2 Haziran 2025 Pazartesi

Ensar Turhan/ ASO Teknik Lisesi / Ankara / DüşünYaz 11 Türkiye Altıncısı



Final Yazısı 

“Doğa ne (parklar gibi) gidilebilecek fiziksel bir yer, ne etrafı çitle çevrilecek ya da depolanacak bir hazine, ne de korunabilecek ya da tahrip edilebilecek bir özdür. Doğa gizlenmiş değildir ve bu yüzden peçesinin kaldırılmasına ihtiyaç duymaz. Doğa, matematik ve biyotıp kodlarınca okunabilecek bir metin değildir.”

-- Donna Haraway, Başka Yer, Çev. Güçsal Pusar (2010)

“DOĞA” OLARAK “DOĞA”

“Doğa” derken anladığımız/anlattığımız şeyin anlamını incelemek gerektiğine düşünüyorum. Bana kalırsa doğa kelimesinin gündelik dilde yer ettiği, “Doğayı koruyalım”, “Doğada gezelim”, ”Doğamıza sahip çıkalım” gibi sloganatik cümleler ve anlayışlar oldukça eksik bir kavrayışa işaret ediyor. Şöyle ki ilk önce doğa dediğimiz şey sahip olunabilecek ve sınır çizilebilecek bir şey değildir, başı sonu belli bir şey değildir. Dahası doğa derken kastettiğimiz şey tam olarak nedir? Etrafta gördüğümüz komüniteler mi, onların oluşturduğu ekosistem mi, insan mı, çevre mi? Yoksa doğa dediğimiz şey deneyimlenebilen maddi evrenin tamamı mı?

Baruch Spinoza, felsefesini tam da buna benzer bir karışıklıktaki problemi çözme yolunda yola çıkarak kurmuştur: Ondan önceki yaygın felsefi anlayış evrenin maddi ve manevi iki tözünün olduğu veya başka bir dille evrenin tinsel bir tarafının da olduğu, bir diğer deyişle düşüncenin maddi deneyimden bağımsız bir değeri olduğu yönündedir. Ancak Spinoza buna karşı çıkmış ve yazdığı “Teolojik-Politik İncelemeler” kitabında bu durumun bir yanılgı olduğunu ileri sürmüştür. Büyük eseri “Ethica” ya da tam ismiyle “Geometrik Olarak İspatlanmış ve 5 Bölüme Ayrılmış Etik” kitabında ise matematiksel olarak gösterdiği üzere göre evrene aşkın bir tanrı ya da evrene aşkın bir idea yoktur ve Doğa, Evren, Tanrı diye seslendiğimiz ne varsa bunların hepsi aynı ve tek bir özü ifade eder. Ona göre tanrı dediğimiz şey doğaya zorunlu olarak içkin ve denktir. Bu noktada matematiksel olarak eşit olmak ve denk olmanın aynı olmadığını vurgulayıp bunu bir denklik iddiası olarak yorumlamak isterim. 

 Bu bakış açısıyla yola çıktığınızda elinizdeki Doğa/Tanrı kavrayışı düalist inançlardan, semavi dinlerden ya da bizim toplumumuzdaki yaygın toplumsal görüşlerden oldukça farklıdır. Batı felsefesinde, bizim coğrafyamızda; aslında doğu felsefesini görmediğimiz hemen her yerde bu doğa kavrayışı şöyle tezahür eder: Doğa sizin içindir, siz kullanın diye vardır, “Eşref-i Mahlukat” (Yaratılmışların en şereflisi) konumuna yükselen insanın tükettiği, sahip olduğu, değersizleştirdiği, eksilttiği ve kontrol altında tutabileceği yanılgısına düştüğü bir şeydir doğa sadece. Görünüşte bu böyle söylenmez elbette, “doğaya iyi bakın” denir ancak sırf bu cümle bile başlı başına son derece büyük bir kibir taşır. Biz insanlar olarak kimiz ki doğaya bakan konumundayız, biz nasıl doğanın bakıcısı olabiliriz? Bir diğer handikap da diğer hayvanlara olan bakışımızdadır, “hayvanlara iyilik yapın” cümlesinde bile aslında kendimizi onlardan yukarı koyuyoruz, hatta bu kavrayışla hareket ettiğimizde onlara iyilik yapmıyoruz onlara iyiliği “bahşediyoruz”. Sadece; kuyruksuz, kısa kıllı yeni dünya maymunları olmamıza rağmen bu kibir nereden geliyor? Bu kibrin ve eksik kavrayışın nedeninin uygarlığımızı oluşturan “değer”lerde yani felsefede yattığına inanıyorum. Çünkü bu bakış açısını şekilllendiren en büyük ve net etken bu anlayışın gelişmesine olanak tanıyan değerler sistemidir. Aslen bir nörobilimci olmasına rağmen felsefeyle de yakinen ilgilenen Prof. Dr. Türker Kılıç bu durumu günümüz uygarlığının bir Newton-Bacon-Descartes uygarlığı olduğunu söyleyerek açıklar. Ona göre artık bu değerler sisteminin vaadesi dolmuş ve artık doğayla bütünleşik bir felsefeye ve matematiğe ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 

İşte bu yerde tam olarak da Spinoza’nın işaret ettiği yere geliriz: Bizim doğadan bağımsız bir değerimiz yok, etrafımızda gördüğümüz her şey kadar sıradanız. Bilinç kazandık, diğer canlılardan -kendi zeka tanımımıza göre- daha zekiyiz; evet, ama bunda bir üst anlam yok. Basitçe hayatta kalmak ve türümüzün devamını sağlamak için böylesi daha avantajlıydı, bütün canlıların bugün bulunduğu hale gelmesine imkan tanıyan aynı doğa yasaları ve evrim ekonomisi bizim için de geçerli. Ama işte insanlar olarak ölümün gerçekten bir son olduğunu, diğer canlılardan çokta farklı bir değerimiz olmadığını kabul edemediğimizden başka sahte değerler uydurduk ve bunların etrafında da uygarlığımızı inşa ettik. Oysa eğer Spinoza’ya kulak vermeye cesaret edersek bize şunları söyleyecektir, doğa dediğimiz şey etrafımızda gördüğümüz ve gözle göremediğimiz bütün şeylerin bir toplamıdır. Meşe ağacı, şempanze, cıvık mantar, insan vb. aynı bütünün bir parçasıdır. Doğa dediğimiz şey sınırlandırılamaz bir yaratıcı özün kendisidir. Bizlerse bu özün bir taşıyıcısıyızdır sadece.

Bu noktada konudan biraz uzaklaşmış olacağım ancak bilincin maddi gerçekliğin ötesinde bir gerçekliğinin olmadığını göstermek ve öne sürdüğüm düşünceleri sağlamlaştırmak için biraz zihin felsefesinden ve biyolojiden bahsetme gereği hissettim. Öncelikle bilincin nasıl oluştuğu ya da tam olarak neyi ifade ettiği gibi konular halen tartışma konusudur. Ancak biyolojik olarak söylenebilir ki bilinç dediğimiz şey milyonlarca nöronun ve nöral bağlantısallığın ortaya koyduğu enformasyonun ileri bir halidir. Bu bakış açısıyla bilincin maddiyattan bağımsız olmadığını aksine nasıl fiziksel etkiler dış görünüşümüzü etkiliyorsa aynı etkilerin bilincimizi de etkilediğini söyleyebiliriz. Yine bu açıdan düşüncelerimizde özgür olduğumuzu söyleyemeyeceğimizi, söyleyebiliriz ve tartışmalı da olsa bu alanın en popüler deneylerinden Liebert deneyini örnek verebiliriz.

Bu noktaya kadar bahsettiğim şeyler şimdi bahsedeceğim anlayışı daha anlaşılır ve sağlam kılmak içindi. İlk başta uygarlığımızın bugün sahip olduğu doğa kavrayışının problemli olduğuna değinmiştim. Şimdiyse bu düşüncenin bize vadettiği değerlere bir bakalım: Bu Spinoza’ya dayalı felsefe şuankinin aksine yatay bir yapılanma öngörüyor. Birine yukarıdan yardım etmiyor, diğer canlılara iyiliği bahşetmiyor, hoşgörü değil anlayış gösteriyor. Kendi yerini biliyor ve diğer canlıların oluşlarına saygı gösterebiliyor. Doğayı çözülmesi gereken bir problem ya da açıklama getirilecek bir şey olarak görmüyor. Doğayı etrafını kapatıp koruyacağı bir şey ya da çitle çevirip sınırsızca sömüreceği bir şey olarak görmüyor. Yani doğayı salt yarar sağlayacağı bir araç olarak görmüyor. Kendi bahçesine meyve ağacı dikerken kuşları, böcekleri ve bilumum diğer canlıları da gözetiyor… Pratik karşılık taşıması açısından Bill Mollison’un doğaya karşı benzer bir kavrayışla yola çıkarak ilkelerine ve yaygınlaşmasına ciddi katkı sağladığı Permakültür de örnek alınabilir çünkü bu açıdan benzer bir yaşamı öneriyor. Bu noktaya kadar değinmediğim Doğu felsefesi ve Zen Budizmi de örnek alınabilecek modeller arasında, çünkü bunlar Batı felsefesinin aksine doğaya daha özenli yaklaşıyor ve kendini doğanın üstünde ya da dışında konumlandırmıyor, hatta bazı ögeleriyle bahsettiğim Spinoza düşüncesiyle son derece paralel bir nitelik taşıyorlar.

Buraya kadar anlaşılmış olacağı üzere insanlık olarak bir an önce doğaya karşı olan bu hatalı anlayışımızı terk edip daha meditatif bir yaklaşımla yeni bir değerler sistemi inşa etmezsek öyle ya da böyle kaybedeceğiz. Çünkü doğaya karşı açmış olduğumuz savaş kazanamayacağımız, hatta öyle ki kazanırsak da kaybedeceğimiz bir savaş.

Tüm bunlardan görülebiliyor ki doğa ne bizim elimizde tutabileceğimiz bir şey, ne bakabileceğimiz bir şey, ne gidebileceğimiz bir şey, ne de gizini çözebileceğimiz bir şeydir. Görebilen gözler için doğa, burada ve her yerde; tüm gerçekliği, büyüklüğü, büyüleyiciliği ve ihtişamıyla oluş içindedir. Doğa ne bir mekan olarak doğadır, ne bir hazine olarak doğadır, ne de başka ne derseniz o olarak doğadır; doğa sadece doğa olarak doğadır.



2. AdımYazısı 

 "Varoluş ve dünya ancak estetik bir fenomen olarak edebilen haklılaştırılabilir" Friedrich Nietzche, tragedyanın Doğuşu

TRAJİK MÜZİĞİ DUYMAK

“Tüm değerlerin bir yeniden değerlendirilişi”ni yapan 19. yüzyılın dev filozoflarından olan Friderich Wilhelm Nietzsche kendi deyimiyle yaklaşmakta olan/varolan nihilizmin bir habercisiydi. Nietzsche; Antik Yunan filozoflarının akılcılığından, özellikle herakleitostan, tragedyalardan ve kendinden önceki alman filozoflardan oldukça etkilenmiştir. Sözleriyle de kendinden sonrasını derinden etkilemiş, varoluşçuluğun seyrini değiştirmiş, eleştirel bakış açısı ve çekiçle felsefe yapmasıyla felsefe tarihinde yer edinmiştir. Onu yanlış, eksik okuyanların onu nihilist addedmesine karşın bu hatalıdır: O bütün değerleri yeniden değerlendirdikten, dış dünya tarafından bize yüklenen değerleri yıktıktan sonra durmaz ve bunlar yerine kendi değerlerini getirir. Zerdüşt’teki metaforlarla; “deve” kendine yüklenen yüklerinden sıyrılıp asi/başkaldıran “aslan” olmasına rağmen bununla yetinmemeli ve bir “çocuk” olmaya çalışmalıdır…Bu açıdan Nietzsche’nin nihilist olmanın çok dışında, yeterince derin bakıldığında neşe bilgeliğine dayanan bir anlayışı olduğu görülebilir.

Nietzsche’nin büyüklüğüne karşın onun felsefesinde doğrudan bir argümantasyona ya da açık bir anlatıma -genelde- rastlanmaz. O daha çok kendine özgü şiirsel diliyle imgeler ve metaforlar aracılığıyla “konuşur” bizimle. Bu noktada Nietzsche’nin yaşamın anlamı ve değeri konularına değinirken kullandığı “Apolloncu” ve “Dionysosçu” dünya görüşlerini ve bunlarla anlatılanın ne olduğunu anlamakta fayda var.

Apolloncu tutum; bir düzen, bir ahlak, evrensel bir kural, bir ölçü ve standardize etme dürtüsüyle hareket etmek demektir. Heykel ve mimari gibi net biçimsel sanatlarda etkileri görülür. En genel halde yaşamı anlamlandırmak için şekil üretme ve sınırlandırma olarak ifade edilebilir. Dionysosçuluk ise bunun tam zıttı olarak taşkınlığı, coşkuyu, arzuyu, tutkuyu, içgüdüyü yaşatır. Müzik, dans, tragedya gibi duygusal ve sınırları biçilemeyen sanatlarla bağdaşır. Yaşamın; karanlık, dürtüsel ve bilinçdışı yönleriyle ilişkilidir. Nietzsche’ye göre insanın doğasında bu iki yön de vardır ve bunların bir tür uzlaşısından, dengesinden gerçek bir yaşam ortaya çıkar.

O, antik Yunan tragedyalarında bu dengenin bulunduğunu ancak daha sonra Sokrates’in akılcılığı ve dinsel geleneğin -özellikle semavi dinlerin- yaygınlaşmasıyla bunlar aracılığıyla bu dengenin bozulduğunu, bunlarla insanın Dionysosçu yönünün bastırılmaya çalışıldığını söyler. Bakıldığında oldukça haklıdır, tragedyalarda bütün aşırılığı ve sembolizmine rağmen insanın bu iki yönü de gözlemlenebilir. Ancak Sokrates’in akılcılığı, akıl=erdem=mutluluk matematiği ile koşullanmasıyla insandaki Apolloncu taraf öne alınır ve Dionysosçu yönümüz geri planda bırakılır, değersizleştirilir. Dinlerde bu durumu gözlemlemek de çok kolaydır, dinler birer “kural koyucu” olarak insan hayatına düzen vermeye çalışır. “Yapılabilir” ve “yapılamaz” davranışlar koyarak kişileri puan toplar bir hale getirir ve bu toplanan puanlar neticesinde de “ötedünya”da ödül veya ceza vaadeder. Bu bazı dinlerde kadın’ın, cinselliğin, eğlencenin, alkolün kısıtlandırılması/yasaklanması ve bu yolla tabu haline getirilmesiyle desteklenir ve insanın Dionysosçu yönü açıkça bastırılmaya çalışılmasıyla sonuçlanır. Dinlerin bu yönü eski toplumlarda toplumsal düzeni korumak için işlevseldi ancak bu açıdan bakıldığından insanın Dionysosçu yönüne bir savaş açıldığı ve insandaki Apolloncu tarafın kutsandığı gözler önündedir. Psikoloji ve psikanaliz sahalarının gelişmesi ve bilinçdışı ile ilgili yapılan çalışmalardan artık biliyoruz ki bu bastırılan yön toplumsal olarak son kertede asla iyi bir şeyle sonuçlanmaz. Hep birilerini bir şeylerden eksik bırakır. Saman altı edilen, tabulaştırılan düşünceler en sonunda bir taşkınlık ya da nevrotik bozukluk olarak kendini gösterir. Örneğin istatistiki verilere bakıldığında cinselliğin en çok baskılandığı, en çok tabu haline getirildiği, en az konuşulduğu toplumlarda cinsel hastalıklar, cinsel iletişimsizlik, kadına yönelik şiddet, çocuk istismarı ve taciz vakaları en üst düzeylerdedir. Carl Gustav Jung’un dediği gibi “Siz bilinçdışınızı bilince dönüştürene kadar, bilinçdışı sizin hayatınızı yönetir ve siz de ona kader dersiniz.”

Bu bilinçle yaşamın anlamı anlaşılmaya çalışılırken Dionysosçu yönümüzü kucaklamalı, onu bilinçli kılmalıyız. Nietzsche de benzer bir açıdan yola çıkar ve hatta yaşamın anlamının sadece bu yolla kavranabileceğini söyler. Ona göre yaşamın evrensel, genel-geçer bir üst anlamı yoktur ve bu yolda söylenmiş her şey kendini kandırmadan, yanılsamadan, aldanmadan ibarettir. Yani salt Apolloncu tutumla bu hayatın anlamı, yaşamın inceliği kavranamaz. Bunu yapmak için yaşamın bütün anlamsızlığını ve varoluşun dehşetini görebilmeli ve bunları kucaklayan Dionysosçu yönümüzle bunları aşabilmelidir. Dionysosçu yön’ün dışavurumu ise; arzularımızın, tutkularımızın anlaşılarak doyurulmasıyla, aşkla, müzikle, dansla, trajediyle, tiyatroyla olur. Albert Camus de Sisifos Söyleni’nde Hamlet’e referans vererek eğer hayatın kesin bir anlamı yoksa, insan kendini bir oyuncu olarak kabul etmesi ve rolünü bilerek oynaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu rolünü bilme durumu bu açıdan Nietzsche’nin anlatısı ile de oldukça ilintilidir.

Biraz daha toparlamak gerekirse, varoluş gerçekte asla bir düzen/ölçü anlayışı -Apollon- ile anlamlandırılamaz, bu sadece yanılsamadır. Yaşamın ve insanın doğası nedeniyle varoluş ve dünya tüm evrensel anlamsızlığına rağmen sadece bilinçli bir evetleme ve estetik bir fenomen olarak yüceltilmesiyle -Dionysos’a hak ettiği onurunun geri verilmesiyle- anlam kazanabilir. Yaşamdaki incelik estetik yoluyla görülebilir ve dışsal bir avuntuya ihtiyaç kalmadan yaşam değerli kılınabilir.

Son olarak Nietzsche’nin “Ve dans ederken görülenler, müziği duyamayanlar tarafından deli sanıldı” sözünden de anlaşıldığı gibi belki de asıl denenmesi gereken müziği duyamayanlara rağmen; bu hayat dolu, hayat dolu olduğu kadar da trajik olan müziği duymaya, bu müzikle dans etmeye ve bu yolla varolmaya çalışarak yaşamımızı anlamlandırma cesaretini göstermektir.



1. Adım Yazısı 

"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri

ZORUNLULUĞUN DANSINDA ÖZGÜRLEŞMEK

Özgürlük felsefede uzun süreler tartışılmış, üzerinde farklı fikirler ve görüşler olan bir konudur. Bu çeşitlilik çok normaldir çünkü felsefedeki “Ben kimim?”, ” Neden varım?”, “Hayatımın anlamı ne?” gibi çok önemli sorular özgürlük kavramına bağlı anlam kazanıp bu kavram dahilinde yanıtlanmaktadır. Ben ise özgürlük konusunda düşünüp taşınan filozoflardan, Spinoza ve Nietzsche’nin fikirlerinden yola çıkarak “Özgür İnsan” kavramını inceleyeceğim.

Spinoza, kendi doğasında var olma ve eyleme özelliğinin sadece Tanrıya -Her biri ezeli-ebedi ve sınırsız özünü ifade eden sıfatlardan ibaret olan töz.- ait ve mutlak özgürlüğün de ona özgü olduğunu söyler. Çünkü özgürlük, kendi doğasından zorunlu olarak var olan varlık olma şartını içerir (Ethica I. Bölüm XI. Önerme). Ayrıca Spinoza, çevremizde olan biten her şeyin birer nedeni olduğunu yani evrenin deterministik olduğunu öne sürer. Bu iddianın aksini ispatlamak oldukça zordur ve henüz tam olarak yapılamamıştır. Bu bağlamda insanın görece “özgürleşebilmesi” için fark etmesi gereken ilk şey bu dışsal nedenlerin onun iradesini ciddi ölçüde etkileyip belirlediğini anlamak olmalıdır. Ve burada “anlamak” çok önemlidir, çünkü insan bir noktada esiridir anlayamadıklarının: Neden üzüldüğünü, neden sevindiğini, neyin ona haz verdiğini, neyin ona zarar verdiğini, neden korktuğunu, neden öyle hissettiğini, neden öyle davrandığını, neden onu yaptığını… Bu esaret öyledir ki bunu sorgulamamış bir bireyde sadece gündelik şeylerin etkisiyle iniş-çıkışlar ve sadece dışsal nedenler kaynaklı edilgen üzüntüler ve tanımlanamamış nevrozlar, hüsranlar görülebilir. Bu insanların aynı hataları tekrar tekrar yapıp hala anlayamadığı, deneyimlemediği durumları anlamakta zayıf kaldığı görülebilir. Yani bu durumda kişinin hüznü ve sevinci anlayamadığı, tanımlayamadığı ve bu yüzden de aşamadığı edilgen duygulanışlardan süregelir. Spinoza açısından insan ancak düşünerek, anlamaya çalışarak, sorgulayarak “özgür”leşebilir. Ayrıca burada kişinin anlayarak “bilge”leşmesi olası imkanlarını arttırdığından değil de imkânsız olanları eleme imkanını sağladığından ötürü hüsrandan kaçınmayı sağlar. Yani olması istenmeyen durumların tespitinin kolaylaşması söz konusudur.

Nietzsche de benzer bir açıdan dışsal nedenlerin, sosyal-kültürel çevrenin, düşünme kapasitesinin özgürlüğü etkileyeceğini görür ve Böyle Söyledi Zerdüşt’te Deve-Aslan-Çocuk metaforlarıyla bu duruma da değinir.

Nietzsche’nin “deve” derken kastettiği şey içinde bulunduğu toplumun değerlerini sorgulamadan kabul etmiş, dindar, aykırı düşünemeyen, kendi yolunu çizemeyen, sadece ona yüklenenleri taşıyan bir sürü insanıdır. “Aslan” ise ona yüklenen değerleri kabul etmeyen, başkaldıran, asi, eleştirel, içinde bulunduğu toplumun değerlerini yıkan insanı sembolize eder. Ancak Nietzsche’ye göre “Aslan” insan için son basamak değildir, “Aslan” özgür olmak için bir “Çocuk” olmalıdır. Burada “Aslan”dan “Çocuk”a geçiş en başta şaşırtıcı görünse de anlaşıldığında oldukça manidardır. Nietzsche’nin “Çocuk” diyerek anlatmaya çalıştığı şey hayatını bir çocuk gibi yapmak ve bir çocuğun oyun oynayışı gibi eylemektir: Bir çocuk sadece oyun oynamak istediği için oyun oynar, birisi ona oyun oyna dediği için değil. Onun oynayışında bir belirlenmişlik, bir dışsal ilke aramak yersizdir. Bir çocuk önce oyuncaklardan bir şey yapar sonra ise o şeyi bozup yerine başka bir şey yapar. Çocuğun yıkışı yeniden yaratmak içindir ve çocuğun yaratışı da edilgen bir şeylerden dolayı değildir, çocuk bilinçli olmasa da yapmak istemediklerini yapmıyordur. Yani “Aslan” yıktıklarının yerine yenilerini koyup “Çocuk” olmaya yol alamadığında özgür olamayacaktır. Burada Nietzsche’nin Herakleitos’tan etkilendiği de görülebilir, Herakleitos da Tanrıyı kendi kendine oynayan bir çocuğa benzetmişti.

Deve-Aslan-Çocuk metaforunda “Deve” özgür değildir çünkü içinde bulunduğu sistemin bir elemanıdır. “Aslan” özgür değildir çünkü sadece isyan etmiş, sadece yıkmıştır bu yüzden o da yıkıntılar arasında olmamayı seçememiştir, yeni bir değer üretememiştir. Yani “Deve” ve “Aslan” farklı yönlerden de olsa içinde bulunduğu şeylere karşı edilgen kalmışlardır, neyi yapmak istemediklerini seçememişlerdir. “Çocuk” ise özgürdür çünkü çocuk yapmak istemediklerini yapmayarak, yıktıktan sonra yeniden yaparak etkin biçimde eyleyendir. Burada çocuğun eylemini dansa benzetiyorum: Çünkü dansta da bir belirlenmişlik, bir edilgenlik yoktur. Her hamlede bir önceki bozulur ve yerine yenisi gelir. Bu bağlamda imgesel bir ifadeyle özgür olmak isteyen insanın, zorunluluğun dansında özgürleşebileceğini söylemek isterim.

Görülebileceği gibi Nietzsche anlaşılmadığı taktirde bir nihilist gibi gözükse de o aslında sadece var olan nihilizmin bir habercisidir. Ayrıca onun felsefesinde hiçbir zaman “Değerleri yıkalım.” (Ve duralım) yoktur o “Değerleri, yerine daha yücelerini koymak üzere yıkalım. Yaratmak için yok edelim.” dercesine yazmıştır.

Son olarak, Spinoza ve Nietzsche’nin bahsettiği bu “özgürlük” kavramlarının beraber düşünülüp yorumlanması ile ortaya çıkan anlayışın oldukça kıymetli olduğu kanısındayım: Özgürlük insanın ben bunu istiyorum ve yaptım demesi değildir. İnsan ancak kendi zorunlu doğasının ve bedenselliğinin getirdiklerinin farkında olup bunları anlayıp bu anlayışla içinde bulunduğu sürünün değerlerinden sıyrılıp kendi değerlerini yaparak, kendini tanıyarak özgürleşebilir. Çünkü felsefe yolda olmaksa “ev”den ayrılmadan “yol”a çıkamaz, kendinizi tanımadan “yol”da kalamazsınız. Bu noktada ise insanın özgürlüğü istediği yapmak değil yapmak istemediklerini yapmamasından, yani edilgen olmaya karşı çıkıp etkin biçimde eylemesinden süregelir.

Hiç yorum yok: