2 Haziran 2025 Pazartesi

Ayşe Simin Yıldırım / Özel Burçak Eyüboğlu Fen ve Teknoloji Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 11 Türkiye Dokuzuncusu


 Final Yazısı 

“Yalnızlık, düşünmenin koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder — çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”

Hannah Arendt, "Totalitarizmin Kaynakları"

YALNIZLIK DÜŞÜNME’NİN, İZOLASYON KABULLENME’NİN KOŞULUDUR: HANNAH ARENDT’İN SÖZÜ ÜZERİNE BİR DENEME

Hannah Arendt bu sözüyle totaliter iktidar rejimlerinin insanları kontrol etmek için onları izole ederek düşünmelerini engellediğini anlatır. O, yalnızlık ve izolasyon arasındaki farkı totaliter rejim bağlamında açıklamıştır. Kontrol belki de her siyasi rejim için bir noktaya kadar gereklidir fakat halkın iyiliği amacını geçmemesi gereken bir kavramdır fakat despotizm gibi yönetim şekillerinde halkın iyiliği ön planda değil, iktidarın gücü ve kontrolü ön plandadır. Bu gibi rejimler insanları birbirlerinden izole etmek için çeşitli yöntemler kullanırlar. Bu yöntemlere örnek olarak kast ve sınıf sistemleri, zengin-fakir karşıtlıkları ya da iktidarın gücünün halka her fırsatta hatırlatılması verilebilir. Bu gibi yöntemler medya propagandalarında kullanılır, belli grup insanlar sadece onlarla aynı düşünen gruplarla birlikte bırakılır ki bu da onların kendileri dışındaki dünyayı görememelerini ve bununla beraber de farklı fikirler üzerine sorgulama yapamamalarını sağlar, çeşitli yolsuzlukların üstü kapatılarak gücü elinde tutan grubun git gide güçlenmesi sağlanır. Bunların hepsi aslında temelde insanın öğrenmesini engelleyerek onu sıkıştıran tutumlardır. Buna benzer uygulamalar yapan rejimlerdeki gücü elinde tutan diktatörlere örnek olarak Hitler, Stalin, Kim verilebilir. Ek olarak, Ortaçağ’ın bilime karşı genel tutumu da bu düşünceyi temel almıştır, okuma-yazma bilmeyen insanlara yalan bilgiler verilerek halk kendi içinde izole edilmiştir. Sadece düşünmeyi bırakmış, izole bireylerin boyun eğdiği düşüncesi ve bunun totaliter rejimler tarafından nasıl kullanıldıkları bu metinde felsefi, tarihi ve edebi kaynaklarından yararlanılarak analiz edilecektir.

İlk olarak Hannah Arendt’i iyi anlamak için sözündeki önemli noktaları teker teker incelememiz gerekiyor. Sözün ilk kısmına bakacak olursak insanın düşünmek için yalnız olduğu fikrinin çıktığını görürüz. Yalnızlık insanın kendisiyle, isteyerek baş başa kalmasıdır. İnsan kendi kendine kalmadıkça derinlemesine düşünemez ve sorgulayamaz. Sürekli bir kalabalık içerisinde bulunduğunuzu düşünün, böyle bir kalabalıkta kendi düşüncelerinizi nasıl oluşturacaksınız ki? İşte bu yüzden yalnızlık düşünmenin koşuludur. Sözün ikinci kısmında Arendt, izolasyonu düşünmenin yokluğu olarak anlatmıştır. İzole olmak, çeşitli nedenlerden dolayı diğer insanlarla ya da diğer gruplarla iletişimin kesilmesidir. İsteyerek, kendi irademizle verilmiş bir karar değildir. Bu da izolasyonu yalnızlıktan ayıran en önemli noktadır. Yalnızlığı biz seçebiliyorken, izolasyon bize dayatılan şeydir. İzolasyonda adeta ilaç etkisinde kalmış sinekler gibi yalpalarız, aklımızda düşünmek ya da sorgulamak üzerine bir şey yoktur. Sadece hayatta kalmaya çalışırız. Ayrıca izolasyon kendine has kontrol yöntemleriyle birlikte de gelir. Mesela biri üzerinde bir örnek göstermek, size karşı çıkan birini kötü bir sonuçla karşılaştırmak diğer insanların birbirlerine olan güvenlerini kırar ve kendilerini korumak için tek başlarına izole hale gelmelerine neden olur.  Bu sözün ikinci cümlesine geçersek Arendt’in gücü elinde tutan grupların insanları yalnız bırakmak istemediklerini onları teker teker izole ettiklerini söylediğini görürüz. Arendt bunun nedenini totaliter rejimlerin düşünen bireyler istememesine bağlar, totaliter rejimler boyun eğen bireyler istemektedir, bu yüzden de izolasyon yöntemini seçerler. Eğer insanların yalnız kalmalarına neden olunursa toplantılar başlar, sorgulamalar ve başkaldırılar da iktidarın güç kaybetmesine neden olur, bu durum istenmeyen bir şeydir. Buna edebiyattan bir örnek verilmek istenirse George Orwell’in 1984 adlı kitabı harika olacaktır. Kitabın daha başında karakterin umutsuz ve karamsar dünyasına girdiğimizde bize anlatılan ilk şey ‘Büyük Birader’in propaganda posteri olan “Büyük Birader seni izliyor” yazıları, ikinci şey ise her yerde bulunan parlak, metal ve gümüş renk plaklara benzeyen, iktidarın halkı izlediği ve kontrol ettiği aletlerdir. Bu da insanın öyle bir toplumda hiçbir zaman yalnız olmadığını ve fikir paylaşımı yapamadıkları için de izole olduklarını anlatır. Ana karakter bu metal plakaların olmadığı bir yer bulduğunu zannederken güveninin kırılması ve iktidara karşı çıktığı için de en büyük korkularıyla ona işkence edilmesi de totaliter rejimleri çok güzel anlatmıştır. Ek olarak, kitabın sonunda karakterin iç sorgulamasına baktığımızda hala içinde Büyük Biradere karşı bir başkaldırı görürüz fakat oturduğu yerde izlediği televizyonda Büyük Birader’in bir savaşı daha kazandığı haberi geldiğinde içindeki umutsuzlukla beraber sorgulama yapmaya kendini kapattığını, artık iktidarı tamamen kabul ettiğini ve bir zamanlar olduğu kişinin kuru, boş bir kabuğu haline geldiğini de görürüz. Bu da bu gibi yönetimlerin kişilerin içindeki en ufak isyanı yok etmek için ne kadar ileriye gidebileceğini anlamamızı sağlar. Özetlersek, Totalitarizmi esas alan yönetimlerde toplumun sıkı sıkıya kontrol edildiğine ve bu yüzden sorgulayamadıkları ve öğrenemedikleri için gücü kim elinde tutuyorsa ona boyun eğdiklerine ulaşırız, ki bu da tam da iktidarın istediği şeydir. 

Hannah Arendt’in bu sözünü analiz ettiğimize göre totaliter rejimlerin özelliklerini de anlarsak onu daha iyi anlayacağımızı düşünüyorum. İlk olarak böyle rejimlerde başa geçen kişinin mutlak bir kötülük imajıyla başa geçmediğini anlamalıyız. O belki de çok milliyetçi, ahlaklı ve adaletli bir yönetim iddia ederek başa geçti ve sonrasında ya güç zehirlenmesi yaşadı ya da baştan beri planı buydu. İkinci olarak ise, belli bir noktadan sonra, ki o nokta her şeyin yavaş yavaş değiştiğini anlamamızı sağlayan noktadır, yönetimlerde iktidarın halkın iyiliğini istemediğini anlamamız gerekiyor. Halk iktidara gücünü veren temel topluluk olsa da bir grubu yeterince korkutursanız onları sadece bir oyuncaktan ibaret hale getirebilirsiniz, bunu yaparsanız da onları kontrol etmenin ilk adımını tamamlamışsınız demektir. İktidar, bu bir kişi ya da bir grup olsun fark etmez, elindeki gücü kaybetmemek için her şeyi yapar. Toplum içindeki güveni kırmak, sınıf farklarını en üst seviyeye çıkarmak, Hindistan’daki gibi kast sistemi ya da Avrupa’daki gibi köle efendi sistemleri kurmak, ayrıcalıkları bir gruba verip bir gruba vermemek bunlardan bazılarıdır. Bu sistemde belli ayrıcalıkları alan grup anlık bir zafer ve mutluluk yaşayabilir, diğer grubun kendilerinden aşağı olduğunu düşünebilir fakat iktidar sadece onları kendi oyununda bir parça olarak kullanmaktadır. Ayrıcalıklara sahip olmayan grubun öfkesi ve nefreti aradaki mesafeyi açar, araya uçurumlar girdikten sonra da zaten toplumu izole etmekte başarılı olunmuştur. Bir de üstüne diğer gruptan ayrıcalıkları alıp bu gruba vermek, aradaki bağları iyice koparır, birlik hissi ortadan kalkar. Artık herkes kendisini düşünür bu da zaten yönetimin istediğidir.  Bununla da kalmaz, yönetim kendine tehdit olarak gördüğü herkesi ya örnek olarak göstererek tehdit eder ya da yok eder. Yani ‘Bakın, eğer bana karşı gelirseniz size de olacağı bu.’ demiş olur, tabi insan da sosyal bir varlıktır, sevdiği insanlara zarar gelmesini istemediğinden içindeki sorgulamaları dışarı yansıtmaz bir süreden sonra da tepkisiz hale gelir. Böylece iktidar, onlara sorgusuz sualsiz boyun eğecek bir halka sahip olmuş olur. Bunlar totaliter rejimlerin yaptıkları şeylerdir, şimdi de bunu örneklerle açıklayalım. En bilinen örneklerden biri olan Nazi Almanyası ile başlamak istiyorum. Adolf Hitler başa geçtiğinde çok milliyetçi ve halkı için endişeli bir sıfatla başa geçti, Alman halkının iyiliği tek istediği şeydi. Halk yapılan köklü değişimleri fark etmeden bir tiranlık düzeni oluşturuldu. İlk önce Yahudileri anlamak için kollarına bir bant giymeleri zorunlu hale geldi, bu sadece Yahudilerin güvenliği içindi. Sonrasında sahip oldukları işletmeler fazla ve şiddetli denetimler geçirmeye başladı ve yavaş yavaş kaynayan bir suya atılan kurbağa misali Alman halkı kendini bir tiranlık düzeninin içinde buldu. İnsanların düşünmeleri, sorgulamaları ilk başta öyle şiddetle durdurulmadı fakat yapılan küçük değişimlerle insanlar farkında olmadan izole oldular. Bunun farkına varıldığında ise çok geçti. Bu durumu George Orwell “Hayvan Çiftliği” kitabında anlatmıştır. Hayvanlar ilk başta duvara yazılan emirleri yerine getirerek yaşıyorlardı, fakat küçük küçük değişimler oldu ve kitabın sonunda duvar tekrar okunduğunda ilk yazan kurallardan çok farklı kurallar olduğu görüldü. İşte totaliter rejimler de böyle, insanları izole etmek için farklı yöntemler kullanırlar. Sonuçta onların gözünde “İnsanlar eşittir fakat bazı insanlar daha eşittir.”

Bunlardan sonra son zamanlarda yaşananlar ile yine popüler hale gelen bir seri olan Açlık Oyunları serisinin Hannah Arendt’in sözüyle ne kadar uyumlu olduğundan da bahsetmek istiyorum. Sahneyi kurmak için ilk olarak yapılan bir iç savaştan ve bu savaşın galipleri olan Capitol’le (Başkent) ilgili konuşmalıyız. Yenilgileri sonucunda 12 Mıntıkadan her biri her yıl Başkent’e bir kız bir erkek haraç gönderecek ve bu haraçlar sadece bir galip kalana kadar ölümüne savaşacaklardır. Burada ana karakterlerin gözünden Başkent’in ne kadar ekstrem kıyafetler giydiklerini, ne kadar fazla israf ettiklerini ve Mıntıkalar açlıktan ölürken Başkent’de insanlar daha fazla yiyebilsinler diye onlara özel bir kusma içkisinin bile olduğunu görürüz. Burada iktidar Başkent’i Mıntıkalardan izole ederek Mıntıkaların onlardan nefret etmesini ve tabi ki de Capitol halkının daha üstün olduğunun anlaşılmasını sağlamıştır. Burada Capitol ve Mıntıkaların içinde bulunduğu Panem ülkesinin adını aldığı “Panem et circenses.” sözü girişini yapar. Direk sözlük anlamı “Ekmek ve sirkler” olan bu sözü analiz edersek aslında anlamının bir topluluğa yiyecek şeyler ve eğlence sağlarsanız sonsuza dek hiçbir şeyi sorgulamayacaklarıdır. İktidar üstün kıldığı başkent halkına bunu vermektedir, yiyecekler ve Açlık Oyunları ile eğlenceler. Ayrıca, buradaki durumu yazar R.F. Kuang’ın sözü olan “Bir grup diğer gruptan kendini üstün görürse, karşısındaki onun için öldürülmesi gereken bir hamam böceğinden farksızdır.” cümlesi de açıklar. Başkent halkı için Mıntıka insanları hamamböceklerinden farksızdır, zaten bu yüzden onların birbirlerini katletmelerini duygusuzca bir eğlenceye dönüştürebilirler. Sonrasında Mıntıkaları da kendi içlerinde ele almalıyız. 12 Mıntıkanın hiçbirinin birbiriyle bağlantısı yoktur. Başkent’e yakın olan 1 ve 2. Mıntıkalar diğerlerinin gözünde yalakalardır. Bu mıntıkaların birbirlerini gördükleri tek yer olan Açlık Oyunları ise onları birbirlerinden daha çok ayırır. Bu yüzden de ana karakterin diğer Mıntıkalarla kurduğu arkadaşlıklar iktidar olan Başkan Snow’un gözüne batar. Zaten bu sistemi yıkan da insan bağlantılarıdır, umuttur ve sorgulamadır. Eğer insaniyet ve sempati olmasaydı bu totaliter düzen devam edecekti. Bunlara değinmişken önemli bir yere daha parmak basmak istiyorum, bilmemiz gereken şeylerden biri de bu serinin yazarı olan Suzanne Collins’in sadece gerektiğinde yazmasıdır. İlk seriyi yazdıktan sonra yıllarca ortadan kaybolan ve hiçbir kitap çıkartmayan yazar günümüz faşist yönetimlerinin yükselmesiyle kalemi tekrar eline almıştır. Bu da bizi günümüze getiriyor. İktidarların toplumu cahilleştirip izole ederek güçlerini korudukları günümüzde onaylanan çeşitli yasalar ve insanlığa utanç getirmesi gereken durumların kolayca kabullenilmesi de insanların artık tepki gösterme yetilerini kaybettiklerinden dolayıdır. Yine toplumlar solcu sağcı, zengin-fakir diye kutuplaştırılmış ve bu da yönetimin herkes üzerindeki kontrolünün en üst seviyeye çıkmasına yardımcı olmuştur. Arendt’in de dediği gibi, artık yalnız değiliz, bizi takip eden uygulamalarımız, her sözümüzü dinleyen mikrofonlarımız ve düşüncelerimizi bile bize söyleyen yapay zekalarımız var, sadece izoleyiz ve bizi kontrol ettiklerinin farkında bile değiliz. 

Sonuç olarak, totaliter rejimler insanları kontrol etmek ve gücü ellerinde tutmak için her şeyi yaparlar. İktidar için önemli şey başta kalmaktır ve bunu halkın üzerinden sağlar. Bunun için korkutma, yalnız bırakma, örnek haline getirme gibi çeşitli yöntemler kullanırlar. Hannah Arendt’de bunu Totalitarizmin Kaynakları’ndan alınan sözüyle çok güzel anlatmıştır. Yalnızlık ve izolasyonun aynı olmadığını söyleyerek birinin bizi düşünmeye ittiğini fakat diğerinin tepkisizliğe ve boyun eğmeye ittiğini açıklamıştır. Çünkü anlamak engellemenin ilk adımı ve böyle rejimlerin biz fark etmeden küçük küçük değişimler yaparak bizi kapana kıstığı bu dönemde bu çok önemli. Mutlak gücün tek kişinin elinde bulunduğu ve bu kişinin de yozlaşmaya açık olduğu toplumlarda totaliter, tiranlık ya da despotluk rejimleri kaçınılmazdır. Bunları engellemek de halkın görevidir, işte o yüzden yalnız kalmalıyız, düşünmeli ve sorgulamalıyız fakat bizi tek başımıza bırakmaya, izole ederek kontrol etmeye çalışanlara karşı da gözümüz açık olmalıyız. Bu rejimler geçmişte ve günümüzde hala varlıklarını sürdürmektedirler ve hep aynı yöntemleri kullanarak halkı kontrol etmektedirler, Arendt’de sözünde bu yöntemlerden bahsetmiştir. Bu denemede totalitarizmin anlamı, ne gibi yöntemler kullanıldığı ve bunun halk üzerindeki etkileri Hannah Arendt’in bu sözü, felsefi, tarihi ve edebi örnekler ve diğer sözler üzerinden açıklanarak incelenmiştir.


2. Adım 
Yazısı 

"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine

MONTESQUİEU’NUN ADALET VE ERDEMİ: BİRBİRLERİNDEN AYRILMAMASI GEREKEN İKİLİ ÜZERİNE BİR DENEME

Yukarıda verilen alıntısıyla Montesquieu’nun anlatmak istediği temel şey adalet ile dengelenmeyen değerlerin acımasız sonuçlara yol açabileceğidir. Bir davranışın doğru ve faydalı olması için tek başına erdemli olması ya da erdemlere dayanması yeterli değildir, bu davranış aynı zamanda adaletli de olmalıdır. Eğer böyle olmazsa yaşanan gelişmelerle ortaya zalim, baskıcı ve korkuyla yönetilen toplumlar çıkar. Adalet toplumuna göre farklı uygulanması gereken fakat buna rağmen evrenselliğini koruyan bir olgudur, erdemler için aynı şey söylenemez. Başka bir milletin merhamet saydığı, başka bir millet için acımasız ya da gereksiz olabilir, zulüm sayılabilir. Bu yüzdendir ki erdemler adalet ile beslenmeli ve desteklenmelidir. Yoksa sallantılı bir temel üzerine kurulmuş kanunlarla yönetilen bir millet en ufak sarsıntıda yolsuzluklara ve haksızlıklara boğularak yıkılır. Montesquieu’nun bu düşüncesinin görüldüğü birçok farklı örnek gösterilebilir fakat içlerinden en önemlilerden biri belki de her toplumda kolayca yaşanabilecek ya da tekrarlayabilecek Nazi Almanyası örneğidir. Başta bakıldığında herkes sadakat, bağlılık, cesaret ve milliyetçilik gibi erdemlerin gurur duyulacak şeyler olduğunu düşünür fakat Hitler liderliğindeki Nazi hükümetinin de taşıdığı bu erdemler adaletin yoksunluğu yüzünden zulme dönüşmüştür. Denememin geri kalanında adalet ve erdem arasındaki ilişkiyi Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu Üzerine” kitabı, kitabından alınmış bu sözü ve kişisel felsefesi üzerinden inceleyerek farklı tarihi ve modern olaylardan ve medyadan yararlanarak analiz ediyor olacağım.

Montesquieu’nun bu sözünü daha derin analiz etmemiz için ilk önce “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı kitabını anlamamız gerekiyor. Kitabın ana mesajı farklı toplumların kanunlarının o toplumların özelliklerine göre olması olarak özetlenebilir. Evrensel bir hukuk sisteminin dünyadaki tüm milletlere uygulanması imkansızdır çünkü her toplum yaşadığı coğrafyaya, iklimine, kültürüne, tarihine, dinine, ekonomisine ve geleneklerine göre farklı şekillenir. Bu da bir toplumda kabul edilebilir davranışların başka bir toplum için kabul edilemez olmasına neden olabilir ve bu doğal bir sonuçtur. Kanunlar ve adalet sistemleri toplumu oluşturan bu unsurlar göz önünde bulundurularak oluşturulmalıdır, yoksa zulüm ve haksızlık kaçınılmaz olur. Montesquieu’nun bu kitabı döneminde ve döneminden sonra ses getirmiştir, hukuk, toplum ve siyaset konularında önemli ve radikal fikirlere deinen bu kitap, özellikle Fransız Devrimi sonrası oluşan modern toplumlarda hukuk sisteminin oluşturulmasında kaynak alınmıştır. Bunların yanında adalet ve erdem ilişkisini daha iyi anlamak istiyorsak ayrıca Montesquieu’nun en çok tanındığı fikri olan güçler ayrılığı ilkesine de değinmeliyiz. Montesquieu; yasama, yürütme ve yargı adlı üç ilkenin birbirinden ayrı ve bağımsız olmaları gerektiğini savunmuştur. Bunu ünlü sözlerinden biri olan “Güç, gücü durdurmalıdır.” ile de anlatmıştır. Eğer bir güç zulüm etmeye kalkarsa diğer gücün onu durdurma kabiliyeti olmalıdır. Erkler aynı kişinin elinde olursa özgürlüğün olmayacağını söyler Montesquieu ve günümüzdeki birçok anayasa da bu güçler ayrılığı ilkesini temel alır. Ayrıca ilkelerin ayrılması, keyfi güç kullanımını da engeller, halkın bundan zarar görmesinin önüne geçer. Montesquieu’nun felsefesi şöyle de açıklanabilir: Bireyin hürlüğünün teminatı, erdem ve adaletin birbirini desteklemesi ve dengelenmesi ile ancak sağlanabilir, herhangi biri üste çıkarsa denge bozulur ve zulüm başlar. Bu felsefenin de temelini aldığı iki önemli filozof vardır. İlki Aristoteles ve onun “altın orda” felsefesi: yani denge olmadan adalet ve düzen olmaz. Bu düşünceyi kanıtlamak için şöyle bir düşünce deneyi yapılabilir: Bir öğretmenin akademik açıdan iyi, orta ve kötü öğrencilerin bulunduğu bir sınıfta iyilere merhamet duygusuyla ayrıcalık tanıması, diğer öğrencilere haksızlık yapılmasıdır ve bu dengeli bir davranış olmadığından adaletsizliktir. İkincisi ise John Rawls’un adalet anlayışı: yani bir sosyal düzende adalet ve denge olmazsa erdemli ve iyi niyet taşıyan davranışlar haksızlıkların önünü açabilir. Buna örnek olarak yakınlarına yardımcı olma erdemi altında rüşvet ve kayırma ile sistemik haksızlıkların yapılması verilebilir. 

Şimdi Montesquieu’nun kitabının ana fikrine hakim olduğumuza göre bu sözünü tarihte yaşanan örnekler üzerinden değerlendirerek analiz edebiliriz. İlk ve en önemli örneğimiz Nazi Almanyasında yaşananlardır. İlk olarak burada bahsetmek istediğim genç insanların aile kurumunda ya da yaşadıkları ortamda öğreneceği ve normalde iyi anlamlar taşıyan sadakat, cesaret gibi erdemlerin Hitler Almanyası gibi bir ortamda büyüyen bu gençler için farklı anlamlar ifade etmesi. Genç beyinler etraflarında gördüklerini taklit etmeye programlanmışlardır, taklit etme sonrasında öğrenme ile yer değiştirir ve bu asimile olmuş, yanlış anlamlar yüklenmiş erdemlerin gençlere empoze edilmesine neden olmuş olabilir. Bu gençlerin, halkın ve hatta askerlerin asıl anlamları iyi olan erdemleri adalet yoksunu bir rejimde öğrenmeleri onların körü körüne bu rejime hizmet etmesine neden oldu ve sonuç: zulüm. Bu örnek Montesquieu’nun düşüncesini kanıtlar çünkü adalet ile beslenmeyen erdemler zulme dönüşmüştür. Yine Nazi Almanyası ile verilebilecek bir örnek milliyetçilik gibi iyi bir erdemin ekstremlerde yaşanmasının sonuçlarını gösterir. Milliyetçilik, milletini ve onun insanlarını sevmek kötü bir şey değildir. Aksine milletin topyekun bir arada kalmasını sağlayan duygu odur, fakat bu ekstremlerde yaşanırsa ve diğer milletleri kendinden alçakta görmeye başlarsa adaletsizlik başlar. Çünkü karşısındakini insan yerine koymayan için düşman bir avuç hamam böceğinden ibarettir, insancıllık ve merhamet kaybolur. Buna başka bir örnek Emevilerin uyguladığı Mevali politikasıdır. Arapları diğer milletlerden üstün gören ve Müslüman olsa da diğer milletlere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan Emeviler milliyetçilik erdemini adaletsiz kullanmış ve dine bağlılıklarına rağmen İslam’ın yayılmasını dikkat çekecek derecede engellemişlerdir. Dine bağlılıktan bahsetmişken bu konudaki adaletsizliklerden örnek göstermek istiyorum. İlk olarak Müslümanlıkta yapılan mezhep kavgalarıyla ya da Katolik, Ortodoks ve Protestan düşmanlıkları ele alınabilir. Katoliklerin dine bağlılıklarından kaynaklı insanların Engizisyon mahkemelerinde yakılması, asılsız yapılan aforozlar ve suçlamalar dine bağlılık gibi bir erdemin ekstrem noktalarda yaşanmasının zulme dönüştüğünü gösterir. Yani Aristoteles'in “altın orta” dediği denge geçmişin her bölgesinde ortaya çıkar. Bu tarihi örnekler ile milliyetçilik, dine bağlılık gibi her toplumda bulunan erdemlerin, adalet olmadan ve gerekli kanunlar konulmadan nasıl anlamlarının farklılaştırılabileceğini ve sonucunun acımasızlığa ve işkenceye dönüşeceğini göstermiştir.

Montesquieu’nun bu sözüne farklı bir taraftan bakarsak da yine kitabından bir düşünceyle başlamamız gerekir. Montesquieu Cumhuriyet yönetiminin temelinin halkın erdemi olduğunu, Monarşi yönetiminin temelinin onur olduğunu ve Despotluk yönetiminin ise sadece korkuyla geliştiğini söylemiştir. Bu fikri biraz incelersek bugün modern toplumlarda kullanılan yönetim sisteminin Cumhuriyet olduğunu görürüz. Cumhuriyet yönetim sistemleri arasından kötünün iyisi olarak değerlendirilmiştir ve çok önemli bir noktadan temelini almaktadır. Halktan ve erdemden. Halkın yönetimde söz sahibi olması bu üç yönetim şekli içerisinden sadece Cumhuriyette görülür ve Montesquieu’nun felsefi düşüncesine yani erdem ve adaletin bir arada olmasına dayanan tek yönetim biçimi de budur. Diğer yönetimler gibi Cumhuriyet de bazı aksaklıklar yaşasa da Monarşi ya da Despotluk gibi halkın doğrudan ve çok zarar görmesi sadece halkın kanunlarına ve erdemine bağlıdır. Bunu toplumsal açıdan değerlendirirsek; hükümet, milli çıkarlar veya halk güvenliğinin tehdidi adlı erdemler ile muhalif tarafı halkı ya da muhalifleri bastırırsa, adalet sistemi yok sayılmış ve rafa kaldırılmış demektir. Burada temel düşünce halkın erdemli olmasıdır, halk erdem ve adalet ile beslenir ve büyürse gelişmesi kaçınılmaz olur. Fakat hükümeti haksızlıklar yaparsa halk gelişemez ve yıkılır. Bireysel açıdan bu incelenirse de örnek olarak erdemli davranan birinin sonrasında bu erdemi için başka birinden ayrıcalık talep etmesi ve onu kendi faydasına kullanması verilebilir. Yine adaletle dengelenmeyen erdem haksızlığa yol açar. Buna günümüzde örnek vermek gerekirse, şu anda birçok ülkenin hükümetinde gördüğümüz pozisyonunu hak etmeyen, halkına -buna kadınlar ve çocuklar özellikle dahildir- eziyet eden ve onları umursamayan, birçok suçu göz önünde işlemiş bir lidere amansızca duyulan sadakat, bağlılık ve merhamet duyguları, böyle bir durumda asıl anlamlarını yitirir ve mağdura adaletsizliğe, zulme ortaklığa dönüşür. Son olarak bu düşünceyi destekleyen popüler kültürden bir örnek vermek istiyorum. Yakın zamanlarda ünlenen ve bir animasyon dizisi olan “Arcane”de bu durum Viktor ve Jayce ya da Caitlyn karakterleri üzerinden açıklanabilir. Viktor ve Jayce onların dünyasında sihir gibi olan ‘Arcane’ ile çalışmaya başlarlar ve amaçları insan hayatını daha iyi hale getirmek, onlara yardım etmektir, ve tabiki Viktor’un hastalığını da iyileştirmek. Ancak, bu yolda her şeye başvuran Viktor ilk önce masum gözüken ve hasta insanları iyileştirdiği bir komünite kurar. Fakat sonrasında bu komünitedeki insanları rızaları olmadan bir savaşta kullanır ve bu da insanlara yardım etme erdeminin adaletsiz kullanılması ile birçok insanın zarar görmesine sebep olur. Farklı bir taraftan Caitlyn ise mentor olarak gördüğü Ambessa karakteri tarafından Zaun’un insanlarına bilenir ve adeta faşist hareketlerde oranın insanlarına zulüm eder. Caitlyn’in amacı Zaun’u daha iyi hale getirmek olsa da birçok kişiyi sebepsizce zindanlara atar ve bir savaş başlatırlar, yani yine adaletsizlik ve zulme yol açar. 

Özetlemek gerekirse Montesquieu’nun erdem ve adaletin birbirine olan ayrılmaz bağını kanıtlamak için birçok örnek verilebilir ve bu düşüncenin doğruluğu yadsınamazdır. Adalet evrensel bir olgudur fakat erdemler değildir. Bu da erdemlerin adalet ile birlikte gelişmesi gerektiğini vurgular, aksi gerçekleşirse Montesquieu’nun de dediği gibi sonu acımasız ve zalimce biter. Günümüz siyasetinde de sıklıkla karşılaştığımız rüşvet, kayırma, despotluk ve korkuyla yönetim de değerlerin hukuk sistemiyle uyumlu gelişmemesinden kaynaklanır. Davranışların sadece duygular ve değerlerle doğru olup olmadığına karar verilemez, bu davranışlar adaletli ve halkın faydasını gözetecek şekilde de olmalıdır. Bu temeller üzerine kurulmayan toplumlar okyanus ortasında kalakalmış küçük bir ada gibi kendinden daha büyük güçlerin varlığı altında özgürlüğünü kaybederek yozlaşır ve zarar görür, sonrasında kendisi de problemin bir parçası haline gelir. Bu durum geçmişte görülmüş, günümüzde görülmekte ve büyük olasılıkla gelecekte de görülecektir çünkü insan hatalı bir varlıktır. Buna rağmen, Montesquieu’nun kitabında ve kişisel felsefesinde görülen bu olgular, modern siyaset, hukuk ve toplum düzenlerinin temellendirilmesinde önemlidir ve tarihin de üst üste kanıtladığı gibi Montesquieu’nun doğru sonuçlara vardığı çıkarımı yapılabilir. 


1. Adım Yazısı 

" Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri

ROUSSEAU’NUN ÖZGÜRLÜĞE BAKIŞ AÇISI ÜZERİNE BİR İNCELEME 

Jean-Jacques Rousseau, yukarıda verilen alıntısında insanın özgürlük algısının tanımını eleştirerek sadece insanın her istediğini yapmasının değil, insanın istemediği şeyleri yapmayabilmesinin özgürlük olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Dünyada birçok yer gezen, birçok farklı kültürle haşır neşir olmuş bir insan olan ve düşünceleri Avrupa’da Aydınlanma çağını tetiklemiş, Fransız Devriminin gerçekleşmesinde de siyasete, topluma, ekonomiye ve eğitime bakış açısı önemli etkiler barındıran Rousseau, insanların baskı altında kalmadan yaşadıkları toplumları özgür toplum olarak tanımlar. Tarihin çoğu sahnesinde önemli bir rolü bulunan insan, iradesi ve sosyal ihtiyaçları genelinde diğer canlılardan ayrılan bir varlıktır. İnsanın sosyal bir canlı olması onu bir arada yaşamaya iter, bunun sonucunda komüniteler kurulur ve topluma belirli düzenleyici yasalar getirilir. Fakat Rousseau'ya göre insanlar bir araya geldiklerinde doğal durumları bozulur, doğal durumlarında yaşarken birbirlerine iyi-kötü, güzel-çirkin, ast-üst etiketleri koymazlar ve birbirleri için çok da duygu beslemezler. Bu durumda kendi içlerinde mücadele etmeyen ve eşit olan insanlar hem savaşlardan hem de birbirleri üzerine koyabilecekleri baskılardan uzaktırlar. Yani bu mutlu toplumda Rousseau'nun sözü geçerlidir: İnsanlar baskı altında olmadıklarından istemedikleri şeyleri yapmak zorunda değillerdir. Bu düşüncelerin tarihte örneklerine çok fazla kez rastlanmıştır. Çok fazla verilen örneklerden biri olsa da Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı gerçekleştirilen suçlar, farklı tiranlık rejimlerinde insanların baskı altında yaşamaları, ülkeler arasında gerçekleştirilen savaşlarda telef olan insanlar ve bu gibi olayların farklı kuşaklarca hissedilen sonuçları özgürlük kavramına yeni bir bakış açısı getiren Rousseau'yu destekler niteliktedir. Bu denemenin devamında çeşitli felsefi, edebi ve tarihi kaynaklardan yararlanarak bu düşünce biçiminin ışığında bireysel ve toplumsal hayattaki önemlerini birbirine bağlayarak insanın özgürlük ihtiyacına ve bu kavramın yokluğunda ortaya çıkabilecek durumlara değineceğim.

Rousseau'nun bu sözünü ve topluma olan bakış açısını ayrıntılı anlayabilmek için ilk önce onun birey ve toplum hakkındaki düşüncelerine, desteklediği akıma ve Toplumsal Sözleşme eserinin içeriğine, son olarak da bu sözünün de yer aldığı “Yalnız Gezenin Düşleri” adlı eserine ve o zamanki ruh haline değinmeliyiz. Rousseau bireyin sosyal bir varlık olarak toplumsal yaşam içerisinde yer alması gerektiğini kabul etmekle birlikte insanın bireysel özgürlüğünün de önemini savunur. Ona göre özgürlük sadece bireyin her anlamda serbest olması değil duygusal ve ahlaki bir olgunluğa erişmesi için de önemli bir araçtır. İnsan doğal durumunda insanlarla interaktif bir ilişki içinde bulunmaya başladığında, bireysel özgürlüğünü kaybetmeye başlar. Toplumun norm ve beklentilerine göre hareket etmeye başlama baskısı hisseder, hemcinsleriyle rekabete hissi yaşamaya başlar ve bunlar da medeniyet ve uygar modern toplumların insan üzerindeki baskısını gösterir. Yani ona göre birey ve toplum birlikte var olmalıdır fakat aralarındaki çatışmalar da kaçınılmazdır. Cumhuriyetçi düşüncenin kurucularından ve destekçilerinden olan Rousseau’nun bu düşünceleri de bizi toplumun genel iradesini ilginç bir şekilde ele alan Toplumsal Sözleşme eserine getirir. Toplumun yararına olacak şeyleri kapsayan ‘Genel İrade’ kavramı burada karşımıza çıkar. Genel İrade bireyin özgür bakış açısına saygı duyarak toplumun ortak yararına hareket etmek olarak açıklanabilir. Toplumsal irade bireysel iradeyi ezen ve onu yok eden bir kavram olarak değil bireylerin özgürlüklerini korumaya yönelik ortaya atılmış bir düşüncedir. Bu düşünceleri temel alarak Rosseau, egemenliğin halka ait olması, yasaları halkın yapması ve kendi toplumları içinde sorumlu ve söz sahibi olmaları gerektiğini söyler. Halk yasaları kendi koyar ve kendi koyduğu yasalara uyarsa ancak toplumsal huzur ve özgürlük elde edilebilir. Tüm bireyler adalet ve yasa önünde eşittir, toplumun ortak çıkarları göz önünde bulundurulur. Ayrıca özel mülkiyetini eşitsizliğin ve haksızlıkların temelinde yatan sebep olduğunu düşünen Rousseau, eşitsizlik oluşturulmayacak şekilde mülkiyet hakkının da toplum tarafından korunması gerektiğini anlatır. Daha sistematik olan Toplum Sözleşmesi eserine kıyasla bu alıntının yer aldığı Yalnız Gezenin Düşleri eseri daha içe dönük, duygusal ve melankolik bir eserdir. Toplum tarafından anlaşılmadığını ve dışlandığını düşündüğü dönemde kaleme aldığı ve tam bitirilemeyen kitabında insan, doğa, yalnızlık ile ilgili kendiyle hesaplaşmalarını,  insan ve toplum doğası üzerinde düşüncelerini içeren zihinsel gezintilerden oluşan bir eserdir. Yani Rousseau insan doğası hakkında hem sistematik ve kesin kararlılık içeren hem de daha duygusal bir bakış açısı benimseyen eserlerinde özgürlüğe olan bakış açılarını anlatmaya çalışmıştır. 

Rousseau’nun fikirlerini destekleyen önemli noktalardan biri de birçok insan özgürlük kavramında hem fiziksel hem de düşünsel serbestliğe odaklansa ve her istediğini yapmak olarak algılasa da aslında felaket niteliği taşıyan durumlarda onları duygusal olarak kıranın yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya zorlanmaları olduğu gerçeğidir. Bu gibi durumlara birçok örnek verilebilir. Deneklerin otorite altında ezildikleri ve yapmak istemeseler de yapmak zorunda bırakıldıkları şeylerde asıl deneyi çarpıcı kılan, deneklerin yapmak istemedikleri şeyleri yapmaya zorlandıklarında verdikleri tepkilerdir. Nazi Almanyası’nda da Yahudi Soykırımında etik ve ahlaki birçok tartışma yer almaktadır fakat bugün odaklanacağım nokta Yahudilerin özgürlüklerinin istediklerini serbestçe yapamadıkları zamanda özgürlükleri kısıtlansa da asıl etkileyici sonuçların yapmak istemediklerinin zorla yaptırması ile başladığıdır. İlk önce kollarına bantlar takarak sosyal olarak ayrılmaları sağlanmıştır, sonrasında ise zorla toplama kamplarına götürülerek zorla çalıştırılmış ve sonrasında ise öldürülmüşlerdir. Buna farklı bir bakış açısıyla bakmamız gerekirse Yahudileri öldürmekle görevli olan askerleri de incelememiz iyi olacaktır. Yahudi soykırımında yer alan 101. Tabur askerleri bunun en iyi örneklerinden biridir. İlk başta askerler kurşuna dizme ve öldürme görevlerini mide bulandırıcı bulurlar, emirlere uyarlar fakat öldürmekten zevk almazlar ve karşılarındakilerin insan olduğunun farkındadırlar. Sonrasında ise onlara yapılan propagandalar ile duygusal olarak hissizleşmişler ve yaptıklarının doğru olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu taburdan bir askerin ilk haftalarda karısına yolladığı mektuplarda yaptıklarından gurur duymadığı ve kızına bunlardan bahsetmemesini tembih ederken son zamanlarda yolladığı mektuplarda yaptıklarından gurur duymaya başladığı ve yahudileri insan olarak görmediğini yazar. Bu da insanların propaganda altında bireysel özgürlüklerinin onlar fark etmese de kısıtlanması ve bunun sonucunda toplum yapısının bozulmasının altını çizer. Askerler aslında yapmak istemedikleri şeylere zorlanarak bireysel özgürlüklerini kaybetmiş, etik ve ahlak kurallarını bir kenara bırakarak kendilerini adeta otomatik bir düşünce sistemine bırakmışlardır. 

Nazi Almanyası ve askerlerden bahsetmişken, ek olarak diğer tiranlık düzenlerinin ve savaşların sebep olduğu yozlaşmaların topluma etkilerinden de örneklerle söz edelim. Tiranlık dediğimizde herkesin aklına gelen birkaç isim vardır. Bunlardan en ünlüleri: Hitler, Stalin ve Mussolini olabilir, bu tiranların ortak yanları insanların hepsini eşit olarak görmemeleri ve başka halklara ve kendi halklarına karşı adaletsiz uygulamalarda bulunmalarıdır. Rousseau’nun da dediği gibi insanlar adalet önünde eşit kabul edilmezse toplum düzeni bozulur, egemenlik halka ait olmaz ve bu nedenle de ne bireysel özgürlük kalır ne de toplumsal çıkarlara göre hareket edilmesi. Bu tiranlıklar cumhuriyet fikirlerine sadık kalmazlar ve insanları yine yapmak istemedikleri şeylere zorunlu bırakarak insani suçlara neden olurlar. Başka örnekler de yaşlı adamların çıkardıkları savaşlara istemeye istemeye genç oğullarını göndermek zorunda bırakılan ailelerdir. Savaşların birey, aile ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri zaten ortadadır ancak bu da insanın özgürlüğünün serbestliğine değil yapmamak istediğini yapmamasına bağlı olduğunu bize gösterir. Savaşa kendi isteğiyle giden asker için bu bir fark yaratmazken savaşa gitmek istemeyen fakat zorla gönderilen için bu çok büyük bir fark yaratır. İşte bu gibi örneklere bakılarak insanın ruhen istemediklerini yapmamasının halk ve cumhuriyet için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. 

Sonuç olarak, Jean-Jacques Rousseau’nun bu alıntısı; özgürlük tanımına daha farklı bir bakış açısı getirerek insanın bugün tanımladığımız şekilde serbest olmasının yanı sıra yapmak istemediğini yapmamakta da özgür olması gerektiğini anlatır. İnsan toplum içinde, toplumun geneli için yararlı bir özgürlükte yaşamakla beraber kendi bireysel özgürlüğü de el üstünde tutularak ezilmediği sürece gelişebilir. Halk için özgür olmanın yollarından biri kendi koyduğu yasalara uymak ve herkesi yasa önünde eşitt görmektir. İnsan kendisi ve toplum üzerindeki sorumluluğunu fark ettiği ve uyguladığı zaman toplum gelişir. Bu perspektifin eksikliği genelde tiranlarda görülür ve bu da ülkeler ve toplumlar arası huzuru bozar, ilişkileri zayıflatır. İnsanlar için felaketlere yol açan bu gibi yönetimlerin engellenmesi de yine Fransız Devrimindeki, Türk halkının kalkınmasındaki insanlar gibi halkın elinde ve egemenliğindedir. Yapmak istemediğini yapmaya baskılanmayan bireyler özgür toplumları oluşturur. Özgür toplumlarda da birey yönetimde hak sahibidir ve toplumun yararına olan kararlı o alır ve o sorumluluk sahibidir. 


Hiç yorum yok: