“Uygarlığımızın en büyük yanılgısı "önden siz buyurun" ifadesini "ekmeğimi yedirtmem" ifadesinden daha uygar sanmakta yatar.” Çetin Balanuye
EKMEĞİNİ YEDİRTENLER ÜZERİNEAlıntıda bahsedilen uygarlığımızın yanılgısını inceleyerek başlamak istiyorum. Dünya’nın her bir köşesinde egemenler, iktidar sahipleri yahut güç istenci doğrultusunda egemen olmak isteyenler, emellerinde hizmet edecek biçimde olan değerler algısını topluma birer zincir edasıyla dayatır. Bu değerler bütünü kimi zaman din, kimi zaman milliyetçilik, kimi zamansa sözde eşitlik maskesiyle toplumun duygularına hitap edecek biçimde empoze edilir. Topluma öğretilen değerler illüzyonu toplumu kontrol etmek için etkili bir araç olmuştur. Söz gelimi, bir Nazi askeri milliyetçi olduğunu düşünüp Yahudileri katlediyorken, bir Kore askeri yine milliyetçi olduğunu düşünüp soydaşıyla savaşabilmektedir. Yahut kültleşmiş anlatıdaki gibi ortak coğrafyayı paylaşan halklar, topraklarını, yeraltı kaynaklarını dini bir kitabı takas edebilmektedir.
Toplumun belleğine işlenen bu dayatmaya toplumun cevabı, her daim yalnızca büyükbaşları tatmin edecek biçimde sorgulamadan hazmedilmemiştir, elbette başkaldırılar olmuştur. Nihayetinde bu yüzyıllardır süregelen bir duygu sömürüsüdür. “Yaşasın kabilemiz, yaşasın gök tanrı, yaşasın ideolojimiz, yaşasın ırkımız” naraları arasında pek de bir fark yoktur. Yaşayan değişir ancak yaşatılan fikrin işlevi aynı kalmaktadır. Varoluşçu bir anlatı olan Sisifos’ta; Sisifos’u insanlığın bütününü oluşturan bir özneye, taşını insanı sömürülmeye açan bir nesneye, Tanrı’yı da sürpriz olmayan bir şekilde iktidar sahiplerine benzetirsek tarih boyunca durumun işleyişinin vasatlığını makul bir betimlemeyle gün yüzüne çıkartırız diye düşünüyorum.
Bireylerin, bu dayatmaya büyükbaş standartlarını benimsememelerinde rağmen boyun eğmesinin bir diğer önemli nedeni yalnızlaşma ve toplum içerinde ötekileşme korkusudur. İnsanlar ötekileşmemek, marjinalleşmemek için kendilerinden/özlerinden bağımsız bir persona kuşanabilirler. Dışa yansıtılan tarafta tahmin edebileceğiniz gibi pek çok örnekte konfor alanından ötesi olmuyor. Nihayetinde Arendt’ın savunduğu gibi “yalnızlık, düşünmenin ön koşuludur” çünkü irdelemek, aykırılığın muştusudur, aykırılık ötekileşmenin ve topluma yabancılaşmanın. Felsefe tarihine baktığımızda Sokrates, Nietzche gibi nam salmış filozofların toplumun bir parçası olarak görülmemesinden bu kanaati doğrulayabiliriz. Uygarlığımızda bu yanılgının niçin oluştuğunu irdelediğimizi düşünüyorum. Peki ya “ekmeğimi yedirtmem” ifadesi niçin “önden siz buyurun” demekten daha makuldür.
Türkçe’de hakkını aramayanlar için kullanılan bir tabir olan “ucuz kahraman” ifadesini burada anmak yerinde olacaktır. Topluma dayatıldığını iddia edilenin aksine bir ifade olmakla beraber ekmeğinin peşinden gidilmesini savunan pragmatist bir yaklaşımdır. Bu noktada sormak gerekir ki bu sözün alıcısı belki de yanlış olduğun bilmesine ekmeğinin peşinden gitmek yerine, önceliği başkasına vermek istiyorsa, itaat etmeyi benimsediyse yahut sadece vicdanını bu yolla rahatlatmak istiyorsa bu bir sorunsal mıdır? Kant’a göre sessiz kalmakta ahlaki bir sorundur, suç ortaklığıdır. Bu yolla vicdanını rahatlanan birinin asıl ahlaki sorunu, hakkını aramakta değil, aramamakta bulması gerekmektedir. Egemenlere hizmet eden bir anayasa haricide içi boşaltılmamış bir hak kavramını terazide nezaket dahil her neyin karşısına koyarsak koyalım ağır basacağı kanaatindeyim.
“Ekmeğimi yedirtmem” ifadesinde yer alan ekmek sözcüğünün sol cenahın jargonunda umumiyetle temayüz eder söz gelimi Nazım Usta’nın Türkiye işçi Sınıfına Selam şiirinde “(…) Beklenen günler güzel günler ellerinizdedir/Haklı günler, büyük günler/ Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/Ekmek, gül ve hürriyet günleri” Alıntıyı özel kılan bir diğer neden, ekmeği, güzelliğin metaforu olan gül ve hürriyetle birlikte kullanmasıdır. Çetin Balanuye’nin alıntısındaki “ekmek” ifadesinin, tüketilmek için üretilen küresel düzeyde bilinen, yiyecek anlamının ötesinde kullanıldığı, metaforik anlamda kullanıldığı aşikar.
Mevzubahis alıntıyı yapısal ve biçimsel olarak incelediğimizde Engels’in “önce siz ateş edin mösyö burjuvazi” sözüyle paralellik gösterdiğini söylemek mümkün. Engels burjuvazinin emekçiler üzerindeki tahakkümünün şimdilik yasallığını vurgularken “önce” sözcüğüyle o yasallığın biteceği günleri, bir gün burjuvazinin karşısındakilerin de ateş edeceğini işaret etmektedir. Uygarlığımızın en büyük yanılgısını düzeltmek için kesinkes önden buyurması gerektiğine inanılanların olmaması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü önden buyurması gerekenler olduğu müddetçe, ekmeğini yiyecek/sömürecek birileri de var olmaya devam edecek. Uygarlığımızın bu çetin yanılsamasına son verecek olanların bu yanılsamaya inananların kendisi olmalıdır. Önden gitmeyi hak eden birisi var ise o da ekmeği üretenin ta kendisi olmalıdır. Aranan uygar uygarlık bu anlayışta saklıdır.
Birer afyon işlevi gören bu değerler kitlelerin daha uygar olanı anlamasına engel olmaktadır, adeta zincir işlevi görmektedir. Önden buyurmasına izin verilen ayrıcalıklılar, ekmeği kimin ürettiğini ve kimin sahibi olması gerektiğini unutturmakta, emeğine yabancılaştırmaktadır. Onlara bunu hatırlatacak ve bu yanılsamayı tamamıyla sona erdirecek olan Marx’ın dediği gibi zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlardır.
2. Adım Yazısı
"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine
AHLAK ve ERDEM MASKESİ
Adalet ve erdem, felsefi sorgulamaların mihenk taşını oluşturan iki kavramdır. Nitekim bu iki kavram, yalnızca bireysel ahlakın değil, toplumsal düzenin de temelinde yer tutar. Bu iki kavramın çelişkilerine değinmek için öncelikle onları ayrı ayrı irdelemek gerekir. Zira tarih süresince insanlık, en çok erdem adına hükmetmiş, en çok da adalet adına cezalandırmıştır. Peki, adalet ve erdem çelişkileri birlikte var olabilir mi? Yahut adaletin eksik olduğu yerde sergilenen erdem, hâlâ erdem midir?
Bu sorular ilk kez bugün sorulmuyor. Antikçağ'dan beri insanlık, düzenin temeline neyin konulması gerektiğini tartışıyor güç mü, yasa mı, erdem mi, adalet mi?
Antik Çağ’da erdem kavramını en derin inceleyen filozof kanımca, Sokrates’tir. Sokrates, erdemi bireyin fıtratındaki düzenle sentezleyerek aramaya başlar. “Kimse bilerek kötülük yapmaz,” der; çünkü kötülüklerin çoğu bilgisizlikten doğar, bilgiyi yüceltir. Bu durumda bilgiye ulaşmak, erdemli olmanın vesilesiyle adaletin ön koşuludur. Bu yaklaşım, bireyi merkeze alır; sistemin yapısal adaletsizliklerini hesaba katmaz. Öyleyse sormak gerekir: Bilge olmak, erdemli olmak için yeterli midir, söz gelimi atom bombasının mucidi olan Oppenheimer dolayısıyla yüz binlerce insanın ölümüne sebep olan bilgiden yoksun bir adam mıydı? Yahut tahsilli diktatörler bilgiden mahrum oldukları için mi zulüm saltanatı sürdürdüler?
Antik Çağ’dan bir başka örnekle adalet kavramını ele almak istiyorum. Platon, ideal devletinde adaleti toplumsal iş bölümünde bulur: “Adalet, herkesin kendi işini yapmasıdır.” Yani her birey, doğasına uygun görevde yer almalı, sınıflar arasında bir denge kurulmalıdır. Fakat bu yaklaşım, çok geçmeden bir başka sorunu doğurur: Ya doğaya uygun görülen görev, bir başka sınıfın buyruğuna boyun eğmekse? Ya adalet adına kurulmuş bu düzen, aslında katı bir hiyerarşiyi, aristokratik bir statükoyu meşrulaştırıyorsa? Bu noktada Aristoteles’in yaklaşımı problemi derinleştirir. Aristo, adaleti ikiye ayırır: dağıtıcı adalet ve denkleştirici (düzeltici) adalet. Biri hakların ve ödüllerin toplum içinde dengeli paylaşımını, diğeri ise haksızlıkların telafisini amaçlar. Böylece ilk kez adaletin yalnızca bir "durum" değil, aynı zamanda bir "süreç" olduğu fark edilir. Bu noktada karşımıza bir soru daha çıkıyor. Bu kusursuz ve adil gözüken işleyişi ne ile temellendirmeliyiz? Güç mü, yasa mı, yoksa bir başka erdem ile mi?
Hangi kavram ile temellendireceğimizi ararken Montesquieu’nün uyarısına yer vermek mümkün, “Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir.” Bu uyarı, bilhassa modern devletlerin ve hukukun yükselişiyle birlikte daha da anlam kazanır. Zira günümüzde durum, bireyin vicdanına değil, kurumların gücüne dayanmaya başlamıştır. Adalet artık yalnızca kişinin içinde aranan bir denge değil, yasa metinlerinde tanımlanan, mahkeme duvarlarına yazılan bir söylemdir. Peki yasa adil ise Sokrates’in asılması meşru muydu? Modern dünyada egemen sınıfın kâğıda döktüğü birkaç cümleye uymamak erdem yoksunluğu anlamına mı gelmektedir?
Tarihsel ve yapısal düzlemde adaletin biçimini, erdemin ise işlevini yeniden düşünmek gerekir. Yalnızca bireyin vicdanına hitap eden bir erdem anlayışı, sistematik tahakküm ile karşılaştığında yetersiz kalmaktadır. Sınıflı toplumlarda bahsedilen erdem anlayışı yalnızca egemenlerin işine yaramaktadır. Marx, adalet ile erdemin tarihsel maddecilik ışığında yeniden tanımlanması gerektiğini savunur. Ona göre, ahlaki değerler, evrensel doğrular değil; üretim ilişkileri ve sınıfsal çıkarların tarihsel yansımalarıdır. Politik ekonomi üzerine yazdığı kritikte 'İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir: tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.'' diyerek Marx, yalnızca egemenin hukukunun değil, egemenin ahlakının da sorgulanması gerektiğini vurgular. Vardığımız nokrada sorulması gereken artık şudur: Egemenin tanımladığı erdem ve dayattığı adalet, gerçekten adil midir, yoksa mevcut düzenin sürdürülmesi için ideolojik bir perde midir? Kapitalist düzende bireyin çalışma etiği, özverisi, sadakati, genellikle "erdemli" davranışlar olarak yüceltilir. Ancak bu erdemlerin, artı-değer sömürüsünün sürekliliği için işlevsel kılındığı açıktır. Böylece Montesquieu’nün uyarısı, Marx’ın analizinde tarihsel bir gerçekliğe bürünür: Adaletin olmadığı bir düzende erdem, yalnızca boyun eğmenin estetikleştirilmiş biçimidir.
Hannah Arendt’in "banal kötülük" kavramı, Hegel’in ahlak felsefesinde gördüğümüz etik ve ahlaki olan arasındaki çatışmayı somutlaştırır. Hegel’in ahlaki olan ile etik olanın ayrımı probleme netlik kazandırmamızda yardımcı olur. Ahlaki olan, bireyin iç vicdanına öznel fikirlerine dayandırılır. Etik olan ise toplumsal bir uzlaşı ve kurumsal bir sistem içinde vücut bulur. Etik olanın ortaya çıkması da kimin eliyle biçimlendirildiğine bağlıdır. Bu bağlamda erdemli birey, adaletsiz bir etik sistem içerisinde var olabilmek için vicdanlı bir suç ortağına dönüşebilir. Arendt, Eichmann davasında, Nazi bürokrasisinin sıradan memurlarınca vatansever iç huzuruyla sürdürülen soykırımı değerlendirirken, kötülüğün bazen kötülük niyetiyle değil, düşünmeden uygulanan kurallar aracılığıyla işlendiğini söyler, bu fikirde Sokrates’in “Kimse bilerek kötülük yapmaz” alıntısından izler bulabiliriz. Bu anlayış, hukukun adaletle erdemin de bilinçle olan bağını sorgulamamızı ve yeniden kurmamız gerektiğini öğreti edinmektedir. Adalet ve erdem kaygıları ancak tenkitin esas alındığı bir aklın süzgecinden geçtikten sonra gerçek meşruiyetini kazanabilir.
Bilginin esas alınmasına karşı çıkan Nietzsche ise tüm bu kavramlara başka bir pencereden bakar. Nietzsche’ye göre erdem, sıklıkla güçsüzlerin icadı, koyun ahlâkının bir uzantısıdır. “Tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısında bulunurken, Nietzsche’nin hedef aldığı tam da süregelen değerlerin içinin boşaltılmasıdır. Erdem, ona göre salt fazilet konumunda olmamalıdır. Bireyin iradesiyle sentezlenmiş bir gerçeğe dönüşmelidir. Bu dönüşüm gerçekleşmediğinde, erdem dediklerimiz, tıpkı Arendt’in anlattığı gibi, robotlaşmış memurların itaatine indirgenebilir.
Adaletin ve erdemin işlevini yalnızca etik değil, tarihsel maddeci bir zeminde yeniden kurmanın gerektiği kanısındayım. Çünkü erdemi bireyin içsel vicdan anlayışına hapsetmek, egemen sınıfın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işleve yaramaz. Porblemi Marx’ın üstyapı kuramıyla okumak bence bir tercih değil, zorunluluktur: Bilinç biçimleri, maddi üretim ilişkilerinin izdüşümüdür. Dolayısıyla, adalet ve erdem altyapının tercüme edilmiş formlarıdır.
Kapitalizmin erdem anlayışı -çalışkanlık, sadakat ve itaat- ahlâk değil, sermayenin gelişmesi için oluşturulmuş bir illüzyondur. Burjuva özgürlüğü, mülkiyetin tahkiminden ibarettir. Bu koşullarda erdem, adaletsizliğe uyumla ölçülürse, artık ahlâk temelli bir kavram değil, ideolojik rızadan ibarettir. Montesquieu’nün “Adaletsiz erdem zulme dönüşür” sözü, burada yalnızca bir uyarı değil, adetsizlik içinde yükselen her erdemin bir haykırışa , bir baskı aracına dönüştüğünü anlatır. Zira Marx’ın belirttiği gibi, “Egemen fikirler, egemen sınıfın fikirleridir.” Bu bağlamda, sistem içi erdem, tahakkümün meşrulaştırılmasından ibarettir.
Ezilenlerin adaleti, egemenlerin hukukunda değil, kendi sınıflarının çıkarında aramaları gerekmektedir. Toplumun her kesimini yönetme aracı olan devletin burjuvazinin at koşturduğu yürütme komitesine indirgenişi, adaletin de bir sınıf tahakkümü aygıtı olduğunun meşru bir ilanıdır. Erdem, Nazi memurları örnekleminde olduğu gibi ayrıcalıklı bir grubun müdafaasını sağlama aracı olduğunda, dinin afyon işlevini üstlenir; halkı teskin eden, dönüşümü baltalayan ideolojik emellerin oyuncağı olan bir morfine dönüşür.
1. Adım Yazısı
"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri
İnsanın özgürlüğüne giden yol her daim çetrefillidir. Kimi zaman anayasa hükümleri, kimi zaman o anayasanın yazıldığı coğrafya, kimi zamansa bireyin fıtratı, kalıtsal özellikleri insanın özgürlüğe ulaşacağı yolda önünü kesmektedir. Jean Jacques Rousseau, modern düşünce tarihinde özgürlük kavramını derinlemesine inceleyen önemli figürlerden biridir. O, özgürlüğü sadece bireyin canının istediğini yapabilmesi olarak görmekten ziyade, bireyin istemediği şeyleri yapmaya zorlanmadığı bir durum olarak tanımlar. Bu tanım, klasik özgürlük anlayışından büyük ölçüde farklıdır. Onun bakış açısına göre gerçek özgürlük, bireyin doğal durumundan çıkıp sosyal sözleşme ile oluşturulan bir toplumda, ortak irade doğrultusunda hür iradesini kullanabilmesidir. Bu bağlamda özgürlüğü, bireyin toplumsal yaşamda kendini gerçekleştirebilmesi için gerekli olan koşulların sağlanmış olması ile ilişkilendirir. Rousseau, bu görüşüyle hem özgürlük hem de sorumluluk kavramlarına yeni bir boyut kazandırarak, insanın kendi doğasına yabancılaşmadan ve özünden kopmadan var olabileceği bir yaşam biçimini “Toplum Sözleşmesi” eserinde önermektedir.
Özgürlük kavramı determinizm ile sentezlendiğinde, insanın gerçekten seçim yapıp yapmadığı sorusunu gündeme getirir. Laplace’ın mutlak determinizmi, evrenin kusursuz bir mekanizma gibi işlediğini ve tüm olayların statükoda, geçmiş-gelecek ilişkisiyle belirlenmiş olduğunu öne sürerken, Spinoza ise insanın seçimlerinin zorunluluk ağında şekillendiğini savunur. Eğer her şey önceden belirlenmişse, bireyin özgürlüğünden söz etmek mümkün müdür? Rousseau, bu soruya farklı bir perspektiften yaklaşarak özgürlüğün insanın doğasına uygun yaşamasında saklı olduğunu öne sürer. Ancak birey, toplumun dayattığı kurallar ve normlar içinde hareket ederken, gerçek anlamda özgür olabilir mi? Toplumsal sözleşmeyle kurulan düzen, bireyi koruyup ona özgürlük mü sağlar, yoksa onu daha büyük bir belirlenim çemberine mi hapseder? Kendi seçimlerimizin gerçekten bize ait olup olmadığı sorusu, insanın özgürlüğe dair algısını sarsan bir paradokstur. Ancak belki de özgürlük, zorunlulukların farkında olarak bilinçli hareket edebilme yetisinde gizlidir. İşte bu yüzden, özgürlüğü mutlak bir kavram olarak değil, içinde bulunduğumuz sosyal ve fiziksel koşullar içinde sürekli yeniden şekillenen bir olgu olarak değerlendirmek gerekir.
Bu yapıların (toplumsal normlar vb.) bireyi sürekli kontrol altında tutma eğiliminde olduğu düşünüldüğünde, gerçek özgürlüğün ancak bu ilişkileri birey menfaatinde dönüştürmekle mümkün olabileceği açıktır. Marx, özgürlük sorunsalında bir diğer etken olan ve genellikle coğrafi koşullardan doğan iktisadi yapıları derinlemesine incelemiştir. Alman İdeolojisi eserinde “İnsanların varlığını belirleyen, bilinçleri değil, toplumsal varlıklarıdır.” diyerek ekonomik düzenin yalnızca maddi yaşamı değil, insanın bilincini de belirlediğini vurgular. Kapitalist üretim ilişkileri bireyi sınıfsal konumuna göre şekillendirir ve özgürlüğünü kısıtlar. Sorunsala değinen bir başka düşünür, Jared Diamond ise kültleşmiş Tüfek, Mikrop ve Çelik eserinde bireyin içinde doğduğu sistemin onu nasıl biçimlendirdiğine dikkat çekerek benzer bir perspektif ortaya koymaktadır.
Öte yandan, Michel Foucault iktidarın yalnızca ekonomik değil, söylemsel ve toplumsal ilişkiler içinde sürekli yeniden üretildiğini öne sürer. Ona göre birey, iktidarın açık bir baskı mekanizması yerine ince normlar ve cezalar vasıtasıyla terbiye edilen bir öznedir. Ancak bu yaklaşım, özgürlüğü yalnızca söylemsel iktidar ilişkileri içinde değerlendirdiği için eleştiriye açıktır. Marx’ın ortaya koyduğu gibi, gerçek baskı yalnızca söylemde değil, maddi dünyada, üretim ilişkilerinde ve emek sömürüsünde somutlaşır. Vesilesiyle Foucault’nun analizleri iktidarın işleyişini anlamada değerli olsa da, ekonomik yapıların özgürlük üzerindeki belirleyiciliğini ihmal ettiği ölçüde eksik kalmaktadır. Bireyin özgürlüğünü yalnızca iktidar ilişkileri içindeki mikro mücadelelere indirgemek, onu gerçek anlamda dönüştürme gücünü göz ardı etmeye sebebiyet verir.
Tüm bu tartışmalara ek özgürlük yalnızca, maddi ve dışsal koşullar ile ilişkili olmadığını savunan düşünürler de vardır. Özgürlük, yalnızca toplumsal veya ekonomik dönüşümlerle kazanılabilecek bir olgu mudur, yoksa bireyin kendi varoluşunu sorgulamasıyla mı ortaya çıkar? Bu noktada, varoluşçuların özgürlüğe dair yaklaşıma farklı bir perspektif sunar. Varoluşçuluk, bireyin özünü kararları doğrultusundaki eylemleriyle oluşturduğunu ve özgürlüğün kaçınılmaz bir sorumluluk olduğunu savunmaktadır. Jean-Paul Sartre, insanın "özgürlüğe mahkûm" olduğunu söyleyerek, seçim yapmamanın dahi bir seçim olduğunu vurgular. İnsanın hiçbir şey yapmamak gibi bir lüksü yoktur; çünkü eylemsizlik dahi yapısal olarak bir tercih anlamına gelir. Bu nedenle birey, her an seçim yaparak kendini tanımlar. Her eyleminde özgürlüğü, ağır bir sorumluluk olarak taşır. Sartre’a göre insan, mutlak bir özgürlük içindedir ve bu özgürlük, bireyi sürekli bir karar verme sürecine zorlar. Kendi değerlerini oluşturma ve yaşamını yönlendirme yükü tamamen bireyin omuzlarındadır. Bu yüzden özgürlük, salt ulaşılmak istenen bir kazanım değil, kısıtlanmış vaziyette olsa bile aynı zamanda kaçınılmaz bir sorumluluktur. İnsan, bu sorumluluğu reddetmeye çalışsa bile, yine de bir seçim yapmış olur. Yapısal olarak söylemi doğru olsa da, insanın dünyada var olması dahi tercihi doğrultumsuda gerçekleşmemektedir. Kaldı ki dünyada var oluşunu sürdürmek için yapması gerekenler yahut dayatılanlar tercih edemediklerine bir diğer örnektir.
Rousseau’nun savunduğu gibi özgürlük, yalnızca bireyin istediğini yapabilmesi değil, istemediğini yapmama hakkına sahip olmasıdır; ancak bu hak, bireyin yaşadığı toplumsal ve ekonomik koşullardan bağımsız mümkün değildir. Rousseau, özgürlüğü bireyin seçim yapabilmesiyle açıklarken, Sartre insanın seçim yapmaktan kaçamayacağını, dolayısıyla özgürlüğe mahkûm olduğunu söyler. Ancak Marx, bireyin özgürlüğünü yalnızca bireysel iradesiyle kazanamayacağını, üretim ilişkilerinin ve ekonomik koşulların özgürlüğü belirlemekte mihenk taş olduğunu savunur. Kapitalist düzende içi boşaltılmış özgürlük kavramı, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden bir yanılsamadan ibarettir; çünkü proletarya, yaşamak için emeğini ucuza satmak zorunda olduğu sürece gerçek anlamda özgür olamaz. Sartre’ın bireyin kendi varlığını inşa ettiği düşüncesi, ancak bireyin içinde bulunduğu maddi koşullardan bağımsız olmadığı gerçeğiyle tamamlanabilir.
Velhasıl kelam, özgürlük bireysel bir bilinç meselesi olduğu kadar, toplumsal koşulları değiştirmekle mümkündür. Rousseau’nun medeni özgürlüğü, Sartre’ın varoluşçu sorumluluk anlayışı ve Marx’ın maddi belirlenimciliği birleştiğinde, özgürlüğün ancak bireyin sınıfsal prangalarından kurtulmasıyla mümkün olduğu görülür. Modern dünyada, bireyin yalnızca kendi seçimleriyle özgürleşebileceği düşüncesi, onu ekonomik ve sosyal bağlamdan soyutlayan bir illüzyondur. Gerçek özgürlük, yalnızca bireysel bilinçle değil, toplumsal dönüşümle mümkündür. Sartre’ın insanın kendini var etme yükümlülüğüne dair kısıtlı görüşü, ancak Marx’ın ekonomik özgürlük anlayışıyla tamamlandığında anlam kazanır. Sartre’ın iddiası yalnızca kendisini kapitalist düzenden soyutlamış biri için geçerli olabilir. Modern Dünya’nın dört bir yanında, sizin yerinize seçim yapan etkenler yahut seçim yapmak için ellerini ovuşturan üst sınıf mensubu vardır. İçi boşaltılmamış gerçek bir özgürlük, yalnızca insanın içinde yaşadığı sömürü düzenini yıkarak kendi kaderini gerçekten belirleyebildiği bir dünyada mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder