2 Haziran 2025 Pazartesi

Efe Gömceli/ Şevkiye Özel Fen Lisesi / Denizli / DüşünYaz 11 Türkiye Yedincisi

 


Final 
Yazısı 

“Yalnızlık, düşünmenin koşuludur; ama izolasyon, düşünmenin yokluğudur. Totaliter iktidar, insanları yalnız bırakmak istemez, onları izole eder — çünkü düşünen bireyler değil, yalnızca izole edilmiş bireyler boyun eğer.”

— Hannah Arendt, "Totalitarizmin Kaynakları"

TOTALİTER İKTİDARLARIN BAŞ DÜŞMANI ÖZGÜR DÜŞÜNCE

Dünya tarihinde birçok totaliter iktidar olmuş ve bu iktidarlar tek bir şeyi hedeflemişlerdir. “İktidarlarını ömürleri yettiğince sürdürmek” Bu sebeple ilk önce iktidarların yapısına bakmamız gerekir. Devlet kavramı belli bir insan topluluğunu bir arada toplar ve onları bir arada tutmayı hedefler monarşi gibi rejimlerde iktidarlar tüm gücü ellerinde barındırırlar ve bu gücü istedikleri gibi kullanırlar demokratik rejimlerde ise işler değişir dolaylı demokrasilerde halk yönetme gücünü hükümet dediğimiz bir erke verir ve bu erk halk adına devleti yönetir. İşte biz tam olarak totaliter rejimlerle bu bölümde karşılaşırız “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” sözünde de dendiği gibi. Yani iktidarlar gücünü korumak ister ki iktidar gücünün getirdiği nimetlerden faydalanabilsin ve faydalanabilmek için her yolu dener. İktidarların talepleri; iktidarlar demokratik rejimlerde seçim veya darbelerle değiştirilebilirler monarşi tipi rejimlerde ise iktidarlar devrimle yıkılırlar. İktidar devrim olması veya halkın fikrini değiştirmesini istemez onu bir kere başa getiren veya kabul eden halkın sürekli kendilerini seçmesini isterler ki iktidarın nimetlerinden faydalanabilsinler. “Çoğu zaman bu nimetler maddi veya nüfuz gücü olarak karşımıza çıkarlar”

Devrimler nasıl oluşur ya da daha genel bir soruyla halkın fikirleri nasıl değişir, nasıl değiştirilir. Burada karşımıza aydınlanma kavramı gelir halk veya halktan kimseler ideal bir devletin ve ideal sistemlerin yapısını talep eder. İdeal devlet ne mi? Ahlaki, adaletli, düzenli bir devlet yapısı esasında (yani toplumda ideal devlet görüşü bu şekildedir). Aslında halkın bunu anlaması zor değil totaliter iktidarlar devletlerin dinamiklerini kendi veya kendi zümrelerinin lehine kullanırlar buysa halkın kalan kesiminin ekonomik, hukuki ve hayati bakımdan zarar görmesine sebep olur ve doğal olarak “sözde” devlet tarafından teminat altına alınmış haklarını talep ederler. Ancak iktidarlar bu talebin önüne geçmenin bir yolunu bulabilir işte o yolsa halkı birbirinden, devletinden ve kendisinden bihaber hale getirerek bir şey bilmemesine doğal olaraksa düşünmemesini sağlamak olur. O zaman şuna bakalım insanlar nasıl düşünür veya nasıl aydınlanır. Konuda da dendiği gibi “Yalnızlık, düşünmenin ön koşuludur” ancak bu bahsedilen yalnızlık asosyallik bağlamında değil fikri açıdan bir sürünün parçası değil tek bir parça olmaktır. İnsanlık tarih boyunca sürü psikolojisi dediğimiz kavramı aşamamış ve kendi fikirlerini bulmak yerine genelin, sürünün fikirlerini kabul ederek beraber hareket etmeyi tercih etmiş ve zamanla sürünün içinde eriyip giderek bir bütünün parçası olmuştur. Yani insanlar kendi fikirlerini savunmak yerine genelin veya birkaç kişi tarafından ortaya atılıp genele yayılan fikirlere uymuş ve bu yüzden de kendi fikirlerini oluşturamamış, sürüyü takip etmiştir düşünceleri özgür değil belli bir yapıya bağlı kalmıştır. Bizim yalnızlıktan kastımız kendi fikirleri olan ve bir sürünün parçası olmaya çalışmayıp kendi fikirlerini üreten ve bu sayede de yeni fikirler üreterek sürekli gelişen bireylerdir. “yani fikirlerince özgür olan hiçbir topluluğa fikren bağlı kalmayan”. Yeni fikirler bize yeni kavramlar, yeni sistemler kazandırır bu sayede devlet üzerinden örnek verecek olursak devlette işlemeyen sistemlerin fark edilmesi ve bunlara alternatif sistemler oluşturulmasını sağlar. Totaliter iktidarlar da bunu istemezler çünkü devlette işlemeyen sistem veya sistemlerin işlememesine sebep olanlar kendileridir; ideal devletlerde devlet halkı teminat altına alarak halk temelli bir sistem anlayışı benimser. Bunun sebebi ise devletin temel varlık sebebinin halkı bir arada toplamak ve onu kapsamak olmasıdır. Halk devletin temelini teşkil eder. Totaliter iktidarlar devletin dinamiklerini halk için kullanmak yerine kendi çıkarları için kullanırlar ve bu da ideal devlet kavramına ters olarak devletin belli bir kişi veya zümreyi kapsamasına ve onun menfaatleri için hareket etmesine sebep olur. Fikren yalnız veya daha anlaşılabilecek bir kavramla tabir edersek fikren özgür insanlar, bu sistemin sıkıntıları için çözüm yolu bulabilirler bu yüzden kendilerinin menfaatleri için totaliter iktidarlar insanların fikirlerini kısıtlayarak “yani izole ederek” onların bu sorunlara çözüm üretmelerini engellerler. Peki izolasyon ne? İzolasyonun amacı halkı bir sürüye mahkum etmek ve iktidarın o sürünün çobanı olmasını sağlamaktır. İzolasyon, öncelikle halkın öğrenmesini kısıtlar “halk ne kadar az bilirse o kadar az görür ve bu sayede iktidarın yaptıkları görünmez olur” daha sonra ise onu kısıtlar “kendileri ve zümrelerinin menfaatleri için kullandıkları devlet halkı kapsayamaz ve bu yüzden halk daha kısıtlı bir alanda hareket eder.” Yani halkın devletin içine girmesini işleyişi ve yapılanları görmesini engeller insanlar devlette olanlardan izole olur. 

İnsanın en temel özelliklerinden biri de düşünmektir. Totaliter iktidar resmen Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” sözüne karşın halkın düşünmesini engelleyerek aslında bir nevi halkı yok eder bu sayede de devleti kendi çıkarları için kullanır. İnsanların düşünmesi engellenerek sistemden kopartılırlar ve tam manasıyla bilmeyen, düşünmeyen insanlar sürüye dönüşür ve çobana (iktidara) boyun eğerler. Totaliter iktidarlar sadece bunu da yapmazlar aynı şekilde halkı yanlarına çekerler çünkü ne kadar o sürünün çobanı olsalar da sürünün desteğini almaları gerekir ve albenili bir lider figürü sunarlar birçok “ideal hükümdar” kavramı gibi aslında halkın aklını çelerek çoğu zaman hitabet yetenekleriyle adaletli, ahlaklı bir lider imajı çizerler ki bu da halkın iktidara güvenmesini sağlar iktidara güvenen halk iktidarın yaptıklarını en başta kabul eder çünkü halk iktidarı kendisi seçmiş veya kabul etmiştir ancak bu güçle beraber iktidar halkın fikirlerinin değişmesini engelleme yoluna gider. Bu konuda bir örnek vermemiz gerekirse verebileceğimiz en iyi ve en etkili örnek Fransız ihtilali olur; dönemin Fransa kralı ve zümresi ülkenin kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmışlar ve halkı giderek izole hale getirmişlerdir ancak devrim için gereken bir kavram vardı, aydınlanma. Hesaba katılmayan şey Fransız düşünürlerdi halk çoğu kesimleriyle düşünürlerin fikirlerini kapsadı ve sonunda sistemde sorunu gördü. Bunun sonucunda ise Fransız ihtilaliyle beraber o sorunlar “Fransa hanedanı ve zümresi” giderilmeye çalışıldı. Bu örnekle beraber devletin bünyesindeki halkı iki kesime ayırırız yönetenler ve yönetilenler. Yönetenlerse dönem dönem değişmekle beraber totaliter iktidarlar ve halkın faydasını gözeten kullanacağım tabirle ideal iktidarlar olarak iki farklı karaktere sahiptir. Yönetilenlerse yine dönemsel olarak değişmekle beraber tam yönetilen “yani sorgulamayan devlete ve erklerine boyun eğmiş kişiler” ve yönetime müdahale edenler “bunlar bahsettiğimiz aydın sınıf olmakla beraber devlet yönetiminde bulunmasalar da devlette bulunan sorunların farkında olan yani sorgulayan ve devlet kavramının teminatındaki haklarını korumaya çalışan, talep eden kişiler” olarak iki karaktere ayrılır. Aydın kesim özellikle totaliter iktidarlar tarafından hoş karşılanmaz çünkü bu kesim sadece kendi haklarının değil tam yönetilen diğer kesime de haklarının gasp edildiğini anlatır. Aydın kesimin amacı devleti ideal bir iktidarın yönetmesini sağlayarak devletin ideal olma özelliğini kazanmasını hedeflemektir.

Bahsettiğimiz bu aydın kişiler kendilerinin de olduğu gibi halkın fikren özgür olmasını hedefler çünkü bir sürünün parçası olanlar hiçbir zaman kendisi olmazlar ve kendisi olamayanlarında varlıklarından söz edemeyiz. Totaliter iktidar halkı bir kalıba sıkıştırarak onların kendileri olmalarını, düşünmelerini engeller ve bu yüzden kişiler asla birey olamazlar onlar bir bütünün parçası olur ve o bütün iktidarın elinde savrulmaya diğer bir tabirle sürü çobanın gösterdiği yöne gitmeye mahkum olur. İzole edilmiş insanlar birey olarak var olamaz ve iktidarında istediği gibi kolayca yönlendirilirler. Bahsettiğimiz gibi albenili bir lider figürü sunarak iktidarlarını devam ettirir ve devletin kaynaklarından faydalanırlar. İnsan doğası gereği bir sürünün içinde bulunur fakat bu demek değildir ki sürünün gittiği yöne gitsin. Her insan fikirleriyle ayrışarak yeni kapılar açar ve bu kapılar dünyanın ideal bir nitelik kazanmasına katkıda bulunur. Devletlerin oluş biçimi de insanları bir çatı altında toplayarak sosyal nitelikte olan insanları doğadaki zor koşullardan ayrıştırarak şartları kolaylaştırmaktır, yani devletlerin oluş biçimi gereği halkı kapsaması gerekir. Totaliter iktidarlar bunu yapmayarak devletin kendilerini kapsamasını sağlar ve bunun sonunda ise her geçen gün daha ağır sıkıntılar çekse de totaliter iktidarın altında ezilen halk ve heybesini dolduran iktidar oluşur.

Antik Yunandan beri karşımıza çıkan ideal devlet kavramı birçok filozofun bahsettiği ideal hükümdarlarla perçinlenir. Platonun ideal devleti ne kadar aristokratik bir devlet olsa da filozof krallar yetiştirir ve devletin aydın kişilerce yönetilmesini söyler. Bu kişilerin kendi sistemlerini ve fikirlerini geliştirerek en doğru çözümü sunacağına inanır Platon. Totaliter iktidarlar ise bu kişilerin kendilerinin iktidardan düşmesine sebep olabilmeleri veya onların iktidarlarını alabilmelerine karşın bu kişilerin yetişmesini kökten engellemeyi hedefler. Fikren özgür olan bu kişiler devletin ve halkın da özgür olmasını isterler devletin totaliter bir erke bağlı kalması yerine ideal bir devletle tüm halkın özgürlüğünü hedeflerler.

Sonuç olarak, düşünmek tarih boyunca insanın en temel özelliği olmuş ve birçok düşünür insanın diğer canlılardan ayrılmasının sebebinin düşünmesi olduğunu iddia etmiştir. Totaliter bir iktidar insanın bu en temel özelliğini yitirmesini sağlayarak onu bir sürü gibi yöneterek devleti de kendi çıkarları için kullanmayı hedefler. Yalnızlık düşünmenin koşuludur çünkü insanlar ortak bir usa (akla) değil bireysel bir akla sahiptir ve insan eğer bir sürü gibi hareket ederse bu bireysel olan bu aklı kullanmaz ve sürüyle hareket eder bu da sorunların sürü içinde görünmez olmasına sebep olur. İzole edilirse bilgiye ulaşamaz ve bilmediği, görmediği şeylere karşı da adeta zifiri karanlıktaki bir tavuk gibi hareket edemez ve olduğu gibi kalır oysa yalnız bireyler bu karanlıktaki bir yarasa gibi o karanlıktan etkilenmez ve daima ilerler. Totaliter iktidar o karanlığın ta kendisi ve sebebidir, iktidar bu karanlıkta halkın yolunu bulmasını istemeyerek devletin aydınlığını (kaynaklarını) kendisi kullanır ve halkı mümkün olduğunca izole eder fakat yalnız bireyler “daha sağlıklı bir tabirle düşünen bireyler” bu karanlıkta yollarını bularak hem karanlıkta yolunu bulamayanlara yardım eder hem de karanlığın kaynağını bularak aydınlığı tekrar getirmeye çalışır. Tarih boyunca birçok totaliter iktidar bu aydınlığı kendileri kullanmak için bu yola girişmiş ve bu yolda ortaya çıkan karanlıkta yolunu bulabilen kişilerce veya o kişilerin diğerlerinin de yolunu bulmasını sağlamasıyla devrilmiştir. Gücün yozlaştırdığı bu iktidarlar her seferinde daha çok önlem almış ancak bilgiye ulaşanlar tarafından devrilmiştir her totaliter iktidarın yıkılmasının en büyük sebebi her zaman karanlıkta yolunu bulanların ideal devleti anlamlandırması ve ideal devletin gerekliliklerini anlatmasıyla olmuştur. Bilgiden izole edenler her zaman düşünenler tarafından yıkılmış özgür düşünceyle bilgi ortaya çıkmış ve bir el feneri görevi görerek o karanlıkları aydınlatmıştır.



2. AdımYazısı 

"Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir." Montesquieu, kanunların Ruhu Üzerine

ZULME GİDEN İNCE ÇİZGİ

Montesquieu’nün “Adaletin olmadığı bir erdem, zulme dönüşebilir.” sözü, yalnızca ahlaki bir uyarı değil, aynı zamanda insanlık tarihine yön veren erdem kavramının içsel gerilimlerini ve sınırlarını açığa çıkaran felsefi bir bildiridir. Bu söz, bizi yalnızca iyi niyetin değil, adil eylemin esas olduğunu hatırlatan derin bir çağrıdır. Çünkü erdemin kendisi, mutlak ve masum bir kavram değildir; yanlış ellerde, yanlış koşullarda, yanlış niyetlerle birleştiğinde dönüştüğü şey, çoğu zaman iyilik değil, baskı, şiddet ve nihayetinde zulümdür. Peki, adaletin olmadığı bir dünyada iyilik ne ölçüde iyidir? Ve daha da önemlisi: Adaletsiz bir düzende erdemin anlamı var mıdır?

Erdem, felsefe tarihinde çoğunlukla bireyin ve toplumun ruhsal olgunluğuna ulaşmasında yol gösterici bir pusula olarak tanımlanmıştır. Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik” adlı eserinde erdemi, “iki aşırılık arasında bulunan altın orta” olarak belirler. Bu tanım, bireyin ölçülü, dengeli ve akıl rehberliğinde hareket etmesini öngörür. Ancak Montesquieu, bu geleneğe keskin bir müdahalede bulunur: Ona göre erdem, adaletle desteklenmediği takdirde sadece bir yanılsamadır hatta çoğu zaman, bir tahakküm aracıdır. Erdemin içsel yapısı, eğer adaletin terazisiyle sınanmazsa, ahlaki meşruiyetini kaybeder. Çünkü gerçek erdem, yalnızca kişinin niyetinde değil, aynı zamanda o eylemin toplumsal ve etik sonuçlarında saklıdır.

Cesaret adaletsiz bir düzlemde cesaret değildir; zorbalığın maskesidir. Sadakat, eğer adaletle çerçevelenmemişse, köleliğin kibar bir biçimidir. Fedakârlık, adaletsizliğe boyun eğmekle karıştığında, insanın onurunu erozyona uğratır. Ölçülülük, zalim bir sistemin karşısında sessizlikle birleştiğinde, zulmü meşrulaştıran pasifliğe dönüşür. Bu nedenle erdem, kendiliğinden bir “iyi” değildir; ne zaman, kimin için ve hangi sonuçla uygulandığına göre anlam kazanır ya da yozlaşır.

Bu bağlamda adalet, tüm erdemlerin üzerine kurulması gereken etik ve varoluşsal temeldir. Platon’un “Devlet” adlı eserinde yer alan adalet tanımı, yalnızca hukuk düzenine değil, ruhun içsel mimarisine de yöneliktir. Platon’a göre adalet, bireyin ruhunun üç unsuru akıl, istek ve cesaret arasında uyum sağlamasıyla ortaya çıkar. Toplumun da birey gibi, farklı yetilere sahip bireylerin adil bir şekilde rollerini üstlenmesiyle ideal düzene ulaşacağına inanır. Buradan hareketle adalet, yalnızca dış dünyadaki düzenin değil, içsel ahlaki yapının da dengesini belirler. Erdemin haklılığı da bu dengede, bu uyumda, bu adil dağılımda gizlidir.

Fakat tarih boyunca, bu uyumun yok sayıldığı, adaletin bastırıldığı ve erdemin bir ideolojik örtüye dönüştüğü sayısız örnekle karşılaşırız. Ortaçağ Avrupa’sında Engizisyon mahkemeleri, Tanrı adına hareket ettiğini iddia ederek binlerce insanı işkenceye maruz bıraktı. Fransız Devrimi'nin ilkelerine bağlılık adı altında yapılan giyotin infazları, bir ideali kurtarmak için erdem adına işlenen zulümlerdir. 20. yüzyılın totaliter rejimleri, halkın iyiliği, toplumun selameti, sınıfsız bir dünya gibi “erdemli” idealleri öne sürerek bireysel hakları yok saymış; adaletin yerine otoriteyi koymuşlardır. Bu noktada Montesquieu’nün uyarısı, tarihin gövdesinde yankılanan etik bir çan gibi çalmaktadır: Erdem, adaletle temellenmediğinde; sonuçta en yüce niyet bile en derin yıkımı getirebilir.

Montesquieu’nün “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı başyapıtında savunduğu görüş, yasaların yalnızca biçimsel yapılar olmadığı, onların altında bir ruh yani adalet bulunduğu fikrine dayanır. Yasalar, eğer adaletin değerlerine, toplumun etik dokusuna, insanın vicdanına uygun değilse, yalnızca bir zorbalık aracına dönüşür. Adaletin ruhu, yazılı kuraldan ziyade, insanın içsel sezgisine ve toplumsal ahlakına dayanır. Bu bağlamda, bir eylemin ya da düşüncenin erdemli olup olmadığını belirlemenin ölçütü, onun ne kadar “iyi niyetli” olduğu değil; ne ölçüde adil olduğu olmalıdır.

Felsefi açıdan bakıldığında, bu mesele Immanuel Kant’ın kategorik imperatif kavramıyla da yakından ilişkilidir. Kant’a göre ahlaklı bir eylem, yalnızca evrenselleştirilebilir ve başkalarının haklarını ihlal etmeyen bir ilkeye dayanıyorsa değerlidir. Eğer bir erdem, başkalarının özgürlüğünü, onurunu ya da yaşam hakkını yok sayıyorsa, o artık erdem değildir sadece ahlaki bir aldatmacadır. Benzer şekilde, Hannah Arendt’in “banal kötülük” kavramı da, bireyin emirler uğruna sorgulamadan “erdemli bir görev” yaptığını sanarak zulme ortak olabileceğini gösterir. Görüyoruz ki, erdem, kendi başına yüceltilmemeli; adaletin ışığında sınanmalıdır.

Sonuç olarak, adaletten yoksun bir erdem, ne kadar yüce görünürse görünsün, sonunda baskıya, sessizliğe ve yıkıma hizmet edebilir. Erdemin görkemi, adaletin terazisinden geçmediği sürece, bir yanılsamadan ibarettir. Montesquieu’nün sözleri, günümüz dünyasında daha da anlam kazanmaktadır; çünkü günümüzde de pek çok kişi ve yapı, ahlaki üstünlük iddiasıyla hareket etmekte, ancak adaletin temel ilkelerini yok saymaktadır. Bu nedenle sorulması gereken soru şudur: Erdemli görünmek mi, yoksa gerçekten adil olmak mı daha değerlidir?

Belki de insanlık için en hayati görev, iyi görünmekten ziyade adil kalabilmeyi başarabilmektir. Çünkü adaletin olmadığı bir yerde, erdem bile, en nihayetinde yalnızca bir gölgeye dönüşür ve bazen o gölgenin ardında, en karanlık zalimlikler gizlenir.



1. Adım Yazısı 

"Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır." Jean Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri

İRADELERİN DİRENİŞİ: ÖZGÜRLÜK

Jean-Jacques Rousseau’nun Yalnız Gezenin Düşleri’nde dile getirdiği, “Özgürlüğün, insanın canının istediğini yapması demek olduğuna hiçbir zaman inanmadım, özgürlük daha çok yapmak istemediğini yapmamaktır,” sözü, özgürlük kavramına dair derin bir felsefi tartışmanın kapısını aralar. Bu cümle, özgürlüğü salt bir eylemsellik meselesi olarak değil, aynı zamanda bir direniş, bir bilinç ve bir irade meselesi olarak ele alır. Peki, Rousseau’nun bu tanımı bize ne söyler? Özgürlük gerçekten de istemediğimiz şeyi yapmamak mıdır? Bu soru, özgürlüğün hem bireysel hem de toplumsal boyutlarını anlamak için bir başlangıç noktası sunar.

Özgürlük nedir? Ne kadar özgürüz? Özgürlüğümüzün bir ölçütü var mıdır? Bu sorular, insanın doğasını, onun sınırlarını ve içinde yaşadığı dünyayı anlamamıza yardımcı olur. Özgürlüğü yalnızca fiziksel sınırlarla değerlendirmek yeterli değildir; gerçek sınırlar, insanın düşüncelerinde, inançlarında ve kararlarında saklıdır. İşte bu noktada, insanın ne olduğunu sorgulamak gerekir. İnsanı tanımlamak, onu anlamanın ilk adımıdır. Kant’a göre insan, aklı sayesinde dış dünyayı anlamlandıran bir varlıktır. Spinoza ise insanı, doğadaki diğer varlıklardan farklı olmayan, yalnızca var olmak için var olan bir canlı olarak görür. Oysa insan, varlık ile yokluk arasında duran, hikâyenin en karmaşık noktasında yer alan bir varlıktır. Bu yüzden insanlar öyküler romanlar yazarlar bu karışıklığı biraz olsun hafifletmek için çünkü o öyküyle insan anlar ki tek karmaşık kendisi değildir. İşte insanın hayatına tam bu noktada özgürlük kavramı girer. İnsanlar çoğu yönüyle birbirinden farklıdır fikirleri ve görünüşü hatta sorduğu sorular ve verdiği cevaplarla bile insanlar farklıdır özgürlük ise bu farklılıkları en yüksek oranda kapsayarak bir toplum oluşturmayı hedefler. İnsan doğada sosyal bir varlık olup toplum denen kümenin içinde yer alır.  Doğa, insanı fiziksel sınırlarla kuşatırken; toplum yasalar, gelenekler ve normlarla sınırlandırır. Peki, birey gerçekten özgür müdür? Eğer özgürlük, herhangi bir zorlamaya maruz kalmadan seçim yapabilmekse, bu anlamda ne kadar özgür olabiliriz? Toplum içinde doğmuş ve yetişmiş bir insan, gerçekten bağımsız seçimler yapabilir mi, yoksa yaptığı seçimler kaçınılmaz olarak içinde bulunduğu toplumun ve geçmişin bir sonucu mudur? Tabii Rousseau bize özgürlük için ek bir tanım daha yapar. Rousseau’nun özgürlük tanımı, öncelikle insanın iradesine vurgu yapar. İnsan, canının istediğini yapmakla değil, istemediğini yapmamakla özgür olur. Bu, özgürlüğü salt bir dışsal eylem olarak değil, içsel bir bilinç durumu olarak da ele alır. Özgürlük, sadece fiziksel engellerden kurtulmak değil, aynı zamanda içsel baskılara, toplumsal normlara ve hatta kendi arzularımıza karşı bir direniştir. Bu anlamda özgürlük, bir tür özdisiplin ve özfarkındalık gerektirir. Ancak burada şu soru ortaya çıkar: İnsan, gerçekten de istemediği şeyi yapmamakta özgür müdür? Ya da başka bir deyişle, insanın istemediği şeyi yapmaması, onun özgür olduğunu mu gösterir? Bu soru, özgürlüğün sınırlarını ve koşullarını sorgulamamıza neden olur. Örneğin, bir insan istemediği bir işte çalışmıyorsa, bu onun özgür olduğunu mu gösterir? Yoksa bu durum, onun başka türlü bir baskı altında olduğunu mu işaret eder? Bu noktada, özgürlüğün ölçütü olarak hem bireysel hem de toplumsal boyutları devreye girer.

İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır ve toplum içinde var olur. Toplum, bireye bir kimlik kazandırırken, aynı zamanda onu sınırlandırır. Yasalar, gelenekler, normlar ve hatta dil, bireyin özgürlüğünü şekillendirir. Rousseau’nun sözü, bu bağlamda, toplumsal sınırlamalara karşı bir direniş çağrısı olarak da okunabilir. Özgürlük, toplumun dayattığı normlara boyun eğmemek, istemediğimiz şeyi yapmamakla mümkün olabilir. Ancak burada bir paradoks ortaya çıkar: Toplum olmadan birey var olabilir mi? İnsan, toplumun bir üyesi olmadan kendi kimliğini inşa edebilir mi? Bu sorular, özgürlüğün toplumsal boyutunu anlamamızı zorlaştırır. Toplum, bireyin özgürlüğünü sınırlandırırken, aynı zamanda ona bir kimlik ve anlam da kazandırır. Bu yüzden, özgürlük, toplumla olan bu karmaşık ilişki içinde anlam kazanır. Rousseau’nun özgürlük tanımı, özgür irade ve determinizm tartışmasına da ışık tutar. Determinizm, evrendeki her olayın önceden belirlenmiş bir nedensellik zinciri içinde gerçekleştiğini savunur. Bu görüşe göre, insanın yaptığı her seçim, geçmişte yaşadığı deneyimler, içinde yetiştiği toplumun normları ve hatta genetik yapısı tarafından belirlenir. Eğer determinizm doğruysa, özgür irade bir yanılsamadan ibarettir. İnsan, kendisini özgür sanır, ancak aslında yaptığı her seçim, önceden belirlenmiş bir dizi nedensel ilişkinin sonucudur.Ancak Rousseau’nun özgürlük tanımı, bu görüşe meydan okur. Eğer özgürlük, istemediğimiz şeyi yapmamaksa, bu, insanın kendi iradesiyle hareket edebileceğini gösterir. Bu, determinizmin katı kurallarına karşı bir direniştir. İnsan, kendi bilinci ve iradesi sayesinde, kendi seçimlerini yapabilir ve bu seçimlerin sonuçlarına katlanabilir. Bu anlamda, özgürlük, insanın kendi kaderini belirleme gücüdür.

Rousseau’nun sözü, özgürlüğün bir sorumluluk olduğunu da hatırlatır. Sartre’ın da belirttiği gibi, insan özgür olmaya mahkumdur. Bu, insanın her durumda bir seçim yapmak zorunda olduğu ve bu seçimlerin sonuçlarından sorumlu olduğu anlamına gelir. Özgürlük, insana sonsuz bir hareket alanı sunmaz; aksine, onu kendi eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşmeye zorlar. Bu yüzden özgürlük, hem bir lütuftur hem de bir yüktür. Özgürlük, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluktur. İnsan, özgür olduğu ölçüde, yaptığı seçimlerin ahlaki sonuçlarını da üstlenmek zorundadır. Bu, özgürlüğün bir bedeli olduğunu gösterir. İnsan, özgür olmak istiyorsa, bu özgürlüğün getirdiği sorumlulukları da kabul etmelidir. Rousseau’nun özgürlük tanımı, insanın varoluşsal sorgulamalarının merkezinde yer alır. Özgürlük, sadece dışsal engellerden kurtulmak değil, aynı zamanda içsel bir bilinç ve irade meselesidir. İnsan, istemediği şeyi yapmamakla özgür olur, ancak bu özgürlük, toplumsal sınırlamalarla, determinizmle ve ahlaki sorumluluklarla iç içedir. Özgürlük, insanın kendi varoluşunu anlamlandırma çabasıdır. İnsan, ne kadar özgür olduğunu sorgularken, aslında kendi sınırlarını, iradesini ve sorumluluklarını da keşfeder. Belki de özgürlüğün gerçek anlamı, bu sorgulamanın kendisinde yatar. İnsan, özgür olmak istiyorsa, önce kendi sınırlarını ve sorumluluklarını kabul etmelidir. Çünkü özgürlük, sadece istediğimizi yapmak değil, istemediğimizi yapmamaktır. Ve belki de gerçek özgürlük, tam da bu bilinçle yaşamaktır.


Hiç yorum yok: