2 Haziran 2024 Pazar

Almira Camgözlü / Özel Güzelbahçe Bahçeşehir Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 10 Türkiye Onuncusu



Final Yazısı

“Doğdum. Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli. “Ben” dediğimiz şey, dışarıdan gelen ve benden daha öteye gitmeye yazgılı olan yabancı bir madde için taşıt yalnızca.” 

Coccia, E. (2023). Metamorfozlar. Çev. Alara Çakmakçı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 2.

Benliğin Özü ve Başkalaşım

İnsanın ideasındaki ben olgusu, subjektifliği dolayısıyla kişinin özünü bulmaya çalıştığı hayat denilen süreçte kendisini içinde septik yansımalar bulunduran bir bunalıma sürükleyen temel ve kompleks bir kavram olarak gösterebiliyor. Kişinin öznel gerçeğindeki benlik olgusu, başkasının o kişiyi algıladığı gerçeklikteki ben olgusundan tamamiyle farklı olabiliyorsa, hangi perspektifin o kişiyi tanımlayacağı ve bu durumda gerçekliğin tanımının nerde başlayıp biteceği tartışmalı olacaktır.

Bu metinde Emanuele Coccia’nın alıntısında ne ifade ettiğini açıklamakla başlayıp; ifade edilen düşünceyi temelde idealizm, materyalizm ve düalizmi önemli düşünürlerin görüşlerinden destek alarak belirterek benlik olgusunun şekillenmesine yarayacak en mantıklı sonuca ulaşmaya çalışacağız.

Başlangıçta, Coccia’nın alıntısında ne anlatmak istediğinden bahsetmemiz, ana düşünceyi geliştirme yolunda doğru bir adım olacaktır. Alıntıda, doğumdan itibaren kişiye, kişinin ait hissettiği fikirlere ve benliğe ait olmayan bir bedenin varlığı söz konusudur. Kişinin bedeniyle düşünce dünyası uyuşmazlıklar içinde olabilir. Bu aidiyet eksikliği, somut gerçekliği aşmakla beraber bu hisleri deneyimleyen ve varlığında başlı başına vücudunu ifade etmekte olan fazlalığı belirtmektedir. Kişinin kendisi dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıdığını belirtmesinin, vücudu ile zihnindeki benliğin farkının altını çizdiğini ve tatminsizlik konseptini ana odağı haline getirdiğini görebiliriz. Zihninde barınan düşüncelere ayak uydurmaya çalışsa bile, vücudu bu konuda yeterli olamaz, dolayısıyla hayata gözlerini açtığı andan, gözlerini yumduğu ana kadar bu hisse yol açacak hata ya da kusurun nerde ve nasıl belirdiğini kestiremediği bir tatminsizlikle yaşar.

Bu noktada ise Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabında ‘ben’ olgusuyla bağlantılı olan felsefi konseptler söz konusu olabilir. Gregor Samsa’nın vücudu, zihninden bağımsız bir zindana hapsedilmiş olsa bile Samsa, vücudunun onun istekleri ve uğraşlarına ayak uyduracağını düşünür, ancak vücut yetersiz kalır ve aklındaki düşünceler sınırsızdır.

Platon’un epistemolojisine uyarlayacak olursak, fiziksel olan ve duyuları barındıran vücut değişken, bu nedenle gerçek bilgiyi elde etmemize yarayacak tek gerçeklik ruhumuz ve aklımızın derinliklerinde, ideadadır. Ancak duyuları hesaptan çıkararak gerçek bilgiyi arayan düşünürlere karşıt görüşlere sahip olan Karl Marx’ın bakış açısını baz alarak bir uyarlama yapacaksak, alıntıda yer alan benlik kavramının öz kısmında vücudu, dolayısıyla duyuları ayrı tutması dolayısıyla hatalı olacağını görebiliriz.

‘Ben’ denilen olgu bu alıntıda da var olan idealistik temele göre, daha öteye gitme potansiyelini barındıran idea dünyasına yol almak için bir taşıttan ibaret olan vücuttan daha fazlası değildir. Ve dolayısıyla, bu düşünceyi savunmakta olan bireyin başka şahıslar tarafından benliğinin algılanma şekli, kişinin kendi benliğini algılama şekliyle tezatlık oluşturur. Kişinin varlığının dışta ve içte olan gerçeklikle sürekli çatışma ve çelişme ilişkisi içinde olması, algılanan varlık ve öz varlık kavramlarını işin içine sokmaktadır.

Algılanan varlık, materyalistiktir. Maddesel gerçeklikte geçerliliği olan olgular kişi veya kişiler tarafından duyular aracılığıyla anlaşılır, her zaman aynı olmayabilir ancak benzer motiflerle açıklandığı gözlemlenebilir. Daha fiziksel ve somut çıkarımları kapsar.

Öz varlık, idealistiktir. Kişinin ideasında kurduğu dünya, varlığının soyut kısmı ve benliğinin çekirdeğini kapsar. Öteye gitme potansiyelini barındıran ‘yabancı bir madde’ metaforu ise öz varlığı nitelemektedir.

Bu iki kavramın materyalizm ve idealizm taraflarında aynı anda gerçekliği nitelendirmeye çalışma çabası, insanın vücudundan bağımsız bir varlık olmasına inanmasını sağlayacak düşüncelere kapı açar ve kişiyi soyut bir başkalaşım geçirmesine neden olacak kadar bağımsızlaşmış hissettirebilir. Ayrıca bu çelişki, diyalektik materyalizmi de merkezine almaktadır. Bir maddenin varlığı; onun çelişkileri sayesinde nitelendirilebiliyorsa, bu karşıtların varlığı ve yerine göre bir olarak hareket edebiliyor olması, o olgunun var olmasındaki temel parçadır.

Ancak her şey materyalizm ve idealizmin çatışmasıyla sınırlı değildir. Bahsettiğimiz konseptlerin temelinde düalistik perspektifleri barındırmasının gerçekliğini göz ardı etmek mantıklı olmaz. Zihin ve beden birbirinden ayrıdır ancak gerçeklik olgusunu ikisi birlikte çalışarak niteler. Bu ayrılık ve birliktelik durumunun aynı anda yaşandığı bakış açısıyla bakacak olursak; bu durumun tamamlanma duygusunun yanı sıra derin bir tatminsizliği ve uyuşmama hissini uyandırdığını görebiliriz. Bu öz ve algılanan benlikte yaşanan çatışmayı açıklar ve ikisinin ayrı kavramlar olmalarına rağmen birlikte çalışarak ‘ben’ olgusunu oluşturmalarını sağlar. Bu noktada, Descartes’in düalizmi devreye girer. Bu görüşte; akıl ve vücut ayrı çalışmalarına karşıt, vücut düşünmek için akla ihtiyaç duyar ancak akıl vücuttan bağımsız olabilir. Bu ilişki bağlamında, eğer kişinin öznel varlığı dıştan algılanan varlığıyla çatışma içindeyse, ve zihninin içinde dolaşan düşünceler başkası tarafından deneyim edilemiyorsa, bu durumda objektif bakımdan savunulması doğru olacak şey; kişiyi düşüncelerinin değil, eylemlerinin nitelediğidir.

Kişi; düşüncelerindeki karşıtlıkla, somut gerçeklikteki benliğiyle yalnızca eylemler aracılığıyla yüzleşebilir.

Bu metinde alıntının temelindeki felsefeyi genişleterek açıklamanın hemen ardından, ontoloji ve epistemolojinin ana başlıklarındaki bağlantıları; Platon’un idealizmi savunan düşünceleri, Karl Marx’ın idealizme karşıt görüşleri ve diyalektik materyalizmi, Franz Kafka'nın başkalaşım metaforu, algılanan varlık ile öz varlık kavramları ve Descartes’in düalizmi aracılığıyla ana odak haline getirdikten sonra kişiyi niteleyenin düşünce değil, eylemler olduğu sonucuna vardık.

Sonuç olarak, insanın aynaya baktığında benliğinin yansımasının başkaları üzerindeki etkisinin kendi zihninde oluşan resimle uyuşmuyor oluşu, varlık felsefesinin temelinde yer alan kavramları parçası haline getiren bir arayışa yol açmaktadır. Zamanla bu uyuşmazlığın getirdiği başkalaşım, kişi üzerinde kalıcı bir etki bırakmasının yanı sıra eylemlerini etkileyecek sonuçlar doğurabilir. Kişiyi tanımlayacak olgunun düşünceleri değil, eylemleri olması argümanının öne sürülmesi bu problemin içeriğindeki felsefeye sağlıklı bir bakış açısı sunar.

                                                

2. Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” 
Umberto Eco 

İşlev ve İdeal Arasında: Bilgiyi Anlamak

Bilgi, insanlığın en eskiye dayanan arzularından biridir. İnsan, gölgenin perdesini kaldırmak için durmaksızın ışığı arar. Ancak, Umberto Eco'nun ifadesinde olduğu gibi, bilgiyi sadece eylem aracı olarak değil, aynı zamanda insanın varoluşsal ve düşünsel yolculuğunun ayrılmaz bir parçası olarak ele almak gereklidir.

Bu metinde, Umberto Eco'nun bilginin kullanımı hakkındaki ifadesinin ne anlattığını detaylandırmakla başlayıp, insanın iç ve dış dünyasını algılama yolunda Aristoteles'in "eudaimonia"sı ile bağlantısını açıkladıktan sonra; bilginin ahlaki bir rehber olarak kullanılmasının evrensel ahlak fikrinin tartışılmalı ve insanın pragmatist doğası nedeniyle kötüye kullanımının nihai olması dolayısıyla problemli olduğundan; Jean-Paul Sartre ve Immanuel Kant aracılığıyla bahsedeceğiz.

Eco'nun perspektifinden bilginin basit bir araç olmadığını, aynı zamanda insanın kendini ve dünyayı anlama sürecinde temel bir yol gösterici olduğunu söyleyebiliriz. Foucault Sarkacı kitabındaki "Bilgi kırıntılarıyla oluşur insan." Sözü ile yola çıkacak olursak; Eco'nun, insanın benliğinde bulunan bilginin öneminin üstünün çizilmesini ne kadar önemsediğini görebiliriz.

Bu bakış açısıyla, bilgi sadece dış dünyayı ve nesnel gerçekliği algılamak için değil, aynı zamanda iç dünyamızı ve öznel varlık alanımızı keşfetmek için de kullanılır.

Bu bağlamda, Eco'nun bu perspektifi; Aristoteles'in ahlaki felsefesinde en yüksek iyiye ulaşma amacı, yani "eudaimonia" veya "iyi yaşam" olarak adlandırılan bir durumdur. Bilgi, bu "iyi yaşam"ın temel bir unsuru olarak görülür çünkü insan, sadece dış dünyayı anlamakla kalmaz, kendini anlayabilmek için de bilgiye ihtiyaç duyar.

Bilgi, bireyin iç dünyasının derinliklerde yatan potansiyeli ortaya çıkarma, anlamlandırma ve maddesel kılma yolundaki yegane ışık kaynağıdır. 

Ancak, bu ışık bazı durumlarda bireyi kör edebilir. Bilginin, yanlış ellerde bulunduğunda ve yanlış niyetlerle kullanıldığında yıkıcı bir silaha dönüşmesi kaçınılmazdır. Eco'nun da belirttiği gibi, bilgi sadece ne yapmamız gerektiğini değil, aynı zamanda ne yapabileceğimizi ve hatta bazen yapmamamız gerektiğini de bilmemizi gerektirir. Bilginin hatalı ve kötüye kullanımı; toplumsal huzuru, bireysel özgürlüğü ve insanlığın geleceğini geri döndürülemeyecek derecede tehdit edebilir. Bu durumda, eğer bilgi Aristoteles'in "iyi yaşam" idealine uygun kullanılırsa, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha kaliteli bir etkileşimin çağını başlatabilir. 

Araç Olan Bilgi

Bilgi, insanların yalnızca dış dünyayı anlamlandırmasına, etkilemesine ve kontrol sağlayabilmesine yardımcı olan bir araçtır. Onu bir araç olarak görmek, onu aşırı yüceltmeden insanların doğal sınırlarını unutmamalarını sağlar.

Eco ve Aristoteles'in de vurguladığı gibi, bilgi insanın iç dünyasını da anlamasına yardımcı olabilir ve etik yaşam idealine ulaşması için bir rehber niteliği taşıyabilir. Ancak, insanın doğal sınırlarını, bilginin potansiyel sınırlarını ve insanın içsel deneyimlerinin karmaşıklığını göz ardı etmemeliyiz.

İnsanlar, bilgiyi daha spesifik ya da pragmatist nedenler doğrultusunda kendi çıkarları için kullanabilirler. Bilgiyi, ahlaki bir rehber olarak yüceltmek, insanların kendi isteklerini meşrulaştırmak için kullanabilecekleri bir araç olarak görülmesine yol açabilir. Bu bağlamda; bilgi, insanın bencil eğilimlerini destekleyen bir mekanizma haline gelir. 

Ayrıca, bilginin ahlaki konumunda özgür iradeden bahsedecek olursak: Varoluşçuluk felsefesinde insanın özgürlüğü ve sorumluluğu üzerine derin bir düşünür olan Jean-Paul Sartre'den başlamamız gerekir. Ona göre, insanlar doğuştan özgürdür ve kendi gerçekleri, değerleri ve benliklerini yaratma sahnesinde rol alan temel aktördürler. Bilginin yerine gelirsek; Sartre'nin perspektifinde, bilgi, insanın özgürlüğü üzerinde etkili bir faktördür. İnsanlar, çevrelerinden aldıkları bilgileri kullanarak dünyayı anlamlandırmaya çalışırken, bu bilgileri kendi özgür iradeleriyle yorumlarlar. 

Ancak, Sartre'ye göre, bilgiyi ahlakı şekillendirici bir rehber olarak kullanmak, insanın kendi özgürlüğü ve sorumluluğunu inkar edebilir. Örnek verecek olursak: Birey, bir bilgiyi ahlaki bir kural olarak kabul ederse ve bu kurala uymak zorunluluğunu omuzlarında hissederse, Sartre'nin görüşüne göre bu kişi kendi özgürlüğünü kullanmamış olabilir. İnsanın özgürlüğü; onun için, herhangi dışsal bir kural veya otoritenin dayatmalarından bağımsız olmalıdır. Dolayısıyla, bireyin; bilgiyi, ahlak açısından rehberi olması için kullanması, kendi özgürlüğünü sınırlayabilir ve gerçek varoluşunu inkar edici bir eyleme dönüştürebilir. 

Ayrıca, bilginin etik bir rehber olarak kullanılması, objektif ahlaki bir standartın varlığını varsayar, en önemli problemlerden biri de bu durumda ortaya çıkar; ahlaki değerlerin nesnel olarak var olduğu veya herkes için aynı olduğu varsayımı, felsefe tarihi boyunca ve günümüzde de tartışmalı bir konudur. Öyle ki, evrensel ahlak dendiğinde bilinen en önemli isimlerden olan Immanuel Kant'ın evrensel ahlak yasası; kategorik imperatif, her insan için geçerliliği olan ve anti-pragmatist bir perspektif sunan bu düşünce bile tüm düşünürleri ikna edememiş; sonrasında gelenlere ilham kaynağı olması bir yana, arkasında yalnızca hakkında yapılan tartışmaları bırakmıştır. 

Bu nedenle, bireyin bilgiyi ahlaki değerlerini belirleyici bir rehber olarak kullanması; farklı kültürler başta olmak üzere bireyleri farklı kılıcı her faktör dolayısıyla anlaşmazlıklar, çatışmalar ve birçok sosyal açıdan sorunlara neden olacaktır.

Bu metinde, Umberto Eco'nun gözünde bilginin yerini Aristoteles'le bağdaştırarak açıklamakla başladık. Daha sonrasında bilginin yanlış ellerde kötüye kullanımının yıkıcı etkisinden kurtulmaya çözüm olabilecek ideali, "eudaimonia"yı hatırlattıktan sonra bilginin etiksel bağlamda kullanımının probleminden, insanların çıkarcı isteklerinden ve bilginin kolaylıkla bu mekanizmanın temel parçası haline gelebilitesinden bahsederek yeni bir bakış açısı sunduk. Bireyin edindiği bilgi, etik anlayışı ve ahlak perspektifinin mutlak ya da evrensel olmaması sorunsalından, bu devrede Jean-Paul Sartre ve sonrasında Immanuel Kant'ın düşüncelerinden bahsettik.

Sonuç olarak; bilgiyi, sadece insanların maddesel olguları anlamlandırma arayışında yardımcı olan bir araç olarak görmek, onu insanların iç dünyasını anlamak veya etik bir rehber olarak idealize etmekten daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Bilgi, bireylerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabilecekleri bir araçtır, ancak sonucunda farklı etik anlayışlarından kaynaklanan sorunlar doğuracağından ona fazla yücelik atfedilmesi problematiktir.


                                                   

1. Adım Yazısı

“İnsan soru sormanın sözde yüceliğini cebinde taşıyadursun, başka tüm var olanlar gibi yanıtsız eyleyendir.  Hayat hangi sorunun yanıtı için duraksar? Biz yanıtlarla özgürleşemez olanız; eyleyerek var olmaktan başka ne çaremiz var?” Çetin Balanuye, Naturans, Ayrıntı Yay.

Soruların Gölgesinde Varoluş

İnsanın özünde derin bir sorgulama eğilimi vardır, öyle ki insanı diğer hayvanlardan ayıran olgu da özel olmasının sebebi de budur. Ancak bu eğilim, sorgulamaların ne kadarının somut bir yücelik taşıdığı sorusunun ortaya çıkmasına neden olur. Bu metinde “İnsan soru sormanın sözde yüceliğini cebinde taşıyadursun, başka tüm var olanlar gibi yanıtsız eyleyendir. Hayat hangi sorunun yanıtı için duraksar? Biz yanıtlarla özgürleşemez olanız; eyleyerek var olmaktan başka ne çaremiz var?" ifadesini keşfetmeye çalışacağız.

Bu ifade, insanın sadece soru sormakla değil, aynı zamanda yanıtsız eylemleriyle de tanımlanabileceğini savunur. Varoluşun kökünde, evrenin bize sunduğu imkanlar neticesinde sorduğumuz sorular ve sorguladığımız şeylerin yanıtsız kalma ihtimaliyle yüzleşmeye mahkum olma durumu vardır. Ancak, bu durum eylemlerle birleştiğinde, varoluşun asıl derinliği gözler önüne serilir. İnsan, bireysel eylemleriyle var olurken, soruların yanıtsızlığına meydan okur, sadece var olması bile bu yanıtsızlığa karşı bir isyan hâline gelir. Bu noktada Albert Camus'un "O kadar özgür ol ki varlığının tümü bir isyan eylemi olsun." sözü, savunulan düşünceye paraleldir. Camus, hayatın anlamsızlık ve çelişkilerle dolu olduğunu savunur. Hayatın temel sorularının yanıtsız kalması da Camus'un düşüncesinde önemli bir tema olarak ortaya çıkar. 

"Hayat hangi sorunun yanıtı için duraksar?" ifadesi; temelde, hayatın anlamının sorulan soruların yanıtlarında değil, bu soruların tam da kendilerinde gizli olduğunu öne sürer. Belki de kişinin hayatının duraksamasının sebebi, onun bu sorulara anlam katma uğraşındaki başarısızlığıdır. Sorular her zaman cevaplarla gelmez, ve cevaplar genelde tatmin etmez. Hayat, sonsuz anlam arayışının gidişatı içinde duraksar, bu duraksama ise varoluşun karmaşıklığı ile yüzleşme fırsatı sağlar.

Friedrich Nietzsche, soruların sadece anlam arayışımızı değil, aynı zamanda sürekli bir dönüşümü ifade ettiğini ve cevapların ise geçici bir tatmin sağladığını vurgular. Ona göre, varoluşun anlamı, sürekli sorgulama ve dönüşüm sürecinde bulunur. İnsanın kendini her daim geliştirme uğruna kabullenmesi ve pek de basit olmayan gerçekleri beynine işleyebilmesi, Nietzsche'nin gözündeki 'Üstinsan' ile de uyumludur. 

"Yanıtlarla özgürleşemez olanız." ifadesi, paradoksal bir düşünceyi ana odağa getirir.

Sorgulama eğiliminde olan insan, ne kadar sorgularsa sorgulasın ve ne kadar yanıt bulursa bulsun, bu sorulara bulacağı yanıtlarla özgürleşemeyeceğini, hiçbir yanıtın onun sonsuz merakını tatmin edecek kadar kapsamlı olmadığını anlar. Bu durumda, belki de özgürlük, asıl cevaplarda değil, soruların cevaplarına giden arayışta ve soruların ta kendisinde yatar. Özgürlük, yanıtlardan ziyade onları elde etme uğruna gerçekleştirdiğimiz eylemlerin altında bulunur.

Aynı Jean Paul Sartre'in "Varlık özden önce gelir" ilkesini savunması ve bireyin özgürluğünü vurgulaması gibi, insanın sorulara karşı yanıtlar araması, kendi varoluşunu temellendirme, belirleme ve yönlendirme sürecinde çekirdek bir parçadır. Bu şekilde, eylem yoluyla var olmanın önemi ortaya çıkar.

"Eyleyerek var olmaktan başka ne çaremiz var?" sorusu, insanın varoluşsal gerçekliğini kucaklayışının bir dışa vurumudur. Soruların yanıtsızlığına ve bunun bilincinde olmasına rağmen, insanın eylemde bulunma yeteneği, varoluşun ana anlamını taşıyabilir. Eylemlerimiz, yanıtsızlığı kabullenerek var olmamızın bir yolu olabilir.

Varoluşun temelindeki belirsizlik, insanın sorgulama yetisi ve sorularının yanıtsızlığının ağırlığıyla birleşerek, yaşamın derinliğine yeni bir bakış açısı kazandırmaktadır.

İnsan, sadece sormakla kalmayıp, aynı zamanda bu soruların cevapsızlığını da kabullendiğinde, varoluşunun anlamını keşfedebilmek yolunda büyük bir adım atmış olur. 

Belirsizlik, bilinçli bir şekilde kabul edilirse, özgürlük barındırır.

Bu şekilde; cevapsız sorular, insanı kısıtlamak ve korkutmak yerine, özgünlüğü ve azmi teşvik eden bir zemin hazırlar. Dolayısıyla, varoluşun belirsizliği içinde anlam bulma çabası, insanın bilinçli ve cesaretli bir şekilde kabullendiği başka bir gerçek olarak görünmeye başlar. Bu düşünce, hayat ne kadar karmaşık olsa da insanın içsel özgürlüğü ve bitmeyen anlam arayışında sönmeyen ateşi, ve dolayısıyla derinliği vurgular.

Sonuç olarak, bu metinde hakkında yazılan alıntı; insanların özünde soru sorma eğilimine sahip olmalarına rağmen, hayattaki bir çok sorunun cevapsız kaldığını, asıl özgürlüğün, eylemlerle var olmakta saklı olduğunu savunur.

Cevaplara ulaşmanın asıl amaç olmadığını kabullenmek; Sartre, Nietzsche ve Camus gibi filozoflara göre de anlam arayışında yapılabilecek en doğru seçimdir.

Kişi, soruların doğasındaki cevapsızlığın ne kadar önce farkına varırsa, o kadar cesaretle yaşamaya devam eder. 

Yanıtlar kişiyi özgürleştirmez; yanıtlara ulaşma yolundaki eylemlerinde saklıdır o. Eylem aracılığıyla var olmaktan başka bir yolu yoktur, ancak bu paradoksun içinde kaybolmaktansa sormayı, daha fazla sorgulamayı seçer.


Hiç yorum yok: