Final Yazısı
“Yalnızlık, düşünmenin koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder — çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”
— Hannah Arendt, "Totalitarizmin Kaynakları"
No Pasaran
Örgütlenmiş bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. Şili’den çıkmış “Un Pueblo Unido Jamas Cera Vencido” başlıklı çok ünlü bir şarkının Türkçe karşılığı. İlkel çağdan feodaliteye, feodaliteden kapitalizme kadar uzanan bu koca insanlık tarihinde değişmeyen belki de en önemli şey sınıf farkıdır. Bu kapsamda Hannah Arendt’in bu alıntısını siyaset felsefesinin çatısı altında incelemek daha iyi olacaktır. Adına istersek efendi-köle, istersek derebeyi-köylü, istersek de patron-işçi diyelim; iktidarın nihai amacı Machiavelle’in de vurguladığı gibi gücü ne olursa olsun elinde tutmaktır. Bu gücü de kaybetmemenin tek yolunun insanların kitleselleşmesini engellemekten geçtiğini bilir. Bu karmaşık konuyu aslında tek bir metaforla çözüme götürebiliriz: Kocaman bir balıktan kaçan bir sürü küçük balığın aslında tek yapması gereken birlik olup saldırıya geçmesidir. Ancak yenilmek istemeyen bu büyük balığın da onları dağıtmadan durmayacağı aşikardır.
İnsanı üretim sürecinden uzaklaştırmak yabancılaşmanın ilk adımıdır. Marx bu yabancılaşmayı çok güzel açıklar. Teknolojinin gelişiminden önce dikilmesi gereken elbiseleri düşünelim. Her çalışan 8 saat çalışıyor olsun. Her birine bir elbise düştüğünü ve bu elbiseyi de yedi saatte tamamladıklarını, kalan bir saatte de patrona çalıştıklarını varsayalım. Ardından yıllar geçsin ve üretilen makineler sayesinde artık bir elbisenin 5 saatte dikilebildiğini hayal edelim. Bu makineler sayesinde her işçinin 5 saat ardından da 1 saat da çalışması bile yeterliyken hala sekiz saat çalıştırıldıklarını fark ettiğimizde aslında bu yabancılaşmayı daha iyi anlayacağız. Kendi yaşamını sürdürebilecek kadar parayı çıkaran işçinin başkalarının cebini doldurmak adına saatlerce çalışıyor olması onu yürüyen bir ölüden farksız kılar, kendine yabancılaştırır. Sadece karın tokluğuna hayat sürdürür; bilim, sanat, eğitimden bir haber geçip gider. İşçi hakları neymiş, sendikalaşmak da neyin nesiymiş hiçbir haberi yoktur. Daha fazla para kazanması gerektiğine inanır, rekabete girer, kendi türüne yabancılaşır. Paramı kazandım, gidip bununla bir elbise alayım der, alamadığını fark eder, ürettiğine yabancılaşır. Hepimiz bir noktada sömürüldüğünü fark edeceğine inanmak isteriz ama iktidar asla buna izin vermez. Herkesi en dipte eşitler ve herkesi de din, kültür, örf, adet gibi afyonlarla uyuşturarak yoluna devam eder. Aynı Hobbes’un bahsettiği idollerdeki gibi insanları gerçekten uzaklaştıran tabular ve kutsallarla insanların haline şükretmesini, isyan etmenin günahkar bir davranış olduğunu düşünmesini sağlar. Elbet o sahte dünyasından, mağarasından dışarı bakanlar olacaktır. Baktıklarında diğerlerine de baktırmayı, Sokrates gibi adeta bir at sineği olmayı üstlenen herkesi de iktidar susturmasını bilir, elimizde ise hala uyuyan bir sürü at kalır. Daha da kötüsü, bu atlar en başta bahsedildiği gibi izole olmuş, düşünmeyi bilmeyen bireylerden ibarettir. İstersek at diyelim, istersek koyun, istersek de Nietzsche gibi deve diye bahsedelim onlardan; sadece iktidarın ve toplumun omzuna yüklediği değerlerle nefes almaya çalıştıkları gerçeği değişmez. Onlara ağız olmaya gelen Zerdüşt’e kulak olamadıkları gibi, olabilecekleri anda da iktidar tarafından engellendikleri bir durumun içinde yaşayıp giderler. Kulağa distopik gelen bu realitede bir korkunç durum daha vardır ki o da, hegemonya ile açıklanır. Gramsci’ye ait bu teoride basitçe anlatılan, otoritenin halkı manipüle ederek aynı çıkarlar doğrultusunda hareket ettiklerine inandırması, ve bu çıkarlar uğruna da rahat bir yaşamdan feragat etmelerini istemesidir. George Orwell’in 1984 adlı eserinde baskıcı rejimin halkı belirli günlerde topladığını, ardından sürekli başka bir düşmanı izlettiğini ve de öfkelerini boşaltmaları istediklerini hatırlayalım. Başta kitlesel bir hareket gibi görünse de aslında Büyük Birader’in yaptığı tek şey bireylerin ona olan öfkesinin toplanıp kendisine dönmesi yerine düşmana (!) yönlendirilmesini sağlamaktır. Adeta onlara bak cambazı oynatır. Evlerine gittiklerinde ise başkalarıyla “tehlikeli” konularda iletişime bile geçmelerine izin vermeyecek ekranlarla baş başa bırakır onları. Herkes yalnız kalıp düşünmeyi sever ama bu tamamen insanların düşüncelerine ket vuracak olan bir izolasyon sürecidir. Düşünebildiğin eskiden şüphesiz bir gerçekken, Descartes “Düşünebiliyorum, öyleyse varım.” diyebiliyorken; sen diyemeyecek kadar düşünemez hale gelirsin.
Fakat bu demek değildir ki kurtuluş yok. Kapitalizm kendi mezar kazıyıcısını yaratmıştır Marx’a göre. Diyalektiğin vazgeçilmezinden olan değişim ve devinim her zaman devam etmek zorundadır. Burjuva nasıl ilerici bir hareketle derebeylerinin sonunu getirdiyse proletarya daha ilerisini getirerek bu mezarı kazacaktır. Her tezin bir antitezi vardır. Burjuvanınki ise işçiler olmuştur. İnsanlık tarihi en diplerden yükselir hep. Dünyalar kadar savaş görmüş, ölmekten beter olmuş bir halk çıkacaktır elbet göklere. Kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur çünkü onların. Eğdikleri boyunlarını hep birlikte yeniden kaldıracaklardır. Engels’in dediği gibi yapılan sömürüyü meşrulaştırmak amacıyla süregelmiş bu devlet anlayışı bir devrimin izinde yok olacaktır. Ellerinde bir maşa gibi tuttukları polis devleti anlayışı, kendi emek sömürüleri için bozdukları eğitim kurumları bir bir yok olacaktır. Kuklanın Ruhu adlı bir kitaptaki bu büyük küçük adamlar, bir gün tuttukları küçük adamların kendi zincirlerini bir bir kırmasıyla yüzleşecektir. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi özgür doğan ama her yanı zincire bağlanmış olan insanlık, bir gün kaderinin iplerini kendi eline alacaktır. Totaliter rejimin en korktuğu şey başına gelecek ve o küçük balıklar birleşip büyük bir balık, ayrı yerlere dağılmış ağaçlar bir bakmış ki koca bir orman olacak. Başkasının emeği ile yükselen bu azınlık, dağıttıkları çoğunluğun örgütlenmesiyle yere çakılacaktır. Bilinçsizleştirilmiş, dağıtılmış, düşünmekten yoksun izole bir halk küllerinden yeniden doğan bir anka kuşu gibi yenilenecek, direnecek, örgütlenecek ve iktidara geçit vermeyecektir.
2. Adım Yazısı
"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine
İKTİDARIN ELİNDE BİR MAŞA: AHLAK
Montesquieu’nun Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinde dile getirdiği adalet ve erdem, Antik Yunandan günümüze kadar süregelen sarsıcı iki kavramdır. Siyaset felsefesi ve ahlak felsefesi kapsamında incelenmesi gereken bu iki kavramın birbiriyle olan bağlantısı Montesquieu sayesinde oldukça efektif bir şekilde dile getirilmiştir. Erdem; toplumların yaşayışlarına bağlı değişen, toplumu sanatsal, bilimsel ve sosyolojik açıdan farklı şekillerde ilerleten veya geriye götüren bir ilkedir. Ahlakın iktidarlar tarafından kötüye kullanılması hem bireysel hem toplumsal hayatta kalkınmayı engeller, bireyin kendini geliştirmesi yolunda ket vurur. Bu sebeple adaletin, eşitliğin, olmadığı bir yerde sadece erdemle yönetilen toplumlar için zulüm kaçınılmazdır.
Platon’a göre adalet, toplumda düzenin ve uyumun ilkesidir. Toplumun her sınıfı kendi görevini yaparsa adalet sağlanır. Bu fikri Aristoteles’in görüşüyle sentezleyecek olursak, iktidardaki grubun görevi; halkının yararını gözetmek, erdemin ve adaletin gözetildiği bir siyasal düzeni savunmaktır. Eğer iyi yaşam uğruna iktidarlar görevlerini yerine getirirse, adalet sayesinde erdemli ve onurlu bir yaşam sürdürülebilir.
Adaletten yoksun ahlaki değerler, her zaman egemen sınıfın çıkarlarını yansıtan ideolojik araçlardır, Marx böyle söyler. Burjuva ahlakının lehine olan çalışkanlık, itaatkarlık gibi erdemler, proletarya için köleliğe dönebilir. Marx burjuva iktidarına karşı yönetilen işçi sınıfının mücadelesini adalet olarak görür. Ancak sınıf farklılıklarının olmadığı bir toplumda adalet ve eşitlik sağlanmış olur. Marx’ın erdem hakkındaki bu görüşüne katılan Robespierre şöyle söyler: “Terör, erdemin çelişkili olmayan biçimidir.”
Ahlaki değerlerin iktidar tarafından şekillendirilmesi, yalnızca geçmişin değil, günümüz toplumlarının da en büyük sorunlarından biridir. Immanuel Kant, ahlakı bireysel aklın ürünü olarak görür. Kant’a göre ancak bir eylem, evrensel yasaya dönüşebilecekse ahlakidir. Burada adalet, bireysel düşünme sonucu değil, evrensel aklın kurduğu düzenin garantisidir. Bu bağlamda Montesquieu’nün uyarısı Kant’la daha da netleşir: Eğer erdem, kişisel inançlara veya iktidarların değer yargılarına göre şekillenirse, evrensellikten uzaklaşır ve tehlikeli bir keyfiliğe yol açar.
Bu sorunun diğer bir modern yorumlaması John Rawls’ta görülür. Rawls’a göre adalet, toplumun temel erdemidir ve kurumlar buna göre şekillenmelidir. Adaletin olmadığı yerde, haklardan ve özgürlükten söz edilemez. Eğer bir toplumda yalnızca iktidarın erdem anlayışı söz sahibi ise, bu durum hakların dengesiz dağılımına, yani açık bir adaletsizliğe neden olur. Rawls’un “cehalet peçesi” düşüncesiyle kurduğu adil toplum modeli, Montesquieu’nün sözünün ideal bir karşılığı gibidir: Erdem, ancak adil koşullarda anlamlıdır; aksi takdirde adaletsizliği perdeleyen bir maskeye dönüşür.
Tarih, bu çarpıcı gerçeği defalarca kanıtlamıştır. Modern dünyada liderlerin din, milliyetçilik, özgürlük adı altında halkı manipüle etmesi, iktidarda kalmak uğruna toplumun ahlaki değerlerini oportünist bir yaklaşımla ellerine alması, erdemin sınıf farklılıklarının yok edilemediği toplumlarda nasıl da iktidarın elinde bir sopaya dönüştüğünü açıkça gösterir. Francis Bacon, Novum Organum adlı eserinde insan zihninin gerçeğe ulaşmasını engelleyen dört farklı “idol”den söz eder. Özellikle tiyatro idolleri, otoritenin ideolojiler ve öğretiler aracılığıyla halkın düşünce yapısını şekillendirmesi bakımından durumu özetler. Bu noktada “ahlak” ve “erdem” gibi kavramlar da, iktidarın tiyatrosunda sahnelenen rollerden ibaret olabilir. Egemen güç, kendi otoritesini meşrulaştırmak için halkın zihnindeki otorite anlayışını besler; geleneksel değerleri kutsar, sorgulamayı “ahlaksızlık” olarak tanımlar ve itaatkârlığı erdem sayar. Böylece ahlak, iktidarın kurduğu bir manipülasyona dönüşür. Çarşı idolleri ise dilin yanlış ve yanıltıcı kullanımından doğar. İktidar, kavramların anlamlarını çarpıtarak toplumu manipüle eder. 1984 adlı kitapta suçluların işkence gördüğü binaya “Sevgi Binası” adı verildiği gibi, gerçek hayatta da “Barış operasyonu” adı altında savaş, “ahlaki reform” adı altında baskı, “dini yaymak” altında zulüm , “milli irade” adı altında tek adam rejimi inşa edilebilir. Burada “erdem” ve “ahlak”, hakikatin değil, mevcut iktidarın hizmetindedir. Tüm bu idoller, Montesquieu’nün uyardığı gibi, adaletin olmadığı yerde erdemin nasıl bir zulüm aracına dönüşebileceğinin felsefi zeminini oluşturur.
Tüm bu kuramsal yaklaşımlar gösteriyor ki, erdem; adalet bulunmayan toplumlarda iktidar aracılığıyla halkı baskılama ve yönetme aracına dönüşme ihtimali açısından oldukça tehlikelidir. Bilinç sahibi olmayan, tek amacı geçimini sağlamak olan ve kendini geliştirememiş bireylerden oluşan bir sınıfın ahlak adı altında bir sürüye dönüştürülmesi, iktidarın da adeta bu sürünün çobanıymışçasına halkı yönlendirmeye çalışması ancak sağlanılacak olan ezilenlerin özgürlüğü ve haklarını alması durumuyla engellenebilir. İnsanlığın yüzyıllardır mücadelesini verdiği adalet kavramı işte bu yüzden son derece mühimdir ve bir gün adaletin yerini bulması kaçınılmazdır.
"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri
NE YAPMALI?
Toplumlar arasında özgürlüğün varlığı oldukça tartışılır bir hale gelmiştir. Hayatta bir yolu seçmek veya seçmemek için insanlara bırakılan alan kısıtlanmıştır. Geçmişten bugüne kısıtlayan ve kısıtlanan kesimlerin adı değişse bile rolleri ve uygulamaları değişmez. İlkel toplumda efendi ve köle, feodal toplumda derebeyleri ve köylüler, kapitalist dönemde ise bu sınıfların adı işçi ve patron olmuştur. Kısıtlayan sınıfa genel adıyla otorite diyecek olursak, otorite sayıca az olmasına rağmen doğası gereği gelen bütün bencilliğiyle ve vahşiliğiyle çoğunluğu kontrol altında tutar. Bu manipülasyonu ve baskıcılığı o kadar kolay yapar ki, gücün neden otoritenin elinde olduğuna hiç şaşırmazsınız. Zamanla insanları özgürlükten koparır ve bunun farkında varmalarına izin vermez. Rousseau’ya göre bir kez yozlaşmış olan halkın geri özgürleşmesi çok zordur, Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukuku İlkeleri s.98’de böyle söyler. Kendisi özgürlüğü yapmak istemediğini yapmamak olarak tanımlar ve bu tanımı inceleyecek olursak sistemle hiç de çelişmez. İnsan öncelikli olarak gezmektense çok çalışmamayı, çok yemektense eve aç gitmemeyi ister. Çok çalışmayı ve aç kalmayı istememesine rağmen yaşamak zorunda kalışı da tanıma göre özgürlüğünün kısıtlandığı anlamına gelir. Ve buradaki asıl sorun toplumun istemediği durumları yapmaya zorlandığı bu sistemin nasıl ortadan kaldırılacağıdır.
George Orwell’in 1984 adlı eserinde ana karakter Büyük Birader’e karşı gelişinden dolayı yakalanır ve sevgi binasına götürülür. Kendisini yakalayan adam tarafından istemediği ve inanmadığı halde öğretilen her yalanı zamanla doğru kabul eder. 2+2=5 gibi basit bir yanlış bile zamanla Winston’un gerçeğine dönüşür. Okuyucular olarak öyle demek istemediğini ve ikiyle ikinin toplamının dört ettiğini bilmesine rağmen nasıl olur da kitabın sonunda beş demeye razı geldiğini idrak edemeyiz. Aynı bu distopyadaki gibi devlet de aslında insanın içine bu bilinci yavaş yavaş işler. İşçi insanlık dışı çalışma saatleri istemez, kültür ve din adı altında davranışlarının sınırlandırılmasını istemez, kendisine yabancılaşmak istemez ama hepsini yapmak zorunda kalır. Bu yabancılaşma süreci Karl Marx’a göre özgürlük kavramını kısıtlayan devlet tarafından gerçekleşir. İnsanın kendi ürettiğinden, emeğinden, türünden ve doğadan uzaklaşmasına yol açar. “Bizzat kendi emeklerinin ürünleri işçilere hükmetmektedir.”, der Marx. Bu hüküm sürecinde en önemli etken yapılan işin gönüllü değil zorunlu olmasıdır. Aynı Rousseau’nun da bahsettiği gibi angarya bir iş ve yapılmak istenmeyen bir durumdur. Eğer insanlık hayatta kalacak ve insan hayatları özgürleşecekse bu dünya değiştirilmelidir. The Truman Show’da olduğu gibi insanlar farkına varmalı ve sisteme karşı çıkmalıdır. Truman nasıl kendisini bir filmde yaşatan yapımcıya başkaldırdıysa, insan da onu yapmak istemediği eylemlere zorlayan otoriteye direnmelidir. Sokrates kendisini uyuyan bir atı uyandırmaya çalışan bir at sineği olarak görür. Aynı Sokrates gibi her birey kısıtlandığını fark etmeli ve başkalarını da bilinçlendirmeye çalışmalıdır. Özgürlüğe ancak bu bilinci kitlelere yayarak ulaşılabilir. Sistem tarafından dayatılan düşüncelerden uzaklaşmak ve aydınlanmak gerekir. Platon’un Mağara Alegorisi’ndeki gibi zincirlerinden kurtulan bir kişinin diğer tutsakları da fark ettirmeye çalışması sonucu ancak gerçek özgürlüğe sahip olunabilir. Yaşadığı dünyanın gölge ve sahte olduğunu fark etmeli, yaşanabilir ve gerçek bir dünyaya adım atma yolunda insanları örgütlemelidir. “Başkaldırıyorum, o halde varım!” sözüyle Descartes’a atıfta bulunan Camus da sisteme karşı bilinçli bir başkaldırıyı savunur. Peki bu özgürlük kavramı dünyada daha önce hiç hak edenler tarafından alınmış mıdır? Direniş 18. yüzyıldan sonra Fransız ihtilali ile dünyaya yayılan özgürlükçülük anlayışı sayesinde daha önce hiç olmadığı kadar büyük kitlelerce takip edilmiş bir hareket haline gelmiştir. Paris Komünü, İşçi ve Köylü Sovyetleri gibi birçok topluluk halkı aydınlatma görevini üstlenmiştir. Lenin’in de dediği gibi “Özgürlük, ancak onu kazanmaya gücü yetenler içindir.”
Rousseau’nun yapmak istemediğini yapmamak diyerek tanımladığı özgürlük anlaşılacağı üzere kazanması o kadar da kolay olan bir kavram değildir. Toplum Sözleşmesi’nde “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” diyerek toplumun otorite tarafından nasıl kafese kapatıldığını büyük bir sadelikle açıklamış olur. Asıl odaklanılması gereken ise özgürlüğe nasıl kavuşulacağıdır ki bu da Lenin, Marx, Camus, Sokrates, Platon gibi önemli kişilerin de dediği üzere insanın tutsak olduğunu fark edip kitlelerce hareketlenerek toplumu bilinçlendirip sisteme başkaldırmasıyla çözülür. Bunları ütopik olarak görmek çok olağandır çünkü insan kendisine dayatılan hayata zamanla alışır, isyan etmek zor ve korkunç gelir. Ama hiçbir başarı ve devrim mücadelesiz kazanılmaz. Unutmamak gerekir ki Hegel’in de dediği gibi Minerva’nın baykuşu ancak gün batarken uçmaya başlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder