2 Haziran 2024 Pazar

Ertan Can Demir / Balçova Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 10 Türkiye Üçüncüsü


Final Yazısı

“Evcil” kelimesi, türlerin uygarlığın çatısı altına geldiğini, ya da getirildiğini ima ediyor, ki aslında bu doğru; ancak bu ev-imsi mecaz, bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor; sanki doğa, sadece dışarıda olan bir şeymiş gibi.   Arzunun Botaniği, Michael Pollan


Ahkaki Nihilizm Çerçevesinde Ahlak, Toplum ve Erdem

İnsan doğasını araştırmak hem siyaset hem de ahlak felsefecileri için önemli bir uğraş olmuştur.Zira siyaset felsefecileri kendi devlet anlayışlarını insanın doğasına uygun hale getirmeye çalışmış ve devletlerini insanın telosuna uygun hale getirmeye çalışmışlardır. Kimi ahlak felsefecileri ise insan doğasından yola çıkarak ahlakı rasyonalize etmeye çalışmıştır. Örneğin Hobbes kendi toplumsal sözleşmesini insanın bencil ve kendi çıkarını düşünen bir varlık olduğunu öne sürerek kendi toplumsal sözleşmesini bu şekilde temellendirmiştir. Keza Ayn Rand da kendi felsefesini insanın egoist ve çıkarcı bir varlık olmasında temellendirmişti. Fakat tüm bunlar bi yana gerçekten de insan doğasını bir şeye indirgemenin mümkün olup olmadığı açık değildir. Bütün insanlar belirli bakımlardan birbirine benzer olmakla birlikte bu insan doğasını indirgeyebileceğimiz anlamına mı gelir?

Evrim kuramı felsefeyi büyük ölçüde değiştirdi. Öyle ki pek çok filozof evrim kuramından etkilenerek kendi felsefi sistemlerini oluşturdu. Böylesine bir etki daha önceleri Kopernik Devrimi’nde de hissedilmişti. Zira bu iki kuram doğa biliminin birbirinden çok farklı konularını ele almış olsalar da sonunda felsefi olarak aynı soruya kulak verirler:Ben kimim ve bu evrendeki yerim ne? Buradan da kişi hayatımın anlamı nedir? Sorusuna ulaşır. 

Öncelikle insan doğasına ilişkin sorulabilecek ilk soru insan doğasına ilişkin egoist görüşün haklı olup olmadığıdır? Hobbes insan doğasında çıkarcılığa vurgu yaparken haklı mıydı? Ayn Rand sevgiyi ve ahlakı bir çıkar meselesi olarak görmekte haklı mıydı? Belki de onların bu tezi şu şekilde savunulabilir:Evrim bireyin hayatta kalmasını gerektirir ve bu ancak birey kendi çıkarını korursa mümkündür. O halde bu insanın çıkarcı doğasını haklılaştırabilir ama gerçekten de egoizmin savunucularının öne sürdüğü gibi bir bireyciliği mi gerektirir?  Dahası insan fedakarlık yaparak kendi çıkarını koruyabilir mi? Onlar bu soruyu çok saçma bulacaktır. Çünkü onlar hedonist görüşün sıkı savunucuları olarak bu türden bir fedakarlığın kişinin çıkarına olmadığını zira böyle bir fedakarlığın kişinin kendi faydasına hiçbir katkı sağlamadığını söyleyecektir. Ama bu noktada şunu belirtmem gerekir. Ben ahlaken iyi olarak atfedilen bir şeyin insanın çıkarına uygun olması gerektiğini düşünüyorum ama bunu birtakım hazlarla değil bireyin peşinden koşacağı idealler ve bireysel erdemler çerçevesinde temellendiriyorum. Yani hiçbir çelişkiye düşmeden bireyin kendi çıkarına uygun hareket edebileceğini ve kendinden fedakarlık edebileceğini düşünüyorum.

Bu elbette şöyle bir probleme yol açar:Bahsedilen bu bireysel erdemler nedir ve bunları takip etmemizin herhangi bir bağlayıcılığı var mıdır? Elizabeth Anscombe’un Modern Moral Philosophy de belirtmiş olduğu önemli düşünceler aracılığıyla bağlayıcılık problemine cevap vermek istiyorum. Esasında bir şeyi yapmakla zorunlu olmakla neyi kastettiğimizi açığa çıkarmak gerekir. Örneğin Kant’ın felsefesinde bu bağlayıcılık rasyonel bir istemeyle temellendirilir. Fakat bu gerçekten de bir zorunluluk sağlar mı? Elizabeth Anscombe’un izinden gidersek aslında görürüz ki zorunluluk Hristiyan Felsefe Geleneğinden kalmış bir anlayıştır. Zira tanrı olmadığı müddetçe herhangi bir zorunlu veya bağlayıcı bir ahlaktan bahsedemeyiz. Bu noktada her ne kadar yazının devamında bir ahlaki nihilizm savunucu yapıcak olsam dahi bir özeleştiri yapmayı ve teizmin bu konuda nihilizm den daha tutarlı olduğunu itiraf etmem gerekir. Peki bir ahlaki nihilist bu soruya nasıl cevap verebilir? Diyebiliriz ki otorite tarafından sağlanmış olan adalet insanları belirlenmiş olan ahlak kurallarına uymaya zorlayabilir. Fakat bu noktada açıkça görülür ki bu hem ahlaki nihilizmin getirmiş olduğu rölativist bakış açısı bakımından bir başka soruya neden olur:Hiçbir ahlaki objektivizmin olmadığını iddia edip içinde bulunduğum toplumun ahlak kurallarına uymamda beni zorlayan nedir? Dahası çok iyi biliyoruz ki Tanrı’nın nihai adaleti ile insanın sınırlı adalet anlayışı karşılaştırılamaz. Öyleyse bu soruya nasıl cevap vericek? Belkide ahlaklı olmanın aslında bazı ekstrem durumlarda ahlaki nihilizm açısından pekte rasyonel olmadığını söyleyebiliriz ve şunları ekleyebiliriz:neden ahlaklı olmalıyım sorusu aynı zamanda kişisel bir sorudur. Bu bizzat kişinin hayat anlayışından ve hayata bakış açısından etkilenir.Ve eğerki kişinin sahip olacağı idealler veya bireysel erdemler(ileride bireysel erdem derken neden bahsettiğimi anlatıcam) bunu gerektiriyorsa bu gayet makul gözükebilir. Fakat bu genede bunu rasyonel yapmaya yetmez zira temelini herhangi bir zorunluluktan değil insanın hayata bakışından alır.Okuyucu bu noktada ahlaklı olmak derken çelişkiye düştüğümü düşünebilir zira ahlaki nihilizme göre ahlaki objektivizm yoktur. Fakat bu açıkça ahlaki nihilizmin pratik bir sorunudur. Pratikte ahlaki nihilist olmak imkansızdır. Bu nedenle ahlak bir insan yaratımı olarak ele alınmalıdır.Burada ahlaki ilkelerden kasıt toplumdan kabul gören ve sağduyumuza uyan görüşlerdir.

Bu noktada görüşlerimi sağlamlaştırmam için ahlaki nihilizmi temellendirmem gerekir bu nedenle öncelikle ahlaki nihilizmi temellendirmem gerekir. John Leslie Mackie İnventing Good and Bad isimli kitabıyla ahlaki nihilizmi bir metaetik teori olarak tanımlamaya girişmiştir. Onun hata teorisi kısaca ahlaki yargılarımızın herhangi bir doğruluğu ya da yanlışlığının olamayacağını  söylemiştir. Bunu da ortaya atmış olduğu tuhaflık argümanıyla açıklamıştır. Zira ahlaki nesneler öylesine tuhafdır ki insanın onları gözlemleyebilecek, onlara dair bilgi sahibi olabilecek hiçbir epistemolojik yetisi yoktur. Şayet akıl ile ulaşılamazlar zira aklın gerektirdiği önermeler totolojik olmak zorundadır. Olgularla da temellendiremezler zira böyle olabilecek olsalar dı George Edward Moore'un doğalcı safsatasına veyahut açık soru argümanlarını yanlışlayacak bir doğalcı teorimiz olurdu. Bir başka epistemolojik argüman Sharon Street'in A DARWINIAN DILEMMA FOR REALIST THEORIES OF VALUE adlı makalesinde belirtmiş olduğu evrim temelli epistemolojik argümandır. Bu argümana göre insan hayatta kalmak için evrimleşmiş bir varlıktır. Onun doğası herhangi bir ahlaki ilkeye sahip olmayı gerekli kılmaz. Bu çerçevede açıkça darwinci evrim ve realist ahlak çelişir. Açıkça savunabileceğim bir diğer argüman gereksiz acı problemidir. Bu probleme göre gereksiz acı vardır ve bu acının hiçbir gerekçesi olmadığı için açıkça ahlakı tanrıyla temellendirmeye çalışan filozoflara karşıt bir argüman olarak kullanılabilir. Belki de onlar Leibnez'in kötülük problemine cevabından yola çıkarak bu dünyanın en mümkün dünya olduğunu ve bu sebeple gereksiz acının var olduğunu savunabilirler. Fakat bu benim açımdan açıkça tanrının gücünü hafife almaktır. Ahlaki nihilzm her ne kadar tutarlı ve güçlü argümanlara sahip olsa da şu anlamda sezgilerimizle çelişir. Biz insanlar bazı şeylere kötü bazı şeylere ise iyi diyebilmeyi isteriz. Bunu yapmak zorundayız. Çünkü açıkça ahlaki ilkelere sahip olmadan yaşamamızın ve kendi hayatımızı güvenceye almamızın herhangi bir yolu yoktur. Bu sebeple aynı John Leslie Mackie'nin yaptığı gibi ahlakı yaratmalıyız.

İnsan doğasına dair net bir portre sunmadan ve bir iyi yaşam öğretisi ortaya atmadan önce değinmem gereken bir konu daha var. Oda ahlaki ilkelerin meşruluğu problemi. Mademki ahlakı yaratıcaz bu ahlakı meşrulaştırmamız gerek. Çünkü ahlaki nihilizmin ortaya koyduğu rölativizm bunu gerektirir. Bunu bana kalırsa ancak sözleşmeci bir teoriyle yapabiliriz. Esasında pek çok çağdaş filozof adalet anlayışlarını temellendirirken bu yola başvurur. Şayet bir ahlaki ilke ancak o toplumun bireyleri tarafından uygun görülürse meşru sayılabilir ve uygulanmaya zorlanabilir. Fakat elbetteki bu anlayışın da pek çok sorunu vardır. Bir kere pek çok filozofun belirttiği gibi sözleşmecilerin temel aldığı doğa durumu çok spekülatif ve gerçekten uzaktır. Keza aynı şekilde bireylerin gerçekte asla kendi özgür iradeleriyle seçmedikleri bir sözleşmeyi varsayar. Sözleşmecilik bu gibi sorunlarından nasıl kurtarılabilir? İlk öncelikle daha önceki doğa durumu öğretisinden kurtulucam zira o hiçbir şekilde akla uygun değildir. Fakat bu tek başına yetmez çünkü bir doğa durumunda kurtulmak aynı zamanda başka problemlerde getirecektir. Örneğin daha önce doğa durumunda bulunmayan epistemik adaletsizlik ve toplumun içinde bulunduğu veya daha önceden kabul edilmiş ahlaki ilkeler de işin içine girecektir. Bu problemlerin esasında demokratik problemler olduğunu söylemem gerekir. Zira toplumsal sözleşme tanımı gereği demokrasiye muhtaçdır. O halde bu tür problemler ancak daha iyi bir demokrasi anlayışıyla çözümlenecektir.Demokrasiye ilişkin problemi daha da açmak gerekirse toplum eşit olmayan fakat eşit oy hakkına sahip bireylerden oluşur. Bu bireyler kararlarını sahip oldukları önyargılar ile verir ve epistemik adaletsizliğe neden olurlar. Aynı zamanda toplumun içindeki pekçok kişi gelişen reformlara ve farklılaşmaya direnç gösterme eğilimnde olacaktır. Bu nedenden dolayı bu esasen bir demokrasi sorunudur. Toplumsal sözleşmenin ortaya koyduğu bir diğer ilginç şey bir toplumun erdeme sahip olabileceğidir. İnsanlar dil denen müthiş araç sayesinde birbirleriyle iletişim kurarlar ve kendi ortak erdemlerini oluştururlar. Bu erdemler bireysel erdemlerden farklıdırlar. Zira bu erdemler ortak aklın rasyonelliği ile oluşturulmuş ve meşruluk kazanmıştır.Aynı zamanda bireysel erdemler toplumsal erdemler tarafından sınırlandırılımıştır. Zira bu erdemler meşruluk bakımından bireysel erdemlerin üstündedir ve daha bağlayıcıdır. Bir diğer önemli husus ahlaki nihilizmin getirdiği rölativist anlayıştır. Bu anlayıştan dolayı bir toplumun ahlaki ilkeleri ancak bir tiran tarafından zorla kabul ettirilmiş ise yadsınabilir. Sonuç olarak bu ahlaki ilkeler toplumun ortak iradesinden çıkmış ve bu yüzden meşruluk kazanmıştır.

Gelelim bu çerçevede insan doğasının gizemini çözmeye. Öncelikle daha önce ortaya koyduğumuz üzere nesnel bir değerden söz edilemez. İnsan kendi değerlerini kendi oluşturur. İnsan bu kapsamda kendisini doğanın dışındaki bir gözlemci olarak görmemelidir. Oda her varlık gibi doğadan etkilenir ve bu ölçüde spesifik özelliklere sahip olur. Bu sebeple insan çıkarcı ve egoisttir. Fakat insan doğası tek bir şeye indirgenemez zira bütün insanlar sahip oldukları erdemler çerçevesinde birbirlerinden farklılaşırlar.Bu erdemler toplumsal ve bireysel erdemlerdir. Aynı zamanda insan ikili bir doğaya sahiptir. Zira insan sahip olduğu toplumsal erdemlerden ötürü rasyonel, bireysel erdemlerden ötürü irrasyonel bir varlıktır. 

Peki ya insan doğasının bu tasviri çerçevesinde insan için uygun olan yaşam ne olmalıdır? Öncelikle insan sadece hazza sahip olmak için yaşayan bir varlık değildir. Nozick'in deneyim makinesi  düşünce deneyi ile bana kalırsa bunu açıkça ortaya koymuştur. Nozick'in deneyim makinesi  düşünce deneyi ile bana kalırsa bunu açıkça ortaya koymuştur. Şayet bir simülasyonda olsaydık ve her türlü hazzı yaşayabilecek olsaydık bile bunu istemezdik. Zira insanın aradığı bu türden bir mutluluk değildir. Mutluluğu insan yaşamının en üstün amacı sayan hedonistler açıkça bir yanılgıya düşüyorlar. Zira onların bu ideali ulaşılamazdır. Hiçbir mutluluk kalıcı değildir. İnsanın yapması gereken şey mutluluğu aramak değildir. İnsan dinginliği bulmalı hayata karşı kayıtsız kalmalı, duygularının onu yönlendirmesine izin vermemelidir. Ancak o zaman insan makul bir hayat yaşayabilir. Bizim dünyamız olağanüstülüklerin, kaosun, şaşırtıcı tesadüflerin ve akıl almaz olayların vuku bulduğu bir dünyadır. İnsan oğlu talihin bu yüzünü görmüş ve ona karşı koymak ve kendi hayatına egemen olmak için çeşitli araçlara başvurmuştur. Bunlardan biri olan bilim güzel bir örnektir. Keza bilim insanın talihe karşı koymak için ortaya attığı en önemli araçlardan biridir. Bilim sayesinde insan bir öngörü gücüne sahip olmuş hayatını kendi isteği dahilinde şekillendirmiştir. Bilim ile ilgili diğer önemli bir nokta şudur ki o insana onun aklının sınırlarını göstermiştir. Zira bilimsel bilgi yanlışlanabilirdir. Bizim bildiğimiz her şey ise olgulara dayanır. O nedenle hakikate erişemeyiz erişsek bile erişip erişemediğimizi doğrulayamayız.

Bir diğer konu uygarlık ve modernlik meselesidir. İnsanlar olarak içinde bulunduğumuz devri diğerleriyle karşılaştırıyor farklılıklarını ön plana çıkartıyoruz. Ama hiçbir zamanda modernite dediğimiz şeyi temellendiremiyoruz. Çoğunlukla onu kültürel alışkanlıklar veya ahlaki değerlerdeki sözde gelişimle bağdaştırıyoruz. İşte tam da bu nokta da hata yapmaktayız. Modernite esasında insanın talihle mücadelesini ve özgürleşmeyi kapsar. Modern olmak esasen ahlaki bir gelişmeyi değil hayata egemen oluşumuzun diğer devirlerden üstünlüğüne ve özgürlüğümüzdeki gelişime vurgu yapar. Bu noktada bilimin bir diğer faydasına daha göz atmak faydalıdır. Bilim sayesinde insan özgürleşir. Bilimin getirdiği teknolojik gelişim insanların hayata dair imkanlarını geniş ölçüde arttırmış ve onları özgürleştirmiştir. Nitekim Francis Bacon tam da bu sebeple bilgi güçtür demiştir. Bilgi insan hayatının her alanına girmiş onu olduğundan daha akılcı ve özgür kılmıştır. Aynı zamanda sanatın da bu konuda baya etkisi vardır. Zira sanat insanlara yeni bakış açıları katar, onlara görülmeyini gösterir.O nedenle modernlik bilim, sanat ve özgürleşmeyi gerekli kılar.

Sonuç olarak insan garip bir varlıktır. Rasyonel ve irrasyonel yönleri vardır. Kimi zaman bilemeyiz neden o şekilde davrandığını.

Sadece bir tek şeyden emin olabiliriz o da gelişmiş bir primat olarak insanın sınırlı aklıyla hayal dahi edilmesi zor şeyler başardığıdır. İnsan yeryüzünde olduğu süreçte sayısız iş başarmış, inanılmaz facialırı önlemiş aynı zamanda kendi ve diğerleri için etik değerler üretmiştir. İşte bu nedenden insan sınırlı aklına rağmen övülmeyi hak eder.

Kaynakça:

https://onculanalitikfelsefe.com/evrimsel-curutme-argumanlari-talha-gulmez/

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/261422

https://plato.stanford.edu/entries/moral-anti-realism/

https://plato.stanford.edu/entries/ayn-rand/

https://plato.stanford.edu/entries/life-meaning/
                                                  

2. Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”   Umberto Eco 

Bilme Faaliyeti Üzerine Bir İnceleme

Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler, demişti Aristoteles. Şüphesiz o burada bilginin ve bilme eyleminin değerine işaret ediyordu. Peki bilgiyi bu kadar önemli ve vazgeçilmez kılan nedir?  Bilgi sayesinde yaşantılarımız ve düşüncelerimiz kökünden değişti. Hayatımızı farklı bilgi türlerinden öğrendiklerimizle idame ettiriyoruz ve onların güvenirliklerinden emin olmak istiyoruz. Örneğin bilimsel bilgiye güvenmek istiyoruz, bilimin sadece birkaç topluluğun veya bilim insanlarının şahsi fikirlerinden veya inançlarından daha fazlası olduğunu kabul etmek istiyoruz. Bu aynı zamanda etik açıdan da çok önemli bir problem teşkil etmekte. Çünkü eğer bilimsel bir teoriyi diğer bir teoriye tercih etmek için hiçbir makul sebebimiz yoksa o halde bilime güvenerek inşa ettiğimiz medeniyet hiç sağlam bir temelde değildir.

Bilginin değeri nedir? Öncelikle bilgi işe yarayan bir şeydir. Pragmatistlerin de belirttiği üzere bilgi çeşitli yerlerde ve zamanlarda işimize yarar. Dahası bilgi sayesinde ahlaki davranışlarımızı şekillendiririz. Neyi yapıp yapmamamız gerektiğini bilmek isteriz. Peki ya bilgi kendinde değerli midir? Yani bilgiyi getirdiği fayda veya onun gibi bir şeyden ötürü mü değerli görürüz yoksa onun değerli olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyacı yok mudur? Böyle bir durumda George Edward Moore'un yalıtma testini kullanarak şöyle bir senaryo düşünebiliriz. iki farklı insan var bunlardan biri normal durumda çok yararlı ve önemli olan bir bilgiye sahip diğeri ise bu bilgiden yoksun fakat diğer bütün açılardan bu iki kişi aynıdır. Bilen kişinin sahip olduğu bilgi gerçekten de değerli midir? İnsanlar olarak sadece bir bilgiye sahip olmayı değil o bilgiye diğer insanlarla da paylaşabilmek isteriz. Nihayetinde hepimiz sosyal varlıklarız. Çok önemli bir bilimsel gelişmenin farkında olmak onu diğer insanlarla paylaşmadıktan sonra herhangi bir anlam kazanır mı? Bilgiyi bize sağladığı entelektüel zevkten ve hayatımızı kolaylaştırmasından ötürü severiz. Bilgi bu sayede değerli hale gelir.

Peki nasıl bilebilirim? Bu cevaplandırılması epey zor bir soru olsa gerek. Öncelikle bilmek, bilginin ne olduğu problemiyle yakından ilişkilidir. Geleneksel epistemolojide bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak görülür fakat Gettier'in bu tanıma çok önemli bir itirazı vardır. Bu Gettier problemi olarak bilinir. Öncelikle bu noktada şunu anlamak çok önemli, bu itiraz bilginin bu tanımının şans faktörüne bağlı olduğuna yönelik bir itirazdır. Bu probleme yönelik kayda değer olarak gördüğüm cevaplardan biri Alvin Goldman'ın ortaya attığı güvenilirciliktir. Bilgi hangi türden gerekçelendirmelerle gerekçelendirilmelidir? Bu ancak ve ancak bilgi güvenilir süreç ile üretilirse doğru bir gerekçelendirme olarak kabul edilebilir.

Bilmenin doğru bir gerekçelendirmeyle olabileceğini vurguladık peki bu ne anlama gelmektedir? Bilme eylemi özneyle yakından ilgilidir. Bilen öznenin içinde bulunduğu durum onu yanıltabilir. Bu Kartezyen felsefenin en önemli argümanlarından biridir. Keza Descartes'ın belirttiği gibi bir rüyada olmadığımı nereden bilebilirim? Dahası tüm bu gördüklerim, kötü bir bilim insanın zihnimde meydana getirdiği imgelerden ibaret olabilir. Bu argümanlar esasen içsellik ve dışsallık problemiyle ilgilidir. Bu probleme cevap veren filozoflardan biri olan Quine, bilginin deneyim yoluyla elde edildiğini ve bütün önermelerin a posteriori olduğunu söyler ve a priori bilgiye şüpheyle yaklaşır fakat onun bu tutumunun kusurları bulunduğunu görmek çok zor değildir. Örneğin Descartes' ın cogitosu ve matematik a priori bilginin olduğuna dair önemli kanıtlardır. 
Peki sadece deneyim yoluyla a priori bir doğruya ulaşabilir miyiz? Esasen Locke' un da dediği gibi ben nesneleri onların benim zihnimdeki temsilleri ile bilirim. A priori bilgi ise bu temsillerin ortaya çıkışıyla yakından ilişkilidir. İnsan zihninin bir mekanizması vardır. Bu Kant tarafından da savunulmuştur. Kavonozdaki beyinler argümanı bu anlayışa yönelik çok ciddi bir itiraz teşkil etmekte. 

Bilgiye apaçık bir temelden ulaşabilirim. Bilgiye ulaşmak için sadece duyularımı kullanmama gerek yoktur. İç gözlem yaparak Descartes'ın cogitosuna ulaşabilirim. Bu bağlamda gerekçelendirme temelcilik ve bağdaşımcılık arasında bir uzlaşma olarak görülebilir. Belki de temelcilik ile dış dünyanın ve kendi varlığımın doğruluğunu güvenceye alabilirim. Bağdaşımcılık ile de dış dünyaya ilişkin duyularımla edindiğim bilgiyi oluştururum. Peki ama Herhangi iki farklı ve tutarlı bağdaşımcı tez arasında nasıl seçim yapabiliriz? Bu aslında bilimsel teorilerin mukayesesi ile yakından ilişkilidir. Bu noktada bütün bağdaşımcı tezlerin aynı olmadığını bazılarının çeşitli özellikleri bakımından diğerlerinden ayrıldığını vurgulamak gerekir. Her ne kadar bağdaşımcı bir tez kesin olarak çürütülemese de onlar arasında bu türden bir ayrım yapmak faydalı ve olanaklıdır.

Umberto Eco'nun da dediği gibi bilmek sadece o şeyin zihnimizde bir idesini oluşturmak değildir. Bilmek aynı zamanda bizi sorumlu kılar. Örneğin hayvanların davranışlarını ahlaki olarak değerlendirmeyiz. Zira onlar bunun ayırdını yapamaz. Yani bilinç düzeyimiz bizi belirli ahlaki eylemlerle sorumlu kılar. Bilmek bu yüzden çok önemlidir. Peki bu bağlamda bildiğini bilmek ne anlama gelir? İnsanlar diğer hayvanlardan farklı olarak bir özbilince sahiptir. Bu özbilinç insanı insan yapan şeydir. İnsan özbilinç sayesinde bilme eyleminden sorumlu olur.
                                                      

1. Adım Yazısı

“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill


DEMOKRATİK YÖNETİMLERDE ÖZGÜRLÜK VE BU YÖNETİMLERİN YETERSİZLİKLERİ

Mill'in bahsetmiş olduğu özgürlük biçimi elbetteki metafiziksel bir özgürlükten ziyade pratik bir özgürlüktür. Bu bakımdan kendisi mutlakçılığa karşı çıkmakta,bir fikirden çok emin olsak bile karşıt görüşü susturmaya çalışmamızın çok büyük bir yanlış olacağını söylemektedir. Kendisine bu bakımdan katılmak durumundayım fakat kendisinin savunmuş olduğu demokrasi fikrinin bu konudaki yetersizliğinin de açık olduğu görüşündeyim. Demokrasinin pek çok sorunun dan biri de çoğunluğun azınlığı ezmesinden kaynaklanmaktadır fakat onun karşıtı olan diktatörlüklerinde ondan aşağı kalır yanı yoktur. Bu bakımdan demokrasiyi tümüyle terk etmekten ziyade şu anda var olan demokrasimizi nasıl geliştirebileceğimiz problemi üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. 

Demokratik rejimlerin nasıl olupta bi anda bir diktatörlüğe dönüştüğünü anlamak aslında demokrasinin temel problemlerini anlamamızda epey yardımcı olur. Bu durumda Sokrates'in demokrasiye olan eleştirisini dikkate almalıyız. Bir toplum içinde siyaset sanatı hakkında bilgisi olmayan bir toplumun nasıl doğru yöneticileri seçmelerini bekleyebiliriz? Bu problemin sadece halkın cahilliğiyle değil rasyonel irrasyonelite dediğimiz bir kavramlar da yakından ilişkilidir. Sokrates hakikati kavramış olan bir insanın yanlış davranışlardan uzak duracağı görüşündedir fakat bu günümüz dünyası için pek geçerli sayılmaz. İnsanlar her ne kadar hakikati kavramış ve anlamış olsada yanlış tercihlerde bulunabilirler. İşte bu rasyonel irrasyonelitenin temelini oluşturur. Bir insanın sigara içmenin zararlı olduğunu bilse dahi bu eyleminde devam edebilir. İşte demokratik yönetimlerde de bireyler veya yöneticiler doğru olanı bilse dahi yanlış seçimlerde bulunabilir. Bunu çözmek için ne yapabileceğimiz konusunda ahlak felsefesine başvurmak durumundayım. Verdiğim örnekte sigara içen kişi bu eylemine yapmış olduğu eylemden haz aldığı için devam etmektedir. Aynı şekilde devleti yöneten yöneticilerin de büyük çoğunluğu bir çıkar duygusuyla elde edecekleri hazlardan dolayı yapmaktadırlar. Bu konuda filozof Soren Kierkegaard'ın insan yaşamının fazları fikrinden yola çıkarak bu problemi çözebileceğimizi düşünüyorum. Ona göre insan yaşamı 3 evreden oluşur. Bunlar;estetik evre,törel evre ve dinsel evredir. Şayet insan hazcılığı terk edip akılcı ahlaklı bir hayat yaşarsa bu sorunun ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bu bakımdan Mill'in mutluluğu hedefleyen hazcılığına karşı çıkarak iyi bir hayatın mutlak bir ahlak kuramı çerçevesinde yaşanacağını düşünüyorum.

Her ne kadar fikir özgürlüğü çok önemli olsada iktisadi özgürlüğünde bir o kadar önemli olduğunun farkındayım. Bunu Mill de her ne kadar başlarda çok önem vermesede daha sonra bunun önemini kavramış ve sosyalizme yönelmiştir fakat ben Mill den farklı olarak bu tarz bir ekonomik anlayıştan ziyade karma ekonomi fikrini savunuyorum. Çünkü hayatta talih ve şansın çok büyük bir yer kapladığını hayatın o kadar da adil olmadığını düşünüyorum. Fırsat eşitliğinin sağlanması adına sosyalist politikaları zararlı görmemekle birlikte serbest piyasa anlayışının daha kaliteli mal üretimi açısından çok değerli olduğu görüşündeyim.

Başta demiş olduğum karşıt fikirlere yönelik fikir Mill'inkinden çeşitli yönlerde ayrışmaktadır. Kendisi her ne kadar mantıksız görünse ve biz fikrimizden ne kadar emin olursak olalım karşıt görüşün bu hakkını elinden almamız gerektiğini düşüncesindeyken ben mutlak doğrular olduğunu savunan biri olarak tartışmalarımızda bir dogmatizmin bulunması gerektiğini düşünüyorum. 

Mill'in faydacı anlayışında toplumun mutluluğu hedeflenmektedir fakat toplum cahillerden oluşmuşsa ve yöneticiler de bu cahillerin mutlulukları doğrultusunda devleti yönetirse elbette bu devlet uzun vadede yok olmaya mahkumdur. Bu noktada devleti yönetenlerin yapması gereken halk demokratik bir ortamda yaşamaya hazırlanarak geliştirilmeli. İnsanlara eğitim aracılığıyla demokrasi kavramı anlatılmalıdır. İşte bu yüzden bana kalırsa devletler varoluşlarına yarı diktatöryal bir yönetimle başlayıp demokrasi anlayışını sonrasında kazanırlar.

Kötü insanları öldürmeli miyiz? Kuşkusuz ilk bakışta pek çok insan bunun ne kadar yanlış olduğu düşüncesindedir. Peki bu fikri sezgilerimize bağlı olmadan nasıl temellendirebiliriz? Eğer kötü insanların ölümle cezalandırıldığı bir distopyayı hayal edecek olursak orada suç oranının epey düşük olduğunu görürüz. Bu iyi bir şey zannedilebilir ve o toplumda yaşayanların iyi insanlar oldukları düşünülebilir fakat böyle bir toplumda insanlar kötü olmadıklarından değil kötülük yapmaya imkanı olmadıklarından bunu yapmamaktadırlar. Bunu daha iyi anlamak için Gyges'in yüzüğünden bahsetmek epey faydalı olacaktır. Bir çoban olan Gyges'in bulduğu bir yüzükle kralı devirip başa geçmesi anlatılır. Bu yüzük ona görünmezlik gücü vermektedir. Yani Gyges gerçekten iyi biri olduğundan değil kötülük yapmaya imkanı olmadığından öyledir. Bu noktada bu distopik yönetimlerin bu zaafı açıkça görülür. Eğer ki biri Gyges gibi kötülük yapma imkanı bulursa bu devletin çökmesi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden bence devletler bu tarz bir distopik hukuk sistemiyle yönetilmek yerine kişiye çocukluğundan itibaren iyilik fikri anlatılarak geliştirip devlet bu tür bireyler üzerine kurulmalıdır. 

Hiç yorum yok: