2 Haziran 2024 Pazar

Taylan Özgür Çelik / Özel Sanko Fen ve Teknoloji Lisesi / Gaziantep / DüşünYaz 10 Türkiye Beşincisiü


Final Yazısıo

“Doğdum. Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli. “Ben” dediğimiz şey, dışarıdan gelen ve benden daha öteye gitmeye yazgılı olan yabancı bir madde için taşıt yalnızca.” 
Coccia, E. (2023). Metamorfozlar. Çev. Alara Çakmakçı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 2.

Yüzyıllık Yanlışlık

Verilen bu alıntının anlaşılması için salt bir benlik arayışı eleştirisini irdelemek bizleri tek pencereden bakmaya mahkum ederek yanılgıya düşürür. Bundan ziyade öncelikle insanı maddi insan yani beden ve soyut insan yani tuh olarak ikiye ayırıp buna göre bir inceleme yapmalıyız. Ruh denilen kavramın ne kadar “ben” olduğu ya da “ben” olduğunu kabul etsek de zamanla ne kadar “ben” kaldığı şüphelidir. Bu nedenle ilk olarak bu kavramlara değinmek son derece yararlı olacaktır. İnsanlığın tekillerini meydana getiren bireylerin “benleşme” ya da “benlileştirme” çabalarının bilinç olarak adlandırılan kavramın ortaya çıkışı ile eşzamanlı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Çünkü bilinç bir bakıma irade kavramını beraberinde getirir. Aslında bu iki kavramın da temel noktası ortaktır bu yüzden: Şeyleri ya da kendini kendi özgürlüğü ve iradesiyle şekillendirmek. Peki bu istencin sebebi nedir? Ayrıca bunu başarabilir mi?

Felsefe tarihinin belki de en önemli filozoflarından birisi olan Spinoza özgürlük ve irade hakkında bu “biricik” iradeye sahip bireyleri üzebilecek yargılarda bulunur. Ona göre bu iki niteliği kendisinde toplamış olma fikri kişiyi özgürlükten en çok uzaklaştıran durumdur. Bu konuda somut bir örnek vermek gerekirse yine Spinoza’nın vermiş olduğu bir örneğe bakmalıyız. “Bir taşa irade verseydik taş da kendi isteğiyle düştüğünü sanardı.” Diyerek insanın iradesinin düşmekte olan bir taşa varsayımsal olarak verilen iradeye eşdeğer tutar. Nasıl ki taşın düşmesine sebep olan nedenler varsa kişinin de davranış, hareket ve kararlarında da bunlara benzer etmenler vardır. Bu durumda bu fiilleri meydana getiren kişi iradesi değil etmenlerdir. Bir süre gözlükçülük işiyle de uğraşan düşünür bir bakıma insanın iradeye olan bakışına "gerekli merceği” yerleştirerek doğruyu görmesini sağlar. Benleşme dediğimiz kavrama dönecek olursak aslında benleşme adı altında yaptığımız şeylerin tikelleri değil tümeli irade dışında gerçekleşir. O halde buna benleşme değil etmenleşme dememiz gerekir. Ruhun “ben” olduğunu varsaydığımız durumda, önermenin yanlışlanabilirliği bu şekildedir. Peki bu varsayımı kabul etmeseydik yani ruh, ben olmasaydı ne olurdu? Yazarın da dediği gibi bu tamamen yabancı bir kavram olursa ne olur?

Şimdiye kadar yalnızca benliğin olması durumunda iradenin neden mümkün olamayacağından bahsettik. Asıl konuya dönecek olursak yabancı, kişiye aitliği olmayan bir benliğin niteliğinden bahsetmeliyiz. Spinoza bu bağlamda tekrar karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Panteizm ile ilgili yazılacak bir metinin Spinoza’ya değinmemesi bir hata olurdu. Panteist düşünce dönemin şartları düşünüldüğünde ortaya çıkması pek muhtemel olan bir görüştür aslında. Büyük bir din buhranı Avrupa’yı Ortaçağ ve sonrasında adeta kasıp kavurmaktadır. Ortaçağ’da bir otorite, sonrasında ise başıboş ve insanlara cevap vermekte yetersiz kalan bir kavram halini almıştır. İki dönem için de ortak olan şey ise dini görüş çıkmazına çözümler üretilmek istenilmesi. Her ne kadar Ortaçağ’da otoriter din anlayışı yüzünden çok fazla etkili olamasa da kümülatif din felsefesi için birer kaynak olmuşlardır. Bu fikirlerden birisi de Panteizm’dir. Panteizm bir dini akımdan ziyade dine felsefi bir bakış denilebilir. Zira Panteist kutsal kitabı ya da peygamberleri olmaması yönünden bunu bir din olarak değil din felsefesi olarak ele almak daha faydalı olacaktır. Panteizm genel olarak şeylerin tümünün Tanrı, Tanrı’nın da şeylerin tümü olduğunu savunur. O halde herhangi bir tekilin diğer niteliklerine bakmaksızın onun Tanrı’nın parçası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Aksi takdirde Tanrı evrende yalnızca bir toz zerresinin de kendisi olmasaydı, bir toz zerresine içkin olamayacak bir Tanrı figürü karşımıza çıkacaktı. Bu nedenle felsefi bir paradigma olarak Tanrı’nın her şey olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Ben ya da ruh da bu anlayışa göre Tanrı’nın içkin olduğu şeylerin bir kısmıdır. O halde kesin bir yargıya da varmamız gerekir: Ruh kaybolmaz. Değişir, şekilsel değişimler geçirir ancak kaybolmaz. Eğer Tanrı her şeyse zaten değişim de Tanrı’dır. Bu nedenle değişme niteliği Tanrı niteliği ile ortak paydada buluşur. Buradan yola çıkarak ruhun, insan bedeninin ömrünün ilerisine gideceğini söylemek oldukça yerinde olacaktır. Maddi anlamda insan; toprağa, canlılara bir şekilde ömrünü tamamladıktan sonra karışır. Peki ruha ne olur? Reenkarnasyon yani başka bir bedende tekrar hayat bulma düşüncesi en çok akla gelen fikir olacaktır büyük ihtimalle. Kim bilir belki de doğrudur. Ancak doğru olsa da olmasa da değiştiği kesindir. Bu değişim belki ruhun silgi gibi basit bir nesneye dönüşmesi belki de bambaşka bir kişinin ruhu olmasıdır. Ruhun ölümle beraber yok olacağını iddia edersek, o zaman Tanrı’nın bir parçasının da öldüğünü kabul etmiş oluruz. Lakin parçası ölümlü olan kavramın tümünün ölümsüzlüğü ne derece doğru olabilir? Tanrı’nın içkinliği daralıyorsa, azalıyorsa artık buna içkinlik diyebilir miyiz? 

Her şeyi içermesi yönüyle diyemeyiz. Aksi durumda içkinlik ve daralma kavramları birbiri ile karşı karşıya gelir. O halde ruhun değişime uğrarken yok olmadığı önermesi elimizde kalır. Bu yok olmama halinde kişinin taşıdığı “ruh” ona ait midir? Var olmak için kendisine ihtiyaç duymayan, o öldükten sonra da var olmaya devam eden şey onun aitliğinde midir? Tam olarak bu noktada Panteizm ve Spinoza’nın özgürlük anlayışını felsefi bir kurdele ile bağlamamız gerekir. 

Yukarıda bahsettiğimiz gibi irade dediğimiz kavram aslında bir illüzyon, yanılgıdan ibarettir. Özgürlük de iradeden türeyen bir nitelik ise onun da illüzyon olduğunu söylemeliyiz. İradeye sahip olmak ve ruhun kişinin kendisine ait olduğunu öne sürmesi tam olarak aynı yanılgıdır. Bize ait olduğunu söylediğimiz ruh bize ait olsaydı yine soyut bir kavram olan iradeyi de kendi bünyesinde toplardı. Ancak etmenlere tamamen bağlı olan irade, ruh kişiye aitken etmenlere bağlı olsaydı insanın içinde yaşayan bir kiracı olurdu. Ruh dediğimiz gibi insana “ait” soyutların tümeliyse irade bundan bağımsız olamaz. Bağımsız olduğu önerme yalnızca ruhun da insana ait olmadığı önermedir. Evet, ruh insanın soyut yönleri sandığımız şey olabilir; ancak bu herhangi birinin diğerine içkin olması gerektiği anlamına gelmez. Tanrı parçaları birbirine içkinlik kurmamış olur. Bu nedenle ruh insanın soyut yönleri gibi davranan bir illüzyondur. O aslında bedenden ayrı bir parçadır. Şimdi ise tüm bu anlatılanları detaylıca inceleyelim. 

Doğa felsefesi ile başlayan ve tarihsel süreçte etik, bilgi, siyaset, din gibi birçok alt başlığa ayrılan felsefe ortaya çıktığından bu yana birikim olarak kasasında soruları tutmaktadır. Evrenin kaynağı gibi daha çok pratik bir merak üzerine kurulu sorular zamanla beraber teorik merak içeren ahlak, özgürlük ve etik konusunda sorular doğurmuştur. Ancak buna rağmen ilk sorular son soruların yanında tartışılmaya devam etmektedir. Günümüz ya da buna yakın olan zamanlarda ise her konudan tartışmalar varken, teorik konular daha ön plana çıkmaktadır. Çünkü pratik felsefe bir bakıma bilimlerin ondan sırayla ayrılması ile sorularına tamamen olmasa da cevap alabilmektedir. Teorik sorunlar için ise belki gelecek bir zamanda bu konuda yardımcı olabilecek bir dal çıkacaktır, ancak şuanda felsefe tartışma görevini üstlenen yegane daldır. İnceleyeceğimiz ana problemler de bu teorik sorulardır aslında. Bu sorulardan ilki şeylerin soyutluğudur. 

İlk olarak İdealizm ile bu konunun temeli atılmıştır. Her ne kadar maddi varlıklar konusunda eksik kalsa da soyut olarak varlığın incelenmesi açısından varlık felsefesi için temel kaynaklardan birisidir. Bu düşünce akımını daha çok Platon üzerinden ele almak isterim. İdealizm temelinde varlığın idealardan oluştuğunu yani maddi değil soyut olduğunu savunur. İdeaların da var olabilmesi onların insan zihninde olmasıdır. Burada şöyle bir çelişki vardır: Zihnin kendisi soyut bir kavramdır. O halde idealar grubunun bir üyesidir. Ancak idealar da zihnin içerisindedir. O halde idealar da zihnin bir parçasıdır. Bir kavram kendisini içerene eşit olmadığı sürece onu içeremez. Örneğin masa ideası ile düşünemediğimiz için zihin diğer idealardan farklı bir ideadır. Böylece bu önermenin yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Elbette, o zamanlar matematikte kullandığımız mantık konusu ortaya çıkmadığı için bu konuda eksik kalması doğaldır. Önemli olan da neden yanlış olduğu değil, soyutluktan bahsetmiş olmasıdır. O dönemde insanlık günlük işler, ticaret gibi kavramlarla uğraştığı için soyut, tıpkı diğer insanlar gibi tasvir edilen Tanrı figürleri için bile geçerli değildi. Bu bağlamda günümüze kadar ulaşan bazı konulara öncülük etmiştir. 

Semevi dinler gibi Monoteist dinlerin ortaya çıkışı ile beraber maddi olan insan bedeni ile aynı nitelikte olamayacak varlıkların olduğu kabul edilmeye başlandı. Tanrı, melek, cennet, cehennem algıların ötesinde varlıklar oldukları için somut varlıklar olamazdı. Ortaçağ felsefesi de yalnızca bunlar ve dini buyruklar üzerine kuruluydu. Adeta bir durgunluk hatta gerileme dönemi olsa da, otoritenin zayıflamasıyla daha önce olmayan akımların ortaya çıkmasına neden oldu. Bunlardan birisi Descartes ile felsefe tarihinde yer bulan Düalizm’dir. Bundan önce varlığın yalnızca soyut ya da yalnızca madde olduğu savunuluyordu. Ancak madde düşünemez, soyut da eyleme geçemez. Bu yüzden iki görüşün karşılaştırmasından ziyade birleştirilmesi bu problemleri ortadan kaldırmıştır. Varlık hem madde hem de ideadır. Böylece madde eyleme geçer, soyut ise düşünür. Ancak bu iki kavramı ayrı tözler olarak nitelendirmeye gerek yoktur. Nasıl ki ruhun değişebileceğinden bahsettik, töz de değişip evrilerek hem maddeyi hem de soyutu meydana getirebilir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bunların ikisi de Tanrı’nın birer kısımlarıdır. O halde “töz” olarak adlandırabileceğimiz şey de yine Tanrı’nın kendisidir. Oluşumlar ve değişimlerin tümü de onun niteliğidir. 

İkinci sorumuzu anlamak için Descartes’dan devam edebiliriz. Descartes ulaşmak istenilene şüphe duyarak ulaşabileceğini savunur. Şüphe duyulmayan yanılgılı, illüzyonlu olabilir. Şüphe duymak ve bunları bir kenara itip yanılgılar yığınının içindeki küçük de olsa doğruya ulaşmamızı sağlar. Bizlerin de bu şüpheyi eylemlerin arkasındaki nedenleri sorgulamakta kullanmamız gerekir. Böylece o yığının arasındaki doğru olan etmenlere ulaşırız. Bu nedenle doğru bir şüphe özgür iradenin imkansızlığı hakkında bizleri aydınlatır. BU açıdan Husserl’in paranteze alma yöntemi ile bir benzerlik kurulabilir. İki yöntem de ulaşmak istenilen önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar. Çünkü bu engeller, doğruyu olduğundan farklı gösterebilir ya da tamamen kapatabilir. 

İrade problemi o kadar geniş bir konudur ki edebiyat ve sinemada da çokça değinilir. Özgür iradenin var olma durumunda Gregor Samsa bir böcek olmak ister miydi? Bu onun “iradesi” dışında gerçeklemiştir. Eğer özgür irade etmenlerden bağımsız ise bunu istememesi olayın yaşanmaması için yeterlidir. Ancak sonuç olarak böceğe dönüşmesi onun elinde değildir. Daha sonrasında kabullenmeme hali de yalnızca olanlar karşısında sonuca ulaşmayacak yersiz bir kaygıdır. Kabullenmeme davranışı insanların iradenin olmadığı olaylara açıkça şahit olmasıyla gerçekleşir. Örneğin bir kişi büyüdüğü yer deniz kenarında olduğu için ilerde en sevdiği renk mavi olabilir ancak bunun sebebin belki denize bağlayamaz; ama bir kura çekiminde kazanamamasının onunla ilgili olmadığını anlar ve kabullenmeme yani iradenin olmaması şokuna tepki olan bir davranış gösterir. 

Tüm bunlar gösterir ki ruhun benim dediğimiz en önemli kısmı olan özgür irade var olmayan bir kavramdır. Determinizm akımının özeti de aslında yalnızca bu cümledir. Determinist anlayışla hareket etmek kişinin elinde olmayan sebeplerden ötürü üzüntü, kaygı duymanın yanlış olduğunu onu gösterir. Daha önce açıkladığım üzere bu da bize neden maddi insan ve ruhun bağımsız olduğunu gösterir. Sonuç olarak bu düşünce sistemi ile irade ve ruh konusundaki Yüzyıllık Yanlışlıklar’a çözüm bulunur.

2. Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”   Umberto Eco 

TANRI VİNÇTEN İNMEZ

GİRİŞ

Felsefi yöntemi temeline oturtan düşünce sistemleri ve bunlara içgin olan bireyler felsefenin bir bakıma somut hâle gelen tanımı ve niteliği gereği bilme isteğine sahiptir. Felsefe klişe bir demir kafes hâline gelen “bilgelik sevgisi” tanımına sahiptir. Ancak bu tanım klişe de olsa oldukça yerinde bir değerlendirmedir. Zira felsefe bireylerdeki bilme ve bilgiye ulaşma isteği doğrultusunda ortaya çıkar. Bu kadar bilmek ve bilmek istemek ile özdeşleşen felsefeden bahsettiğimiz takdirde Umberto Eco’nun alıntısı da yerindedir.

Bilmek ve öğrenmek kavramları ilk olarak doğa felsefesi döneminde karşımıza çıkar. Evrenin kendisinden meydana geldiği ana maddeyi, evrenin özünü ya da arkheyi ararken aslında farkında olmadan felsefe kendisi içinde yeni bir dal geliştirmektedir: Bilgi felsefesi. Elinde olmayanı her istediğinde birey ister istemez bir bilgiye başvurur. Bu başvurmuşluk hali bir etkinliğin tarihini öğrenmekten herhangi bilimsel bir bilgiyi öğrenmeye kadar uzanır. Bu noktada amacımız her zaman “bilmeye çalışmak” olmayabilir. Nitekim olması da gerekmez. Ne de olsa felsefe tarihinde her yöntem amaç olarak kullanılmak zorunda değildir. Buna Descartes’ın kullandığı amaç olarak değil araç olarak şüpheyi örnek verebiliriz. O halde bu bilme isteği dediğimiz his de başlı başına bir yöntem olabilir.

KAYGI VE YAPAY ZEKA

Bu bağlamda hem felsefenin hem de bilginin durumu apaçıktır. Peki, saf bir felsefe dışında neden bilmek isteriz? Tek nedeni felsefe yapabilen “hayvan” olmamız mıdır? Elbette ki değildir. Süregelen tarihsel süreçte edindiğimiz bilgiler ışığında söyleyebiliriz ki bizi bilmeye iten içsel nedenlerden bir tanesi de hayatı anlamsız bir uğraş olarak görmemizdir. Bu sonsuz bilgi ve olasılıklar evreninde hayatın anlamı ve amacı da çağlar boyu biriken bilgiler yığınının içinde herhangi bir yerde olması gerektiğini düşünmesi de kişiyi bu yığının bir ucundan altını üstüne getirerek arama haline iter. Bu hâl aslında tam olarak merak duygusudur. Bu anlamsızlıktan bizi kurtaracak olan “cankurtaran” yani bilgiye ulaşmak kişinin bir hedefe ulaşmasını sağlar

Bilmemek de bir o kadar insanı korkutur. Kimi zaman fiziksel, kimi zaman düşünsel, kimi zaman ise etik ve değer olarak bir korku durumu yaratır. Örneğin bir kişiyi gece vakti bir okyanusun içine boğulmayacağını kesin olarak garanti ederek bırakacağımız bir düşünce deneyi kuralım. Kişi en büyük risk faktörü olan boğulma durumunun var olmadığını bilmesine rağmen az ya da çok bir kaygı yaşar. Karanlık, derinlik ya da başka bir neden kişinin her olan biteni bilmesini olanaksız kılar. Olanaksızlık ise her türlü tehdidin kaygı durumunun tek seferde boy göstermesine sebep olur. Eğer karanlık ve derin olduğu için suyun içinde ne olduğunu göremezse oradan gelecek bir tehdide karşı savunmasız kalır. En nihayetinde kişi fiziksel korkunun içinde buluverir kendisini.

Düşünsel olarak tekrar başa dönmemiz gerekir. Zaten temelinde insanı bilmeye iten kuvvetlerden birisi hayatın anlamsız olduğuna karşın verilen uğraştır. Bu nedenle bu anlamsızlıktan kurtulmak isteyip “bilmemek” kişiyi tekrar başladığı anlamsızlık durumuna getirir. Etik olarak ise sonuçlarını bilmedğimiz eylemlerden kaçınma halini örnek verebiliriz. Somutlamak gerekirse, tıp alanında bir aşı veya ilaç piyasaya sürülmeden önce yıllar boyunca güvenli olup olmaması ve yan etkileri hakkında derinlemesine araştırma yapılması gerekir. En nihayetinde söz konusu bir insanın hayatıdır.

Bu nedenle merak birçok açıdan tatmin edilmesi istenen ve çoğunlukla gereken bir durumdur.

Teknoloji açısından bakacak olursak artık bilme isteği yalnızca insanlar açısından sınırlı kalmadı. Özellikle pandemi dönemiyle beraber insanlar yapay zeka ve teknoloji şirketleri için muazzam veri girişleri sağladı. Bunlar insanların genel beğeni, harcama verilerinden kişinin yüzü, sesi, fiziksel özellikleri gibi verilere kadar ulaştı. İlk olarak veri girişi ile geliştirilen yapay zekalar artık dışarıdan bir yardım ile veri girişine ihtiyaç duymuyor. Bilimsel anlamdaki verileri kendisi bulmaya çalışıyor, çıktılar üretiyor ve bunları anlamlı birer sonuç haline getiriyor. Öyle ki yıllar sürecek kimyasal deneyler artık yapay zekanın kendi kendine yapabileceği bir işlev haline geldi. İnsanlara ait veriler için ise her gün kullandığımız telefon, bilgisayar gibi teknolojik aletler sayesinde herhangi bir yazılım şirketine ihtiyaç duymadan yine kendisi toplama özelliğine sahip. Buradan çıkarılacak çok önemli bir nokta var: Artık yapay zeka bilmek istiyor. Bunu istemesinin nedeni de bizimki gibi duygusal bir neden değil. Anlamlı çıktılara ulaşabilmesinin yolu bu verilere hakim olmakta ve onları bilmekten geçiyor. Yani yapay zeka ne yapması gerektiğini bilmek istiyor. Umberto Eco’nun da tam olarak dediği gibi yalnızca ne yapması gerektiğini bilmek için değil aynı zamanda ne yapmaması gerektiğini bilmek için de veri topluyor. Örneğin alışveriş üzerine kurulu şirketlerin kullandığı yapay zeka sistemleri temel olarak kullanıcıların genel alışveriş ve beğeni eğilimlerini ölçmek ve bunlardan hareketle onlara benzer ürünler pazarlamaya çalışır. Kullanıcıların hemen kaydırdığı, önüne çıkmasına rağmen ona değil yanındakine baktığı ürünleri de aynı şekilde onların karşısına çıkarmamaya çalışır. Bu nedenle yapay zeka aynı zamanda ne yapmaması gerektiğini bilmeye çalışır.

DEUS EX MACHINA VE TOPLUMSAL KARARLAR

Deus ex machina, Antik Yunan tiyatrosunda karşımıza çıkan bir kavramdır. Kısaca özetlemek gerekirse; tiyatro gidişata bağlı olarak öylesine karmakarışık bir hâle gelir ki artık bu karmaşayı düzeltmek için tepeden bir tanrı vinç ile indirilir, ölmesi gerekeni öldürür, kurtarılması gerekeni kurtarır. Anlamı da makineden Tanrı’dır. Günümüzde hikaye ve filmlerdeki “her şey bir rüyaydı” standart kapanışına benzetilebilir. Olayların bir anda çözüme kavuşup netice bulmasının tek nedeni oyunu seyreden insanların merak duygusunu tatmin ederek onların aslında oyundan tatmin olmasını sağlamaktır. Sahnedeki uzun süreli kaos ve karmaşa seyircileri yalnızca daha fazla merak duygusuna iter. Yukarıda bahsettiğimiz gibi merak duygusunun tatmin edilmemesi de kişileri hoşnutsuz kılar. Doğal olarak da onlara bu hoşnutsuzluğu veren sahnedeki oyunu istemsizce beğenmemeye başlarlar. Bir amfi dolusu insanın bu ihtiyacının giderilmek istenmesi de gösterir ki bilmek yalnız bireye değil bireylerden meydana gelen toplumun da bir ihtiyacıdır.

Aristoteles’in Retorik isimli kitabında da bahsettiği üzere bir toplumda etki bırakmak isteyen kişi dürüst olmalıdır. Bunun sebebi ise hitap ettiği toplum veya toplum parçasında güven hissi bırakmaktır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi bilmemek kişisel olarak bir kaygı durumuna sebep olur. Aynı zamanda toplumun ne yapıp yapmayacağının bilgisine sahip olmaması demektir. Bu durumda bir yapay zeka sistemi bile artık yapması ve yapmaması gerekenleri bilirken “bilmeme hâli” toplumu yalnızca insan üretimi olan bir sistemden daha işlevsiz kılar. Kısacası toplum, yönetici veya hatip kişiden de bu bilgiyi ister. Çünkü “zıddı daha kötü olan ve yokluğu bizi daha etkilediği şey” olan üstüne ancak kötü ve iyi niteliklerini bilerek ulaşabiliriz. Buradan da anlayabileceğimiz gibi yalnızca iyiyi değil, kötüyü ve uzak durulmasını gerekeni de bilmeliyiz. 

Bu yüzdendir ki, toplumlar kaos ve bilmeme durumlarında sonucu kötü olabilecek kararlar verebilirler. Versay Antlaşması’nın getirdiği kaotik durumla boğuşan Almanya’nın daha sonraları neredeyse 100 yıl sonra bile unutulamayacak olayların yaşanmasına sebep olacak seçimleri neticesinde hâlen 2. Dünya Savaşı ve o dönemdeki trajik olaylardan bahsediyoruz.

Platon’un mağara alegorisi bu durumu açıklamakta bize oldukça yardımcı olacaktır. Bir mağarada yalnızca mağaranın önünden geçenlerin gölgelerini görerek yaşayan kişilerin bu gölgeleri gerçek kişiler ve nesneler zannetmesi ile başlayan alegori daha sonrasında içlerinden birinin mağaradan çıkıp gerçek dünyayı ve aslında yalnızca birer yansıması olan gölgelerini gördüğü şeyleri mağaradaki diğerlerine anlatması gerekip gerekmediği bağlamına ulaşır. Mağaradan çıkan kişi gerek bir yönetici gerek bir filozof gerekse bir “filozof-kral” iken diğer kişiler de toplumu temsil eder. Mağaradan çıkan, yani aydınlanmış ve gerçek bilgileri bilen bu kişi geri dönüp toplumunu da aydınlatmaya çalışır. En temelinde Aristo için de esas olan budur. Dürüst ve onurlu davranıp gerçeği söylemek. Belki de geri dönüp orada başka bir şey olmadığını söylese, bir zaman sonra içlerinden biri daha mağaradan çıktığı takdirde bir kaosa dönüşecektir. Zira bu “aydınlanan” kişinin gerçeği yansıtmayan sözleri ortaya çıkıp toplumun yani “mağaranın” kaosa sürüklenmesine sebep olacaktır.

YARGILARIMIZ: ÖN VE OLAĞAN

Şimdi bir oyun oynamak isterim. Oyunumuz: 2 Doğru 1 Yalan. Aşağıdaki 3 cümleden 2’si doğru 1’i yalandır. Sizce hangisi yalandır?

1.      Bugün mavi renk giydim.

2.      En sevdiğim gün perşembedir.

3.      Daha önce 5 farklı uluslararası ödül aldım.

Yüksek olasılıkla 3. Cümlenin yalan olduğunu düşündünüz. Ancak bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değilsiniz. Ya diğer iki cümlenin daha “makul” ya da son cümlenin fazla “bariz” olduğunu düşündüğünüz için bu kararı vermiş olmalısınız. Hangi cümleyi seçmiş olursanız olun hakkında bilgi sahibi olmadığınız bir konuda doğru cevabı seçmeye çalışırken istemsizce bilmeye de çalışmış oldunuz. Size göre en mantıklı yönde düşünerek bir seçim yaptınız.

Peki, bunun sebebi nedir? Aslında siz hiç farkında olmasanız bile beyninizin bilinmeyeni bilinene dönüştürme isteğidir. Yukarıda bahsettiğimiz kaygı hâlinden beyin olabildiğince kaçınmak ister. Bu nedenle sorulan soruda verilen cevap da beynin hangi bilinene benzetmeye çalıştığı ile ilgilidir. Belki mavi renk giyen insanların çoğunlukla yalancı olduğunu gören bir kişinin zihninde mavi renk ve yalan arasında bir bağlantı kurulur. Bu tarz bir soruda da kişinin zihnindeki bu bağlantı kendisini gösterir ve cevap olarak söylenmesini sağlar. Yine aynı şekilde abartılı başarılarla övünen kişilerin yalan söylediğini gören bir kişi de 3. Cümleyi cevap olarak söyler. Bunlar önyargılarımız ve karar verme sırasında kullandığımız olağan yargılar arasında sıkışmış olan bağlantılardır da demek yanlış olmaz.

ÖZET

Tüm bu bahsedilenleri özetlemek gerekirse, bilme ihtiyacı ve isteği; felsefi yöntem, içsel dürtüler, zihnimizdeki halihazırda var olan bağlantılar, hatta yapay zekaların amaçları doğrultusunda ortaya çıkar. Çıkan bu istek de merak duygusunu doğurur. Hayatta birçok alanda hem yaşamımızı sürdürmek için hem de toplumsal yaşamın devamı için merak duygusunun önemi açıkça ortada olduğu için hem kendimiz hem de yönetici, aydınlar bizleri “bilmeme” aşamasından “bilmek” aşamasına ilerletmek için çabalamalıdır. Çünkü gerçek hayatta Tanrı vinçten inip günü kurtarmaz.

1. Adım Yazısı

“İnsan soru sormanın sözde yüceliğini cebinde taşıyadursun, başka tüm var olanlar gibi yanıtsız eyleyendir.  Hayat hangi sorunun yanıtı için duraksar? Biz yanıtlarla özgürleşemez olanız; eyleyerek var olmaktan başka ne çaremiz var?” Çetin Balanuye, Naturans, Ayrıntı Yay.

Spinoza ve Soru Perakendeciliği

İnsan özü gereği yapısal ve bütünsel bir sorgulama içerisindedir. Bu içgüdüsellik Augustinus’ta “Şüphe ediyorum, o halde varım.” Descartes’ta ise “Düşünüyorum, o halde varım.” ile felsefe tarihi içerisinde karşımıza çıkmaktadır. “İçgüdüsel” olarak bu sorgulama yöneliminin bireyleri içine bırakıverdiği durumlar ise süreç içerisinde avantaj ve dezavantajları beraberinde getirmektedir. Nasıl ki her “içgüdüsel” davranış iyi veya doğru niteliklerine sahip olamıyorsa sorgulama içgüdüsünü de “mutlak doğru veya iyi” kabul etmemiz mümkün değildir. Çetin Balanuye’nin bu konudaki alıntısı hakkındaki bu yazımda da bu konudaki fikirlerimi dile getireceğim.

İnsanlığı somut, reel bir varlık olmaktan çıkarıp daha soyut bir kavram elde ettiğimizi varsayalım. Bu elde için ise insanlığa yüklenilen değer, nitelik ve mahiyetleri ile maddi yönlerini daha sonra tekrar almak üzere bir çekmeceye koymamız gerekir. Elimizde kalan salt insanlık bir tür psikoloji ve içgüdü yumağı olacaktır. Yumağı evirip çevirecek olan, onu bir yerden başka yere fırlatacak olan ise hayat kedisidir. Hayat kedisi adeta bir cevher bulmuş gibi yumakla oynar, oynar ve sonrasında bir yere fırlatıverir. Heidegger’e göre insan bu dünyaya fırlatılmış bir varlıktır. Onun tüm var oluşunu bu fırlatılmışlık belirler. Bu fırlatma Dasein’ın doğuşudur. Yeni doğan dasein niteliklerinden, maddesel varlığından habersiz yalnızca açtır. Bu açlık bilmek, sormak ve öğrenmekten doğan bir açlıktır. Ancak dasein halini aşmış insanlık binyıllardır bu açlık durumundan kurtulmuş değildir. Bilmek, öğrenmek yetmez ona, hâlâ bir şeyler tam değildir. Öyle olsaydı Platon da, “Bütün bir felsefe tarihi Platon’a düşülen notlardan ibarettir.” diyen Whitehead de; güncel normatif insan da aynı soruları sormaz, düşünmezdi. Bu eksiklik bir bilgi takviyesi ya da süreçsel bir öğrenme ile giderilemez. Çünkü böyle bir eksiklik en başından var olmamıştır. Var olmayan bir problemi çözmeye çalışmak yalnızca gerçek problemler doğurur. Spinoza sormanın mahiyeti hakkında tam da buna değinir.

17. Yüzyıl’ın tipik bir filozofundan çok da ayrışmayan Brauch Spinoza, varlığı bir bütün olarak ele alır ve Tanrı'nın evreni içerdiği bir perspektife sahiptir. Çağında yankı uyandıran Panteizm düşünceleri de bu görüşünün sistematiği şeklindedir. Ona göre Tanrı içkindir. Ancak bu içkinlik kısıtlı bir içkinlik olmayıp şeye ve her şeye içkindir. O halde insan da bu içkin olma durumuna dâhildir. İnsanın soru sorma eğilimi de tam olarak onun da Tanrısal düzenin bir parçası olduğu gerçeğinden kaynaklanır. Lakin, Spinoza'ya göre, insan gibi diğer varlıklar da sorularının yanıtlarını cebinde taşırlar, çünkü evrenin temelinde belirli bir düzen ve determinizm vardır. Yazdığı Etika da şu şekilde başlar: Her şey Tanrı’dandır ve ondadır, ona içkindir ve öyleyse onun bir dışarısı yoktur. Tanımı gereği özü varlığı kuşatan olan Tanrı yani töz mademki bize de içkindir, o halde insan da bu varlığı kuşatır. Aksi bir durum Tanrı tanımına aykırıdır.

Soru sormanın sözde yüceliği kısmına gelecek olursak karşımıza yine Spinoza çıkar. Gerek insanın doğa olması gerekse determinist anlayışa baktığımızda bireyin doğa yasalarına tabi olmak dışında bir şansı yoktur. İçkin olma niteliğini özgür irade niteliğini taşımadığı gibi özgür irade varsayımı bizi bir yanılsamaya itecektir. Bu yanılgıya kapılmamızın başlıca nedeni ise fiillerin ve bizi bunlara iten “isteklerimiz’in” farkında olmamızdır. Ancak bu isteme durumu kendiliğinden önümüze düşüvermez, bunu meydana getiren çeşitli nedenler vardır ve tek tek bu nedenleri saymak yerine kısaca doğa yasaları denilebilir. Sonuç nedene bağlıdır ve neden bir sonuç doğurur. Bu nedenle her ne kadar özgür irademizle yapıyor gibi gözükse de bireyin davranışları doğa yasalarına tabi olarak ortaya çıkan bir sonuçtan ibarettir. Buradan özgür iradenin bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlarız. İçkinliğinin farkında olmayan insan bilinçsel bir motivasyon kaynağı arayışı içerisine girer. Çünkü farkında olmama hali “fırlatılmış” olmamızı anlamsız kılar. Nedensiz nedenden uzaklaşan insan nedensizlik düşüncesine ilerler. Ve tam bu noktada bir kavram ortaya çıkar: Özgür irade. Bu bireyin kendisine atfettiği bir süper güçtür. Yaptığı her davranışında da bu gücünü kullandığını savunur. Oysa bu süper güç sadece onun kendisini tatmin etmek için ortaya koyduğu bir kavramdır. Ne kendisi doğaya yön verir ne de bulunduğu eylemler doğadan bağımsızdır. Tek yaptığı şey bir fiile ya da davranışa bulaşmadan içsel bir motivasyondur. Bir taşa irade versek de taşın düşeceği gerçeği gibi insanın bilinci olması da doğaya tabi olması durumunu değiştirmez. Suya girerse boğulur, ateşe atlarsa yanar. Ve bunlar onun bilinci dışında gerçekleşir. O halde özgür olmanın kendisi aslında bu yanılgıdan sıyrılmak ve fiili özgürlük yerine farkında olmanın özgürlüğünü belirtir.

Yukarıda salt insandan bahsetmiştik. Salt insanı oluşturan temel ögeler olan psikoloji ve içgüdü tam olarak bu neden-sonuç ilişkisinin getirdiği kavramlardır. Örneğin doğal halinde bir insan aç kalmama eğilimi gösterir çünkü genetik kodunda ölmemesi gerektiği vardır. Ya da bir yırtıcı hayvan ile karşılaşınca korkuya kapılır. Korkuyu oluşturan etken de hayvanın kişinin karşısına çıkmasıdır. Bu noktada bir çıkarım yapmak yerinde olacaktır: İnsanı var eden zorunluluktur. Tüm bu söylenenler doğrultusunda özgürlük ve zorunluluk kavramları kendisini belli etmektedir. Onun töz tanımı için nedensiz neden ve kavramsız kavram denilebilir. Niteliği bu olan töz ise birden fazla olamaz. Aksi taktirde yine tanım olarak çöküş yaşanır. İçkin ve nedensiz neden olma durumu biriciktir eğer tamamen aynı mahiyette iki töz olsaydı da bunlar birbirileşecektir ve bir diğerinden ayırt etmek mümkün olmayacaktır. Descartes’a karşı çıktığı noktalardan birisi de budur. Descartes’ın tözleri ayırma biçimi mantıksal bir hataya düşer ona göre. Gereği biricik olanı çoğaltmak tözün tek olduğunu değiştirmez, yalnıza bir yanılgı içerisinde kıvranmayı sağlar. O halde özgürlük bunun neresindedir? Özgürlük bir öznitelikten ziyade metodyal bir düşüncedir. Özgür olmak doğa yasalarına olan zorunluluğun getirdiği bir bilinç içerisinde olmaktır. Değeri zorunluluğa uzanmayan özgürlüğü doğuran da ironik bir şekilde zorunluluğun kendisidir. İnsanı insan yapan da bu ironik paradokstur.

Herakleitos her şey değişir, akar der. Kült bir söz olan “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” de bunu anlatır. Spinoza ile tam bu noktada yolları kesişir. Hayat zorunluluklara zorunlu olduğu için devam etme halini sürdürür. Tözün de özü gereği bu devam etme durumuna ayak uydurması gerekir. Uydurmaması da hayatın işleyişini etkilemez, hayat bu noktada ne olursa olsun çalışmaya devam eden bir fabrika gibidir. İçerisinde bir problem de olsa, her şey mükemmel de gitse çalışmaya devam eder. Buna dayanarak insanın devam etme durumuna uyması onun için en iyisidir. Direnç göstermesi akan bir nehrin önündeki tek bir tuğlaya benzer. Tuğla nehri durduramaz ancak direnç gösterdikçe aşınır, aşınır ve en sonunda binlerce parçaya ayrılır. Oysa kişi nehir yani hayat karşısında tuğla olmaktansa bir tahta parçası gibi olmalıdır. Ne nehrin akması tahta parçaya zarar verir ne de tahta parçası halinden şikayetçidir. Uyum sağlamıştır, önemli olan da budur.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Sorgulama ve sorma hâli farkında olma durumunu sağladığı takdirde insanı zorunluluk içerisindeki özgürlük alanına taşır. Bunun dışında kalan sorgulama ve çabalar bizim açımızdan ek çaba dışında bir şey getirmez. Çünkü hayat doğa yasalarına tabi olarak akmaya devam eder. Herakleitos’un da düşündüğü gibi doğruya ulaşma durumu bu akış ve zorunluluk haline ayak uydurmaktan geçer. O halde özgürlüğe ulaşmamızdaki asıl engel olan özgür irade yanılgısının yanlış bir statüko olduğunu kabullenmek ve hayatla uyum içerisinde olmak bizim için en iyi olandır. Bu nedenle diyebiliriz ki: hayatımızı akışa etki etmeyecek sorularla doldurmak yerine bizi bilinçsel özgürlüğe götürecek metodik şüphe gibi yöntemleri öz ve işlevsel bir şekilde kullanmalıyız. Yani soru toptancılığı yapmak yerine soru perakendeciliği yapmamız gerekir.


Hiç yorum yok: