2 Haziran 2025 Pazartesi

Eylül Erol / TED Ankara Koleji Vakfı Özel Lisesi / Ankara / DüşünYaz 11 Türkiye Onuncusu


 

Final Yazısı 

“Yalnızlık, düşünmenin ilk koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder – çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”   Hannah Arendt, “Totalitarizmin Kaynakları”

İktidarlar ve Bilgi

 İnsanlık tarihi boyunca baskıcı ve totaliter iktidarlar var olmuştur. Bu iktidarlar sahip oldukları siyasal ve sosyal güçlerini kullanarak toplumların ve âdeta tarihin seyrini yönlendirmiştir. Bunu yaparken kullandıkları en büyük silah ise toplumun eğitimini, bilgiye ulaşımlarını ve dolayısıyla düşünme biçimlerini kısıtlama güçleri olmuştur. Bu denemede, önce bilginin oluşumunu, bilgiye ulaşımı ve sonrasında iktidarların bu bilgiye ulaşımı hangi güçleri kullanarak nasıl kısıtladıklarını tartışacağım. 

 Bilgiye ulaşımın kısıtlanmasından söz edeceksek önce bilginin oluşumu ve bilgiye nasıl ulaşıldığını tartışmamız gereklidir. Tarih boyunca felsefenin temel problemlerinden biri “Bilgi Problemi”, etimoloji olmuştur. Bu problem hakkında da birçok farklı görüş ortaya atılmıştır. Öncelikle bilginin doğuştan geldiği, yani apriori olduğu düşüncesini ele alalım. Bu düşünceye tarih boyunca birçok düşünür sahip olmuş fakat aynı zamanda birçok düşünür de karşı çıkmış ve eleştirmiştir. Platon gibi birçok düşünür insanların bilgiye doğuştan sahip olduklarını, akıl üstünlüğüyle bilgiye ulaşılabileceğini savunmuştur. Bu şekilde rasyonalizm akımı doğmuştur. Bununla birlikte yine rasyonalist olan fakat bilginin doğuştan gelmediğini, aposteriori olduğunu savunan Aristoteles gibi düşünürler de mevcuttur. Buna karşın, bazı düşünürler ise insan doğduğunda zihninin boş bir plakaya benzer olduğunu, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını savunarak bu durumu “tabula rasa” olarak adlandırmıştır. Onlara göre bilgi, deneyimler ve tecrübeler ile edinilen bir olgudur. Bu akım ise özellikle Rönesans hareketleri sonrasında bilimsel deneylere yönelme sonucu doğmuş Emprizm akımıdır. Yine 18. – 19. Yüzyıllarda ortaya çıkan bir başka düşünce biçimi ise Emprizm ve Rasyonalizmi eleştiren ve nihayetinde sentezleyen Kritisizmdir. I. Kant gibi düşünürlerin desteklediği bu düşünce biçimi ise insanların bilgiyi aposteriori olacak şekilde deneyimleri ile kazandığını fakat zihninde hali hazırda doğuştan gelen (apriori) kategorilere yerleştirdiğini savunur. Sonuç olarak bilginin oluşumu ve bilgiye ulaşma problemi, Antik Yunan’dan başlayarak felsefenin temel problemlerinden biri olmuştur. Bununla birlikte kendi kanımca bilgi problemleri arasında kendi hayatımıza en çok entegre edebileceğimiz düşünce biçimi kritisizmdir, zira fikrimce bilgiyi kendi deneyimlerimiz ve okuduklarımız, gördüklerimizce ediniyoruz. Bununla birlikte, doğuştan gelen yeteneklerimiz, yatkınlıklarımızın da var olduğu inkâr edilemez. Örneğin, bir insan doğuştan “perfect pitch” yani mükemmel müzik kulağına sahip olması (dolayısıyla müziğe doğuştan bir yeteneği vardır), başka bir insanın ise Asperger’s sendromuyla doğarak üstün bir matematiksel anlayışı olması bireylerin doğuştan gelen belirli kabiliyetleri olması kanımca apriori olan birtakım şeylerin de var olduğunun kanıtıdır. Sonuç olarak denememde bilgiye ulaşma konusunu ele alırken bilginin büyük bir kısmının aposteriori olarak deneyimlerle kazanıldığını varsayacağım. 

 Bununla birlikte “düşünmek” eylemini de incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Düşünmek becerisi insanlığın başından beri sahip olduğumuz bir kabiliyettir. İnsanın düşünme kapasitesi belki de onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biridir. Öyle ki Kartezyen düşünmenin temelini atmış, düalizm gibi düşünce akımlarına önderlik etmiş Rene Descrates’ın belki de en öne çıkan sözlerinden biri “Cogito Ergo Sum” yani “Düşünüyorum öyleyse varım”dır. Rene Descartes bu önermeye bir dizi düşünce basamakları ile varmıştır ve kendi varlık felsefesini temellendiren en önemli önermesidir. Öyle ki Descartes, Tanrı inancına dahi bu önermesinden yola çıkarak varmıştır. Bu önermeden yola çıkarak söyleyebiliriz ki düşünmek, insanın temel kabiliyetlerinden biridir ve onu insan yapan, diğer canlılardan ayıran belki de bu kabiliyetidir. 

 Peki bilgi, bizim düşünme biçimlerimizi nasıl etkiler? Günlük hayatımızı ve tarihi incelediğimizde insanların sahip olduğu bilginin düşünme biçimleri ile doğrudan ilişkili olduğunu söylemek fikrimce yanlış olmaz. Zira, düşüncelerimiz temellerini sahip olduğumuz bilgiden alır. Zaten bakıldığında, temelsiz düşüncelerin altında da derin bir bilgisizlik yattığı söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, Avrupa’da “Karanlık Çağ” olarak da adlandırılan “Orta Çağ”da deneysel yöntemin ve genel anlamda bilgiye ulaşımın son derece kısıtlı olduğu bir gerçektir ve bu dönemde bireylerin düşünme biçimleri de bu bilgisizlikten derin olarak etkilenmiştir. Kendi inançları ile ilgili bir bilgiye sahip olmayan insanlar gerçekten de cennetten arsa alınabildiği düşüncesine sahiplerdir. Kanımca bu durum bilginin ve dolayısıyla bilgisizliğin düşünce ile olan temel ilişkisini açıklayabilen bir örnektir. 

 Bu noktada totaliter iktidar konseptini de incelememiz gerektiğini düşünüyorum. Totaliter iktidarlar genellikle halka karşı büyük baskı uygulayan iktidarlardır. Tarih boyunca Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliği ya da İkinci Dünya Savaşı döneminde İtalya gibi birçok totaliter iktidar var olmuştur. Bu devletlerde görülebilen en büyük ortak noktalardan biri ise güçler birliğidir. Bir devletin üç farklı gücü vardır: yasama, yürütme, yargı. Yasama gücü, isminden de anlaşabileceği üzere yasa yapma gücüdür. Genellikle bu güç, parlamentoların ve meclislerin elindedir. Yürütme gücü ise yapılan yasaların uygulanması ve yürütülmesi gücüdür. Bu güç ise çoğunlukla hükümetin elindedir. Son olarak yargı gücü ise yasalara uymayan kişilerin yargılanması gücüdür. Bu güç ise çoğu ülkede anayasa mahkemelerinin elindedir. Güçler ayrılığı, bu üç gücün farklı kurumların elinde olması durumudur. Bu durumda bu güçler birbirinin eylemlerine müdahale etmez fakat birbirlerini denetlerler. Güçler birliği durumunda ise bu üç güç aynı kişinin veya kurumun elindedir. Güçler ayrılığı veya birliği tartışması da özellikle 18. – 19. Yüzyıllardan itibaren felsefenin en önemli tartışmalarından bir olmuştur. Montesquieu gibi düşünürler toplumun özgürlüğünün ve insanların haklarının korunması için güçler ayrılığının var olmasının şart olduğunu savunurken J.J Rousseau gibi düşünürler ancak güçler birliği ile özgürlüğün ve güçlü bir devletin sağlanabileceğini savunur. Daha önce de belirttiğim üzere, totaliter hükümetlerin birçoğunda güçler birliğinin varlığı görülür ve bütün bu güçler, iktidarın elindedir. Kanımca, totaliter iktidarların bu kadar baskıcı davranmalarına izin veren durum da güçler birliğidir, zira güçler birliğine sahip olan bir iktidar, anayasaya uymayan davranışlarda bulunduğunda dahi yargılanmaz ve hatta anayasayı kanısınca değiştirebilir. 

 Bilgi problemini kritizsm bakışını kabul ederek değerlendireceğimi belirtmiştim. Bu bağlamda, bilginin büyük bir oranda deneyimler ve tecrübeler ile aposteriori bir biçimde edinildiğini kabul etmiştik. Günlük hayatımızdan da yola çıkarak bilgi edindiğimiz temel birkaç ortam olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde bu ortamlar arasında belki de en verimli biçimde bilgi edindiğimiz iki yer vardır: okul ve İnternet. Okulda öğrendiğimiz şeylerin kontrolünün büyük bir oranda hükümette olduğu kanımca su götürmez bir gerçek zira neredeyse her ülkenin eğitim müfredatları kendi eğitim bakanlıkları tarafından belirleniyor. Zaten bakanlıklar hükümeti oluşturduğu ve hükümet de iktidar tarafından oluşturulduğu için, totaliter bir iktidarın, toplumdaki temel eğitim ile ilgili çok büyük bir kontrole sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bununla birlikte, iktidarın görece daha az kontrole sahip olduğu bir diğer bilgiye ulaşım ortamı da mevcut. Bu ortam ise günümüzde neredeyse herkesin aktif bir biçimde kullandığı İnternet ve İnternetin bir alt-ortamı olan sosyal medya. İnternet ortamını ele aldığımızda, global bir anlamda çok hızlı ve çok büyük miktarlarda bilgiye ulaşabileceğimiz inkâr edilemez bir gerçek. Bununla birlikte, çoğu İnternet sitesinin ve sosyal medya organının özel kurumların elinde olması iktidarın müdahalesini bir miktar daha kısıtlıyor. Buna karşın yakın zamanlarda da birçok kez karşılaştığımız gibi İnternete ve sosyal medya sitelerine de iktidar engellemeler getirebiliyor. Engellemeler dışında da iktidar ya da farklı kurum ve organlar dezenformasyona sebep olarak yine bilgiye ulaşımı ciddi anlamda etkileyebiliyor. Bu bağlamda dezenformasyonu da tanımlamak gereklidir. Dezenformasyon, belirli bireyler ve/veya topluluklar tarafından bilinçli bir biçimde yanlış bilgilerin yayılması olarak tanımlanabilir. Okul ve İnternet olmak üzere bu iki bilgiye ulaşma ortamı dışında basılı yayınlar gibi farklı bilgiye ulaşma yöntemleri de elbette var. Bunlara da kısaca değinmek gerekirse kitapların daha önce Nazi Almanya’sında olduğu gibi totaliter hükümetler tarafından yasaklandığı ve yakıldığını zaten daha önce belirtmiştir. Akla gelen bir başka önemli basılı yayın olan gazeteciliğe değindiğimizde de Çin’de olduğu gibi birçok ülkede iktidarın propagandalarına karşı gelen gazetecilerin tutuklanması yine iktidarın bilgiye ulaşımı kısıtlaması durumunu kanıtlar niteliktedir. 

 Totaliter iktidarların ve yönettikleri toplumların da ortak noktasına bakıldığı takdirde görülecek en önemli şeylerden biri ise o dönemlerde yapılan eğitim “reformları” ve belirli yayın organlarının kısıtlanmasıdır. Örneğin Hitler iktidarı tarafından yönetilen Nazi Almanya’sını ele alalım. Görebileceğimiz en temel şeylerden biri, o dönemde Almanya’da birçok kitabın, özellikle 1. Dünya Savaşı döneminde kaleme alınmış distopik kitapların ve Yahudi yazarlar tarafından yazılmış kitapların yasaklandığı görülebilir. Bununla birlikte iktidar bu kitapları yasaklamak ile kalmamış, aynı zamanda bu kitapları yakmıştır. Bu yapılanlar size Ray Bradbury’nin klasik romanı “Fahrenheit 451”dan da tanıdık gelebilir. Bradbury’nin anlatısında da totaliter hükümetin en büyük gayelerinden biri kitapları bulmak ve yakmaktır. Fikrimce bu durumda yapılabilecek temel çıkarım ise Hitler hükümetinin kendi propagandalarını zedeleyebilecek eserleri yasaklamış ve yakmış olmasıdır. Bence bu noktada sorulması gereken temel soru ise “Neden?”. “Zaten halk üzerinde çok üstün bir siyasi ve askeri bir güce sahip olan bir iktidar neden kendi propagandasına karşı olan eserleri yasaklamak ve yakmak ile uğraşır?” Bu soru da bizi alıntımıza getiriyor. “Yalnızlık, düşünmenin ilk koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder – çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”

 Totaliter iktidarların bilgiye ulaşımı kontrol etmesi ve kısıtlaması, bireylerin düşünce biçimlerini derinden etkiler ve bu etki insanların belirli şeyleri sorgulamaması ve düşünmemesine kadar ulaşabilir. Hannah Arendt, bu düşünmeme ve sorgulamama durumunu izolasyon olarak değerlendirir ve yalnızca izole edilmiş bireylerin totaliter iktidarlarına boyun eğeceğini belirtir. Bu noktada daha önce de bahsettiğim “Fahrenheit 451” romanından bir örnek vermek istiyorum. Anlatı dahilinde iktidar itfaiyeciler yoluyla kitapları yakarak ve teknolojiyi yozlaşmış bir biçimde insanların hayatına entegre ederek bilgiye ulaşımı kısıtlamış, hatta neredeyse yok etmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak düşünce biçimleri derinden etkilenmiş, Hannah Arendt’ın sözleriyle “izole” olmuş insanlar, iktidarı sorgulamadan ona boyun eğmiştir. 

 Sonuç olarak, bu denememde Hannah Arendt’ın denemesinden yola çıkarak bilgi problemine değinip bilginin ortaya çıkışı ve bilgiye ulaşımı, bilginin düşüncelerimiz üzerinde sahip olduğu derin etkiyi, totaliter iktidarların genel özellikleri ve bilgiyi kısıtlama biçimlerini ve düşünce biçimi etkilenmiş, düşünmeyen ve sorgulamayan bireylerin iktidara boyun eğmeleri gerçeğini tarih boyunca var olmuş düşünürlerden, onların düşüncelerinden ve tarih ve kurgu sahnesinde yer almış totaliter iktidar örneklerinden yararlanarak verilen alıntıyı açıklamaya çalıştım. Son olarak şunu belirtmek isterim: Kanımca bilgi, düşüncelerimizi besleyen en önemli kaynaklardan biridir; bilgiye ulaşımın kısıtlanması temelli düşünmemizin önünde bulunan en önemli engellerdir. Bu noktada tükettiğimiz bilgiyi her şeye rağmen sorgulamamız ve doğru bilgiye ulaşmak için elimizden geldiğince mücadele etmemiz gereklidir. 



2. Adım Yazısı

"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine

Adalet Eksikliğinde Erdemin Gölgesi: Zulüm

            Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı eserinde dile getirdiği “Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir” sözü hem siyasal hem de etik alanlarında karşılık bulabilir. Erdem ilk bakışta övülmesi gereken bir özellik olarak görülebilir. Buna karşın Montesquieu, bu sözü ile “Adaletin yokluğunda erdem hâlâ erdem midir yoksa yalnızca bir iktidar aracı mıdır?” sorusunu akla getirir.

            Montesquieu’ye göre adalet, evrensel ve doğal bir ilkedir yani adalet insan eliyle oluşturulmamış, insanların varlığından önce de geçerli olmuş doğal ve evrensel bir konsepttir.  Yasalar her ne kadar değişebilecek olsa da adalet asla değişmez ve geçerliliğini kaybetmez. Adalete aykırı yasalar da meşruiyetini kaybeder. Montesquieu’ye göre erdem ise kişisel dindarlık, doğruluk ya da bireysel ahlak kurallarına körü körüne bağlılık değildir. Bu tür bireysel erdemler önemlidir ama onun asıl ilgilendiği, toplum düzenini ayakta tutan toplu erdemdir. Ona göre erdem cumhuriyetin ilkesidir ve siyaset kuramında çok önemli bir yere sahiptir.

            Montesquieu için erdem tek başına yeterli bir ilke değildir; ona göre erdem mutlaka ahlak ve özellikle de adalet ile dengelenmelidir. Aksi halde erdemin taşıdığı iyilik potansiyeli zamanla aşırılığa dönüşerek bireyler ve genel anlamda toplumun bütünü için olumsuz sonuçlar doğurabilir. Montesquieu’nün bu sözü, özellikle toplum içinde güce, otoriteye ve iktidara sahip olan kişilerin zaman zaman sorgulanması gerektiğini gösterir. İktidarda olan bir kişi veya grup, kendi eylemlerini ve ideallerini “erdem” adı altında maskeleyerek kendi görüşlerini topluma dayatabilir. Böyle bir durumda erdem, kişisel bir ahlaki meziyet olmaktan çıkarak politik bir araç ve hatta bir silaha dönüşebilir.

            Örneğin, siyasi bir liderin halk için en iyisini bildiği iddiası ile bireysel özgürlükleri, farklı görüşleri sınırlaması dışarıdan bakıldığında “erdemli” bir davranış olarak görülebilir. Fakat bu yaklaşım, eğer adalet ilkeleri ile dengelenmemişse, kısa sürede despotik bir yönetime dahi evrilebilir. Liderin amacı toplumun ve kendi halkının iyiliği olsa bile bu sınırlayıcı ve kısıtlayıcı yaklaşım, toplumda birey hak ve özgürlüklerini zedeliyorsa bu “erdemli” davranış toplumsal adaletsizlik ve zulümle sonuçlanabilir. Bu noktada Montesquieu, tek başına erdemin varlığının yetersizliğine ve adalet gibi ilkelere dayanmasının gerekliliğine işaret eder. Ona göre gerçek anlamda erdemli bir yönetimde erdem adalet ile dengelenmiştir, hak ve hukuku gözeterek adil, ölçülü ve çoğulcu bir davranış ile var olmalıdır.

            Bu bağlamda Montesquieu’nün erdem ve adaletin dengesine dair anlayışının Aristotales’in erdem anlayışıyla uyuştuğu söylenebilir. Aristotales’in “Nikomakhos Etikleri” eserindeki erdem anlayışına göre erdem, insanın amacına uygun yaşayarak “iyi yaşama” ulaşmasını sağlar. Bununla birlikte Aristo’ya göre erdem, aşırılıkların içinde akıl yoluyla orta yolu bulmaktır. O da erdemin ölçülülükle, akılla ve adaletle dengelenmesi gerektiğini vurgular zira aksi takdirde cesaret gözü karalığa, cömertlik savurganlığa, hatta din uğruna yapılan özveriler fanatizme dönüşebilir. Bu bakımdan Aristotales’in ve Montesquieu’nün erdem anlayışları uyuşur.

            Konu dahilinde Montesquieu’nün bakış açısına benzer bir anlayışa sahip olan bir başka düşünür ise John Stuart Mill’dir. Montesquieu’nün erdemin adalet ile dengelenmesinin zorunluluğuna dair görüşü J.S Mill’in bireysel özgürlük anlayışı ile büyük ölçüde örtüşür. Mill, bireyin özgürlüğünün ancak başkasına zarar verme potansiyelinin var olması durumunda kısıtlanabileceğini savunur. Ona göre bir kişinin, özellikle iktidara sahip bir bireyin halk için en iyisini bildiğini iddia etmesi başkalarının özgürlüklerini kısıtlamasını meşru kılmaz. Buna benzer olarak Mill, erdem adı altında hareket ederek bireylerin hak ve özgürlüklerini kısıtlaması toplumun despotik ve otoriter bir yapıya evrilmesine neden olabileceğini vurgular. Onun bu anlayışı “zarar ilkesi” olarak da bilinir. Dolayısıyla Montesquieu ve Mill, ikisi birden adalet ile dengelenmemiş bir erdem anlayışı ile bireylerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasının toplum için büyük zararlar doğurabileceğini ve hatta zulüm ile sonuçlanabileceğini vurgular.

            Sonuç olarak, Montesquieu’nün  Kanunların Ruhu adlı eserinde dile getirdiği “Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir” sözü erdemin adaletle dengelenmediği sürece olumsuz sonuçlar doğurabileceğini vurgular. Eğer erdem adı altında bireylerin hakları ve özgürlükleri kısıtlanırsa toplum otoriter ve despotik bir rejime evrilebilir. Aristotales ve J.S Mill’in erdem anlayışları ise Montesquieu’nün düşüncesini tamamlar niteliktedir. Bu düşünceler birlikte değerlendirildiğinde ise adalet ve erdemin birlikte bulunmasının önemi iyice öne çıkar zira adaletin olmadığı yerde “erdem” iddiası zulümle sonuçlanabilir. 



1. Adım Yazısı

"Platon'u ve Aristoteles'i gözümüzün önüne ancak bilgiçlerin upuzun cüppeleriyle getirebiliyoruz. onlar da başkaları gibi dostlarıyla gülen, dürüst insanlardı. Yasalar'ı ve Politika'yı yazmaya kalkıştıklarında da bunu bir oyun gibi yaptılar. Hayatlarının felsefeden ve ciddiyetten en uzak dönemiydi; felsefeye en yakın bölümüyse basitçe ve sükunet içinde yaşamaktı." Blaise Pascal,(Pierre Hadot, İlkçağ Felsefesi Nedir?, Dost Yay)

Felsefenin Ciddiyet ve Oyun Çatışması Üzerine “Felsefe” kavramı özellikle günümüzde birçoğumuz için asık bir surat ve ciddi bir ifadeyle saatlerce bir duvara bakarak düşünmenin bir ürünü olarak görülmektedir. Felsefi düşünce akımları ise yaşlı adamların birbirleri ile yaptığı uçsuz bucaksız, komplike ve ciddi tartışmalar sonucunda ortaya koydukları bir takım düşünce bütünüdür birçok insana göre. Peki durum gerçekten bu mudur? Aristokratik kesime mensup birkaç adamın hayatlarının eşsiz rahatlığı içinde kendilerine gerçekten ciddi ve meşakkatli bir uğraş bulma arayışı mıdır felsefe, yoksa aslında ciddiyet ve karmaşıklık felsefenin zorunlu bir şartı değil midir? Blaise Pascal’a göre bu durum gerçeklikten bütünüyle uzaktır. Onun düşüncesine göre Aristotales ve Platon, felsefeden ve ciddiyetten en uzak döneminde Yasalar’ı ve Politika’yı yazarken bunu bir oyun gibi ele almışlardır. Hayatlarının en felsefeye yakın dönemi ise basitçe ve sükûnet içinde yaşadıkları zaman olmuştur. Bu yazımda; Henry David Thoreau, Ludwig Wittgenstein ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel gibi filozofların düşüncelerinden de yararlanarak ciddiyet ve karmaşıklığın felsefenin zorunlu bir şartı olup olmadığını tartışırken günümüzde felsefenin akademisyenlere özel bir disiplin oluşundan bahsedeceğim. Yüzyıllar önce, Antik Yunan’da felsefe anlayışı bizim bugün sahip olduğumuz, bir avuç akademisyenin eğildiği bir uğraş olarak görülmemiştir. Pascal’ın da söylediği gibi belki de Platon’un ve Aristotales’in önemli eserlere ve düşüncelere imza attığı en felsefi dönemleri aynı zamanda en karmaşıklıktan uzak, en sakin zamanları olmuştur belki de çünkü o dönemde felsefe sadece teorik kavramlar üretmenin çok ötesinde bir uğraş olarak görülmüştür. Dünyayı anlamlandırmaya yönelik, doğuştan gelen önemli bir çaba olmuştur felsefe. Aynen bu yüzdendir ki Sokrates, Atina sokaklarında gençlerle sohbet ederek düşüncelerini geliştirmiştir. Sokrates ciddi ve ağırbaşlı bir akademisyen olarak değil, aynen oyun oynayan meraklı bir çocuk gibi sorduğu sorularla diğer insanları düşünmeye teşvik etmiştir. Buna benzer olarak Epikuros’un felsefesinin dostlarıyla sohbet ederek mutluluğun en basit anlamı hakkında düşünmesinin de sebebi tam olarak bu olmuştur. Yani, özellikle Antik Yunan’da, felsefe sadece ciddi ve kompleks kavramlarla uğraşan soyut bir disiplin değil, yaşamın içinde deneyimlenen, basit ve aynı yeni bir oyun gibi merak uyandıran bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Modern Çağı ele aldığımızda ise karşımıza çıkan Henry David Thoreau ve Ludwig Wittgenstein gibi düşünürler de benzer basitlik ilkeleri ile Blaise Pascal’ın bu düşüncesini ve az önce bahsettiğim Antik Yunan filozoflarınn yaşam biçimini desteklemiştir. Modern Çağ felsefesinde önce çıkan bu isimlere göre felsefe ve dolayısıyla yaşam esasen basitlik ilkelerine dayanır. Wittgenstein’ın “Düşünülebilir her şey, açık düşünülebilir. Söylenebilir her şey, açık söylenebilir.” Sözü de onun açıklık ve sadelik arayışını kanıtlar ve vurgular niteliktedir. Buna benzer şekilde Thoreau da felsefenin doğayla, basit yaşamla ve doğrudan deneyimle iç içe olduğunu savunmuştur. Ona göre, hakikati anlamak için karmaşık düşünceler içinde kaybolmak gerekli değildir; aksine insan ancak sadeleşerek en derin bilgilere ulaşabilir. Ona göre herkes en basit deneyimler ve düşünceler ile bile derin anlamlara ulaşabilir. İşte tam da bu nedenle, Pascal’ın vurguladığı gibi, felsefe yalnızca teorik bir uğraş değil, yaşamın en sıradan ve en sade anlarında bile kendini gösteren bir varoluş biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Peki, neden bugün felsefe “ciddi” akademisyenlerin tekelinde olan ve bu kadar karmaşık olduğu düşünülen bir disiplin? Bu durum biraz toplumların ve eğitim sisteminin evriminden kaynaklanmaktadır. Antik Yunan toplumlarında felsefe hayatla iç içe deneyimlenen bir konseptken günümüz toplumlarında gittikçe sistematikleşen ve akademikleşen eğitim sisteminde felsefe gittikçe bir gruba özgü olan bir konsept haline gelmiştir. Felsefenin belirli özelliklere ve metotlara dayanan bir disiplinden sadece spesifik bir bilgi kümesine dayanan bir alan haline gelmesinden ötürüdür ki felsefi düşünce sınırlı bir elit kesime hitap eden bir disiplin olarak algılanmıştır. Bununla birlikte eğitim sisteminin ezberciliği de felsefenin bu biçimde algılanmasının temelinde yatan başka bir durum olarak öne çıkmaktadır. Günümüzde birçok eğitim sisteminde, özellikle Türk eğitim sistemini ele aldığımızda felsefenin oldukça metodolojik ve sistemsel, fakat bir o kadar da özgürce bir sorgulama ortamı olduğu gerçeğinin vurgulanması yerine spesifik felsefi akımlar ve felsefe tarihinin ezberinin dayatılması birçok öğrencinin felsefeyi yanlış bir biçimde algılamasına neden olmaktadır. Bu yanlış anlaşılmadan kastım öğrenciler felsefenin sistematikliği içinde boğulurken beraberinde getirdiği özgür düşünce ve sorgulama ortamını görmesinin çok zorluğudur. Dolayısıyla öğrencilerin ve sonuç olarak toplumun genelinin -zira toplumun neredeyse bütün yetkin bireyleri hayatlarının bir noktasında öğrenci olmuşlardır- felsefe algısının bir ezber ve kurallar bütünlüğü haline gelmesi toplumu felsefeden iyice soyutlaştırarak onun günlük hayata entegre etmek için fazla kompleks olduğu inancını getirmiş, Antik Çağ’ın ve birçok Modern Çağ filozofunun basitlik ve sadelik idealinden uzaklaşılmasına neden olmuştur. Bu durum bizi yine asıl sorumuza getiriyor: Felsefe gerçekten tamamıyla ciddi ve karmaşık bir uğraş mıdır yoksa özünde basitlik ve oyunu mu taşır? Benim bu soru için cevabım felsefenin bu sorunun tek bir cevabı olması için fazla çok yönlü olması. Bu çok yönlülüğün felsefeyi karmaşık bir hale getirdiğini düşünmüyorum zira bunu düşünmem sorumuzun cevabının tamamen farklı olmasına neden olurdu. Benim düşünceme göre bu çok yönlülük ve bütün bu basitlik ve komplekslik tartışmasının temelinde yatan şey felsefi düşüncenin öznellik özelliği. Bazı düşünürler düşüncelerini büyük bir ciddiyetle ve karmaşık bir şekilde ele alırken diğerlerinin basitçe, çocuksu ve oyun oynarmış gibi ele alması herhangi birinin düşüncesinden ya da kümülatif felsefe düşüncesinden bir şey eksiltmez, aksine ona birtakım şeyler ekler. Basitlik ve sadelik akımını savunan bir düşünürün kaçırdığı ufak bir detayı ya da argümanı karmaşık düşünen biri yakalayabilir; buna benzer bir şekilde de detaylarda boğulan bir düşünürün kaçırdığı bir detayı basit ve sade düşünen bir yakalayabilir. Felsefi düşüncenin kümülatif olarak ilerlemesi özelliği sayesinde de bu farklı düşünce ve yaşam biçimleri felsefeye neticesinde bir katkıda bulunabilir. Sonuç olarak, Pascal’ın sözünün ve basitliği savunan düşünürlerin düşüncelerine katılmakla birlikte Wittgenstein’ın da dediği gibi bir soruyu ele alış tarzı, bir hastalığı ele alış tarzına benzeyen filozofların da genel olarak felsefeye bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.  


Hiç yorum yok: