, boyunlarındaki tasmayı göremeyen insanlar ise artık iktidarın
elindedirler. Peki nasıl oluyor da iktidar politik eylem yeteneğimizi
sınırlamayı biz fark etmeden başarıyor ve biz daha özgürmüşüz hissine kapılarak
baş kaldırmıyoruz? İşte burada da 20. yüzyılın başka bir önemli filozofu olan
Michel Foucault devreye giriyor.<br />
<br />
Foucault'nun asıl ilgilendiği konu şu olmuştur: İktidar'ın bize dayatarak bizi
kontrol altına almaya çalıştığı bireyselliği ve öznelliği (özne yani
"sujet" burada çift anlamlı olarak hem türkçedeki özne anlamında hem
de yönetilen, tebaa anlamında kullanılmıştır) nasıl deşifre edebilir ve
aşabiliriz. Foucault'a göre her iktidar bize bir şekilde bir öznellik ya da
diğer bir deyişle kalıp dayatır. İktidar'ın söylemsel pratiklere uymayan bireyler
ise bu kalıp içerisinde yaşar ve bunun farkında olamaz çünkü bunun sadece
'normal' olmanın bir parçası olduğunu sanar, söylemsel olmayan pratiklerde ise
birey akıl hastanesine tıkılır ya da iktidarı kabul etmenin getirdiği sosyal
avantajlardan, örneğin normal olmaktan mahrum bırakılır. Bu söylemsel pratikler
ise insanın düşünme yeteneğini kısıtlayan kabuklardır. İnsanlar normal
olduklarını ve bu normal oluşlarının getirdiği özgürlüğü kullandıklarını
düşünürken asla iktidarın "normal" olarak varsaydığı şeyi
yaşadıklarını, yani bir nevi kafes içinde olduklarını fark edemezler.
Kendilerine yarattıkları özne tamamen iktidarın sınırlamalıyla belirlenmiştir.
Sözde de bahsedilen sahte özgürleşme tam da budur aslında, normalleşerek özgür
olduğunu sanan bireyin aslında en başında iktidarın istediği yola sokulmuş
sahte bir özgürlük yaşıyor oluşu. Bu durumun örneği edebiyatta da gözler önüne
serilmiştir. George Orwell'in 1984'ündeki yeni söylem sadece iktidarın istediği
şeyleri konuşmanıza izin verir, Büyük Birader'in düşmanlarına istediğiniz kadar
hakaretler yağdırabilirsiniz, yeter ki iktidarın söylemenize izin verdiği
şeyleri söyleyin, yani iktidarın isteği doğrultusunda konuştuğunuz sürece
istediğiniz kadar konuşabilirsiniz, ki insanları 'o alan' içinde kalmak koşulu
ile daha 'muhalif' olmaya teşvik etmek de böyle bir şeydir. Böyle bir ortamda
'muhalif' olmak da bir illüzyondur çünkü iktidar söyleyebilceğiniz şeyleri
kontrol ediyorsa, zaten 'muhaliflik' de sahte bir başkaldırıdır. Bunu
birbirinden nefret ettiğini söyleyen iki siyasetçinin verilen bir davette yan
yana oturması gibidir, her muhalif düzenin sonu iktidara çıkar. Bu duruma
edebiyattan verilebilecek bir başka örnek ise Kafka'nın Dava'sıdır. Dava
kitabında ana karakter Josef K. nedensizce tutuklanmıştır. Kendi suçsuzluğuna
inanan K. mahkemeye başvurarak kendi suçsuzluğunu ispatlayabileceğini, bu yolla
da tutsaklıktan kurtulabileceğini düşünür fakat aslında ona tanınan bu alan
tamamen sahtedir. Onu zaten tutuklamış iktidar, kurtulma özgürlüğü varmış izlenimini
verir fakat yine Josef K.'nın çıktığı yer aynıdır, yani iktidarın kapısı.
İktidarın isteğinin dışına çıkamayan Josef K. kendini özgür sanmış ve sistem
içinde harcanmıştır. Hitler'in Polonya'da zulmü görenlerin şikayetlerini
iletmeleri için kurdurduğu kurumlarda da Yahudiler'i çalıştırması bunun benzer
bir örneğidir. Zulme uğrayan Yahudiler, onlara zulm eden rejimi yine zulm
edilenlerin çalıştırıldığı zulm edenler tarafından yönetilen bir kuruma şikayet
eder, yani yahudiler asla eziyetçilerine ulaşamaz, fakat ulaşabilirlermiş
ilizyonuna maruz kalırlar.<br /><br />
Sözde bahsedilen olguya, Gramsci'nin tabiri ile "hegemonya"ya
verilebilecek başka bir örnek ise Fordizm'de görülür. Seri Bant üretimin ilk
hayata geçiricisi olan Henry Ford çoğu kapitalistin aksine işçilerine yüksek
maaşlar vermiştir, burada Ford işçilerine yüksek maaş verirken tabi ki de derdi
işçi hakları değildir. Burada sihirbazların yaptığı numaranın aynısını taklit
etmektedir. Sihirbazlar asıl sihir numaralarını yaparken gösterişli hareketler
ile dikkati başka yere çekerler ki kimse sihirin gizemli perdesinin araksındaki
gerçeği anlamasın. Ford'un da burada yaptığı tam olarak budur; işçilere yüksek
maaşlar vererek ''emek sömrüsünün olmadığına'' inandırmak, böylece işçilerin
esaret altında olduklarını anlamasını engellemek. Sözde bahsedilmiş olan
özgürlük ilüzyonu ile benzerlik apaçık ortadadır.<br />
<br />
Sonuç olarak Noam Chomsky'nin sözde belirttiği gibi iktidar, tartışmalar
yaptığımız, Arendt'in deyimiyle kamusal alanları kendi kontrolü altına alır,
kendi isteğine göre kısıtlar ve bizim iktidarın isteğine göre şekillenirken
sahte olan ama bizim fark edemediğimiz ve kendimizi daha özgür yahut 'normal'
sandığımız bir kafese girmemizi sağlar. Kafesin içinde sadece istediklerini
istediğimiz kadar konuşmamıza izin verir ve bu kafes hayvanat bahçesindeki
hayvanların kafesleri gibi o kadar geniştir ki tutsaklığımızın ve
edilgenleştirildiğimizin farkına varamayız, iktidarın dayattığı sınırlar ile
kısıtlanırız.<br />
<br />
Bu sözde eleştirilen kısıtlamayı ve itaatkarlığı olumluyan filozoflarsa yok
değildir. Thomas Hobbes İngiliz İç Savaşı'nın tüm vahşetini görmüş, ve
otoritenin bazen de ne kadar değerli olduğunu görmüştü. Ona göre insan kötü ve
bencil bir yaratıktı. Bu bencilliğinden dolayı ise her zaman kendince iyi olana
yönelirdi. Lakin o insandan başka insanlar olduğu için çıkar çatışması olur ve
bu da kaos ile sonuçlanırdı. İnsanın doğal durumundaki bu şiddet ve kaosu
çözmek ise sadece insanların iktidar boyun eğmesinden geçiyordu. Yani ancak ben
ve benle aynı şeyi isteyen başkası, istenilen nesne üzerinden iddia ettiğimiz
haklarımızı ve özgürlüğümüzü devlete devredip boyun eğersek çatışma ve kaostan
kurtulabiliriz. Hobbes'un bu otoriteriteyi destekleyen fikri doğrudan insanları
özgürlük ilüzyonu ile kontrol altına almayı önermese de bu fikrin 20. yüzyılda
geldiği hal, yukardaki söz gibi eleştirilerin ortasına çıkmasına neden
olmuştur. Aynı zamanda da Bakunin gibi ikitdarın olmamasını savunan anarşistler
de yol kat edememiş ve iktidarsız bir toplumun kağıt üzerinde güzel ve mümkün
olduğunu gösterebilmiş olsalar da bunu pratiğe dökememişlerdir.<br />
<br />
Günümüze bakılacak olursa da zaten durum anarşistlerin istediğinin çok
aksindedir. Foucault'un deyimiyle: "İktidar her yerdedir".
Okulumuzda, evimizde, alış-veriş merkezlerinde ve bizi çevreleyen kafesin
olduğu her yerde ve bu kafes yıkılmadığı sürece de böyle devam edecek gibi
gözüküyor.<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwf0e4nduiPz1oVN689X-55_SVzge0VL4746EB1DoAOahx-bx2omuFo80zTobrTSXW13I1tCbQwxwHY1INxew8Uw_KOZtHg11lNd-t-ux5IyQcQSibU6l_23Rc7ZFeHXm5y9F-Ku7if9EU/s1600/20160618_180245.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwf0e4nduiPz1oVN689X-55_SVzge0VL4746EB1DoAOahx-bx2omuFo80zTobrTSXW13I1tCbQwxwHY1INxew8Uw_KOZtHg11lNd-t-ux5IyQcQSibU6l_23Rc7ZFeHXm5y9F-Ku7if9EU/s320/20160618_180245.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;">“Mutluluk bu
dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir durumdur. Yeryüzündeki
her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin vermeyen sürekli bir bakış
içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de değişiriz ve hiç kimse
bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz. Böylece bir hayat için
kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak kalır.” J. J. Rousseau</span><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">EN İMKANSIZ HAYAL :
MUTLULUK <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
J.J Rousseau'nun bu alıntısı ile açıklamak istediği ana düşünce, mutluluğun
süreklilik arz eden bir duygu oluşunun aksine, insanın ve etrafındaki her şeyin
bu sürekliliği engelleyecek derecede değişken ve belirsiz olduğudur. Bu
değişkenliğin de mutluluğun elde edilebileceği kaynakların değişmesine yol
açmasından dolayı insanın mutluluk tasarılarının asla amacına ulaşamayacağıdır.
Yani kısacası, mutluluk süreklidir, insan ve çevresindekiler ise sürekli
değişir, onu mutlu eden şeyler de öyle. Bu durumda da mutluluk, insanın elde
edebileceği bir şey değil ancak bir hayaldir. Bu düşünce ise üç temel üstüne
kuruludur. Bunların ilki mutluluğun sürekli oluşu, ikincisi, insanın ve
etrafındaki her şeyin değiştiği ve son olarak da mutluluğun insan için
erişilemez olduğudur. Her ne kadar bu söz ilk bakışta açık gözükse de, bu sözü
ve içinde barındırdığı düşünceyi daha derinlemesine anlamak için sözü oluşturan
üç ana etmeni, ve bu düşünceler üzerine çalışmış fikir insanlarını incelememiz
gerekmektedir.<br />
Mutluluğun sürekli olduğu düşüncesi J.J Rousseau'dan çok önce, Helenistik
dönemde de üstüne konuşulmuş bir konuydu. Mutluluğun ne olduğu ve nasıl elde
edilebileceği, o dönemin ekollerinden olan Stoacılar tarafından incelenmişti ve
vardıkları sonuç mutluluğun bir kez elde edildikten sonra kişi istemedikçe
kaybedilemeyecek sürekli bir duygu olduğu yönündeydi. Stoacılara göre insan,
sadece elindekilerle yetinmeyi bilerek, daha fazlasını istemeyerek ve boş
isteklerden kaçınarak mutluluğa ulaşabilirdi. Umuda kapılmak ve bunun için
'boş' bir çaba göstermek ise mutsuzluğun asıl kaynağıydı; çünkü insanın elde
edebileceklerinin bir sınırı vardı, ve bir süre sonra bu sınıra gelinecek,
insan artık istediğini veya umduğunu elde edemeyince mutsuzluğun belki de en
kötüsü olan hayalkırıklığı ile yüzleşmek zorunda kalacaktı. Ayrıca kendi bakış
açımız haricindeki diğer (dış) etmenleri kontrol edememizden kaynaklı
elimizdekileri kaybetmemiz de bizleri gene aynı sona çıkaracaktı. Bundan dolayı
Stoacılar, Epiktetos'un "İnsanlara rahatsızlık veren, olayların kendisi
değil, bu olaylara getirdikleri bakış açılarıdır." sözüyle de açıklamak
istediği gibi, mutluluğu dış etmenlerden bağımsız olarak tasarlamışlar ve
mutluluğun tek kriterinin kendi bakış açımız olduğunu söylemişlerdir. J.J
Rousseau ise mutluluğun sürekli bir durum oluşunu aynı Stoacılar gibi kabul
etmek ile birlikte, insanın bu mutluluğa ulaşabileceği konusunda Stoacılara
katılmamaktadır. Bunun temel nedeni ise Stoacıların mutluluğu dış etkenlerden
bağımsız elde edilebilen içsel bir şey olarak tasarlarken, sözde de
anlaşılabilceği üzere J.J Rousseau'nun mutluluğun kaynaklarının dış dünyada
olduğu ve dış etmenlerin insanın mutluluğu üstünde bir etkisi olduğunu
düşünmesidir. J.J Rousseau'nun bu dış etmenlerin sürekli değişim içinde
olduğunu söylediğinden dolayı da dış etmenlere bağlı olduğunu kabul ettiği
mutluluğun, Stoacıların mutluluğu kadar erişilebilir olmaması gayet doğaldır.
Peki ya J.J Rousseau'ya göre, mutluluk duygusunun bu sürekliliğine engel olan
insandaki ve çevredeki bu sürekli değişim nedir? Bunu anlamak için ise bir
Antik Yunan filozofu olan Herakleitos'un düşüncelerini incelememiz gerekir.<br />
<br />
Herakleitos her ilkçağ filozofu gibi doğayı yakından incelemiş ve ondan
esinlenmişti. Gözlemlediği en önemli şey ise, hiçbir şeyin sabit olmayışıydı.
Gördüğü her varlık sürekli bir devinim içindeydi, asla sabit olan, yerinde
sayan bir şey yoktu. Herakleitos ise bu fikrini şu söz ile dile getirmişti:
" Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın", çünkü ona göre hem nehir
sürekli değişmektedir hem de insan. Bu yüzden de ikinci kez aynı nehire
girdiğinizi sansanız da ne kişi aynıdır ne de nehir. Bundan yola çıkan
Herakleitos'a göre evren sürekli bir değişim içindedir, hatta öyle ki ona göre
evrende "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir". İnsan da
etrafındaki her şey gibi sürekli bir devinim ve oluş içindedir. Herakleitos
bunu, ilkçağ filozoflarının çokça sorduğu "arkhe nedir?" sorusuna
ateş yanıtını vererek örneklemiştir. Ateş, su ve havadan daha farklı olarak çok
daha değişkendir ve yanma statik bir durum değil dinamik bir süreçtir. Evren de
ateş gibi dinamik bir süreç içerisinde olduğundan içinde sabit bir şey bulunamaz.
İnsan da, çevresindekiler de evrenin içinde oldukları için bu devinimin bir
parçası halindedirler, dolayısıyla sürekli değişirler. İşte bu fikir, sözde J.J
Rousseau'nun kast ettiği değişimin kendisidir. J.J Rousseau'da Herakleitos gibi
insanın ve dış koşulların sürekli değişimini savunduğundan dolayı bu sözde,
insanın ve insanı mutlu eden koşulların Herakleitos'un evreni gibi sürekli bir
değişim içinde olduğunu, bu yüzden de mutluluğun sabit bir temele
oturtulamayacağını söylemiştir.<br />
<br />
Sözün iki dayanak noktasını felsefe tarihi içinde inceledikten sonra, bu iki
düşüncenin sonucundan çıkan diğer bir düşünceyi, yani mutluluğun insan için
mümkün olmadığı ve sadece bir hayal olarak kalabileceği düşüncesini incelemek
gerekir. Bunun içinse 19. yüzyılın en etkili filozoflarından biri olan
Schopenhauer'ın bu konu üstündeki düşüncelerinden bahsetmemiz gereklidir.
Schopenhauer'e göre insan da evren de doğaları gereği mutluluk için
yaratılmamıştır. Schopenhauer, oldukça pessimist bir filozof olarak, bu
dünyanın olabilecek en kötü dünya olduğunu savunmuştur. Ona göre tüm dünya
"istenç"e göre hareket eder. İstenç ise arzudur ve bir şeyin
eksikliğinden kaynaklanır. Bu eksik ise asla tam olarak giderilemez çünkü bir
eksik kapatıldı mı yerine yenisi gelir. Bir arzu tatmin edildi mi yeni bir arzu
belirir. Ama zaten arzunun tam olarak bitmesi de can sıkıntısına yol açacaktır.
Bundan dolayı insan, arzulama ve can sıkıntısından oluşan bir acı çemberinin
içindedir. Bu kötü evrende ise insanın hala mutlu olmak için dünyaya geldiğini
sanması aptallıktır. Filozofun şu alıntısı da zaten durumu açıklar.
"Doğuştan gelen bir kusurumuz var; hepimiz mutlu olmak için dünyaya
geldiğimizi sanıyoruz...Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey
yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak
verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız." Ona göre dünyaya mutlu
olmaktan ziyade, Pavese'in dediği gibi "acı çekmek için gelinmiştir".
İşte arzu ve can sıkıntısı arasında kalmış insanın mutluluğa ulaşabileceğini düşünmesi
de J.J Rousseau'nun da dediği gibi hayalden başka bir şey değildir.<br />
<br />
Son olarak toparlamak gerekirse, J.J Rousseau Stoacılar gibi mutluluğun sürekli
bir durum olduğuna katılsa da, mutluluğun dış etmenlere bağlı olduğunu
söyleyerek Stoacılardan ayrılmıştır. Dış etmenlerin ise sürekli değiştiği
konusunda Herakleitos'a katılan J.J Rousseau, bu sözünde, sürekli değişim
nedeniyle mutluluğun elde edilemeyeceğini belirtmiş ve ardından da, mutluluğa
erişmenin bir hayal olduğu ve mutluluğun insan için olmadığı konusunda
Schopehauer ile hem fikir olarak fikrini ortaya koymuştur. Bu da bizlere
"Mutluluk bu dünyada insan için yaratılmışa benzemeyen sürekli bir
durumdur. Yeryüzündeki her şey, hiçbir cismin sabit bir şekil almasına izin
vermeyen sürekli bir bakış içerisindedir. Etrafımızdaki her şey değişir. Biz de
değişiriz ve hiç kimse bugün sevdiğini yarın da seveceğinden emin olamaz.
Böylece bir hayat için kurduğumuz tüm mutluluk tasarıları birer hayal olarak
kalır." sözündeki anlamı verir. Buradaki düşünce günümüzdeki mutluluk
odaklı perspektife ağır bir eleştiri niteliğindedir.<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFvwh_Mrt-WwLw5WY_cA6hYn1XNn7zp4mRMNkBqy5iwW2xKhFLsDBmjf_VRPImFnKlv6d8NRKyxiv4Mn70a0512olHx14QXE06Oiy5QCtQAs0uli9a-4F8Jb0TxL7AFV48QfKQzWIQ3o3T/s1600/20160618_172508.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFvwh_Mrt-WwLw5WY_cA6hYn1XNn7zp4mRMNkBqy5iwW2xKhFLsDBmjf_VRPImFnKlv6d8NRKyxiv4Mn70a0512olHx14QXE06Oiy5QCtQAs0uli9a-4F8Jb0TxL7AFV48QfKQzWIQ3o3T/s320/20160618_172508.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><span style="mso-spacerun: yes;"> </span><b style="mso-bidi-font-weight: normal;">Düşünyaz
6, Birinci Adım Yazısı<o:p></o:p></b></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="color: white;"><br /></span></b></span></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">"Ayrıca zihin ne kadar çok şey
bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar.
Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve
kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi
anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de
Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme<o:p></o:p></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">BÜTÜNÜN PARÇASI</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
Spinoza'nın bu alıntısında aktarmak istediği ana düşünce; insan zihninin yani
benliğinin biligisinin artması yoluyla doğayı ve kendisini daha iyi tanıdığı,
kişinin kendini daha iyi tanımasıyla da aklı yoluyla koyduğu kurallar sayesinde
boş işlerden uzaklaşarak darvanışlarını daha kontrollü ve iyi hale
getirebileceğidir. Yani kişinin darvanışlarının iyi hale gelişi ve kendini
lüzumsuz işlerden kurtarması, tamamen kendini ve doğayı anlamasından geçer.
Bunu başarmak için de zihnin daha çok bilgiye ulaşması gereklidir. Bu söz
aslında Spinoza'nın felsefesindeki temel noktaların bazılarını çok iyi bir
şekilde anlatan bir sözdür, fakat alıntıyı daha iyi anlayabilmek için
Spinoza'nın felsefesini irdelemeden önce sözün temel noktaları olan zihnin
doğayı ve kendini tanımasının ve bunların iyi davranışa etkisinin Spinoza
öncesinde felsefe tarihinde nasıl işlendiğini incelememiz gerekir.<br />
<br />
Zihnin kendini tanıyarak iyi davranışa ereceğini söylemiş ilk düşünür
Sokrates'tir. Sokrates'e göre insanın amacı mutluluğa/ruh dinginliğine
(eudaimonia) ulaşmaktır. Kişinin bunu başarmasının tek yolu ise kendini
tanımaktır. Eğer bir kişi ahlaken kötü kabul edilen hareketlerde bulunuyorsa
bunun sebebi kendisinin gerçekte mutsuz oluşudur ve bu ancak ve ancak kendini
tanımamasından kaynaklanır. Örneğin, Ahmet kendisinden akademik anlamda
başarılı olan Ömer ile dalga geçiyor olsun. Ahmet hem kötü bir davranışta
bulunmaktadır, hem de belki de bu davranışının kaynağı olan kıskançlığını
oluşturan kendi başarısızlığı, Ömer'le dalga geçmesi ile yok olmadığı için
mutsuzluktan kurtulamayacaktır. Eğer Sokrates milattan önce 400'lerde değil de
Ahmet'in yaşadığı çağda bulunsa ve Ahmet'e bir tür tavsiyede buluncak olsaydı,
bu tavsiye kendini tanı olurdu, çünkü Ahmet'in kendini tanıyıp kıskançlığının
farkına varması, bu kıskançlığın da aslında kendi başarısızlığından ötürü
ortaya çıkmış olduğunu anlayıp daha çok ders çalışmaya başlaması, hem ona iyi
davranışı getirecek hem de onu içinde bulunduğu mutsuzluktan kurtarıp mutluluğa
ulaştıracaktır. Ayrıca Ahmet, Ömer ile dalga geçmek gibi ahlaken olumsuz ve boş
bir işten uzaklaşıp çalışmak gibi verimli bir işe kendini verecektir. İşte bu
örnekte de ortaya konulduğu üzerine aynı sözdeki gibi zihnin kendini tanıması
iyi davranış için oldukça önemlidir. Peki ya sözün bir başka temel düşüncesi
olan doğayı anlamanın iyi davranışa nasıl bir etkisi vardır. Bunun içinde
Spinoza'nın çok etkilendiği Stoa Felsefesine bakmamız gerekmektedir.<br />
<br />
Stoacılığa göre doğanın işleyişi mükemmeldir. İnsan, her canlı ve cansız varlık
gibi bu mükemmel bir bütünün parçasıdır. Evren, aslında insanın dışında
bulunanan ayrı bir şey değil, insanı da kapsayan, onu da içeren bir şeydir,
Stoacı felsefenin de çıkış noktası zaten budur. Stoacı felsefenin en büyük
düşünürlerinden Marcus Aurelius'un ''Doğa'ya uygun olan hiçbir şey kötü
değildir" sözü de aslında doğaya atfettikleri bu mükemmelliği gösterir.
Doğa her şeyin düzenleyicisi, kendisi ve yöneticisidir, en büyük ve mutlak
iyidir. Bu yüzden de kişi erdemli bir yaşama ve bunun getirisi olan mutluluğa
ancak doğayı anlayarak erebilir. Çünkü doğayı anlayan kişi aslında kendini, ve
kendi de içinde bulunmak üzere her şeyin birbirine bağlı olduğu düzeni de
anlarr. Bu düzene uygun yaşayan kişi de erdemli yaşama ulaşır. Zaten erdemli
bir yaşam da insanı elbette ki mutlu edecektir. Bu yüzden diyor Marcus
Aurelius, kendi ile uyum içinde yaşayan doğa ile de uyum içinde yaşar.
Stoacılıkta ise erdemli yaşamı engelleyen tek şey, sözde de "boş
işler" olarak bahsedilen doğaya aykırı davranışlardır. Stoacı felsefenin
kurusucusu Kıbrıslı Zenon'a göre insan arabaya bağlanmış bir köpek gibidir.
Araba doğayı temsli etmektedir. Köpek arabanın gittiği yönün aksine gitmeye ne
kadar çabalarsa çabalasın, eline kendini hırpalamasından başka hiçbir şey
geçmeyecektir. O zaman diyor Zenon, köpeğin yapması gereken karşı çıkmak değil,
gittiği yolu sevmeyi öğrenmektir. Yani kişi doğasına uygun olmayan işlerle
kendine zarar vermek yerine, doğaya uygun olanla ilgilenmelidir, ancak böylece
erdemli ve mutlu bir yaşama ulaşılabilir.<br />
<br />
Spinoza kurduğu sistemiyle Sokrates'ten başlayarak en sevdiği filozof olan
Seneca'nın da içinde bulunduğu Stoacı felsefenin temel prensiplerini de
kapsayan bir felsefe geliştirmiştir. Spinoza'ya göre evren tek bir tözden
oluşmaktadır. Spinoza'nın monizmindeki bu tek töz de Tanrı/Doğa'dır. (Bu
anlamda Spinoza'nın Stoacılıkta da görülen panteizmi yetkinleştirdiği
söylenebilir.) işte bu Tanrı/ Doğa her şeyin temel nedenidir. Her varlığı
oluşturan temel yapı birimi ve düzenin de kendisidir. Etrafımızda gördüğümüz
her varlık ise bu tek tözün bir "modus"udur. Yani aslında şu masa ve
kalem aynı tözün, Tanrı/Doğa'nın, farklı görünümleridir. İnsan da aslında
kalemden de masadan da farksızdır. Spinoza'ya göre insan ya da bilinç,
Descartes'deki Kartezyen ayrım gibi nesnelerin dışında onlara etki edebilen özgür
iradeli bir özne değil, tam tersine bir nesnedir. Spinoza'nın "Havaya
atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı."
sözü, filozofun özgür irade hakkındaki düşüncelerini gayet net açıklayan bir
alıntıdır. Yani insan da diğer nesneler gibi doğanın akışında, deterministik
bir şekilde bulunur. Doğanın akışı nasıl gerekitiriyorsa, insan da öyle
davranır. Doğanın düzenini anlamak ise insanın nasıl davranması gerektiğini
anlamasına yardımcı olur. Çünkü, doğayı anlayan kendini de evrensel düzeni de
anlayacak, böylece Spinoza'nın insanın doğası olduğunu düşündüğü eylem gücünü
arttıran şeye yönelme yani erdemli davranışı gerçekleştirme kabiliyetine sahip
olacaktır. Peki insan özgür iradeye sahip olmazken erdemli davranmak gibi bir
seçeneğe nasıl sahip olsun? Spinoza'ya göre insan teorik olarak özgür olmasa da
kendini arzularından ve zihni tarafından belirlenmemiş isteklerden uzak tutarak
pratikte kendini kör arzusunun kıskacından kurtararak özgürleşebilir. (Buradaki
"özgürleşme" özgür irade probleminden tamamen farklıdır). Bu
özgürleşme ile de erdemli davranışa yaklaşmış olur. Yani kişi kendini boş
arzulardan aklın kuralları yoluyla kurtarak doğaya uyar ve erdemli olur.
Kısacası kişi makroevrendeki bir mikroevren, yani bir bütünün daha küçük olan
ama özdeş de olan parçası olarak doğayı tanıyarak kendini de tanır. Bu kendini
tanıma ile nasıl davranması gerektiğine ulaşır, aklın kurallarının kılavuzluğu
ile kendisini kısıtlayan boş işlerden ve arzularından kurtulur ve böylece
erdemli yaşama ve mutluluğa ulaşabilir. İşte tam da bu yüzden insan "ne
kadar çok şey bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar
iyi anlar. Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat
yönlendirebilir ve kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın
düzenini daha iyi anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat
alıkoyabilir." <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 19.5pt; margin-bottom: 7.5pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 7.5pt; mso-outline-level: 4;">
<br /></div>
<br />ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-20223182166185188352019-06-29T18:08:00.002+03:002019-06-29T18:08:26.888+03:00Arda Rutkay Var / Kırşehir Yusuf Demir Bilim ve Sanat Merkezi / Kırşehir / Düşünyaz 6 Türkiye 2.si<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhLSdX2bn0J2ovEEyAsESK1PdoJDHhT9XUMMIGwZNbvxq1jUhIfYYat4rzgl83DxRzLXDLXMx20XUUZEgny1tcAe5hyM8ICejyeA0ONa5FkjNZTLEq9OoF0x0oOcjeuMBDMSajV3T-LKDnK/s1600/20160407_100819.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhLSdX2bn0J2ovEEyAsESK1PdoJDHhT9XUMMIGwZNbvxq1jUhIfYYat4rzgl83DxRzLXDLXMx20XUUZEgny1tcAe5hyM8ICejyeA0ONa5FkjNZTLEq9OoF0x0oOcjeuMBDMSajV3T-LKDnK/s320/20160407_100819.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 19.5pt; margin-bottom: 7.5pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 7.5pt; mso-outline-level: 4;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, Final Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">"Çoğunluğun iradesi, diğer insanlar
üzerinde baskı yapabilir; gücün çoğunluk tarafından kötüye kullanılmasının
önlenmesi gereklidir. ‘Çoğunluğun tiranlığı’ topluma karşı bir kötülüktür ve toplum
buna karşı korunmalıdır." John Stuart Mill<o:p></o:p></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">İnsan tarih
boyunca gruplar halinde yaşamış, bu gruplarda zaman içerisinde doğal liderler
doğmuştur. Bu doğal liderler sosyal becerileri ve grup içi koordinasyon
yetkinlikleri ile ipleri eline almışlardır. İnsanlığın gelişme sürecinde
insanın doğal durumdan çıkışı, tarım devrimi ve daha büyük gruplar kurabiliyor
olmamız sebebiyle doğal liderlik kurumsallaşmıştır. Bu noktadan sonra yapay bir
liderlik haline gelen ipleri elinde tutma yetkisi gücü elinde toplamış, bu gücü
çeşitli şekillerde kullanmıştır. Bu süreçte güce isyanlar olmuş, gücün
nitelikleri değişmiş ve günümüzde de değişmeye devam eder hale gelmiştir.
Tarihte bu şekilde liderlik ve güç oluşumu devam ettiği sürece de güç hakkında
fikirler doğmuştur.<br />
<br />
Bu yazıda Spinoza'nın Güç Felsefesi ve Foucault'un Güç-İktidar fikirlerine
değindikten sonra Mill'in sözünü ettiği "çoğunluk iradesine" geçiş
yaparak bu alıntıyı farklı perspektiflerde değerlendirmeye açacağız. Gücün ne
olduğunu ve doğasını inceledikten sonra gücü elinde tutan kurumları ve güce
direnen kurumların yapısını analiz edeceğiz. Mill’in işaret ettiği ‘toplumu
buna karşı korumaya’ bir bakış atacağız.<br />
<br />
Türk Dil Kurumu ‘güç’ kelimesini "Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir
etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet" olarak
tanımlıyor. Bu açıdan baktığımızda gücü özellikle etki yapabilme yeteneği
olarak değerlendirmeliyiz. Tarih sahnesinde bir şeylere etki eden, onları
değiştiren gücün ise halkın genelinden çok; bir kişinin, grubun ya da kurumun
elinde toplandığını görürüz. Bu kurumlar güçlerini her daim kullanmaktan
çekinmemişlerdir. Spinoza felsefesinde bu durumun tüm netliği ile ortada
durduğunu görürüz. Spinoza'ya baktığımızda Spinoza, güç kavramının bu manada
her zaman güçsüze doğru etki anlamında evrileceğini dile getirir. Güç sabit ve
statik değildir, akışkan ve değişkendir. Spinoza için bu durum gayet olağan ve
gücün yapısı gereği böyledir. Olağan olmayan şey gücün sabit durması veya
devredilmesidir. Yani toplumda güce sahip olanlar her zaman güçlerini kendi
amaçları doğrultusunda kullanacaklardır. Bu etki Spinoza için baskıcı yönde
olmaktadır.<br />
<br />
Bu açıdan Mill'in sözünün ilk kısmını açıklığa kavuşturmuş oluyoruz. Mill diğer
insanlar üstünde baskı yapabilmekten bahsederken "yapabilir" diyerek
açık kapı bırakmıştı. Spinoza açısından baktığımızda bu doğru ama eksik bir
ifade oluyor. Yapabilir demekten ziyade "bir an gelecektir ki yapacaktır"
ifadesinin daha doğru olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda özellikle toplumları
yöneten güce “harekete geçmez” şeklinde davranmaya hakkımız olmadığını
görüyoruz. Bu bağlamda gücü ve güçle alakalı diğer şeyler üzerinde düşünmeme
gibi bir seçeceğimiz olmuyor. Yazının devamında gücü her zaman baskıya doğru
evrilecek olarak en kötümser haliyle alacağız.<br />
<br />
Alıntıdan devam ettiğimizde Mill bu etkinin 'kötüye' kullanmasının önlenmesi
gerektiğini söylüyor. Önlemeye çalışmak bir direniştir ve Foucault için iktidar
ve güç kavramları her zaman karşısında direnme olgusuyla beraber gelmiştir.
Gücü elinde bulunduran kurumlar olduğu gibi, güce direniş gösteren kurumlar da
olacaktır. Gücün bu ikilik ile beraber olması gücü kötüye kullanmanın
önlenilmesini kolaylaştıran bir etken olarak karşımıza çıkar.<br />
<br />
Direniş kurumlarının kurumsal yapısına baktığımızda ise bu kurumların tarih
içerisinde çok farklı şekillerde tezahür ettiğini görürüz. Roma
İmparatorluğunda senatonun kimi durumlarda imparatora karşı tavır aldığını,
günümüz Amerika'sında Supreme Court gibi devlet çatısı altında çalışan
kurumların güce karşı yetkilerinin olduğunu görürüz. Bu kurumlar devletlerdeki
en yüksek güç odaklarına karşı tavır alabilirler. Bu kurumların en büyük
özelliği ise devlet çatısı altında olmalarıdır. Gücün çatısı altında olan bir
kurumun ona ne kadar direnebileceği tartışmalıdır.<br />
<br />
Devlet çatısı altında olmadan gücü yıkıcı amaçlar güden organizasyonların -güce
karşı olan organizasyonlara yıkıcı demek gücün niteliği hakkında bir fikir
verir- direniş göstermesinin daha kolay olabileceğini öne sürebiliriz. Ancak
böyle bir organizasyon güçle çok daha kolay çatışır ve direnişi kaosa
sürükleyebilir. Montaigne gibi bazı filozoflar direnişe ve yeniliğe karşı
değillerdir ancak kaosa karşıdırlar. Bu noktada direniş kurumları kaosa meydan
vermeyecek şekilde olmalıdır. Geçmişte bu tür kurumlar kaosa neden olmuşlardır
ancak bir kötülüğü engellemek için başka birisine neden olmak istenen bir durum
olmayacaktır.<br />
<br />
İncelediğimiz bu iki tür kurumsal yapıda da ana iki temel farklılık -güç çatısı
altında veya değil- hariç hiyeraşik yapı, büyüklük, amaca yönelik kullanılan
araçlar gibi daha fazla farklılık bulabiliyor olsak da bunlar sadece amaçlara
yönelik değişken unsurlar olmakla kalıyor. Bu kurumlar hakkında elimizdeki soru
işaretlerini var ve bunları gidermek için incelememize devam edelim.<br />
<br />
İncelememize devam ettiğimizde direnişin "gücün kötüye kullanılmasını
engellemeye yönelik mi" yoksa "gücü elde etmeye yönelik mi"
olduğuna dair ikiliğe düşüyoruz. Tarihteki direnişlerden en büyüklerinden
bazıları ikinci gibi bir amaç güttüler. Fransız İhtilali ve komünizm düşüncesi
altında şekillenen Ekim Devrimi gücün devrini sağlamaya çalışırken güce sahip
hale geldiler ve amaçlarına ulaştılar. Marx ve Engels, Komünist Manifesto'da
işçi devrimi kurgularken gücün kademeli olarak sermayenin elinden alınacağı
konusuna özellikle dikkat çekti. Mill ise bu kurumların amacının kötüye
kullanmasının önlenmesi gerektiğini söylüyordu, gücün devredilmesi değil. Yani
direniş kurumlarının kurgusunu yazının ilerleyen noktalarında bu şekilde
yapacağız.<br />
<br />
Bu noktada akıllara birkaç soru geliyor. Gücün devri ve kötüye kullanmanın
engellenmesi bir ipin iki ucunun birbirlerinden en ayrı noktalar olarak
gözükmesine karşın ipte en kolay birleştirilen yerler olması gibi aslında aynı
kapıya çıkan kavramlar mı? Direnen kurumlar belki de "iyi bir güce
karşı" direniyorlardır, direnmeleri gereksiz ve boşunadır? Gücün iyisi ve
kötüsüne nasıl karar kılmalıyız?<br />
<br />
Bu soruları aydınlatmak için alıntıdaki ikinci cümleye geçiş yapalım. Bu
cümlede "çoğunluğun tiranlığı" ve kötülük kavramları ile
karşılaşıyoruz. Çoğunluğun tiranlığı demokrasilerde kararların çoğunluğa göre
alınması ele alınırken kullanılan bir kavram. Demokrasilerde kamuoyu doğrudan
ve dolaylı olarak yönetime katılır ve verilen kararlarda rol alabilirler,
demokrasi yanlıları da bu kararın çoğunluğun kararı olduğu için bunun en iyisi
olduğunu savunabilirler. Fakat bu Mill tarafından kötü olan olarak tanımlandığı
için iyi ve kötü hakkında bir karar verme ihtiyacı ortaya çıkıyor. İyi bir
karar verme sistemi çoğunluğun en aktif olarak karar verme aşamasında bulunduğu
sistem olabilir. Fakat geçmişte bu kararların uzun vadede istenmeyen sonuçlara
yol açtığı durumlar olmuştur. Antik Yunan'da demokrasi yanlılarının Sokrates'in
idamına kararı, Platon'da demokrasi ve onun yanlılarına karşı bir nefret
oluşmasına yol açmıştı. Halkın bu idamın ardından huzursuzlanması güç odakları
için istenmeyen bir sonuç olmuş, çoğunluğun verdiği kararın "kötü"
olduğu ortaya çıkmıştı.<br />
<br />
Böyle bir durumda demokrasi biçiminin inşa edicileri egemenliğin belirli
aralıklarla devrini uygun bir yol olarak görebilirler. İleriyi halkın
genelinden daha iyi görebilen, daha iyi eğitim almış ve yönetmeye daha uygun
"milletvekilleri" halkın yerine karar verebilir. Rousseau ise bu
duruma şiddetle karşı çıkar. Rousseau Toplum Sözleşmesi kitabında egemenliğin
her zaman halkın elinde olması gerektiğini savundu. Çünkü onun için toplumdaki
kimselerin özellikle kendi istekleri doğrultusunda yasama etkinliğine
katılması, milletvekilerinin yasama etkinliğine katılmasından çok daha olması
gerekendi. Milletvekilleri kendilerine verilen egemenlik hakkının niteliklerini
unutup, ona ihanet ederek halk karşıtı kararlar verebilirlerdi. Tekrar
Spinoza'ya döndüğümüzde Rousseau'nun bu tespitindeki haklılık payını
görebiliyoruz. Gücü elinde bulunduran kimseler gene güç için, kendileri için
kararlar verebilirler. Bunun önüne geçmek için ‘milletvekilliği’ kurumunu
kaldırmamız gerekir.<br />
<br />
Bu durumda en iyi rejimin demokrasi olup olmadığını tartışmaya açabiliriz.
Tarih boyunca demokrasi ve benzeri sistemler farklı şekillerde ortaya çıktılar.
Demokrasinin hümanizmin en öngördüğü şekliyle ortaya çıkması ise Fransız
Devrimini buldu. Dünyada o zamandan beri kapitalizm ile içiçe geçerek modern
olarak tanımlanan ülkelerin yönetim biçimi haline geldi. Kalori alımı, doğum
sonrası yenidoğan ölümleri ve genel refahı gibi gelişmişlik ölçütlerini
arttıran sistem haline geldi. Kamuoyu oluşumu sayesinde azınlık hakları ve
savaşlar gibi daha hassas konulara eğilme imkanı bulduk. Bunun nedeni
demokrasilerin en iyi sistem olması değil, ifade özgürlüğü ve fikirlere karşı
olan kısıtlayıcılığın inhibesinin en başarılı gerçekleştiği sistem olmasıdır.
İnsanlığın daha ileri gitmesi gerekirken daha da dibe battığı feodal Orta Çağ
Döneminin, daha demokrat ve fikirlere açık Antik Yunan’ın fikirlerinden
beslenmesi de demokrasi ve özgürlük hakkında önemli fikirler verir.<br />
<br />
Mill de halkın üstünlüğüne ve çoğunluğun yönetiminde uzlaşır ancak onun karşı
çıktığı bunun yönetimdeki temel ölçüt olmasıdır. Çoğunluğun tiranlığı dediğimiz
şey, aşındırıcı enzimlerini salarak kendini öldüren bir hücre gibi demokrasinin
de aynı dertten muzdarip olmasıdır. Alıntıda da olduğu gibi Mill; demokrasiye
karşı çıkmaz, onun bu yöne evrilmesine karşı çıkar. Rousseau Toplum
Sözleşmesinde demokrasiyi küçük toplumlar için uygun görmüştü, böylece
toplumdaki bireyler başta yerel olmak üzere yönetime katılmada en iyi şansı
elde edebileceklerdi. Fakat Rousseau aynı zamanda büyük toplumlar için
monarşiyi de uygun görmüştü. 21. Yy. toplumunda bu durumun gerçekleşmesi pek de
mümkün olmadığından demokrasiyi her toplum için kabul edeceğiz. Mill’in karşı
çıktığı durumu da demokrasiyi kaldırarak çözmemiz pek mümkün değil.<br />
<br />
Yazının başından beri tartıştığımız alıntıda genel olarak ulaştığımız noktalar
demokrasi ve demokrasi peteğinden beslenen özgürlük arılarının insanlık içine
hümanizm dahilinde iyi bir sistem olduğudur. Bu noktada güç de direniş
kurumları da halkın kendisi olurlar. Foucault’un bahsettiği direniş olgusu
“muhalefet” olarak karşımıza çıkar. Mill’in tüm bunda karşı çıktığı nokta gücün
çoğunluğun elinde toplanıp kamuoyunun yanlılaşmasıdır. Mill de özgürlüklerle
uyumlu olarak demokrasiyi görür ama sistemdeki noksanlıkların aşılması
gerektiğine işaret eder.<br />
<br />
Egemenliği elinde tutan kesimin halkın kendisi olması gerektiğinden
bahsetmiştik. Bu noktada direniş kurumları elinde tutan kurumun da halk olması
gerektiği açıktır. Eğer toplum “çoğunluğun tiranlığına” karşı korunacaksa bunu
yapacak kesim başka bir millet veya özel bir kurum olamaz. Çünkü böyle bir
durumda güç sadece devredilmiş olur ki bu sefer de o kurumun üstünde bir kurum
olması gerekir ki bu sınırlı sayıda insanla sınırsız sayıda kurum oluşturma
gayretinden başka bir şey değildir. Bunun için yasama, yürütme ve yargı
organlarının belli kurallara bağlı olması gerekir. Kuralların iyi organize
olduğu bir sistemde aksaklıklara daha az rastlanır.<br />
<br />
Koyulacak kanunlarsa artık bir güç olacağından dikkatli ve özenli bir şekilde
seçilmeleri gerekir. Thomas Moore Ütopya adlı ideal toplumunda bu kanunların
azlığından, neredeyse hiç değiştirilmemelerinden ve tabiat yasalarına uygun
olarak konulmalarından bahseder. Montaigne de Denemelerinin birisinde
kanunların fazla olmasının sadece onlar hakkında bulunacak kestirme yolları ve
kanunları atlatmayı kolaylaştıracağına parmak basar, az sayıda ve tabiatla
uyumlu kanunlardan bahseder. Biz de gücü, tabiata uyumlu kanunlara -biraz da
Stoa esintisi ile- devrediyoruz. Moore Ütopya’yı nispeten daha yavaş gelişen
bir dünyada yazdı. Modern dünya ise çok daha hızlı gelişir ve bu kanunların sık
sık -belki de istenenden daha sık- değiştirilmesi gerektiği sonucu ortaya
çıkar. Böylece güç ve egemenlik doğrudan insanlara verilmez, dolaylı olarak
kanun yapıcılara verilir. Direniş kurumları ise “çoğunluğun tiranlığını” sadece
kanun yapıcıları engelleyerek birer kanun yapıcı haline gelerek yaparlar.
Ayrıca milletvekillerine devretmediğimiz gücün vereceği kararların kötü
olmasının da önüne geçmiş oluruz.<br />
<br />
Dikkat edilirse demokraside partilerin yapısı, oylamaların periyodu gibi hiçbir
kural koymamış bulunduk. Russell “demokrasi İngilizce konuşan halkların
ülkesidir” diyerek aslında rejimlerin ne kadar insana bağlı olduğunu ortaya
koyar. Bu nedenledir ki tabiata dikkat ederek koyulmuş ve yürütülen kanunlar o
tabiattaki toplum için en iyisi ve en uygunudur. Bu kanunların koyulması ve
gene bu kanunlara direnme noktasında ise ifade özgürlüğü, eğitsel pedagoji,
toplumun genel manadaki düşünebilme kapasitesi gibi kavramların önemi ortaya
çıkar. Serbestçe düşünebilen ve taassup batağına saplanmayan toplumlar gücü,
direnişi, gücün topluma yapacağı kötülüğü engellemeyi en iyi şekilde organize
eden toplumlar olacaklardır.<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSiIk5S1dq1E-OY51G0vmCfyuObd_5v-WtXrnX3Y5obNnAdLIAbaiaMg4MJdSh5GG1dCEFzGxkaSOAaoH6g0KaMTcInAnOmqUQPVqV0TM9k0rrblxAXWmg4wvE_CSSzowLwyiQiop4X3wu/s1600/20160417_130313.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhSiIk5S1dq1E-OY51G0vmCfyuObd_5v-WtXrnX3Y5obNnAdLIAbaiaMg4MJdSh5GG1dCEFzGxkaSOAaoH6g0KaMTcInAnOmqUQPVqV0TM9k0rrblxAXWmg4wvE_CSSzowLwyiQiop4X3wu/s320/20160417_130313.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, İkinci adım Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;">"Bu dünyada bir arada
yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde
oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa
gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar
hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)</span> <o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">YAŞAM ALANLARIMIZIN VARLIĞI
VE GELECEKTE SÜRDÜRÜLMESİ</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
Canlılar sınıfındaki en kolektif toplumun insanlık olduğu açıktır. Doğal
durumda ve sonrasında da insanlık kabile hayatı sürmeye devam etti. Aristo'ya
göre toplu halde yaşamak insanın doğasından gelen bir özellikti. Bu durumu
"İnsan sosyal bir hayvandır" sözüyle ifade etmiştir. Aynı zamanda ilk
biyolog olarak kabul ettiğimiz Aristo'nun bu görüşü, biyoloji tarafından da
desteklenmektedir. Gene insanlık özellikle tarım devriminden sonra yaşayışını
kolektif bir biçimde organize etmiştir. Bunun canlılık açısından en büyük
avantajı insanın var kalma çabasına (Spinoza bu durumu "conatus"
olarak da ifade eder) tehdit doğal unsurlara daha kolay adapte olma ve direnme
başarısıydı. Ancak bu organizasyonun kurulması özel yaşam alanları, kamu,
haklar ve sorumluluklar gibi yeni kavramları doğurdu ve bunların üzerinde
düşünmeyi zorunlu kıldı.<br />
Bu yazıda öncelikle Arendt'in kamusal-özel alan kavramlarına olan görüşlerine
göz atacağız. Mahremiyet, özel yaşamın gizliliği hakkı ve toplum dinamiklerine
bir bakış attıktan sonra da geçmiş ve günümüz toplumunu bu kavramlar üzerinden
değerlendirecek ve gelecekte neler olacağı ile ilgili bir sentez yapacağız.<br />
Arendt için kamu terimi birbiri ile ilgili ama aynı olmayan fenomene işaret
eder: Bu fenomenlerden birincisinde, kamuda gözüken her şey herkes tarafından görülebilir
ve duyulabilirdir. Bu ifadenin toplumsal bir alan olduğu açıktır. Bu alanda
insanlar arasında bir etkileşim olduğu açıktır çünkü insanlar birbirlerinin
gördüklerini görür ve duyduklarını duyarlar. Aynı etkileşim "güven"
duygusunu yaratmıştır. Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens
tarafında insanlığın bu denli gelişmesinin önünü açan şeylerden birinin güven
olduğunu belirtir. Başta ekonomi olmak üzere kurum ve kuruluşların da işlemesi
bu güvene bağlıdır. Spinoza güveni "geçmişteki ya da gelecekteki bir şeyin
kuşkuya yol açan nedeninin ortadan kalkması fikrinden doğan sevinç" olarak
tanımlar. İnsanların kendilerine hiçbir biyolojik faydası olmayan elementlere
ve kağıtlara değer vermelerinin sebebi de güvendir. Bu güven durumunu Spinoza'nın
tanımı ile yorumladığımız da bu olguların insanlar için bazı kuşkuları ortadan
kaldırdığını görürüz.<br />
İkinci fenomense "özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için ortak
olan bir dünya" fenomenidir. Arendt'in bahsettiği masa bu ortak dünyadır.
Masayı fenomolojik olarak incelediğimizde bu nesnenin onu kullanan bireyler
arasında bir köprü olduğunu görürüz. Onu kullanan bireylerin hiçbiri masa
üzerinde tam olarak hak iddiasında bulunamaz, ancak masadan da kopamazlar. Masa
ortak bir kullanım alanı olmuştur. Bu durumların hepsi Arendt'in işaret etmiş
olduğu 'ortak dünya' için de geçerli olmaktadır. Kamu teriminin bu iki
fenomeninin de birbirine benzediği açıktır. Birinci kamusal alan gerçekliği
işaret eder. Ancak ikincisi insanı yapıyla daha çok ilgili olmaktadır.<br />
Masa metaforundaki bir diğer nokta ise ortak dünyanın bizi birbirimize
bağladığı kadar aynı zamanda birbirimiz üzerine yıkılmamızı da engellemesidir.
Bundan hareketle söyleyebiliriz ki özel alanımız gücünü ortak alanımızdan alır.
Mıknatısın zıt iki kutbunda yer alsalar gibi gözüken bu iki kavram ikiye
böldüğümüz bir mıknatısta nası kutupları yok edemiyorsak bu alanları da
birbirinden ayıramayız. Çoğunluk ile paylaştığımız dünyanın yanında azınlık ile
de kendi isteğimizle paylaştığımız bu alanların grup dinamikleri, ailevi bağlar
ve arkadaşlığın oluşmasını sağlayan etken olduğu da açıktır.<br />
Peki bu durumda özel alanımızın başladığı ve kamusallığın bittiği yer
neresidir? Bu sınır kesin mi yoksa muğlak mıdır?<br />
Bu soruyu geçmişte daha kolay cevaplayabilirdik. Özel alanımız ile kamusal
alanımızın nerede ayrıldığı geçmişte günümüze nazaran daha belirgindi.
Haberleşme imkanlarının ve seyahat olanaklarının bu kadar gelişmediği
dönemlerde yaşam alanımızı diğer insanlardan kolaylıkla izole edebiliyorduk ve
en önemlisi savunabiliyorduk.<br />
Günümüzde ise halen birbirimizden izole olsak da bu sınırların muğlaklaştığı,
hatta sosyal medya aracılığı ile yok olmaya doğru sürüklendiğini görmekteyiz.
Bunun nedeni yazının başında tanımlarını yaptığımız ortak alanımızın ve özel
alanımızın iç içe geçmesi oluyor. Devletler, ve sömürgenin tarihinden beri
devletlerle bir arada hareket etmiş şirketlerin –sermaye, kapital- bu duruma
karşı olmadıklarını, aksine destekleme durumunda olduğunu görmekteyiz.
Günümüzde bu ayrımı yapmak zorlaşmışken bu ayrıma yakından bakarak bu çizgiyi
çekmeye çalışalım.<br />
En büyük özgürlük devrimlerinden biri olarak da sayabileceğimiz Fransız
Devrimine ilham vermiş olan düşünürlerden John Locke yaşadığı dönemde insanın
üç temel hakkı olduğunu belirtti: hayat, özgürlük ve mülkiyet. Biz Türkçede
mülkiyet kelimesini ‘sahiplik’ anlamında kullanmaktayız. John Locke ise
mülkiyet kavramı için iki farklı kelime kullandı. ‘Estate’ kavramını bildiğimiz
anlamda mülkiyet (TDK: Sahiplik) anlamında kullanırken ‘property’ sözcüğünü
yaşam ve özgürlüğü de içine alacak şekilde kullandığını görmekteyiz. Locke için
devletler kişilerin sivil çıkarlarını tedarik, korumak ve geliştirmek
içindi.<br />
Mülkiyet kavramını ifade ettikten sonra özgürlüğün ne olduğunu biraz daha
belirginleştirelim. Varoluşçu filozoflardan Jean Paul Sartre insanın “özgürlüğe
mahkum” olduğunu söyler. Bu dünyada yaptıklarımız bizim sorumluluğumuzdur.
Sartre’ın bu tanımından yola çıktığımızda özgürlüğü ‘yapabilme ve
yaptıklarından sorumlu olma’ şeklinde ifade edebiliyoruz.<br />
Bir düşünürün burada soracağı sorulardan belki de en önemlisi bu yapabilme
sınırının nerede bittiğidir. Felsefe tarihi bu konuya farklı yorumlar
getirmiştir. Ben bu yorumlardan yazıda devletler ve şirketleri ele aldığımız
dönemde ve yazının devamında günümüz ve gelecek toplumlarını
değerlendireceğimiz kısımda yapacağımız senteze en uygun olacağını düşündüğüm
için Spinoza’nın güç felsefesine dönmek istiyorum. Spinoza gücün sabit
kalmayacağını ve güçlünün bu gücü bir şekilde kullanacağını söyledi. Spinoza
aynı zamanda kederi de “kişinin güçten yoksun olması” şeklinde tanımlamıştır ki
tarihi olaylara baktığımızda bunun her zaman böyle işlediğini görmekteyiz.
İnsanlar güçlünün gücünü kullanacağı düşüncesine ahlak perspektifinde ve “Peki
ya güçsüzler ne olacak?” şeklindeki yorumlarla bakmakta ve bu yorumu
kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Tarihin dinamiklerinin bu şekilde işlediğini
düşündüğümüzde bunu yadırgamaktan çok kabul edelim ve yazının sonlarındaki
sentezimizde en büyük dayanaklarımızdan biri olarak kullanalım.<br />
Spinoza’nın güç felsefesini ve Sartre’dan yola çıkıp yaptığımız tanımı
birleştirdiğinde yeni bir ifadeye ulaşıyoruz. “Yapabileceklerimiz kadar,
gücümüz doğrultusunda, özgürüz.” Devletler ve kapitale geri dönersek gördüğümüz
şey olguların insanların ortak dünya ve özel alan sınırlarını eskisinden çok
daha az önemsedikleri gerçeği. Bu duruma en şiddetli şekilde karşı çıkması
gereken insanlar ise karşı çıkmak bir yana, ironik bir şekilde kişise
verilerini ve özel hayatlarını altın tepside sunmakta. Bu neye yol açar,
senelerdir şirketler ve devletler bizi biliyorlar diyenler için Jean Jaques
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinde yazmış olduğu ‘Gücün Haklılığı’ bölümünden
bir alıntı yapalım: “Güçlü olan, bu gücünü hakka, boyun eğmeyi göreve dönüştürmediği
sürece, efendiliğini süreklileştiremez.”<br />
Tüm bunlara baktığımızda ‘Güçlünün’ gücünü sürdürmek için masayı ortadan
kaldırdığını, herkesin gördüğü ve duyduğu kamusal alanı da himayesi altına
aldığını görüyoruz. Geçmişte insanların başkaldırmasının önüne geçmeye
çalışılırdı. Artık bunun insanların başkaldıramayacakları, istese de
yapamayacakları bir duruma geldiklerini görüyoruz.<br />
2018 yapımı Bird Box filminde gözlerini bağlamak zorunda kalan ve şiddetli akan
bir nehirde kendilerini doğanın insafına bırakarak bir yere ulaşmaya çalışan
bir aile anlatılıyordu. Şu anda toplum gözü kapalı bir şekilde, kendi kontrolü
olmadan nereye gittiğini bilmez bir şekilde sürükleniyor. Film daha başka
metaforik anlatılar içerse filmi izlememiş okuyucular için bu kadarı yeterli
oluyor. Filmi izlememiş olanlar filmi izleyerek daha başka yorumlar
yapabilirler.<br />
Hannah Arendt “ Şeyler sadece tek bir yanıyla görülmeye başlandığında,
kendisini sadece bir tek perspektiften sunmasına izin verildiğinde, ortak
dünyanın sonu gelmiş demektir.” demişti. Yazının son bölümünde bu bakış
açılarının kaybolmaması, ortak dünyamızın ve özel alanlarımızın varlığı için
topluluğun ne yapması gerektiğine bir bakış atalım.<br />
Yazımızda güçlünün gücünü kullanacağını öğrenmiştik. Bu duruma karşı koymak istiyorsak
güç kazanmamız gerektiği gayet net bir şekilde önümüze çıkıyor. Gücü
kazanmamızın yolu ise düşünmekten ve felsefeden geçiyor. Özgür düşüncenin
filizlendiği devletlerin tarih sahnesinde etkin rol oynadıklarını biliyoruz.
Arendt için kötülüğün kaynağı 'düşünce yoksunluğu', eş deyişiyle
'fikirsizliktir'. Eğer insanlık yaşayışını tekdüzelikten kurtarmak ve özel
alanlarını korumak istiyorsa düşünmeye ve felsefe yapmaya devam etmelidir. <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFKOLAgwUKZsbbh9ALjuWUQ7eKwLAj0XCREDs0-b5To7XhYYpo2gRqSnGb5Y1mjYCsb8h-Wv0eYJi4lm881VWaj62ytdmF1oXtsNshONhO7aH46Bo3epNGOCiGni0sOz-rByPLtc0eVpUc/s1600/20160416_184436.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhFKOLAgwUKZsbbh9ALjuWUQ7eKwLAj0XCREDs0-b5To7XhYYpo2gRqSnGb5Y1mjYCsb8h-Wv0eYJi4lm881VWaj62ytdmF1oXtsNshONhO7aH46Bo3epNGOCiGni0sOz-rByPLtc0eVpUc/s320/20160416_184436.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<br /></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">"Ayrıca zihin ne kadar çok şey
bilirse, gerek kendi güçlerini gerekse doğanın düzenini o kadar iyi anlar.
Kendi güçlerini daha iyi anladıkça da, kendini daha rahat yönlendirebilir ve
kendine kılavuzluk edecek kuralları koyabilir. Doğanın düzenini daha iyi
anladıkça da, kendini boş işlerden daha rahat alıkoyabilir."Benedictus de
Spinoza, Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme <o:p></o:p></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">Spinoza’nın İdeal İnsanı</span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
Spinoza'nın alıntısını incelediğimizde karşımıza üç kavram çıktığını görüyoruz:
Zihin, Bilgi ve İrade. Felsefe tarihi boyunca çok tartışılmış bu üç kavram
arasındaki bağı Spinoza'nın kendi 'geometrik olarak kanıtlama' tarzıyla
zincirleme bir reaksiyon üzerinden anlattığını görmekteyiz. Eğer alıntıyı
kavramak ve geliştirmek istiyorsak bahsettiği bu üç kavramı da açmamız
gerekir.<br />
Öncelikle bilgi nedir? Aklımızın rehberliğinde yaşamamız için bilmek
gerekiyorsa bu bilgiye nereden sahip olacağız? Baruch Spinoza bilgi kuramında
üç tür bilgi olduğunu belirtiyor. Bunlar duyusal, bilimsel ve Tanrısal
bilgidir. Bunlar aynı zamanda sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü tür olarak da
ifade edilmektedirler.<br />
Bu kavramları kısaca açalım. Spinoza birinci tür yani duyusal bilgi duyu
deneyiminden, açık ve net olmayan bulanık kavramlarını elde ederiz. Bu bilgi
doğadaki ve doğasındaki zorunluluğun bilgisine ulaşamaz.<br />
İkinci tür yani bilimsel bilgi ise matematik, fizik gibi bilimlerin temelini
oluşturur. Spinoza bu tür bilgilerin zorunlu olarak doğru olduğunu ve birinci
tür bilgiden daha önemli olduğunu da ifade eder. Doğa ve akıl birbirlerini
tamamlayıcı şekilde çalışır. Doğa düzeni ve aklın kavrayış düzeni aynıdır.
Aklın alamayacağı şeyler doğada olmaz.<br />
Üçüncü tür yani sezgisel bilgi ise Tanrıya vakıf olmak için bize gereken
bilgidir. Bu anlamda diğerlerini tamamlayıcı özellik gösterir. Bu bilgiye
hayatın akışı içerisinde çoğumuz ulaşamayız. Ancak bu bilgiyi kavramayı
gerçekleştirdiğmiz anda büyük resim bir anlam kazanacaktır.<br />
Zihinle devam edelim. Sözlük karşılığı anlayış, kavrayış olan zihin sözcüğü
insanın anlamlandırma kapasitesini ifade etmesi açısından önemlidir. Alıntıda
da görüldüğü üzere zihin doğanın düzenini anlamayı amaçlamıştır. Spinoza zihnin
amacını ise şu sözleriyle ortaya koyuyor. Zihnin en büyük çabası ve erdemi
şeyleri sezgisel bilgiyle anlamaktır. Yani zihin Tanrısal olanı anlamaya, büyük
resmi görmeyi amaçlar. Bu bağlamda aklımızın rehberliğinde yaşamamız
gerektiğini anlıyoruz.<br />
Aklın rehberliğinde yaşamaktan ne anlıyoruz? Spinoza’nın bu alıntıda boş
işlerden kastettiği şeyler ne? İrade kavramını da irdeledikten sonra alıntıda
Spinoza’nun kurduğu ideale yaklaşalım.<br />
İradeyi ele almak içinse şu ünlü paradoks üzerinden ilerleyelim. Buridanus'un
Eşeği isimli bir paradoksta hem aç hem de susuz durumda olan bir eşek
kendisinden eşit uzaklıkta bir yere konulmuş olan su ve saman balyası arasında
bir türlü karar veremeyip hem açlıktan hem de susuzluktan ölür. Paradoksa adını
veren Buridanus'a göre her karar iki uç durum arasında verilmektedir. Her iki
uca karşı eşit bir ilgisizlik durumunda karar vermenin de bir anlamı
kalmayacaktır. Bu durumda karar verirken iki uçtan birine ilgi duymamız
gerektiği açıktır. Peki neye ilgi duyacağız? Belki de sorgulamamız gereken şey
neye ilgi duymak zorunda olduğumuzdur.<br />
İşte burada conatus kavramı ile tanışıyoruz. Spinoza bu kavramı şöyle ifade
ediyor. "Tek tek her şey varolduğu sürece kendi varlığını sürdürmeye
çabalar.” Bu açıklamayı daha iyi anlamak için Çetin Balanuye'nin Spinoza'nın
Sevinci Nereden Geliyor kitabında verdiği şu örneklere bakabiliriz. "...
dev bir çınarın gövdesinde sertliği ile zamana direnen bir granit parçasında,
düştüğü toprak zeminde dağılmaya direnen bir su damlasında ve başke her şeyde
bu çabayı görürüz."<br />
Spinoza güç felsefesinde conatusla ve güçle barışmamız gerektiğini ifade eder.
Güçle barıştığımız ölçüde ortada fenalıklar olduğunu düşünmekten çok,
Doğa/Tanrı’daki her varlığın belirlendiği bir şekilde eyleme geçmekte olduğunu
idrak ederiz.<br />
İşte burada Doğa düzenini kavramış oluyoruz. Modusların yani varlıkların
bilgiye ulaştıkları takdirde kendilerini kılavuz edeceklerini, yani Tanrısal
olana yaklaşacağını anlamış bulunuyoruz. Doğa ve Tanrıyı zaman zaman aynı
anlamda kullanan Spinoza için bu sözü söylerken kastının; aklınızı kullanınız,
bilgiye erişiniz, güçle barışınız ve kendinizi boş işlerden alıkoyunuz olduğunu
anlamış bulunduk. </span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
Peki bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Spinoza’yı Felsefecilerin Prensi olarak
gören Deleuze için cevap basit: Felsefe yapmak. Deleuze felsefeyi insanı
aptallıktan kurtaran bir araç olarak görmüş ve yüceltmişti. Bu anlamda
Spinoza’nın bize aşılamaya çalıştığı bu öğretide felsefe yapmamızı istemesi
düşüncesi hiç de yabancı gelen bir düşünce değildir.<br />
Son olarak canlılar açlığa susuzluktan daha dayanıklıdırlar. Eğer Buridanus'un
eşeği bunu bilseydi önce suyu içmesi gerektiğini anlayacak, su içtikten sonra
karnını doyuracaktı. Doğanın düzenini daha iyi anlayan bu eşek conatusunu
gerçekleştirecekti. Bu anlamda ikinci bilgiyle edilinmiş bir bilgi eşeği
kurtaracaktı. Bilim ve felsefeyle ilgilenen bireyler, Deleuze’un deyişiyle
aptallıktan kurtulacak, Spinoza’nın deyişiyle ise de kendisini boş işlerden
kurtaracaktı. Böylece belki biraz Sokrates’çi olarak söylediklernin anlamına
insanın kendi aklını kullanarak varmasını isteyen ve bir paragrafa bile derin
anlamlar gömen Spinoza’nın felsefesinin derinliğine bir adım daha yaklaşıyoruz.
<o:p></o:p></span></span></div>
<br />ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3689090593345120157.post-1916895423248410472019-06-29T18:03:00.003+03:002019-06-29T18:03:38.937+03:00Yiğit Düzenlioğlu / İzmir Amerikan Koleji / İzmir / Düşünyaz 6 Türkiye 3.sü<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfGJis7B0hnKXEHuc6kJaijVsPhWnGxa8cduCOe-QXnXFPzCJCX5fJOAvtqkbR2mmy19Xl9jiy4T5nC5MryI72NRGbYekapKuxSRGKCVw5NO0k7T_CZDCN60SyDHBtjIHU4brOAE1siyzJ/s1600/20160416_142639.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfGJis7B0hnKXEHuc6kJaijVsPhWnGxa8cduCOe-QXnXFPzCJCX5fJOAvtqkbR2mmy19Xl9jiy4T5nC5MryI72NRGbYekapKuxSRGKCVw5NO0k7T_CZDCN60SyDHBtjIHU4brOAE1siyzJ/s320/20160416_142639.jpg" width="320" /></span></a></div>
<span style="color: white;"><br /></span>
<span style="color: white;"><br /></span>
<br />
<div class="MsoNormal" style="line-height: 19.5pt; margin-bottom: 7.5pt; margin-left: 0cm; margin-right: 0cm; margin-top: 7.5pt; mso-outline-level: 4;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, Final Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">"Makinelere
tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret
edilir, çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik
getirirler" Bertrand Russell<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Makine ve
insan: Kör Sisifos ve Farkında Sisifos<br />
<br />
Uzun 19. yüzyıl sürecinin gerçekleşmesiyle insanoğlu üretim gücünün doruklarına
çıkacağı bir yolculuğa başladı. Bu süreç boyunca insan, kendi ihtiyacını
üretmeyi bıraktı ve "herkes"in ihtiyacı illüzyonu altında kendi karı
ve imajı uğruna çalışmaya başladı. Öncül dönemlere kıyasla inanılmaz boyutta
olan bu üretim kapasitesi, insana fiziki olarak imkansız olduğu halde zihinsel
uzayda Tanrı hissiyatını verdi. Diğer bir deyişle maddi pragmatizm bağlamında
kuşkusuz yararlı olan bu makineler, insanı duygusal ve ruhsal bir açmaza sokmuş
oldu.<br />
Pragmatik ve zihinsel uzayların oluşturduğu bu diyalektikte en önemli
noktalardan birisi, makine ve insan ilişkisinin iki bağlamını da doğru şekilde
karşılaştırarak sentez bir yargı çıkarabilmektir. Pragmatik uzaydan
bahsedersek, insanlığın ilkel yaşamıyla teknolojik çağını karşılaştırdığımızda
iki çağın insanı arasında günlük hayattaki pratiklik açısından makinelerin
sağladığı insanın basit ihtiyaç endişesini bitiren imkanlar yadsınamaz. Bu
durum makinelerin gücüdür: artık insan günlük hayatındaki basit işleri yapmaz,
o bundan üstündür ve onun yerine bu işleri yapacak makinelere sahiptir. Bu
yüzden, Bertrand Russell’ın da yorumladığı gibi, makineler güzel ve tapılası
varlıklardır. Ne var ki makine ve insan ilişkisini bir tartışma haline getiren
unsur insanın makinelerle birlikte tecrübe ettiği hayattır. Russell, insan
doğasının ve duygularının makinelerin getirdiği sistemle uygun olmadığını
savunur. Zira makinelerin getirdiği hayat anlayışı, bireyin mutluluğuyla sahip
olduğu maddiyatın doğru orantılı olduğunu varsayar. Ruhsal tatminin yok
sayıldığı bu yargıya kendini endeksleyen birey paradoksa girmiş olur.
Tartışmayı diyalektiğin diğer ucu olan düşünsel uzaya taşıyan bu paradoks,
felsefenin en temel sorunlarından birisi olan varoluş probleminin altında
yatar.<br />
Bireyin yeryüzündeki en temel motivasyonu, Sartre’ın varoluşun özden geldiği
iddiasıyla paralel şekilde, ruhsal hesaplaşmayla kendi varoluşunu meşru
kılmaktır. Bu anlamda bireyin varoluşu beşeri uzaydan uzak, yalnızca doğal
uzaydan alacağı ilham ve kendi zihniyle sınırlıdır. Varoluşçuluğun ışığında ele
alınınca, makinelerin dayattığı hayat anlayışının yarattığı çatışma açıktır
çünkü -önceden de belirttiğim gibi- makineler bireyi maddiyat uğruna, dolayısıyla
beşeri uzayda, yaşamaya zorlar. Buradaki ironi, insanın kendini Tanrı olarak
addetmesinden sonra kendi yaratığının ürünlerine hapsolmasıdır. Bu hapisle
bireyin yaşam motivasyonu yapay hale gelir. Diyalektiğin tezi ve anti tezi
üzerine genel bir tablo çizdikten sonra diyalektiğin çatışmasını açıklamaya
geçebiliriz. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’nden bu çatışmayı açıklamak üzere
bir alegori çıkarmanın mümkün ve son derece uygun olduğunu düşünüyorum. Kral
Sisifos, tanrıları birçok kez kendi oyunlarına alet ettikten sonra nihayetinde
asla bulunduğu tepeyi aşamayacak bir kayayı tekrar tekrar ve sonsuza dek yokuş
yukarı yuvarlamakla nihai cezasına çarptırılır. Bu alegoride, sonsuz bir döngü
içerisinde olan Sisifos’la makineler çağındaki insan karşılaştırması yapmak
doğru olacaktır. Bu amaçla alegoriyi ikiye bölmenin uygun olacağını
düşünüyorum: Kör Sisifos ve farkında Sisifos. Kör Sisifos, hayatını makinenin
dayattığı pragmatist bakışla yaşayan modern bireydir. Bu birey, kör olduğu için
yuvarladığı kayanın yeniden en başa yuvarlandığını farkında değildir. Her
seferinde geri dönüp kayayı yuvarlamaya başladığında, yuvarladığı kayanın aynı
kaya olduğunu bilmez. Bu yüzden kayayı yuvarlarken, yokuşu her tırmanışında
farklı bir iş yaptığını sanar; tıpkı pragmatist bireyin hayat motivasyonunu ve
mutluluğunu maddiyatla bir tutması gibi. Bu demek oluyor ki birey, durmadan
maddiyat uğrunda çalışır ve ürünlerin nicel farklılıklarına aldanarak hayatında
değişiklikler olduğuna kendini inandırır. Halbuki nitelik ve motivasyon
bağlamında baktığımızda birey Sisifos gibi aynı kayayı durmadan
yuvarlamaktadır. Bu bireyin yaşadığı bir başka problemse kimlik sorunudur.
Birey, yaptığı işle kendisini o denli özdeşleştirir ki kendisini yaptığı işle
tanımlamaya kadar varır. Bu kimileri için bir kimlik algısı yaratabilir fakat
öyle bir durumda, makineleri yaratacak düşünme kapasitesine sahip insanı
işleviyle tanımlayarak, insanı makine kabul etmenin çelişkisi tartışmayı ironik
kılar. Dolayısıyla, ancak kendini keşfetmenin mutlak çıktısı olan kimlik
kavramı, birey için fenomenlerle temeli atılmış, düşünceden uzak bir fanatizm
halini alır. Russell’ın yargısı doğrultusunda yorum yapmak gerekirse, açıkça bu
bireyin makinelere -en başta bahsettiğimiz pratiklik boyutunu defalarca aşarak
kendisine kimlik yaratacak kadar- taptığını bu nedenle de köle durumuna
düştüğünü net bir şekilde söyleyebiliriz. Şu ana kadar yaptığımız yürütmeler,
çıkarımlar ve çürütmelerle Russell felsefesinin makine kavramına yakıştırdığı
sıfatların hemen hemen hepsini nedensellikle temellendendirdik, şimdi neden
makinelerin çirkin ve tiksinç olduğunu konuşmakta yarar var. Bu soru, körden
ziyade ancak farkında Sisifos’un bakış açısıyla yanıtlanabilir. Farkında
Sisifos, mitolojik uzaydaki Sisifos’la her zaman aşikar olmayan ciddi bir
paralellik gösterir: Farkındalık. Bu yüzden farkında Sisifos, aslında günümüz
Sisifos’u olarak ele alınabilir. Cezaya çarptırıldığının bilincinde olan
Sisifos, ceza kavramının doğasında bulunan zorunluluktan dolayı aynı kayayı
durmadan yuvarlamaya devam eder. Bu sürecin en kritik anı, Sisifos’un kayaya
tepeyi aştırmak için emeğinin son damlasını sarf ettiğinde, kayanın Sisifos’un
ellerinden kayıp yokuş aşağı yuvarlanmaya başladığı andır çünkü o an Sisifos
yaptığı işin anlamsızlığını bir kez daha farkına varır. Bu pencereyi günümüz
manzarasına çevirdiğimizde de aynı şeyi görürüz. Varoluş arayışındaki
entellektüel bireyin hayat motivasyonunun makinelerinin çarklarının arasında
ezildiğini görürüz. Bu birey kör Sisifos’ların kurbanıdır çünkü içinde bulunduğu
sistem kör Sisifos’larca inşa edilmiştir. Bu noktada varoluşçuluktaki absürdün
Sisifos’un geri yuvarlanan kayaya baktığı alegoriye bütünüyle yayıldığını
görürüz. İnsan, varoluşunun hiçbir anlamı olmadığı bu evrende kendi anlamını
yaratmanın anlamsızlığını farkına varır. Tam da bu noktada diyalektiğin
çatışması en hararetli noktaya erişir. Bu makinelerin hükmündeki köle
niteliğindeki kör Sisifos’la makinelerin çarkları arasında ezilirken anlam
arayışından vazgeçmeyen farkında Sisifos’un savaşıdır. Pragmatizmle varoluşun
savaşıdır. O yüzden makineler, farkında Sisifos’un gözlerinden bakıldığında
tiksinçtir, o gözlerle bakıldığında çirkindir. Kör Sisifos’la farkında Sisifos
göz göze gelmiştir.<br />
Diyalektiğin tezi ve anti tezi arasındaki düşünsel çatışmayı açıkladığımıza
göre sıra sentez oluşturmaktadır. Bu noktada bireyin çözümlemesi gereken iki
nokta vardır: Sisifos’un intiharı ve kör Sisifos’un fanatizmi. Bu iki farklı
doğrunun noktaları, aslında bu doğruların kesişimlerinde üst üste binmektedir
çünkü temelde bireyin “Neden?” sorusundaki anlam arayışına verilen iki ayrı
yanıttır bunlar. Birey neden yaşamaya devam etmeli? Sisifos bu noktada
kendisini tıkanmış olarak bulmaktadır. Bu tıkanıklıkta önceden bahsettiğimiz
kör Sisifos’la çatışmasını sağlayan ve çark algısını dayatan çevresel
etkenlerin büyük payı olduğunu iddia eder. Zira bu tıkanıklık, Camus felsefesi
doğrultusunda Sisifos’u makinelerin hükmünde yaşadığı tatminsizliğin tahrikiyle
onu intihara teşvik eder. Kör Sisifos da tıkanıklık yaşamaktadır. Makinelerin
anlayışına ve işine duyduğu tutkuyla muhakemesini kaybetmiş ve bu doğrultuda
kendisi için oluşturduğu yapay ve fanatik kimliğin tıkanıklığıdır bu. Bu
tıkanıklıkları açmanın yolu ara bulmaktan geçer. İki ucun gittiği nokta da
-memnuniyetsizliğin intiharı gündeme getirdiği ve kimlik kaybının yaşandığı-
çok uç noktalardır. Bu uç noktaların ortası arınmadan ve bireydeki insanlığı ön
plana çıkarmaktan geçer. Sonuçta makineleri icat edecek zihnin anlam arayışına
dair kapasitesi, şu an için makinelerin dayattığı sistemin tutku ve yapaylık
tuzağına düştüğü için kaybolmuş değildir. Doğal uzaydaki beşerilik şu an için
memnuniyetsizliğe ve ruhsal tatminsizliğe yol açıyor diye bu tersine çevrilemez
değildir. Eğer Sisifos, anlam arayışına ve iyiliğe aç zihnini memnuniyetsizliğin
caydırmasından dolayı girdiği uyuşukluk durumundan kurtarırsa ve kör Sisifos,
elindekilerine müşteri olarak değil de yaratıcı olarak sahip olduğunu farkına
varıp gözlerini açarsa; birey sorgulama yoluyla dayatmalardan arınmış anlam arayışı
sürecine girebilir ve ortak bir gayretle, asla ilerlemeyen kaya, bir daha
yuvarlanmamak üzere sıradaki tepeye doğru yol alabilir. <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsUWF-CVUpVvKXzgA7TJ0PNni2Am43l-8vZq_k5pn739slh1xmoe9EZvJ0liH0coURD4nF4Y_HtwtEnNFrPjv-8ogCnpL5it909JfH6f4kjdMy0q2MDffgmTB6yrKLk3O1B_9wlj65rOu7/s1600/20160416_183051.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsUWF-CVUpVvKXzgA7TJ0PNni2Am43l-8vZq_k5pn739slh1xmoe9EZvJ0liH0coURD4nF4Y_HtwtEnNFrPjv-8ogCnpL5it909JfH6f4kjdMy0q2MDffgmTB6yrKLk3O1B_9wlj65rOu7/s320/20160416_183051.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, İkinci Adım Yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal" style="line-height: 18.0pt;">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="color: white;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;">“Geçmişin doğruları bugünün
yanlışlarına dönüşürken geride belli belirsiz bir kımıltı kalır. Tarihinin
treninden düşmüş, sakatlanmış, erksizleşmiş bir doğruluk hayaletidir bu. Bizi
uğraştırmaya devam eder. Ve sezeriz dayanıklılığını yenilgisinden almıştır. “
Horkheimer (Akıl Tutulması)</span><o:p></o:p></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">Doğruluk Problemi Üzerine
Horkheimer Eleştirisi<br />
<br />
Horkheimer kuramsal çerçevesini aklı temel alıp eleştirel kuramın temellerini
atarak ortaya koymuştur. Kuramının doğrultusunda sosyal yaklaşımlara odaklanan
Horkheimer, sosyal yapıyı rasyonelleştirmeye çalışmıştır. Bu çerçevede
anlaşılması kritik olan noktalardan birisi, Horkheimer'ın geleneksel kuramı
reddettiğidir. Descartes'la ivmelenen geleneksel kuram, gözleme, sezgiye ve
objektif yoruma dayalı; evrene dair temel ön kabullerle hareketine başlayan ve
tümevarım veya tümdengelim metotlarıyla genel teorilere ulaşan bir yapıdır. Bu
yapının temel amacı öznellikten arınan genel yargıları bir evren tanımına
entegre etmektir. Horkheimer'ın genel kuramı reddetmesi, genel kuramın beşeri
alanların özne ve nesne ilişkisinde, özneyi gözlemci sıfatıyla sadece bir
kaydedici olarak sınırlamasından kaynaklanır. Özne, gözlemci ve kaydedici olarak
sınırlandığında meydana gelen olaylar ve olgular üzerinde etkisini
kaybetmektedir. Halbuki etik, hukuk, siyaset ve epistemoloji gibi önemi inkar
edilemez felsefeler sosyal yapının içindedir veya epistemolojide olduğu gibi
kritik düzeyde sosyal boyutlar taşır (çünkü epistemoloji; ahlaki, siyasi ve
hukuki değerlerin doğruluğu gibi sosyal boyutlar taşır.) Horkheimer'ın isyanı
aslında bu felsefeleri inkar eden tutumlara karşı bir isyandır. Sonuç olarak,
Horkheimer'ın eleştirel kuramıyla geleneksel kuramın metodolojik ve varsayımsal
çatışması, ortaya birey ve doğa diyalektiğinden doğan doğruluk problemini atar.<br />
<br />
İki yaklaşım birbirleriyle karşılaştırıldığında, görülür ki geleneksel kuram,
inceleme yapan filozofun insani tarafını yok saymaktadır. Bunun sebebi,
geleneksel kuramın objektifliğinin ancak filozofun incelediği uzaydan kendisini
soyutladığında başarılacak olmasıdır çünkü geleneksel kuramın temel aldığı
pozitivist anlayışta objektiflik ancak gözleyenin "dışarıdan bir göz"
haline geldiğinde gerçekleşir. Bu sebeple geleneksel kuram analitik alanda
gösterdiği başarıyı, sosyal alana taşıyamamaktadır. Biraz daha açıklamak
gerekirse, analitik alandaki nesne ve özne ilişkisi (sayılar, denklemler,
teoriler), insanın bulunduğu uzayın dışındadır. Bununla birlikte, doğal olarak
yabancı uzayın gözlemi zorunludur ve gözleme dayanan objektif yorumlarla inşa
edilen rasyonalite yanılmadığı sürece başarı kesindir. Fakat uzay doğal
düzlemden beşeri düzleme taşındığında tutarsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Bu
tutarsızlıkların öncül sebeplerinden ilki geleneksel kuramın varsayıma
dayanmasıdır. Beşeri sistemlerdeki göz ardı edilmesi mümkün olmayan öznellik
boyutu, beşeri sistemin gözlemlenmesiyle oluşan varsayımları devirdaim ederek
haksız çıkarmaktadır. Bir diğer öncül sebep, gözlemci -insan- nihai üyesi
olduğu uzayı -beşeri uzay- yorumlarken gözlemlediği uzayın bir parçası olduğunu
yok saymasıdır. Bu durum objektifliğin önüne geçmesiyle birlikte aslında
gözlemcinin, gözlemlediği uzaydaki gücünü de yok saymaktadır. Bu yüzden, geleneksel
kuram kaçınılmaz olarak bir paradoks yaratır ve metodunun temel bileşeni
deneyselciliği devre dışı bırakır. Sonuç olarak, geleneksel kuram beşeri
uzayda, filozofu uzayından soyutlayarak, varsayımsal bir tutum izleyerek ve
deneyselciliği ironik bir şekilde etkisiz kılarak doğruya ulaşmakta başarısız
olmaktadır.<br />
<br />
Horkheimer'ın eleştirel kuramına geldiğimizdeyse genel kuramla diyalektik bir
ilişki taşıdığını görürüz. Konunun derinine inmeden önce, Horkheimer'ın
rasyonelliği değil, rasyonelliğe ulaşmayı hedefleyen metoda karşı çıktığını
vurgulamakta fayda var. Nitekim, Horkheimer'ın kuramının temel amacı da beşeri
felsefede rasyonelliğe ulaşmaktır. Eleştirel kuramı incelemeye başladığımızda,
beşeri uzay üzerine yorum yapmak için Horkheimer'ın öncelikle filozofun bu
uzayın parçası olarak kendisini çok iyi tanıması gerektiğini vurgulayarak
Kant'la aynı doğrultuda bir bireyselcilik yaklaşımı izler. Kimileri bu tarz bir
"tanıma koşulunun" geleneksel kuramın varsayımsal yaklaşımından farkı
olmadığını iddaa edilebilir, ki bir yere kadar haklılardır da. Fakat, zaten
Horkheimer'ın beşeri rasyonelleşmesi ancak bireysel görüşlerin harmanlandığı
bir toplu hareketle mümkündür, o yüzdendir ki Kant gibi 'tinin özgürleşmesi'
gibi bir mutlaklığa bağlanmaktansa dinamik bir düşünce serüveninden yanadır.
Bununla birlikte, Horkheimer'ın Nietzsche, Dilthey ve Bergson gibi yaşam
filozoflarına bağlılığı da anlatılanların doğrultusunda okuru şaşırtmayacaktır.
Fakat Horkheimer'ın bu bağlılığı bir noktaya kadardır. İçselliği (birey) aşırı
boyutlara taşıyan, eylemin (politika ve hukuk) ve anlayışın (ahlak),
nihayetinde aklın yok sayıldığı yaklaşımlar onun için kabul edilemezdir.
Horkheimer için kabul gören tek anlayış aklın merkeze alındığı ve akıl yoluyla
kişilerin bireyselliğinin beşeri uzayda aksamaya yol açmayacak (diğer
bireylerin özgürlüğüne zarar verip kaos çıkarmayacak) düzeyde korunduğu
rasyonel anlayıştır. Sözünde de aslında belirlediği bu metodolojinin doğruluk
problemi üzerinden çizdiği izler haritasını açıklamaktadır. Filozofların
tanımlanan metodolojiden sapmayarak kolektif bir biçimde katılım sağladığı
'doğru' kavramının inşası ancak filozofu doğruya götürür. Bu inşa sürecinde
yıkımların ve "sakatlıkların" var olduğu ve olacağı yadsınamayacağı
için 'doğru' kavramı filozofun peşini bırakmaz, "uğraştırmaya devam
eder." Böyle kümülatif ve reflektif yapıdaki metodolojinin inşa ettiği
'doğru' her seferinde daha zor yıkılır ve sakatlanır çünkü
"dayanıklılığını yenilgisinden almıştır."<br />
<br />
Neticede, Horkheimer, genel kuramın beşeri uzayda, özne ve uzay ilişkisindeki
soyutlama, varsayım yöntemindeki objektiflik ve deneyci yaklaşımda yasak
dayatmalarına eleştirel kuramıyla karşı çıkmaktadır. Bunun üstüne, eleştirdiği
kuramın yerine öznenin uzaydaki varlığını yadsımayan, kolektif varsayımlarla
kümülatif yargılara ilerleyen ve bu yargıları akıl ve deney yoluyla süzen bir
kuram inşa etmiştir. Bu yolla, beşeri felsefe algısına farklı bir boyut
getirerek doğruluk problemine alternatif bir satirik yaklaşım sunmuştur. <o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRHsKQWgtCUjR8IOmWgFMskLdbYKNd9aFas7mobl8P7ooUU4dH2bFJBbxgkuDuwYrYKNMQEm-dlXLcqY6S-fzO2-ms0eHcrWpnJezq1BQTjMNEYYleEQQpaHlkJD8fPu_2u9L6d7OQCrur/s1600/20160417_131102.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><span style="color: white;"><img border="0" data-original-height="1200" data-original-width="1600" height="240" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhRHsKQWgtCUjR8IOmWgFMskLdbYKNd9aFas7mobl8P7ooUU4dH2bFJBbxgkuDuwYrYKNMQEm-dlXLcqY6S-fzO2-ms0eHcrWpnJezq1BQTjMNEYYleEQQpaHlkJD8fPu_2u9L6d7OQCrur/s320/20160417_131102.jpg" width="320" /></span></a></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">Düşünyaz 6, Birinci Adım yazısı<o:p></o:p></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<b style="mso-bidi-font-weight: normal;"><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></b></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">"Felsefe 'mantıklı isyan' gibi bir
şeydir. Adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde bulunduğu kusurlu
halin karşısına düşünceyi çıkartır."Alain Badiou, Sonsuz Düşünce <o:p></o:p></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<i><span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br /></span></span></i></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;">Badiou, Felsefe, Etik, ve
Mantık<br />
Felsefenin doğası, epistomoloji ve ontoloji alanlarında kayda değer görüşler
ileri süren Badiou için mantık, felsefenin ayrılmaz bir parçasıdır. Postmodern
filozofların felsefenin ölümünü ilan etmesine, Batı Avrupa ve Amerikan'ın insan
hakları bildirgeleriyle insanı yeniden tanımlayıp sınırlandırmasına karşı
çıktığı gibi karşı çıkan Badiou bu argümandaki tüm iddialarını Descartes'ın ve
Spinoza'nın yaptığıyla paralel bir şekilde ontolojik alanda matematiği
"varlık" başlığının altına ve felsefeyi de bu varlık dünyasındaki tüm
ilişkilendirmelerden sorumlu olacak şekilde metafiziksel bir boyuta taşıyarak
temellendirmiştir. "Sonsuz Düşünce", "Varlık ve Olay" ve
"Felsefe için Manifesto" kitaplarında kademeli olarak geliştirdiği
felsefi iddialarının hepsi felsefenin yaşamaya devam ettiğine dair olan
savunmasında birleşmektedir. Bu eserlerinin ve görüşlerinin doğumuna yol açan
kilit nokta ise Badiou'nun felsefe için yaptığı tanımın altında yatmaktadır.
Bir kere eserlerini inceledikten sonra Badiou'nun felsefeyi 'mantıklı isyan'
olarak tanımlamasına şaşmamak gerekir. Bu bilgilerin ışığında Badiou'nun sözünü
incelediğimizde felsefenin tanımı üzerine mantık alanının altında bir tanımın
yol açtığı insanın sosyal yapıya nedenselleştirmeyi adeta bir silah olarak
kullanarak baş kaldırması bu sözündeki kilit nokta olduğunu ileri sürebiliriz.<br />
<br />
Felsefe, insanın olayları inceledikten sonra bu olayın oluş sebebini, oluşun
sebep olduğu durumun statik veya dinamik etkilerini, oluşu takip etmesi
muhtemel olan farklı olaylarla birlikte olayın 'doğru' ya da 'yanlış' olduğunu
kişisel etik anlayışının etkisi altında nedenselleştirme çabası olarak
sorgulamanın bir şablonunu vurgulayacak şekilde tanımlanabilir. Bu tanıma
Badiou'nun da matematiksel ve bilimsel yaklaşımlara yatkınlığıyla karşı
çıkmayacağını düşünebiliriz. Felsefeden ayrılması mümkün olmayan bir eylemin,
sorgulamanın, bu yapısı -özellikle kişinin kendi etik anlayışından çıkışının
mümkün olmamasıyla birlikte- insanı kendi ideal dünyasını yaratmaya iter.
Argümanın daha derinine inmeden, bu bireysel bakış açısının temelinde
sofistlerin temele oturttuğu görelilik kavramının yattığını not etmek önemli
değer arz eder. Bunlarla beraber felsefe için yapılan tanımın adım adım
incelenmesi her şeyi daha açık hale kavuşturacaktır.<br />
<br />
Kişinin sorgulaması gözlem, nedenselleştirme ve çıkarıma ulaşma şeklinde
tanımlandığında, bu tanımın Badiou'nun bu sözündeki toplumsal eleştirilerin
sebeplerini su yüzüne çıkaran bir değer kazanır. Birey etrafındaki diğer
bireylerin hareketlerini inceledikten sonra bu hareketlerin altında yatan
motivasyonlar, sebep olunan oluş ve oluşun geleceğe dair sonuçlarını temel
alarak kendisinin ve toplumun ahlak değerleri arasında diyalektik bir
sorgulamayla dünyayı yorumlar. Eğer bireyin vardığı yorum kişisel ahlakıyla
çatışıyorsa etiksel açıdan yanlış bulduğu bir duruma reaksiyon gösterir.
Gösterilen bu reaksiyon aslında bireyin kendi felsefesi tarafından inşa edilen
ideal bir dünyanın yansımasıdır. Badiou'nun bu felsefe tanımının yol açtığı
nedensellik zinciriyle birbirlerine bağlı olan düşünceler dizisi kendisinin de
tasvir ettiği gibi 'adaletsizliğin karşısına, dünyanın ve hayatın içinde
bulunduğu kusurlu halin karşısına' çıkar. Bu düşüncenin nasıl ortaya çıktığını
inceledikten sonra neyin karşısına çıktığını, 'adaletsizliğin', 'dünyanın ve
hayatın içinde bulunduğu kusurlu hal'in ne demek olduğunu anlamaya çalışmakta
fayda var.<br />
<br />
Badiou'nun etik anlayışı 'hakikatın etiği' adı altında saklıdır. Bunun sebebi,
Badiou'nun etik anlayışını gerçekle temellendirmesidir. Bu temellendirmede
kullandığı en kritik bağlamsa tutarlılıktır. Birey ister bir işçi, isterse bir
biliminsanı olsun; eğer etiksel değerlerini veya hipotezini 'gerçek' olarak
niteleyecekse tutarlılığını korumak zorundadır. Ancak bu tutarlılık
sağlandıktan sonra birey bir 'hakikatin etiği'ne sahip olduğunu ileri
sürebilir. Bu yöntemle oluşan hakikatın etiği, oluşları ve nedenselliğinin
desteğiyle kazandığı tutarlılığı sayesinde yaşadığı dünya ve bulunduğu toplum
ile arasındaki farkları net olarak ortaya çıkarabilir. Badiou'nun da
'adaletsizlik' ve 'kusur' derken kastettiği şey budur: hakikatin etiğiyle,
dünyada ve toplumda yer almaya devam eden ahlak anlayışı arasındaki farklar. Bu
durumda değinilmesi şart olan başka bir konuda Badiou'nun 'hakikat etiği'nin
tümel değil, tikel anlamda kullanmasıdır. Bu düşüncesiyle birlikte Badiou, günümüzdeki
ülkelerin 'iyi insan' tanımlarıyla tek bakış açısına odaklanan 'ahlaki
terörizm'e yol açtığını savunur çünkü günümüz siyasetinin dayattığı ahlak
anlayışını etiğin getirdiği nedensellikten yoksun, sadece oluşlara ve ister
istemez bireyin yaptığı sorgulamada nedenselliğin -mantığın- göz ardı
edildiğini etik ve ahlak arasındaki farkı göstererek iddaa eder. Hakikat
etiğini tanımladıktan ve açıkladıktan sonra Badiou'nun günümüz dünyasındaki
sadece ahlaka odaklanmış etik olarak yoksun anlayışın örneklenmesiyle bireyin
'adaletsizlik' ve 'kusur' kavramlarını nasıl arayacağını ve bulduğu sonuçların
ne ifade edeceğini anladık.<o:p></o:p></span></span></div>
<div class="MsoNormal">
<span style="font-family: Arial, sans-serif; font-size: 12pt; line-height: 115%;"><span style="color: white;"><br />
Badiou, tarih boyunca süre gelmiş olan kişisel etik ve sosyal ahlakın
farklılığı sonucunda doğan çatışmayı etik ve hukuk felsefesini temel alarak,
adalet ve iyilik problemlemlerinde bireyin rölatifliğini göz ardı etmeden,
'adaletsizlik' ve 'kusur' kavramlarının nasıl ve neden ortaya çıktığını etik ve
ahlak arasındaki farkın yanında tutarlığı ve hakikat etiği ilişkisinin
nedenselleştirmeyle işbirliği içinde yarattığı sorgulamanın oluşturduğu
felsefenin bu çatışmadaki izdüşümü üzerinden açıklamıştır. <o:p></o:p></span></span></div>
<br />ymbhttp://www.blogger.com/profile/06594568218338068776noreply@blogger.com0