2 Haziran 2024 Pazar

Ayşe Simin Yıldırım / Özel Burçak Eyüboğlu Fen ve Teknoloji Lisesi / İstanbul / DüşünYaz 10 Türkiye Sekizincisi


Final Yazısı

“Evcil” kelimesi, türlerin uygarlığın çatısı altına geldiğini, ya da getirildiğini ima ediyor, ki aslında bu doğru; ancak bu ev-imsi mecaz, bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor; sanki doğa, sadece dışarıda olan bir şeymiş gibi.   Arzunun Botaniği, Michael Pollan

MİCHAEL POLLAN’IN EVRİM, EVCİLLEŞTİRME VE İNSANIN DOĞA İLE İLİŞKİSİ FİKİRLERİ ÜZERİNE BİR DENEME

Michael Pollan’ın Arzunun Botaniği adlı kitabı evrim, koevrim, insan merkezli bakıç aşısı, evcilleştirme ve kapitalizm konularına dört farklı kavram üzerinden ele alarak çözümleyen ve eleştirel bir bakış açısıyla açan bir eserdir. Pollan bu eserinde insanın çeşitli arzularını tatmin etmek için kullandığı bir meyve olan elma, bir çiçek olan lale, bir bitki olan ve uyuşturucu yapımında kullanılan kenevir ve bir ana besin maddesi olan patates üzerinden örneklerle insanlık tarihini anlatmış ve bazı kilit olaylara değinmiştir. Yazar kitabında insanların birçok konuda gerek bencilliklerinden gerekse de kendi tanımladıkları zekalarından dolayı kendilerini olayların merkezine koyarak düşündüklerini anlatmış ve insanın bu durumda yönetmen değil doğada var olan birçok canlı ile aynı kategoride yani oyuncu olduğunu da açıklayarak dünya görüşümüzü doğa merkezli yapmamız gerektiğinden bahsetmiştir. Ayrıca yazar eserinde bitkilerden ve insanların onlara olan zaafından bahsederken bir veya birden fazla canlı türünün birbirlerinin evrim ve gelişmelerini etkilediği ve birbirlerine bağımlılıklarının arttığını söyleyen birlikte evrim düşüncesinden de yararlanmıştır. Yazarın kitabından alınan bu alıntı ise kitabın ana konularından biri olan evrim ve evcilleştirme üzerinedir. Evcilleştirme, kısaca bir canlı türünün başka bir canlı türünün kontrolü altına girmesi ya da ona bağımlı yaşamaya alıştırılması ve kontrolü eline alan canlının yapay seçilim ile bu türe ait özelliklerden sadece istediklerinin kalmasını sağlaması olarak tanımlanabilir ve evcilleştirme bilimsel makalelerin de söylediği gibi evrimsel bir süreçtir. Örnek olarak atların göçebe insanlar tarafından evcilleştirilmesi verilebilir. İnsanlar yaya olarak uzun mesafeleri kat edemeyecekleri için atlara ihtiyaç duymuşlardır, atların en hızlı ve dayanıklı olanlarını çiftleştirerek ve yeri geldiğinde doğan zayıf atları öldürerek bu türün üremesini kontrol altına almışlardır. Biz insanlar olarak doğadan uzaklaşıp şehirlere, hapishane gibi evlere kapanmayı medeniyet durumuna getirmiş haldeyiz. Doğaya o kadar yabancılaştık ve yabancılaşmaya devam ediyoruz ki kendimizin de ondan geldiğini unutmuş gibiyiz. Biz de bizim gibi doğadan uzaklaşan, yapaylaşan canlılara evcil diyoruz ki bu sıfatla onları sözde medeniyetimiz altına sokuyoruz. Bu yazıda Michael Pollan’ın bu alıntısından yola çıkarak onun düşüncelerini çözümleyecek, insanın benmerkezliliğinin nedenlerine sonuçlarına değinerek bunları örneklerle açıklayacak ve insanın medeniyete bakış açısına ve bu süreçte doğa ile olan ilişkisine değineceğim.

İlk olarak Pollan’ın düşüncelerini daha iyi anlamamız için onun bu kitabında ne gibi konuları ele aldığına ve nasıl örneklerle açıkladığına bakalım. “Arzunun Botaniği” adlı eser insanların her durumda kendilerini merkeze alarak düşünmelerinin mantıksızlığını eleştiren bir eserdir. Eserde insanın hayatını kendi arzularına göre şekillendirdiği ve bu arzulara hitap eden çoğu şeyi de kendi yağmaladığı ve kullandığı birer nesne olarak gördüğünden bahsedilir. Kitap dört bölümden oluşur ve her bölümünde insanın arzularından birine yer verilir. Bu arzulardan tatlılık meyve olan elma ile özdeşleştirilerek anlatılmıştır. Eserin bir yerinde elmanın tatlılıkla ilişkisi cennet bahçesinde insanın ilk günahı işlemesi ile de bağdaştırılmıştır. Eskiden elmanın çok da tatlı olmadığına bu yüzden şarap yapımında kullanıldığına fakat aşılamanın bulunması ile günümüzde tükettiğimiz elmanın insanların aklında yer ettiğinden bahsedilir. Burada insanoğlunun şarap yaptığı ekşi ya da tatsız bir meyveyi genetiğini değiştirerek kendi yararına geliştirmesi dikkat çekmektedir. Buna ek olarak yazar ekşi, acı ya da tuzlu diğer tatların evrensel olmadığını fakat tatlının her toplumda var olduğunu ve sevildiğini söyleyerek bunu da evrimsel süreçteki beslenme alışkanlıklarına ve vücudumuzda gerekli olan glikoza bağlayarak açıklamıştır. İnsanın ikinci arzusu olan güzellik de bir çiçek olan lale ile anlatılmıştır. İnsanların göze hoş görünen şeylere zaafı günümüzde varlığını devam ettiren güzellik standartları ile de görülebilir. Yazar da çiçeklerin diğer bitkilerden güzellikleri ile ayrılarak kendi üreme şartlarını yükselttiklerini ve bunu da insanların bu arzusunu zaafa dönüştürerek yaptıklarını ileri sürer. Buna örnek olarak dünyadaki büyük kapitalist krizlerinden biri olan lale krizini örnek verir. Lale insana kendini o kadar güzel gösterir ki Hollanda Türklerden laleyi alır ve tutku olarak yoğun bir şekilde yetiştirmeye başlar, sonrasında bu tutku sadece bir ticari hazza ve para tutkusuna dönüşse de lale üreme şartlarını arttırmış ve soyunun devamını getirmiştir. İnsanın üçüncü arzusu olarak yazar kenevir ve bunun gibi uyuşturucu maddeler üzerinden sarhoşluğa değinmiştir. Burada sadece insanların sarhoşluğu aradıklarına ve bağımlı olduklarına değinilmez, bunun yanında çeşitli hayvan ve böceklerin de çeşitli bitkilerle sarhoşluğa bağımlı olabileceklerine de değinilir. Bu unutma, bağımsızlık, düzgün düşünememe durumu evrimsel süreçte canlı türlerini saldırıya açık bıraksa, türlerinin çoğalmasını tehlikeye soksa bile canlıların bu hale bir düşkünlükleri vardır. Bu konu eserde, evrensel olarak başvurulan eylemlerin illa ki evrimsel süreçte yararlı olmayabileceği düşüncesi ile açıklanmaya çalışılmıştır. İnsanın son arzusu olan kontrol etme ise temel besin maddelerimizden biri olan ve dünyada en çok tüketilen sebzelerden biri olan patates ile açıklanır. Patatesin genleriyle oynanmasının insanın onu kendi kontrolü altına alması evcilleştirme ile açıklar. İnsan onu kendi yararına kullanırken patatesin de üremek için insanı kullandığı söylenir. Ayrıca patatesin insanlık tarihi için önemine de en büyük açlık krizlerinden biri olan ve İrlanda’da yaşanan büyük kıtlıkta yaşananlar örnek verilebilir. Eserde bu kavramlar insanın nektarı olarak adlandırılarak Yunan Mitolojisinde tanrıların sağlıklı kalmak ve ölümsüz olmak için içtikleri tanrı içeceğine benzetilmiştir. Yani insanlar arzularıyla sağlıklı bir ilişki kurabilirlerse bu arzular insanın iyi yaşamasını sağlar. Burada insanlar bu bitkilerin evrimlerini etkileyerek onları evcilleştirmiş olsalar da bitkilerin de zeka olarak tanımlanabilecek hayatta kalma içgüdüleri ile insanları kullandıkları sonucuna başvurulabilir. 

Ayrıca insanın tarih boyunca benimsediği benmerkezci düşüncenin tarihte insanları nasıl etkilediğine de değinmek gerekliliğini görüyorum. İnsan merkezli düşüncenin temelinde insanın her oyunun yöneticisini kendisi görmesi yatar. İnsan kendinden üstün bir varlığın olduğunu kabul eder fakat bu durumda bile rahipler gibi elinde olan gücü diğer insanları yönetmek için kullanır. En eski dönemlerde bile insan evrenin ortasında küçücük ve etkisiz bir varlık olduğu idrakına varmadan önce kendisini evrenin merkezine alarak düşünmeye başlamıştır. Medeniyeti büyüdükçe kendi egosu da büyüyen insan doğadan da uzaklaşmaya başlamıştır. Bu düşüncenin nedeni insanın kendine atfettiği onu diğer canlılardan ayıran birtakım özelliklerdir. İlk etkenlerden biri insanın düşünme yetisine sahip olması ve iradesi ile özgür kararlar alabilmesidir. Ek olarak insanın zekası da işin içine girer. Eğer biz bitkilerden mantık soruları çözmelerini istersek tabii ki de bitkilerde zekanın varlığından bahsedemeyiz ancak bizim hayatta kalma, soyunu devam ettirme olarak adlandırdığımız özelliklerden bahsedersek lale ve patates en zeki evcil bitkiler arasına girebilirler. İnsanın kendini merkezde gördüğü ve bilime de etki eden örneklerden biri Geosantrizm adlı yer merkezli evren modelinin kabulüdür. Burada insanlar olarak bizler, biz dünyada yaşıyorsak her şey bizim etrafımızda dönmeli düşünce mantığı ile hareket ederek bu sistemi kabul etmişizdir. Sonrasında evrenin merkezinde olmadığını öğrenmek insanoğluna çok gelmiş ve egosunu kırmıştır. Sonuç olarak insan birçok farklı durumda oyunun ana yönetmeni olmadığını görse de benmerkezci düşünce yapısı ile düşünmeye devam ederek aslında bencilliğin insanın doğası gereği var olduğunu ve ilk düşüncesinin kendini küçümsemek değil kendini her şeyin merkezine almak olduğu görülebilir. İnsanın kendini merkezinde gördüğü bu oyunda ise onun sadece oyuncu olarak gördüklerinin de yönetmenler olabileceği fikri aslında yazarın fikirlerinin temelini oluşturur. Burada yazar koevrime, iki canlının birbirlerinin evrimlerini olumlu etkilemelerine, atıfta bulunarak sadece bir türün diğerini etkilediğini değil iki türün de birbirini etkilediğini ve birbirine bağımlı olduğunu aktarmış olur.

İnsanın bencilliğinden bahsetmişken ayrıca insanın medeniyete ve doğaya bakış açısına da değinmek istiyorum. İnsan ilk çağlarda avcı-toplayıcı bir hayat sürerken doğa ile iç içe yaşamıştır. Doğayı takip ederek onu avantajına kullanmaya çalışmıştır. Sonraki dönemlerde gerek hayvanları evcilleştirerek gerekse de tarım faaliyetleri ya da madencilik denemeleri ile doğayı kendi yararlarına kullanmaya başlamışlardır. Bu evrede insan bitkileri ve hayvanları evcilleştirmeye, onları para kazanmak amacı ile alıp satarak ticaret yapmaya ve ne kadar çok kazanırsa daha mutlu yaşamaya başlamıştır. Bu ve benzeri insanın doğayı kontrol etme amacı güden bencil davranışlar da kapitalizmi doğurmuştur. İnsan kendi arzularını karşılamak için, araç olarak para harcayabilir fakat kapitalizmde para da insanın arzularından biri haline gelerek amaç olmuştur.  Bunlardan ötürü de medeniyet geliştikçe insanın doğa ile ilişkisi körelmeye başlamıştır. Bir yerden sonra insan medeniyetini kendi geldiği doğadan üstün görmeye ve doğayı kontrol etmeye çalışmaya başlamıştır. Bunlar gibi görüşleri ile insan evcilleştirme kavramını daha da yaygın yapmaya başlamıştır. Evcilleştirmenin tanımı daha önceden de bahsettiğim gibi bir türün diğer bir türün özelliklerini kontrol etmesi ve türü kendine bağımlı kılması olarak açıklanır ve insan da doğada özgür yaşayan hayvan ya da bitkileri kendi yararı için kullandığında, genetiklerini değiştirdiğinde ya da yapay seçilim ile kimlerin yaşayıp kimlerin yaşayamayacağına karar verdiğinde bu canlıları doğadan uzaklaştırıp dışarı başka bir bölgeye yani medeniyete götürdüklerini düşünür. Sanki insan kendisi doğadan çıkmamış gibi kendisini doğadan bağımsız görür ve buna ek olarak anın tadını çıkarmaya, şimdinin zevk ve sefasını sürmeye bakar, o bunların etkisinde yaşarken de problemler baş gösterir. İşte bu bakış açısı da problemlerin çıkmasını önemsemez ve onlarla sonra uğraşmayı ister. Günümüzde dünyayı kasıp kavuran iklim ve su krizleri, kuraklık, açlık krizleri ve çevre kirlilikleri insanın kendini doğadan bağımsız görmesinin sonuçlarıdır. Eğer kendimizi bu kadar üstün görmeseydik ve doğa ile eski zamanlarda şamanların ya da çeşitli inanışların gösterdiği gibi doğayla bağlı kalabilseydik, kendi kendimizi evcilleştirmeseydik ve doğadan koparıp izole etmeseydik şu anda çözümünü bulamıyor olduğumuz ve sonlarının da kötü biteceğini bilmemize rağmen devam ettiğimiz eylemlere devam etmezdik. Bu paragraftan da çıkarılabildiği gibi insanın benmerkezci ve bencil tutumu doğadan ayrılan medeniyetinin de çöküşüne neden olacaktır. Her canlının birbirlerinin evrimini olumlu etkilediği gibi gerçekte doğa medeniyeti medeniyet de doğayı var eder. 

Sonuç olarak, insanın benmerkezci bakış açısı ve bencilliğinin medeniyet ve doğası ile kurduğu ilişkilerine etkisi Michael Pollan’ın “Arzunun Botaniği” adlı kitabından verilen alıntı ile açıklanabilir. Eserinde koevrim ve evcilleştirme gibi konulara değinen yazar aslında insanın hayatta düşündüğü gibi yüksek mevkili bir varlık değil diğer her şey gibi sadece normal bir varlık olduğunu açıklar.  İnsanın arzuları olduğu gibi güya evcilleştirdiği varlıkların da arzuları olduğuna değinir ve insanların bitkileri ve hayvanları kullandığı gibi diğer canlıların da birbirlerini kullandıkları ve birbirlerinden yararlandıkları sonucuna varılabilir. Yani insan sadece kendini tatmin etme amacı ile hareket ederek canlıları ve kendini medeniyet perdesi altında doğadan uzaklaştırırken bir bakıma kendi ayağına sıkarak kendi gelişimini de olumsuz etkilemiştir. Doğayı kontrole etmek ve onu yönetmek insanın kapasitesinde olan bir olay değildir. İnsan doğa ile uyumlu bir medeniyet kurmalıdır çünkü kurmadığında ve doğaya zarar verdiğinde adeta koca bir evrende ufak bir kara parçasına kısılı olduğunu unutmuş gibi davranır ve doğanın medeniyete katkıda bulunduğunu medeniyetin de doğaya katkıda bulunduğunu aklından çıkararak hareket eder.

Kaynakça:

Pollan, M. (2019, September 11). Arzunun Botaniği & Bir Elmanın Sizi kullandığını düşündünüz MÜ hiç?. kitapyurdu.com. https://www.kitapyurdu.com/kitap/arzunun-botanigi-amp-bir-elmanin-sizi-kullandigini-dusundunuz-mu-hic/253411.html 

Home. Home " DergiPark. (n.d.-b). https://dergipark.org.tr/en/ 

Evcilleştirme ve Ehlileştirme: Neden Bazı Hayvanlar Evcilleştirilirken, bazı diğerleri evcilleştirilemez?. Evrim Ağacı. (n.d.). https://evrimagaci.org/evcillestirme-ve-ehlilestirme-neden-bazi-hayvanlar-evcillestirilirken-bazi-digerleri-evcillestirilemez-4591 

2. Adım Yazısı

“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”    Umberto Eco 

UMBERTO ECO’NUN İNSANIN ÖĞRENME İSTEĞİ PERSPEKTİFİ ÜZERİNE BİR İNCELEME

Umberto Eco, yukarıda verilen alıntısında insanın bilme ve öğrenme isteğinin sadece sınırlarını öğrenmek ve çizmekle değil, iyi ve kötü arasındaki kavram farklarını da anlamak ile ilgili olduğunu anlatır. Diğer İtalyan yazarlardan ve filozoflardan ayrılan Eco, ayrıca göstergebilim prensiplerine de ilgi duymuştur. Eco’nun bu sözü sosyoloji ve psikanaliz gibi alanlarla açıklanabilir. İnsan zekası ve düşünme yeteneği ile diğer canlılardan ayrılan, doğası gereği sosyal, iradesi gereği ile de sorgulama yetisi olan kompleks bir varlıktır. Bu özellikleri dolayısıyla insan içine konulduğu durumu, o durum ne kadar vahim ya da kaçınılmaz olsa da, sorgulayabilir. Hayatta toplum tarafından ona uygulatılan ya da üstlerinden gelen; uyulması gereken toplumsal normlar ya da emirleri yapması gerektiğini bilir. Bilmeyen, cahil bir insanın gözündeki perde asla kalkmadığı için o insan bunları sorgulamadan yapar. Durumun ayrıntılarını öğrenen, bu durumda neler yapılabileceğini bilen insan diğerine göre daha farklı davranır. Bu gibi durumlarda ona dayatılan fikirleri şüpheyle karşılar ve Eco’nun sözünde de geçtiği gibi eğer yapmaması gereken bir şey varsa bunu bilir. Ek olarak, insanın cahilliğinin ya da gerçeği görmedeki korkaklığının tarihe mal olduğu çeşitli durumlar bulunmaktadır: Nazi Almanyası'nda Yahudilere yapılan zulmün farkında olunmasına rağmen kör bir göz çeviren ve bu katliama karşı cahil kalmayı seçen diğer dünya ülkeleri, savaşlarda ve soğuk savaşlarda sorgulanmadan yerine getirilen emirler ya da Ortaçağ dünyasında rahiplerin sözlerine körü körüne inanan ve katliamlara sebep olan insanlar bu durumun sonuçlarının ne kadar vahim olabileceğine dikkat çekmektedir. Bu denemenin devamında çeşitli edebi ve felsefi kaynaklardan ve tarihi olaylardan yararlanarak bu düşünce biçiminin bireysel ve toplumsal hayattaki önemine ve yokluğunda ortaya çıkan durumlara değineceğim. 

Umberto Eco’nun bakış açısını ayrıntılı çözümlemek için ilk olarak bireysel ve toplumsal ahlak ve etik kavramlarına ve bilginin ahlakta oynadığı role değinmek istiyorum. Ahlak felsefesini oluşturan kavramlar arasında vicdan, sorgulama, iyi ve kötü arasındaki fark, erdem ve sorumluluk öne çıkmaktadır. Bu kavramlar ile bireyin eğitilmesi toplumda uyumun sağlanmasına katkıda bulunur. Ek olarak, etik de bu toplumsal normların temellerindeki iyi- kötü çatışmalarını, bir durumun doğru çözümlerini kısacası insan pratiğini ahlak ile açıklamaktır. Bireysel ahlak felsefesi, Platon’un sözleri ile, ahlakın temel taşlarını iyi özü oluşturur. İyi özü, kişiye bilme gücü verdiği gibi bilginin iyi ya da kötü olup olmadığına da karar verir, aynı zamanda bu öz doğru bilginin de temelidir. Bu ahlak anlayışında kişinin iyi özünü esas alarak yaşaması gerektiğine ve ancak böyle saf mutluluğa ulaşabileceği savunulur. Yani, bireysel ahlak kişinin kendi mutluluğu yoluyla  toplum refahını hedef alır. Toplumsal ahlak da, topluluk bilincini ve topluluk yaşamının tüm kademeleriyle insanların davranışlarını organize eden kalıplaşmış kuralları ele alır. Burada kritik nokta Platon’un ahlak felsefesi için doğruluk özünü ya da bilgi özünü değil de ikisini de içerdiğine inandığı iyi özünü kullanmış olmasıdır. Yani insanın mutluluğunu ve toplumun refahını gözeten bireylerin cahil kalarak iyiye ulaşamayacaklarını anlatmıştır. Birey ancak öğrenerek, öğrenmeye devam ederek ve kendini geliştirerek mutluluğa ulaşabilir. Bu bilgilerden yola çıkılarak insanın kendi sınırlarını öğrenmesinin ve öğrendiği bilgiyi doğru yorumlamasının önemi anlatılmaya çalışılmıştır. 

Eco’nun bakış açısını destekleyen önemli noktalardan biri de etiğin teoride kulağa hoş gelen bir ahlak sorgulaması olmasının yanında stres ve baskı altındaki durumlarda sorgulamadan alınan kararların, bir başka deyişle bu durumlardaki insan pratiğinin kusurlu olmaya yatkın olmasıdır. Bu duruma örnek olarak çeşitli sosyal deneyler verilebilir. Mesela Milgram deneyi, insanların baskı altında otoritenin isteklerine, etik ahlaklarıyla uyuşmasa ve vicdani yükümlülükleri ile çelişse bile itaat etmeye ne ölçüde hazır olduklarını ölçmek amacıyla yapılan deneyler dizisidir. Burada üç temel rol bulunur: otorite, denek ve öğrenci. Denekten öğrenciye kelimeler öğretilmesi istenir ve her verdiği yanlış cevapta elektrik voltajının artırılacağı belirtilir. Deneğe de önceden elektrik verilerek karşısındaki kişinin içinde bulunacağı acı gösterilmiş olur. Bir sürenin sonunda voltaj ölümcül evrelere gelse ve karşılarındaki öğrencinin tepkileri artsa da deneklerin çoğunun otoriteye uyum sağlayarak onun sözünü dinledikleri görülmüştür. Bu deney aslında diğer tiranlık rejimlerine ve Nazi Almanyasına da gönderme yaparak herhangi bir tiranın veya Adolf Hitler’in düşüncelerinin herkes tarafından benimsenmediğini fakat otoriteye boyun eğen ve cahil kalmayı seçen büyük bir kesimin de katliamdan sorumlu olduğu sonucuna varmamızı sağlar. Alıntıda söz edildiği gibi insan öğrenmek ister fakat her zaman öğrendiği şey karşısında doğru tutum sergileyemez, bilgi insanın kendi benliğini güçlendirir ve karşısındaki otoriteye karşı dik duruş sergileyerek ne yapmaması gerektiğini de bilmesini sağlar.

Nazi Almanyasından bahsetmişken, ek olarak diğer tiranlık düzenlerinin, Ortaçağdaki din ve bilim anlayışının ve cahilliğin topluma etkisinden de örneklerle söz edelim. Tiranlık denince akla gelen belli başlı birçok isim vardır. Bunlardan bazıları: Hitler, Stalin ve Kim Jong-Un’dur. Bu tiranlıkların ortak noktaları çoğunun idealist düşüncelerle başlayıp sonrasında yozlaşmaları ya da ‘mükemmel demokrat’ örneği sergileyerek halkı idealist olduklarına inandıran düşünceler ile başlamalarıdır. Cahilliğin insanoğluna leke olduğu başka bir durum ise Ortaçağ’da halkın din adamları tarafından cahilleştirilmesi, bilimin durgun bir hal alması ve okuma-yazma oranı düşüklüğü neticesi ile halkın doğru bilgiye ulaşamaması nedenleri ile haksız mahkemeler yapılarak insanların baskı ile yönetilmesine neden olmuştur. Halk öğrenmeye istekli olsa da bile bu istek ağır cezalar ile söndürülmeye çalışılmıştır, halk bilgiye ulaşamadığı için ahlak kurallarında sadece Kiliseyi dinlemek zorunda kalmıştır. Bu durum da beraberinde manipülasyona açık, kolayca galeyana getirilebilen ve yönetilebilen bir topluluk oluşturmuştur. Bu topluluk kendi kararlarını veremez, etrafında gerçekleşenleri sorgulayamaz ve iyi-kötü ayrımını otoritesinin hareketlerine göre kavrayarak minimum zarar almak amacıyla hareket eder. Ayrıca insanlar cahil kaldıkça bölünmeleri zorlaşır. Cahil bir topluluk çoğu zaman bilgili bir topluluktan daha büyük nüfus içerir. Bu olaya Ortaçağ sonu ve Rönesans döneminde yapılan Cadı Mahkemeleri örnek verilebilir. Cadı denilen kadınlar ve erkekler aslında botanik, tıp, akupunktur ve doğa bilimleri açısından bilgili, günümüz tıbbi dünyasının sessiz temellerini kurmuş kişilerdir. Fakat sırf kadın oldukları için, cahil kalmayı reddettikleri için veya cahil bir toplulukta göze battıkları için yakılarak ya da çeşitli işkence yöntemleri ile öldürülmüşlerdir. Olay çözümlenirse insanların bilgi eksikliğinin, nefrete ve ötekileştirmeye de yol açtığı görülür. Bilgi insanın limitlerini keşfetmesi ve doğru ahlaki davranışlar sergilemesi için kaçınılmazdır, eğer bilgiye ulaşım kısıtlanırsa nefret gibi duygular kendilerini daha kolay gösterir ve bu da doğasında vahşilik bulunan insan gibi bir varlık için vicdanını hiçe sayıp sorumsuz hareketlerde bulunmak için bir fırsattır. 

Bu gibi konulardan söz etmişken devletlerin kullandığı cahilleştirme politikalarına da kısaca değinmek istiyorum. Ortaçağda yaşanan durum tabiki de Ortaçağ ile sınırlı değildir, insanoğlu kendini yenileyerek geliştirse bile bu kavramlar dönüşerek daha sessiz ve sinsi bir maske altından yaşamaya ve yönetmeye devam etmektedirler. Günümüzde Ortaçağ’daki gibi bilgi sınırlama imkanı az olsa da ABD, Rusya ve Çin gibi gelişmiş devletler diğer devletlerin gelişmelerini engellemek için onları bir fanus altında inceleyerek çeşitli yöntemlerle cahil kalmalarını sağlamaya calışıyorlar. Uygulamalarda medya, din, siyasi düşünceler, ortak düşünceler ve en önemlisi de kalitesi düşürülen eğitim sistemleri kullanılmaktadır. Genelde devletlerde halk üzerinde yapılan anketler ile kitlenin özellikleri belirlenir ve gelişmemiş, oturmamış bakış açılarına sahip kesimler uzun vadede yönetici partiye katkı sağlayacak şekilde desteklenir. Halk cahilleştikçe, sorgulama yetisini kaybeder. Sorgulama yetisini kaybettikçe de kendi varlığının soluk bir gölgesine dönüşür ve ahlakını kaybeder. Bir toplum ahlakını kaybedince de manipülasyona açık bir konuma düşer, tabiri caizse dalından kopmuş bir yaprak gibi rüzgarlar onu ne yöne savurursa o yöne gider. Bu durum bilinçli bir liderin gelişine ve halkı aydınlatmasına kadar devam eder ki bu durum da az rastlanılır bir durumdur. 

Öğrenmek sosyal bir varlık olan insan için önemli bir olgudur. İnsan kendi düşüncelerini, fikirlerini paylaştıkça insan olur, kendi kabuğundan çıkarak gelişir ve bu paylaşım daha çok sorgulama ve öğrenimi beraberinde getirerek toplumsal kalkınmaya da yardımcı olur. Cahil kalan bir birey ise toplumdaki yerini belirleyemez, kendisini içten içe kusurlu ve çürük hisseder ve bunu çevresindekilere aşırı özgüven ya da nefret olarak yansıtır. Bugün büyük kitleler tarafından nefret gören birçok düşünce aslında nefreti hak etmeyen,  mantıklı çerçevelere oturtulmuş kavramlardır. Bunlara örnek olarak feminizm verilebilir. Temelinde kadın ve erkek hak eşitliğini savunan bu düşünce; kadını ikinci seviye vatandaş olarak gören cahil bir kitle tarafından nefret görerek eleştirilir. Bu bilgi edinmeyi reddeden grup tarafından yayılan söylemler ve yanlış örneklerin doğru örnekleri bastırmasıyla aslında hak eşitliğini savunan ideoloji ayıplanan bir kavrama dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu gibi durumlarda da cahilliğinin farkında olan fakat öğrenmeye isteksiz ve cahil kalmayı tercih eden kesimler öne çıkmaktadır, bunun sonucunda da bu kitle doğru davranış sergileme potansiyeli gösteremez, bu kitlenin davranışlarına maruz kalan kesimler de eğer doğru bilgiye ulaşmazsa toplum refahına ulaşmada zorluk çekilmesi kaçınılmaz olur.  

Sonuç olarak, Umberto Eco’nun alıntısı; iyi ve kötüyü ayırmak, kendi potansiyelini ortaya çıkarmak ve limitlerini fark etme durumunun ancak öğrenme isteği ile bilgiye ulaşarak onun sorgulanması ile gerçekleştirilebildiğini anlatır. İnsan bilgiye ulaştıkça ve onu sorguladıkça ahlaki olarak aydınlanır, kendisi ve toplum üzerindeki sorumluluklarını fark eder ve etik anlayışını geliştirir. İnsanın teorik olarak vicdanına uyduğu durumlar pratikte de uygulanabilirse Platon’un da bahsettiği iyi özüne ulaşılır, insan ve bulunduğu toplum refah seviyesine yaklaşarak saf mutluluğa ulaşmış olur. Bu perspektifin eksikliği tiranlık, idealist düşüncelerin yanlış yorumlanması, çeşitli katliamlar ve insanlık suçlarına neden olabilir. İnsanoğlu baskı altında gurur duymadığı şeyler yapabilir fakat bilgisi tam, sorgulama yeteneği yüksek insan öğrenmeye olan açlığı ile doğru bilgiye ulaşarak kendi fikirlerini üretebilir ve karşısındaki otorite olsa bile onun kendine dayattığı fikir ve davranışları sorgulayarak ahlaki açıdan doğru kararlara varabilir. 

1. Adım Yazısı

“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill

BİREYSEL DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ: TOPLUMUN BİREYE BASKISI VE BİREYİN TOPLUMA BASKISI ÜZERİNE BİR İNCELEME

John Stuart Mill’in “Özgürlük” kitabından gelen bu alıntıda demokratik toplumun temel değerleri birey ve düşünce özgürlükleri üzerinden ele alınmıştır. Çoğunluğun savunduğu bir görüşün savunanlarının, azınlığın savunduğu görüşü görmezden gelme hakkı olmadığı ve böyle durumlarda bile bireyin düşünce özgürlüğünün kısıtlanmaması, tersine korunup kollanması gerektiği düşüncesi hakimdir. Bireylerin kendi özgür düşüncelerine sahip olmalarını destekler ve bu düşüncelerin sırf çoğunluk katılmıyor diye bastırılmasını önlemenin doğru yol olduğunu savunur.  Ayrıca birçok liberal prensibin de temelini oluşturan bir görüştür. Bireysel düşünce özgürlüğü (bireycilik) bireyi bütün bir toplumun düşüncesinin bir parçası olarak görmez; onu kendi benliğini var ettiğini, kendi kendine yettiğini, duyguları ve düşüncelerini kendi oluşturduğunu vurgular. Buna karşıt olarak kollektivist düşünce tarzı ise toplumsal kaynaşmanın ortak hedeflerine dikkat çeken ve çoğunluğun fikirlerini bireyin fikirlerine tercih eden felsefi görüştür. Bunlara ek olarak tiranlık ise güce sahip bireylerin diğer ve kendi toplumlarına şiddet içerikli hareketlerde bulunmasıdır. Bu yazının devamında çeşitli edebi ve felsefi kaynaklardan esinlenerek bu bakış açısının güçlü ve zayıf yönlerini ve medyaya yansımasına değiniyor olacağım. 

John Stuart Mill’in alıntısını daha ayrıntılı analiz edebilmek amacıyla ilk olarak bireysel ve toplumsal düşünce fikirlerinin ikisine de değinmek istiyorum. Düşünce özgürlüğü basitçe bir bireyin kafasında ne düşündüğünü ve neyi destekleyip desteklemediğini bilmenin zaten mümkün olmadığını savunur. İşte tam da bu yüzden kişinin düşündüklerini sesli de söyleyebilmesi gerektiğine inanır. Çünkü bir fikir ancak toplumun görgü kurallarından çekinmeden, yargılanmaktan korkmadan ya da yargılansa bile zarar gelmeyeceğini bilerek dillendirilirse bireyin gerçek ve özgür fikri olur. Bireyi özgür fikirlerini dile getirmekten vazgeçiren yegane tek şey toplumun bakış açısının kendi bakış açısını zincire vurarak ona sınır çekmesidir. Kişi toplumda ötekileştirileceğini ve dışlanacağını düşünerek fikirlerini kendine saklar ve bu da düşünce özgürlüğünü engellemiş olur. Toplumsal düşünce fikri ise toplumun görüşlerinin bireysel görüşlerin önünde tutulması ilkesine dayanır. Bu görüşe sahip bireyler diğer toplumlara kıyasla kendi toplum ya da gruplarına daha fazla yönelmeye eğilimlidirler. Ayrıca ek olarak Utilitarizm’e (faydacı ahlak) ve Pragmatizm’e değinmek gerektiğini düşünüyorum. Utilitarizm temelde “çoğunluğun iyiliği için” sözleriyle açıklanabilir. Bu felsefi anlayışta toplumun çoğunluğunun yararına olacak bir karar için azınlık bir kısmının feda edilebileceği öne sürülür. Halbuki bu bakış açısı toplumun azınlık olsa da bir kısmının acı çekmesine neden olacaktır. Pragmatizm’de ise kısaca pratik olan eylem vurgulanır. Yapılan bir eylemin doğruluğunun kendisinde değil de ortaya çıkardığı sonuçlarda yattığı düşüncesi Pragmatizm’e aittir. Utilitarizm ve Pragmatizm birbirine çok benzer gözükseler de aralarındaki en büyük fark Utilitarizm’in siyasal bir öğreti olmasına karşın Pragmatizm’in daha çok felsefi bir düşünme yöntemi olmasıdır.

Mill’in görüşünü destekleyen en önemli noktalardan biri çoğunluğun doğruluğunun garantisinin olmamasıdır. Bir düşünceyi sırf çoğunluk benimsedi diye bu görüşün doğru kabul edilemeyeceği su götürmez bir gerçek olmalıdır fakat tarihte pek çok örneğinin de görüldüğü gibi öyle değildir. Günümüzde yaşananlardan örnek olarak feminizme karşıt olan grup ele alınabilir. Feminizm özünde kadınlara haklar tanıyarak bu hakların korunmasını; iş, hayat, sosyal çevre, aile gibi kurumlarda eşitsizliklerin ortadan kalkmasını destekleyen ideolojidir. Birçok kişinin sandığı gibi feminizm kadın üstünlüğünü savunmaz ya da fiziksel olarak kadınların erkeklerden daha güçlü olduklarını iddia etmez. Feminizm’in savunduğu ilkeler hak eşitliği ve adalet üzerinedir. Bu ideoloji kadınlara olduğu kadar erkeklere de yardım etse de, ideoloji kadınların haklarını savunuyor diye kadın düşmanı birçok kişi tarafından nefret görmüştür. Feminizmden nefret eden bu çoğunluk kitlenin olması bu ideolojinin yanlış olduğunun bir kanıtı değildir. Fakat günümüzde herkes nefret ettiği için aslında gerekli olan değişimleri destekleyen bir grup insan da ötekileştirilmemek için bu görüşleri savunuyormuş gibi yapmaktadırlar ve bu önceki paragrafta bahsettiğim gibi düşünce özgürlüğüne karşı gelmektedir. Alıntıda söz edildiği gibi çoğunluk bir grubun tek bir kişiyi baskılama hakkı yoktur ve bu tutum yanlıştır. Mill’in sözüne bu noktada katılmaktayım. 

Ötekileştirilme ve dışlanarak ayrıştırılma kavramlarından bahsetmişken buna ek olarak toplumsal çeşitliliğe ve bireyin bu çeşitliliğin bir parçası olma haklarından da söz edelim. Her bireyinin birbirinin aynı olduğu bir toplumun varlığı ve kök salması büyük ölçüde imkansız bir olay olmamakla beraber devamlılığı olmayacak bir paradokstur. Her bireyinin aynı düşünceye ve ideolojiye sahip olduğu bir toplum hayal edin. İlk olarak bu toplumu yaratmak için baskı, korku ve ceza yöntemlerine başvurulacaktır. Hristiyanlıkta yeni bir mezhep olan protestanlığa karşı katoliklerin uyguladığı yöntemler bunlara örnek verilebilir. Baskı ve korku ile yarattığınız ve ‘ağaç yaşken eğilir’ sözü kapsamında gençlerden toplayarak oluşturduğunuz bu toplum elbette sizi tanrılaştıracaktır. Fakat, asıl sorun bundan sonraki nesillerde ortaya çıkmaktadır. Sonraki körpe nesillerden ortaya çıkacak bir kişi diğerlerini de etkisi altına alarak bu korku ve baskı yönetimini yıkabilir ve çeşitliliği olmayan toplum burada son bulmuş olabilir. Tabii ki bu başkaldırının ne zaman gerçekleşeceği bilinemez, bu yüz yıllar da alabilir fakat tarihteki örneklere bakıldığında devrimin er geç kaçınılmaz bir biçimde geleceği görülmektedir. 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ve Reform hareketleri bu devrimlere örnektir.  Toplumda çeşitlilik olmazsa ve belli fikirlere yığılma olursa taraflar arasındaki nefret artar ve belki en sağlam köprülerle bile geçilmesi imkansız olacak bir uçurum açılır. Bu açıdan toplumun fikirsel değil de hoşgörüsel, adaletsel ve haksal birliğinin olması daha önemlidir. Böylece toplum çeşitli fikirlere yer vererek serpilebilir. 

Diğer önemli noktalardan biri de bireysel fikir ve düşüncelerin toplumsal ilerlemeye sağladığı katkının yok edilmesinin göze alınması durumunda kaybedilecek gelişme potansiyelidir. Birey kendi kendine var olarak,  kendi öğrenerek ve deneyerek becerilerini geliştirir. Bir toplumun her bireyi etnik köken, din, dil, ırk bakımından eşit olmasalar bile kendi fikirlerini geliştirerek topluma katkıda bulunurlar. Bu fikirler ile toplumsal iletişim daha sağlıklı ve adil bir biçimde sürdürülebilir. Bu sebepten ötürü, çoğunluğun bireyselliği susturma çabası toplumun gelişime mal olabilir. Buna en iyi örneği kendi ülkemizin şair, yazar ve gazetecilerinden verebiliriz. Siyasi rejimin içi boşluğunun, baştan sağmacılığının ve haz odaklı yönetiminin halka olan etkisini inceleyen Sabahattin Ali’nin ‘Sırça Köşk’ adlı hikayesinde devlet yapısı eleştirilmiş ve yıkılmayacak sanılan rejimlerin bile umut ve inanç ile yıkılabileceği vurgulanmıştır. Sabahattin Ali’nin bu hikayesi toplatılarak yasaklanmış ve kendisi cezaevine gönderilmiştir. Sonrasında devletin ve toplumun baskıcı yönlerini eleştirmesi yüzünden sorunlar yaşayan bu önemli yazarımız sınırdan kaçmaya çalışırken öldürülmüştür. Ülkemizde ve dünyada birçok örneği bulunan bu durum da bireysel düşüncenin baskılanması yüzünden toplumun gelişiminin engellenmesinin bir göstergesidir. 

Mill’in görüşü çoğunluğun tek bir bireyi baskılama hakkının olmadığını savunmakla birlikte yeterli güce sahip tek bir bireyin de toplumu baskılama hakkına sahip olmadığını savunur. Bu da Mill’in görüşünün tiraniye karşı gelen bir görüş olduğunu belirtir. Tiranlık sistemi, yeterli güce ve nüfuza sahip bir bireyin toplumu daha önce bahsettiğim baskı, korku ve ceza yöntemleri ile yönetmesi ve çevresinde yine nüfuza ve ekonomik güce sahip bireylerden bir çember oluşturmasıdır. Tiran hak ve anayasaya bağlı kalmak zorunda değildir çünkü onu etkisiz kılabilecek hiçbir kural yoktur. Tiranlık ile yönetilen bir toplumun hakları tiranın haklarından alt seviyede bulunur ve adeta ikinci sınıf bir yaklaşım sergilenir. Ek olarak bir tiranı diğer baskıcı ve zulümcü yönetimlerden ayıran en önemli özellik kendi toplumu dışındaki toplumlara baskı yapması değil bununla birlikte kendi toplumuna da zulüm ve şiddet içerikli hareketlerde bulunmasıdır. Bu duruma örnek olarak herhangi bir diktatör verilebilir. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse Kuzey Kore İşçi Partisi başkanı Kim Jong-Un ilk sıralarda akla gelmektedir. Görünüşte komünist bir yaklaşım sergilense de Kuzey Kore vatandaşlarının zor şartlarda yaşamlarını sürdürdükleri bir gerçektir. Ya da tarihten farklı örnekler verilmek istenirse Mao, Stalin ve Hitler de verilebilir. Bu liderlerin yönetiminde kendi halklarına uyguladıkları zulümler onları tiran yapmıştır. Mill’in bir kişinin çoğunluğu baskılamasına karşı çıkması görüşüne katılıyorum. 

Bu düşüncenin medyada yansımaları incelenirse sevilen örneklerden biri Utilitarizm’i savunan Gellert Grindelwald örneği olabilir. Genç yaşlarda büyücü halkının muggle (büyücü olmayan) halka üstün geldiği fikrini benimseyen Grindelwald ayrıca ‘çoğunluğun iyiliği için’ mantrasıyla bir nevi büyücü bir diktatör olarak milyonları yok etmiştir. ‘Çoğunluğun iyiliği için’ sözleri daha önce de bahsettiğim üzere toplumun büyük bir kısmının çıkarları için azınlık bir kısmının feda edilmesidir. Ayrıca bunlara ek olarak Grindelwald karizmasını kullanarak toplumu etkilemiş ve Sokrates’in savunduğu yalancı demokratın mükemmel örneğini oluşturmuştur. Grindelwald burada bireysel özgürlüğü savunduğu illüzyonunu  yaratarak insanları manipüle etmiş ve yukarıda bahsedilen diktatörlere benzer bir hareket sergilemiştir. Mill’in alıntısında yer alan yeterli güce sahip kişi toplumu yönetemez fikrine tartışma olarak sunulabilecek nitelikte bir karakterdir. Genel olarak medyaya bakıldığında da distopik romanlarda çok görülen ve karamsar bir atmosfer yaratmakta kullanılan toplumu korku ile bastıran diktatörler Mill’in bu alıntısına karşıt eylemler uygularlar. 

Sonuç olarak Mill’in alıntısında bahsettiği bireysel düşünce özgürlüğünün birey ve toplum genelindeki önemi yadsınamaz. Nüfuza sahip bireylerin toplumu susturmaya hakları olmadığı gibi, toplumsal görgünün de bireysel düşünceye zincir vurmaya hakkı yoktur. Çeşitli nedenler ile bireyin düşünce özgürlüğünün kısıtlanması; toplumun yanlış bir yola sapmasına, bireyselliğin ve toplumsal çeşitliliğin yok olmasına, bireysel düşüncenin topluma sağladığı katkının kaybedilmesine ve tiranlığın yönetimde yer almasına sebep olabilir. Yaşamsal gerçeklerimiz, medyada, sanatta, müzikte ve edebiyatta kendini gösterir. Bu alanlarda gördüğümüz temalar ve karakterler bireysel düşünce özgürlüğünün bir eseri olmakla birlikte toplumsal, sosyal, ekonomik ve yönetimsel baskıyı ele alırlar. Yönetimsel ya da toplumsal baskıyı ortadan kaldırmak tabii ki şiddet ve zulüm unsurlarına başvurarak ortadan kalkmayacak ve daha da kötüleşecektir. Bu durumun Mill’in sözündeki gibi işlenmesi için din, dil, ırk, etnik köken, cinsiyet ya da cinsel yönelim göz edilmeden bireylerin birbirlerine sadece insan oldukları için fikir ve düşüncelerine saygı duymak gereklidir. Bireylerin düşüncelerinin geçerli olması için sadece insan olmaları farklı toplumlara yetmelidir. Ancak fikirlerin özgürce paylaşılabildiği, höşgörülü bir ortamda büyük ya da küçük toplumlar onu oluşturan bireylerine ya da nüfuza sahip bireyler büyük ya da küçük toplumlarına baskı uygulamazlar.




Hiç yorum yok: