2 Haziran 2024 Pazar

Bartu Aslan / Özel İzmir Işıkkent Anadolu Lisesi / İzmir / DüşünYaz 10 Türkiye Dokuzuncusu



Final Yazısı

“Evcil” kelimesi, türlerin uygarlığın çatısı altına geldiğini, ya da getirildiğini ima ediyor, ki aslında bu doğru; ancak bu ev-imsi mecaz, bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor; sanki doğa, sadece dışarıda olan bir şeymiş gibi.  Arzunun Botaniği, Michael Pollan

İnsan, Evcilleştirme Doğa ve Uygarlık

İnsanoğlunun, doğanın bir parçası mı yoksa ana öznesi mi olduğu yüzyıllar boyu toplumlar ve bireyler tarafından tartışılagelmiştir. Kimileri insanın kendisinin dahi doğanın bir ürünü olduğunu ve dolayısıyla insanın doğaya tabii olduğunu iddia ederken kimileri de insanın gelişmiş meziyetleri ile doğaya hükmetme hakkı olduğunu öne sürmüştür. Bu bağlamda, Michael Pollan’ın alıntısını ve özellikle “evcilleştirme” kavramını deneme boyunca insan-doğa ilişkisi ve uygarlık anlayışı yollarından değerlendirmeyi etkili bulmaktayım. Bu sebepten ötürü yazımın temel argümanlarını doğa felsefesi üzerinden oluşturacak ve son kısımlarda alıntının hangi açılardan siyaset felsefesi ile bağdaşabileceğini siz okurlarıma sunacağım.

İnsanoğlunun doğa ile olan ilişkisini ve ona karşı bakış açısını değerlendirmeden önce kısa bir erken insanlık tarihi incelemesi yapmak etkili olacaktır. İnsan, ya da bilimsel adıyla Homo Sapiens, yaklaşık 4.6 ila 6.2 milyon yıl önce şempanze ve bonobolara önayak olmuş bir ortak soydan ayrılarak ortaya çıkmıştır. Bugün bildiğimiz modern insanlar ise Afrika, Avrupa ve Asya’nın yaşanılabilecek sıcaklıkta olan bölgelerinde yaklaşık 60.000 yıl önce hızla yayılmıştır. İnsanın yerleşik hayata geçişi ise yaklaşık 12.000 yıl önce Holosen Dönemi’nde başlar. Bunu takiben insanoğlu tarım ile tanışır ve bugünkü medeniyetin oluşumuna giden birçok adımı bu dönemde atar. 

İnsanın doğa ile ilişkisi ise homo sapiens’in varoluşu kadar eskidir zira insanın var oluşum aşaması dahi bir dizi doğa olayının sonucudur. Evrimsel biyoloji çatısı altında incelenebilecek bu süreç hiç şüphesiz ki doğa yasaları ile açıklanabilir. Yalnızca oluşum süreci değil, aynı zamanda homo sapiens’in ilk zamanlarındaki hayatta kalma metotları dahi insan-doğa ilişkisi bağlamında değerlendirilebilir. Örneğin yemek bulma, uyuma, üreme ve daha birçok hayati önem taşıyan aksiyonlar insanın en erken doğa etkileşimlerini ortaya çıkarmaktadır. Lakin, her ne kadar insan-doğa ilişkisi tarihçesi insanın oluşumuyla başlasa dahi, insanın bilinçli olarak bu ilişkiyi incelemesi daha yakın bir zamana dayanır.

Bu ilişkiyi ele almadan önce “doğa” kelimesinin felsefedeki kullanımına bakmak sağlıklıdır. Doğa, felsefi bağlamda iki farklı anlam işaret etmektedir. İlki şeylerin temel karakteristiklerini ve nedenlerini oluşum bakımından inceleme anlamıdır. Örneğin “insan doğası” ifadesi bu açıklamaya uygun bir kullanımdır. İkinci ve yazımda ele alacağım anlam ise “kendiliğinden var olan ve insan etkinliğinin dışında kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren, canlı ve cansız nesnelerden oluşan varlığın tümü” şeklinde tanımlıdır. İnsanın bu anlama dayalı bilinçli doğa incelemesi, yani doğa felsefesi, ise Antik Yunan öncesi döneme dayanmaktadır. 

Bu döneme ait Thales, Anaximandros ve Anaximenes gibi tarihin ilk filozofları olarak da bilinen kişiler, doğanın temeline ve ilk maddesine, yani “arkhe”ye odaklanmışlardır. Bununla birlikte “doğa” anlayışını “insan” bağlamından koparak ele alan ilk düşünce yapısı bu filozoflara dayanmaktadır. Akıl, deney ve gözleme dayanan bu düşünce yapısı “doğa”nın oluşumuna ve işleyişine din ve insan faktörünü katmamış ve onu bağımsız bir araç olarak ele almıştır. Dolayısıyla denilebilir ki Sokrates öncesi döneme ait bu düşünce yapısı insanı doğanın bir “öznesi” değil “nesnesi” haline getirmiştir.

Ancak insanlık, bu düşünce devriminin önemini ileriki yüzyıllarda kavrayamamış, sahip olduğu güçten zehirlenmiştir. Sokrates ile beraber tekrar öne çıkan “insan” ve “insan doğası” temelli anlayış, felsefe ve bilimin yönünü insanı doğanın “öznesi” olarak gören bir anlayışa çevirmiştir. Bu zararlı yaklaşım, Avrupa’da Karanlık Çağ’ın ortaya çıkmasına sebep olmuş, insan ve din bağlamından kopularak yapılan doğa incelemeleri cezalandırılmıştır. Galileo’nun kiliseyle uyuşmayan bir Dünya modeli oluşturmasından ötürü idam edilmesi bu duruma bir örnektir.

Bu karanlık dönem, insanoğlunun doğaya karşı kurduğu “üstünlük yanılgısı” sebebiyle oluşmuştur. İnsan, presokratik dönemde kurduğu objektif yaklaşımdan kopmuş ve sahip olduğu güç ile zehirlenerek “gerçeği” değil “faydalı” olanı aramaya koyulmuştur.

Her ne kadar Avrupa’daki bu karanlık dönem Rönesans ve Reform hareketleri ile atlatılmış ve nesnel bir bilim anlayışı geliştirilmiş olsa da yakın tarihte insanı doğanın “öznesi” olarak gören yaklaşımlar hala bulunmaktadır. Politikacıların, şirketlerin ve kar güden toplulukların sorumsuzca doğaya zarar vermeleri ve bunu “faydayı maksimize etmek” için yapmaları, insanı doğanın önüne koyan yaklaşımının bir örneğidir. Küresel ısınmanın kabul edilemez seviyelere yükselmesi insanlığın bu yaklaşımı terk etmesi için ciddi uyarılar sunmaktadır.

Tam bu noktada, Pollan’ın alıntısını insanın doğaya karşı yüzyıllardır süregelen bu yaklaşımıyla bağlamayı doğru buluyorum. İnsanın “evcilleştirme” çabası yalnızca hayvanlara yönelik değildir. Hiç şüphesiz ki denemenin başında bahsettiğim ilk yerleşik hayata geçme denemelerinin evcilleştirilen ilk hayvan olan kurt ile aynı zamanda oluşması bir tesadüf değildir. Fakat insanın bu yaklaşımı çok daha geniş ölçeklidir. İnsan, yerleşik olarak bulunduğu ortama uyum sağladığı kadar, ortamı da kendine uyumlu hale getirir, yani bir nevi “evcilleştirir”. Dolayısıyla “evcil” ifadesi salt olarak bir şey ifade etmez, insan ona anlam verir. 

Bu açıdan doğa, alıntıda da belirtildiği üzere “dışarıda olan bir şey”dir insan ise onun hükümdarı. Dolayısıyla insan doğaya değil, doğa insana uyum sağlamalıdır. İnsan bu yaklaşımını daha geniş ölçülerde sergileyebilmek için, daha önce de bahsettiğim gibi, doğayı, doğanın işleyişinin sağlığından bağımsız olarak, kendi faydasını maksimize edecek şekilde dizayn eder. Kesilen ağaçların, yok edilen türlerin, tahrip edilen alanların insan için üzüntülü bir tarafı yoktur zira bunlar muhteşem görkemli gökdelenler ile, alışveriş mağazalarıyla ve nice eğlenceli yaplar ile yer değiştirebilir. Bu yer değiştirme işlemi, insanın “doğayı evcilleştirme” çabasına dayanır. Bundan ötürü “evcillik”, evcil olmayan şeyin ve çoğunlukla doğanın insanın isteklerini ne kadar karşıladığı ile ölçülür. Dolayısıyla söylenebilir ki alıntıda vurgulanan “evcil” yalnızca hayvanların değil doğanın kendisinin de insan uygarlığına olan uyumunu ifade eder. 

Bunun yanı sıra, alıntıda da ifade edilen “bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor” ifadesi insanlığa bir uyarı niteliğindedir. Sokrates öncesi dönemin ve nesnel bilimsel yaklaşımın zıttına insan bugün dahi doğanın merkezinde olduğunu sanan yaklaşımı sürdürmektedir. Pollan, bu ifade ile bu yaklaşımın absürtlüğünü ortaya çıkarır zira insanın kendisi dahi daha önce de bahsettiğim gibi bir dizi doğa olayının sonucudur. Dolayısıyla doğanın ürünü olan bizlerin doğanın “öznesi” olduğumuza inanmamız tehlikeli olduğu kadar akıl ve mantık dışıdır. Bu bağlamda bu “evcilleştirme” çabası, doğa üzerine oluşan yıkıcı etkiler geri dönülemez seviyeye çıkmadan terk edilmelidir. 

Üstelik insanın bu “evcilleştirme” çabası yalnızca insan-doğa arasında olmaz, aynı zamanda kendi türü arasında da görülür. İnsan, “uygarlık dışı” toplumları uygarlığa uygun yapıya sokmaya, yani bir nevi “evcilleştirmeye” yönelik eforlarını günümüzde açıkça sürdürmektedir. Edward Said, “Orientalism” isimli kitabında, Batı akademisinin uygarlık dışı gördüğü Doğu toplumlarını nasıl ve romantiklik abartı ile tasvir ettiğini aktarmaktadır. Yıllarca popüler olan Alaadin masalında Arapların ırkçı ve barbar olarak tasvir edilmeleri hiç şüphesiz ki göze çok çarpmayan ancak bir “evcilleştirme” çabasına dayanan bir tekniktir. Batı toplumları bunu kendilerinden farklı kültürlere sahip toplumları uygarlığa empoze etme amacıyla ustalıkla gizleyerek yapmaktadır ve dolayısıyla bu yaklaşım çok etkili bir propaganda aracıdır.  Bu sebepten ötürü insanın “evcilleştirme” çabası yalnızca doğaya karşı değil, kendi türündeki “uygar olmayanlara” karşı da izlediği bir yöntemdir.

Özetle, insanoğlu varoluşundan beri doğayla iç içe yaşamaktadır ve onun bir parçasıdır. İnsanın doğa incelemesi Presokratik döneme dayanır ve bu dönem insandan bağımsız nesnel bir doğa yaklaşımı içerir. Ancak o günden itibaren insanı doğanın öznesi olarak gören yaklaşım, insanın “evcilleştirme” çabasının temel sebebini oluşturmaktadır. Bu yaklaşım, alıntıda da uyarıldığı gibi, insanın kendisi ve doğa için ciddi tehlikelere barındırmaktadır. Ayrıca denilebilir ki insanın bu “evcilleştirme” yaklaşımı yalnızca doğaya ait değildir zira insan kendi uygarlığından olmayanları da tenkit ederek uygarlığa çekmeye, bir nevi “evcilleştirmeye” çalışır. Bu bakımdan da siyaset felsefesine bağlanır.

Kaynakça:

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1673293#:~:text=2.5 milyon yıl önce başlayan,meye başlar ve tarımla tanışır.

https://link.springer.com/article/10.1007/BF02221838

225 Doğa Felsefesi̇-Poli̇ti̇k Felsefe Ayrimi ...,dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1078803. Accessed 1 June 2024. 

Günümüzdeki Sığırların Kökeni - PowerPoint Sunusu, acikders.ankara.edu.tr/pluginfile.php/128642/mod_page/intro/Sığırların kökeni ve süt endüstrisinin gelişimi.pdf. Accessed 1 June 2024. 

“Homo Sapiens.” The Smithsonian Institution’s Human Origins Program, 3 Jan. 2024,humanorigins.si.edu/evidence/human-fossils/species/homo-sapiens. 

“Kelime Kökeni, Kelimesinin Anlamı.” Etimoloji, www.etimolojiturkce.com/arama/physis. Accessed 1 June 2024. 

YILDIRIM, Ömer. “Doğa Felsefesi " Felsefe Hakkında Her Şey...” Felsefe Hakkında Her Şey..., 14 Feb. 2024, www.felsefe.gen.tr/doga-felsefesi-nedir/. 

“Türk Dil Kurumu: Sözlük.” TDK Sözlük, sozluk.gov.tr/. Accessed 1 June 2024.

2.Adım Yazısı

 “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” 
Umberto Eco 

Bilme Eyleminin Entelektüel ve Ahlaki Bağlamlarda İncelemesi

Yaklaşık 2500 yıl önce, Anadolu’nun Ege kıyısındaki bu yazıyı da yazmakta olduğum bu küçük bölgede yaşayan bir avuç insanın çalışmaları insanlığın “bilme” ve “öğrenme” çabalarında çığır açıcı gelişmeler yaratmıştır. Bu bir avuç insanın yaptığı çalışmalardan önce insanoğlu, doğada gözlemlediği fakat anlam veremediği olaylara kendi yarattıkları Tanrılar ile çözüm sunmuşlar veya öyle sunduklarını sanmışlardır. Depremleri Poseidon’a, yıldırımları Zeus’a, gizemini bir türlü çözemedikleri hırsızlıkları Hermes’e atfetmişlerdir. Felsefe ve bilimin doğuşu, bu dogmatik düşüncenin yıkılmasıyla ve insanlığın var olduğuna inandığı Tanrılardan bağımsız “bilme” ve “öğrenme” yetilerini fark etmesiyle başlamıştır. İyonya Aydınlanması adı verilen presokratik döneme ait Thales, Anaximandros ve Anaximenes gibi tarihin ilk filozofları olarak görülen bu bir avuç insanın marifeti içinde bulundukları Yunan Mitolojisi’ne ait Tanrıları reddetmektense bilginin onlara dayanılmadan da elde edilebileceklerini keşfetmeleriydi. Şeylerin başlangıcı(arkhe), Dünyanın uzaydaki konumu, havanın yapısı gibi birçok konu akıl yürütme çabalarıyla incelenmiş, yanlış olduğu düşünülen noktalar düzeltilmişti.

Belki bugün “bilim” olarak nitelendirdiğimiz yaklaşımdan yapı olarak çok ayrı noktaları bulunsa da bu çabanın insanlığın bugünkü konumu için büyük önem tayin ettiği kanaatimdeyim. İnsanoğlu, aklının gücünün farkına bu zamanda varmış ve dolayısıyla bu gücün getirdiği ahlak sorumlulukların (ki bu sorumluluklar daha sonra Sokrates tarafından detaylıca incelenmiştir)  farkına bu gelişmeler ışığında varmıştır. Örneğin hırsızlık sadece Hermes’e bağlanamaz; insanın “kötü eylemi”nin bir sonucu olarak da yorumlanmalıdır. Dolayısıyla farkındalık ve bilgi, beraberinde ahlaki sorumluluk getirir. Tam bu noktada Eco’nun ifadesi ışığında “bilme” ve “öğrenme” çabasını iki bağlamda değerlendirmenin etkili olduğu fikrindeyim: ahlaki ve entelektüel bağlamlar. İnsan, İyanyo’dan beri kendi kendine “bilmekte” ve bu bildikleri ışığında “ahlaki yükümlülükler” elde etmektedir. Şüphesiz ki bu geçiş bağlantılı, fakat kısımları ayrı ayrı ele alınması gereken bir geçiştir.

Eco’nun alıntısında öne sürdüğü “ne yapabileceğimizi bilmek” kısmını entelektüel açıdan değerlendirmeyi faydalı buluyorum. Günümüz dünyasından geçmişe baktıkça hiç şüphesiz ki bugün insanlığın yapabildikleri geçmişin perspektifinden olağanüstü olarak görülmektedir. Ay’a ayak basmak, Dünya’yı uzaydan fotoğraflamak, tek tıkla sonsuz bilgiye erişebilmek… Hepsi geçmiş insaın “yapabileceğini” asla düşünemediği belki de hayalini bile kuramadığı başarımlar. Hiç şüphesiz ki gelecekteki başarımlar da bizim için aynı konumda.  Ben gerçekleştiğini ve gerçekleşmeyi sürdürdüğünü düşündüğüm bu entelektüel evrimin insan “bilme” ve “öğrenme” çabalarıyla var olduğuna inanıyorum. Bu perspektiften Eco’nun alıntısındaki “neden bilmek isteriz” kısmına yoğunlaşmak isterim. İnsanoğlu, bilmek ve öğrenmek ister çünkü geçmişe kıyasla katettiği ilerlemenin farkındadır. İnsan, artık daha çok şey yapabilmektedir; bunu da akıl yürütme ve gözlem yoluyla ortaya koyduğu, temelleri Antik Yunan’a dayanan “öğrenme” çabasına borçludur. Dolayısıyla insan, bilimsel ve entelektüel sıçramayı her zaman arzular ve arzulamalıdır; “bilme” ve “öğrenme” isteiğninin önemli sebeplerinden biri budur.

Bu bilme eyleminin getirdiği ahlaki yükümlülüklere geçmeden önce alıntıyı Nietzsche’nin “Üstinsan(Übermensch)” anlayışı üzerinden yorumlamanın faydalı olduğunu düşünüyorum. Nietzsche’ye göre evrensel ahlaki temeller yoktur ve bu temeller insan tarafından belirlenmesi gereken kavramlardır. Ona göre Tanrı anlayışı ahlaki temelleri oluşturmak için yetersizdir. Dolayısıyla her insanın bireysel olarak ahlaki yükümlülüğü “üstinsan” anlayışına ulaşmaktır. Bu anlayışa göre insan eleştirel ve sorgulayıcı olmalı, iyi ve kötüyü kendi düşüce ekseninde şekillendirlmeli ve başarıyı kendi sağlamalıdır. Bu maddeler ışığında insanın “bilme” ve “öğrenme” eylemleri salt olarak kendi içlerinde de ahlaki yükümlülükler taşır zira Nietszche’nin “üstinsan” anlayışına ulaşmak için verilen maddeler “bilme” ve “öğrenme” eylemlerini zorunlu kılar. Üstinsan, verilen maddeleri sağlayabilmek adına bilmeli ve bildiğini eleştirel yaklaşımla yorumlayabilmelidir. Dolasıyla öğrenme eylemi, eylemin kendisinin ortaya çıkardığı bilgiden bağımsız olarak kendi içerisinde ahlaki yükümlülükler taşır. Örneğin, cinayetin ahlaki temellerde kötü bir şey olduğu bilgisinden bağımsız olarak cinayet üzerine araştırma yapılması “Üstinsan” anlayışına göre bir ahlaki zorunluluktur. Fikrimce, Eco’nun alıntısı bu kavramla örtüşmektedir zira alıntıda ifade edilen “yapmamız gereken şey” ifadesi bu bağlamda “bilme” eyleminin kendisi olarak cevaplanabilir.

Öte yandan bilginin ve öğrenmenin ahlaki yükümlülükler getirdiği kanaatimce çok açıktır. Alıntının son kısmında ifade edilen ve bir önceki kısımda da ele aldığım “yapmamız” ve “yapmamamamız” gereken şeyler bilgi yoluyla karar verilir. Günümüzden bir örneği ortaya koyarak değerlendirmenin etkili olduğunu düşünmekteyim. İsrail ve hükümetinin bölgedeki Filistin halkına yönelik eylemleri uluslararası birçok kanal araçlığıyla kamuoyuna duyurulmuştur.  Bu bilgi aktarımı insanlarda bir “farkındalık” hali yaratmış ve bu “farkındalığa” sahip olan herkeste  belirli ahlaki yükümlülükler doğrumuştur. Güney Afrika, Uluslarası Divan önünde İsrail’i “soykırım” suçundan ötürü dava etmiş, birçok ülke tarafından da destek almıştır. Kanaatimce, günümüz teknolojisinin gelişmişik düzeyi sayesinde hızlıca aktarılan bölgeye ait görüntüler alıntıda da ifade edildiği üzere insanlığa “ne yapmamamız gerektiği” yönünde ciddi mesajlar ortaya koymuştur. Bilgi, sahip olduğu kişiye güç vermesiyle birlikte ona birçok sorumluluk da yükler; günümüz politik dünyası bunun açık örneğidir. Savaşlar, katliamlar ve insan hakları ihlalleri “farkında olan” kişiler için ahlaki yükümlülük taşırlar. Bu yükümlülük elbette durumdan haberdan olmayan, bilgiye erişimi kısıtlı kimseler için var olmamaktadır. Örneğin ortaya konulan soykırım iddiasından bihaber olan topluluklar açıktır ki sorunun çözümünde sorumluluk taşımlazlar zira bilgiye sahip değildirler. Bu bakımdan, alıntıda da ifade edildiği üzere, “bilme” ve “öğrenme” faaliyetlerinin, eylemin öznesi olan kişilerde doğrudan ahlaki yükümlülüker yarattığına inanmaktayım

Özetlemek gerekirse, yazımda vurgulamak istediğim ana fikir insanın “bilme” ve “öğrenme” eylemlerinin sonucu olarak ahlaki yükümlülüklere sahip olduklarını ancak bu eylemlerin kendilerinin de insan ahlakı açısından oldukça önemli olduğuydu. Fikrimce, insanın bilme isteğinin altında yatan entelektüel gelişim arzusu her zaman varolacaktır zira tarih bunu kanıtlamıştır. Ayrıca bu gelişim için ortaya konulan çabanın kendisi de Nietsczche’nin ve kendimin perspektifinden de ahlaki olarak zorunludur. Öte yandan “bilme” eylemi, eylemin sonucunda edinilen bilgi açısından öznesine ahlaki sorumluluklar yükler ve bu sorumluluklara sahip kişiyi harekete geçmesi için körükler. Dolayısıyla “bilmek”, hem ahlaki hem entelektüel açıdan insanoğlu için vazgeçilemez bir uğraştır.

                                            

1. Adım Yazısı

“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill

İnsanoğlu, Problem Çözme ve Demokrasi

Homo sapiens veya diğer adıyla insanoğlu var oluşundan itibaren diğer canlılardan “grup halinde yaşama” özelinde ciddi farklılıklar göstermiştir.  Bu farklılıklardan ilki insanın sahip olduğu geniş düzeydeki iş birliği yeteneğidir. Tarihçi Harari’ye göre bu yetenek insanoğlunun gezegendeki diğer canlılara olan dominasyonundaki temel sebeptir. Bir diğer farklılık ise insanın sahip olduğu gelişmiş problem çözme becerisidir. İnsan var oluşundan beri çevresini kavramak ve dolayısıyla karşılaştığı sorunların kaynağını tespit edip bir çözüm ortaya koymak için bilim ve felsefe ile uğraşa gelmiştir. Ancak toplum özelinde bir bütünü etkileyen problemlerin (örneğin grup içinde bir erzağın paylaşılması veya daha gelişmiş olmak üzere toplumsal bir yasanın/kuralın ortaya konuşu) çözümleri esnasında ortaya konan yöntemler tarih boyunca tartışılagelmiştir. Günümüzdeki çoğu ulus-devlet ve hatta daha küçük oluşumlar olmak üzere şirktetler ve yerel kuruluşlar bu bütünü etkileyen sorunlara karşı “demokrasi” çözüm yolunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla kanaatimce Mill’in alıntısını günümüzdeki “demokrasi” ve “ifade özgürlüğü” kavramlarının tarihsel gelişimi, etkileri ve sınırları altında incelemek mümkündür.

Fikrimce Mill’in alıntısındaki “hak” anlayışı hukuksal bir anlam teşkil ettiği kadar kültürel ve toplumsal bir anlayış da ortaya koyar. Bütünü etkileyen sorunlarda etkili çözümler bulunmak isteniyorsa demokrasi etkili bir yol olabilir fakat hangi koşullar altında? Mill alıntısında bu sorunun cevabına iki düzeyde işaret eder. Birincisi hukuki bağlamda olmak üzere devletlerdeki güçler ayrılığının, meclisin, siyasi partilerin ve benzeri kurumların etkinliğidir. Bu kurumlar, ulaşılan çözüm aşamasında bir “çoğunluk” ve/veya “azınlık” oluşturma aşamasında hukuki anlamda koruma altınmış olmalıdırlar ki işlevlerini süreç içerisinde sürdürebilsinler. İkinci ve kanaatimce daha önemli olan kısım ise bu anlayışın toplum tabanına aktarılmasıdır.  Yine Mill tarafından yazılmış olan “Özgürlük Üzerine” isimli kitabında Mill bu anlayışın teoride ve hukuki bağlamda sınırlı kalmasının sonucu olarak toplumların kısa sürede “demokrasi” anlayışından kısa bir zümrenin egemen olduğu “ohlokrasi” anlayışına kayacağını öngörür. Daha kabaca bir ifade ile ilk kısımda bahsettiğim “bütünü etkileyen sorunlara çözüm” aşamasında “demokrasi” anlayışının etkili olabilmesi için toplum tabanına yayılmış bir özgürlük anlayışının bulunması gerekmektedir.

Peki demokrasinin sınırları nelerdir? Çoğunluk her zaman haklı mıdır? Eğer haklı ise bilimin, matematiğin, felsefenin, sosyolojinin ve diğer dalların görevi nedir? Neden her problemin çözümü çoğunluğa bırakılmaz? Bu problemler fikrimce insanoğlu var olduğundan beri süregelmiştir ve çok uzun bir süre daha ortada bulunacaktır. Şurası gözden kaçırılmamalıdır ki Mill alıntısında bu sorunlara dikkat çekmez. Yani çoğunluğun ve/veya azınlığın her zaman haklı veya haksız öne sürmez. Mill, kabaca “ifade özgürlüğü” şeklinde adlandırılabilecek olan yaklaşımında zıt görüşlerin toplum içerisinde aynı anda var olabilme “haklarını” savunur. Ancak uzun vadede insanlık için faydalı olan yolun demokrasiden ve ifade özgürlüğünden geçtiğini ve bu ikisinin varlığını sürdürebilmeleri için azınlık görüşlerinin var olabilme haklarını vurgular. Fikrimce Mill, burada “demokrasi” yaklaşımını seçerek bir “en doğru çözüm” arayışındansa “en az yanlış çözüm” arayışındandır zira demokrasinin ve çoğunluğun çuvalladığı birçok tarihsel örnek bulunmaktadır. Örneğin II. Dünya savaşındaki Nazi Almanya’sı demokratik bir rejim değildi ancak Alman halkının pek tabi çoğunluğu rejim destekçisiydi. Dolayısıyla Mill, alıntısı ile doğruluğu veya yanlışlığı kesinlikle sorgulanmaksızın zıt görüşlerin toplum içerisinde ifade edilme hakkını geniş bir “ifade özgürlüğü” konsepti ile sunar.

Özetle insanoğlunun içinde bulunduğu toplumda karşılaştığı sorunlara çözüm üretme çalışmaları oldukça eskiye dayanmaktadır. Günümüzde en etkili ve popüler olarak görülen “demokrasi” çözüm yolunun işlevi için Mill alıntısında ifade özgürlüğü konseptine dikkat çeker ve anlayışın hem hukuki bağlamda hem de toplumsal tabanda etkili olmasının hayati olduğunu vurgular. Aksi takdirde demokratik anlayışın bir ohlokrasiye dönüşmesinin kaçınılmaz olduğunu bir uyarı şeklinde insanlığa aktarır.


 


Hiç yorum yok: