2 Haziran 2024 Pazar

Erdem Şahin / ODTÜ GV Özel Okulları Lisesi / Ankara / DüşünYaz 10 Türkiye Altıncısı


Final Yazısı

“Doğdum. Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli. “Ben” dediğimiz şey, dışarıdan gelen ve benden daha öteye gitmeye yazgılı olan yabancı bir madde için taşıt yalnızca.” 
Coccia, E. (2023). Metamorfozlar. Çev. Alara Çakmakçı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 2.

Bir Ben Vardır Bizde Bizden İçeri

“Kendim dışındaki bir şeyi oradan oraya taşıyorum sürekli.” Avare bir şekilde bu delilikler

cümbüşü dünyamızda bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyorum ama hiçbirini anlamıyorum.

Sanki kuma adice, yaşasın diye çizilmiş bir portreden ibaretim. O zavallı kum zerreleri her

savrulduğunda ben ölüyorum. Ve elbette yeniden doğuyorum…fakat burada bir kuruntu var.

Ben diye bir şey yok. Sadece kum taneleri var: renk renk, çeşit çeşit yaşayış küreleri var.

Dolayısıyla ölüm de yok, çünkü ölümle bildirilmeye çalışan benim bu dünyadaki suretimin hiçliğe

karışmasıysa; ölümle hesaplaşmam için bir suretimin olması gerekir. Oysa ben sadece bir

resimim. Bıkkınlıktan ve çürümüşlükten arta kalanların bir bulamacı, bir metamorfozuyum.

Ebediyen savrulacak kumların arasında bir rastlantıyım.

Çokça etten kemikten bildim kendimi, hatta tinden bildim kendimi. Dar bir patikada, iki kapılı bir

handa beni bilirler sandım. Yanılmışım. Onlar beni bilmiyorlar, sadece bizi. Onlar ilk defa ateşin

yakılmasıyla gelen kıvancın ve tanrısallığın zevkinin izini sürerler sadece. Zaten o kıvılcım

milyarlarca kalbi ateşe veriyor artık. Onlar sakin bir öğleden sonrada maziden miras kalanların

nasıl kitapları doldurabileceğini, o kitapların da nasıl kafaları doldurabileceğini bilirler sadece.

Onlar aşkı bilirler; ne beni, ne seni, ne de şehvet dolu danslarımızı. Zaten aşkımız da bize miras

kalan sonsuzluğun yankıları. Onlar her yerimi çepeçevre saran pürüzsüz kasları, ince işleyen

binlerce organik sistemi tanımazlar. Eklemlerimin her kıvranışında bir sıcaklık var çünkü batan

güneşin ardından.

O halde ben ne yapacağım?

Ben düşüneceğim. Yapabileceğim tek şey anlamak çünkü. Bu dünya bir panteizm, yani bir “her

şeycilik”. Ama bunu ontolojik bir çıkarımdan ziyade bir benzetme olarak düşünmekte fayda var.

Spinoza gibi metafiziksel kanıtlamalara başvurmayacağım, sadece tinsel birikimimde veya

vücudumda geçmişin izlerini tanısam yeter (ki aslında burada da Spinoza’nın arzularımızı

tanımamıza atfettiği önemle benzeşen, anlamaya dair bir önem var ama şu not edilmeli ki;

burada benim öne sürdüğüm anlama bir büyük ideaya veya medeniyetin kalbine erişmekle ilgili

değil. Nafile ama rahatlatıcı bir uğraş gibi düşünmekte fayda var.).

Nispeten daha kolay olanla, yani fiziksel mülkiyetimle başlamak isterim. Öncelikle doğuşta bana

gelmeyen ve sahip olduğum bütün şeyler benden kolayca koparılabilir, ki ölüm döşeğinde ben

son acı dolu pozisyonuma girmişken alınacak zaten. (Onları kendi benliğime atamak gibi bir

alışkanlığım olduğundan değil, daha ziyade fiziksel mülkiyete dair bir ayrım sunmak

istediğimden böyle bir sunuş yaptım.) Söz konusu vücudum veya organik bileşenlerim olunca

da, onların ebeveynlerimin bir mirası olduğu aşikar. Onların genetik kodu dolaşıma devam

ediyor hala içimde. Bu mirasın da sonsuza değin benim üstüme kayıtlı olacağını düşündürecek

hiçbir şey de yok; zaten eninde sonunda toprak ve içindeki bütün afacanlar için bir ziyafet

sofrası olacağım. Tüm yaşayışımı bir taşta toplamaya çalışacaklar, başarısız olacaklar… ve bir

saltanatım dahi olmayacak musalla taşında. Dolayısıyla ne varoluşu yaşayışla tanımlamak

mümkün ne de benliğin fiziksel menşeisinin gerçek olduğunu öne sürmek. (1) Hadi Rilke’nin

olağanüstü bir şiirinden şu dizeleri hatırlayalım:

“Gururla ve sevinçle hayatın kırmızı şarabını kaldırdığımızda

O tanrısal ve parlak kupadan içmek için

Ve tüm varlığımız coşkuyla sıçrarken

Ölüm başını eğer ve yaşlarını döker” (2)

Ölüme dair melankoli her zaman yerli de olsa bu değişmeze dair tasamızı bizden daha büyük bir

doğaya suç atarak giderme çabası saçmadır. Sonuçta sadece alışkanlıktan bu dünyaya geçici

diyoruz, aslında bu dünyaya dair geçici olan hiçbir şey yok, sadece bu hikayenin kadrosu

değişmeye çok meyilli. “Ben”in olmayışı “Biz”in olamayacağı anlamına gelmez. Sonuçta onlar

beni bilmezler, sadece bizi.

Sırada ise tinsellik var. Yani fikirler, arzular, umutlar… Burada bir noktaya parmak basmanın

gerekliliğini görüyorum: Her ne kadar incelemeyi kolaylaştırmak adına burada tinsel mülkiyet ile

fiziksel mülkiyeti ayırmış olsam da, ikisinin Platon’daki gibi apayrı dünyalarda varlık alanlarını

koruduklarını kastetmiyorum. İkisi de birbirine bağımlı. (Hatta tinsel yerine soyut demek belki

de kullanım açısından daha doğru olurmuş fakat genel literatüre uygunluk açısından bu kavram

daha tercih edilebilir oldu.) Elbette birbirini tamamlayan iki önermeden birinin uygunsuzluğu

diğer önerme için de geçerli olan bir doğruluk imleci sunabilir, fakat daha derinlikli bir anlayış

sunmak açısından tinselliğin takasına dair biraz daha açılmak istiyorum.

Biz insanlar olarak hep bir şeyler düşünürüz: büyük/küçük, şiddetli/pasif, sığ/derin.(Not: Burada

tinselliği düşünce üstünden işledim fakat bu kavramın düşünceden biraz daha derin olduğu

aşikar. Hem denemenin hem de felsefi sorgulamanın seyri adına çok karanlık sulara inmeyi

tercih etmedim.) Bu düşüncelerin nasıl zihinlerimizde bitiverdiklerine dair bir ikincil sorgulama

her daim epistemolojik bir karmaşıklık içerebilse de hem apriori bilgi hem de aposteriori bilgi

için bir takas söz konusudur. Aposteriori bilgi doğuş koşullarının haricinde bir kaynaktan medet

umar. Bu kaynak için deneyim oturaklı bir konsepttir. (Deneyim derken burada yaşayışın tüm

parçalarındaki refleksiflikten bahsediyorum.) Örneğin benim trompet çalmayı sevmem,

trompetle daha önceki bir karşılaşmamda elde ettiğim hoşnutluktan veya bir insan olarak Louis

Armstrong’a hayranlığımdan kaynaklanıyor olabilir. Kısacası bu çeşit tinsellik yaşayıştan bağımsız

sürdüremez kendisini. Ayrıca yaşayışa bağımlılığından dolayı değişime de tabidir. Apriori bilgide

ise bilgiye veya koşullara doğuştan bir hakimlik söz konusudur. Burada değişime karşıtlık

çıkarımı yapılabilir fakat apriori bilginin ön koşulu bireyden daha büyük bir varlık alanının

rehberliğine işaret eder. Kısacası apriori bilgi de bir mirastır. Buradaki takas ifadesi iki çeşit

bilgideki ilişkiyi anlamak için önemlidir. İkisi de bireyin kendinden daha geniş bir varoluşla

karşılaşmasını içerir. Bizi biz yapan şeyleri bir takasla veya bir çeşit alışverişle elde etmemiz bir

“Ben” için çok büyük bir okyanusta yalnızca bir su damlası olmak demektir. Bir de tabii ki

unsurlaşmak değişmezlikten, (hatta biraz daha ileri giderek) tanrısallıktan vazgeçmek demektir.

Her bir kum tanesi denizin kalbinden sökülüp beni yaptıysa, o kum tanelerine talip olmak gibi bir

hakkım yoktur.


Bu iki ayrık “parçalama”’nın sonucunda şuna ulaşabiliyorum: “ben” dediğim, içimde taşıdığım

veya sahip olduğumu düşündüğüm her şeyin benden öte bir kaynağı var. Bir evrenselden

türemiş hatalı bir kopyalama gibiyim yani… (Platon’la benzeşimler sezilebilir fakat önceden

belirttiğim gibi onun düşüncesiyle ayrımım kusurlu da olsa kesindir.) ve sanki varlığımı

sürdürmeye gayret ettiğim, Conatus’umu sınadığım her anda kendimi aşmaya ve kendimden

daha yüksek mertebede bir evrensele, bir değişmeze ulaşmaya çalışıyormuşum gibi. Önce de

belirtmiştim, varlığım değişimden ayrık değil; olması da düşünülemez zaten. Değişmez olduğum

vakit kendime “Ben” diyemem, “Biz” olurum artık. Olacak ve olması beklenen her şey, herkesin

uğruna birbirini hırpaladığı o medeniyet olurum.

Tinsel ve fiziksel mülkiyeti aynı potada eriterek elde ettiğim değişim kavramı aslında “Ben”in

kimliğine dair son bir çıkarım yapmama izin veriyor. Sürekli kendini aşmaya çalışan, kimi zaman

başarılı olan kimi zaman başarısız olan ve hiçbir zaman aynı kalmayan bir varlıktan nasıl (en

azından tekilliğini vurgulayarak/ onu izole ederek) tanım talep edebiliriz ki. Onun ne olduğuna

dair çizdiğimiz her sınır denizin köpürmesiyle veya kum tanelerinin yer değiştirmesiyle yok

olacaktır. Dolayısıyla o gerçekten var mıdır? “Ben” gerçekten var mıyım?

Hayır.


Buna gelebilecek bir eleştiri bütüne bakıldığında değişim faktörünün yok

sayılabileceğini öne sürebilir. Böyle bir eleştirinin de ana kusuru “Ben”in “Biz”e

erişebileceğini varsayması olur. Yani doğa veya oluş süreci diyebileceğimiz bir

şeyin bir tekilliğin türevi olduğunu varsaymak olur bu. Sınırlı bir gerçeklik için bu

geçerli olabilirdi, sonuçta bir karışık kuruyemiş paketini boşaltıp tamamen

kajularla doldurabilirsiniz, ancak bahsi geçen “Biz” başka hiçbir şeye indirgenemez.

Sonuç olarak “Ben”, konfor alanının bir kabuğundan ibaret. Kendimi bilmek gibi

bir şey mümkün değil, sonuçta içimde çağların fırtınaları kopuyor. Bu yazı veya bu

anlama gayreti bile birey olarak “Ben”in kişisel bir ürünü değil, sonuçta

kelimelerimin her biri başkalarından çalıntı. Tabii ki bireysel gerçekliğimin

olmaması beni üzüyor ve üzmekten öte kafamı karıştırıyor… ama tamamıyla

karanlık bir odada ne olduğunu tahmin etmek misali düşünmekten öte

gidemiyorum bu konuda. Hiçbir zaman tam olarak belirginleşmeyen bir konuda

düşünmek elbette nafile geliyor insana ama herhalde felsefenin en büyük zevki bu

nafilelikten çıkıyor olsa gerek.


(1): Cahit Sıtkı Tarancı/35 Yaş (ufak bir değişiklikle)

(2): Reiner Maria Rilke/Death

2. Adım Yazısı

 "Sanat, doğanın kelimelerle anlatılamayan şiiridir; doğa ise, sanatın sessiz melodisidir." - Ralph Waldo Emerson

Aziz Ağacımda Çiy Damlaları

Yaşam kadar adi bir etimolojik aile ağacına sahip bir kelimeyi kolay kolay sözlüklerden cımbızlamak (eğer anlama ve anlamaya yönelik kusursuz bir ilgiyi muhafaza edebiliyorsak) hiç de kolay bir iş değildir. Sadece kelimenin anlamına dair kesin bir tanımlama yapmak bile çoğu dilbilimci/filozof/edebiyatçının dahi üstüne hazımsızlık sorunları yaşayacağı altın görevlerden bir tanesi. Madem analitik bir yöntem şimdiden çöpü boylamak zorunda (hele ki böyle sinir bozucu bir Gordion Düğümü karşısında), bizim yaşam ve tüm çocuklarının krallığı altında yeşermiş olan ve modern çağımızın mihenk taşı erdemlerini taşıyan “şey”lere bakmamız lazım. Şey diyorum çünkü felsefe, güzel sanatlar gibi şeylere kesin bir isim vermek benim dahi tir tir titrememe sebep oluyor. Yani salt analitik yöntemin dışına çıkıp biraz sezgiye kendimizi açmamız lazım. Bu yazının menşeisini oluşturan sözün hatırına da yaşamın bir anlayışı olarak sanata bakmak isterim.

Şimdi sanatın yaşamı yani biz insanlar için bütün empirik deneyimin temelini oluşturan o çürümüş dengesiz ahşap kayığı nasıl ele aldığını anlamak için aslen sanatın ne olduğuna bakmamız lazım. Fakat yazımın ilk bölümünde (belki de biraz mübalağayla) anlattığım üzere tanımlara başvurmak gibi bir kaygı taşımıyorum. Zaten sanatın özünü de bir Schopenhauer kitabı gibi kuramsal özellikler taşıyan bir eserden ziyade Tennyson’ın bir şiiri gibi kan ve hüzünle yazılmış bir eserde bulabileceğime inanıyorum. Zaten sanata dair “bildiğimiz”  tüm o usturalı cümlecikler bizi “güzel” gibi girdaplarda budayacaktır. En azından bir yerden başlamak gerek: hadi bir sanat eserini ele alalım ve en azından onun üstünden sanatın neye iman ederek bize yaşamı sunduğunu anlamaya çalışalım. Mesela Klimt’in “Yaşam ve Ölüm” ünü ele alalım. Bu tablo ilk bakışta benim için güzel. Yani bu resme üstünkörü bir bakış attığımda bir çeşit hazzı kendimde bulabiliyorum, ancak güzelden ne bu hazzın kendisi olarak bahsetmeye ne de her şeye damgalanabilir bir nitelik olduğunu öne sürmeye cüret edemem. Biraz daha derine dalalım: evet, bu tablonun bana söylemek istediği bir şey var, ama şakıdığı ezgiler benim kulağıma hicret edemedi henüz. Tablonun adı bir şey anlatıyor olmalı; şimdi kesinlikle açık ki bu isimdeki Berlin Duvarı olan “ve” resimde de tezahür etmiş, zaten resimde bir taraflaşma var. Sol tarafa baktığımda bir kefen, bir balta ve bir ölü görüyorum. O halde bu ölüm olmalı. Hem de ilahi umudun kırılışı üstüne hoyratça bezenmiş. Şimdi de sağ: öteki tarafın kuru yalnızlığına karşın çoğulluk ve renk var, ve elbette de cinsellik. Cinsellik bir yaşam ritüelidir, ve evreka, işte yaşam! O halde ressamımız ölümü korkunçluktan ziyade abes ama mutlak bir yalnızlıkla niteliyor. Yaşamı ise renkle ve kenetlenme, sosyallikle eşleştiriyor. Aradaki erebus da iki konsept arasındaki farkın daha da altını çizmeye uğraşıyor gibi. Bu resim yaşam, ölüm ve ikisinin de varoluşta kapladığı küçücük bir parçayı ortaya atıyor.

Aslında bu kadar kolay. Elbette bir resmi anlamak için benim gibi gösterişçi bir burjuva anlatısına başvurmaya gerek yok, anlatmaya çalıştığım basitçe eserlerin salt güzellikten daha derin bir yerde çalgı çengiye başladığıydı. Dolayısıyla sanatın kendisinde obje ile süje arasında bir diyalektik var, ki bu diyalektik de süjenin obje olmasıyla başlar. Eser sanatçıya dair her şeyin karmakarışık bir bulamacıdır, ama eserde saklı olan bahsini ettiğim ezgiler her zaman sanatçının içinde bir yerlerde çalmıştır. Eseri anlamak bir bakıma sanatçıyı anlamaktır. Yukarıda yaptığıma benzer bir yorum aslında sanatçıyla bağdaşmaya çalışmanın bir ürünüdür. Dolayısıyla sözde objemiz olan eser karşısında diyalektiğin sentezini oluşturan ana işlem için biz obje oluruz ve bizim psişik fırtınalarımız tuvalde delikler açar. Eserdeki temanın inceleyicinin içine erişmesi ve kaba bir iskeletini çizmesi gibi anlatılabilir. Sanat ne eserin kendisiyle sınırlı olmalı, en azından bir sürecin dahiliyetinde olmalı. Yani sanatın tekillik içerdiğini öne sürmek sanata tükürmenin en zalimce versiyonudur bana göre. Bu denemenin vaftiz babası olan Emerson bile sanatın akıcı doğasına dair küçük ipuçları sunuyor sözünde. Doğa sanatın sessiz melodisi olarak sanata dair sürmekte olan bir üretimi anlatıyor. Esas olarak sanat felsefesinde ele alınan şey de bu akıştır. Platon’un sanat felsefesinde de taklidin yerilmesi değildir odak noktası, daha ziyade sanatsal sürecin tekrarlara açık olmadığıdır. Yani sanat bir süreç olarak ideal olana doğru imkansız bir devinim ise bu süreç tamamıyla özgünlüğünü korumalıdır. Spinoza’nın bir estetiği yoktur ancak ben onun da panteistik dünyasında arzunun formları üstüne yazarken kendi kendine dönen bir süreci öngördüğüne inanırım. Zaten akmak söz konusu olduğunda bariz olanı belirtmemek adına Herakleitos’tan bahsetmiyorum bile.

Öyleyse hem Emerson’ın sözüne çok da saygısızlık etmemek adına hem de gerçek akış ve hareketin kaynağı olan sanatsal dünyayı anlamak için biraz da sanat-doğa ilişkisine bakmak isterim. Kendimle çelişmek pahasına da olsa doğanın ne olduğuna dair sanatsal dönüşümden yola çıkarak bir cümle kurmak isterim. Sanat bir dönüşümün ve diyalektiğin süreciyse, bu sürecin üstündeki aziz tanrıyı yani kuklacıyı biraz anlamamız lazım. Yani, sanatçının benliği gözlemcinin/yorumcunun ön yargısıyla lehimlenerek yorumun anlamsal temelini atar. (Hermeneutik’in açıkça işlediği görülebilir, zaten bu sayede genellemelerin kıskacından kaçmayı başarabiliyorum) Dolayısıyla yorumun temelinin bir temeli olarak sanatçının esere yansıttığı ilhamın veya düşüncenin kaynağını bulmak gerekir. Bu kaynağa deneyim gibi sığ kavramlar atamanın taze sonuçlar vermeyeceği açıktır, ve tanrı gibi daha doygun kavramlar üstünde gezinmek daha doğru olacaktır. İşte burada tanrı ve doğa yani vurgu yapmak istediğim iki kavram arasında bir ayrım gerekli. (Her ne kadar kendimle biraz çelişecek olsam da) Doğa süresiz oluş ve öz-yaratım demektir, doğanın her bir parçası kendi özünde doğanın bir parçasını taşır. Dolayısıyla doğa zamansızdır çünkü doğa değişimin katalizörü olmaktan ziyade değişimin kendisidir. Tanrı ise daha karışık bir zincirde takılı kalmıştır, çünkü bu figür mükemmellik gibi mantıksal sürece ve kısa paragraflara oturtması çok zor olan bir çelişkinin ardına gizlenmektedir. Doğa her şeyin oluşunu içerir fakat onun için mükemmel gibi iddialı bir niteleme kullanmak anlamsız olur çünkü zamansızlık daimi olmak anlamına gelse de parçanın kendisinden sadece sınırlı olarak faydalanabilmeyi de ifade eder. (Sürecin bir parçası)

Sanat doğanın bir ifade biçimidir, sınırların meçhul olduğu bir alt kümesidir. Doğa oluş süreci iken sanat oluşum sürecidir. Sanat süreçteki tekilliğe odaklanırken doğa bütünü ele alır. Buradaki fark biraz kafa karıştırıcı olabilir, biraz da olsa Bergson’un hareket hakkındaki düşüncelerine benziyor dolayısıyla ona bakılarak aradaki ilişki vasıtasıyla anlaşılabilir. Sanat basit yorumsal integrallerin bütünü olduğundan dolayı kusura ve eksikliğe açıktır, doğa ise bütünleyicidir. Belki de bu yüzden sanat oluşun sonsuz okyanusunda her zaman bir damlacığa hayran kalmayı başarır. Sanat her zaman şakımaktır, ama hiçbir ses sonsuzluğa yayılamaz. Sönmek elbet her notanın kaderidir. O nota söndükten sonra hafızada yankılanan feryatlarını ancak doğa bilebilir. Zaten oluşun tüm gayesi olmaktır, ne azı ne fazlası. Her şeyle, eksiğe yer vermeden olmaktır.

1. Adım Yazısı

“İnsan soru sormanın sözde yüceliğini cebinde taşıyadursun, başka tüm var olanlar gibi yanıtsız eyleyendir.  Hayat hangi sorunun yanıtı için duraksar? Biz yanıtlarla özgürleşemez olanız; eyleyerek var olmaktan başka ne çaremiz var?” Çetin Balanuye, Naturans, Ayrıntı Yay.

Felsefi düşüncenin insanlık tarihinde en belirgin şekilde şaha kalkmaya başladığı zamanlar aynı zamanda çeşitli tarihi ve sosyal devrimlerin rahimlerini yırtma şansı bulduğu zamanlar olmuştur. Bu düşünsel devrime her ne kadar bir ilerleme demek mümkün olmasa da, süreç içerisinde kendi kamusal aklımızı kullandıkça ona ilişkin sahip olduğumuz şevk ve gururun büyüdüğünü söylemek yanlış olmaz. Kısacası, çağlar boyu insanoğlu düşünsel evrenleri arasında gezindikçe düşünsellik kendi saltanatını kurmuştur. Bu anlatım biraz masallaştırmayı andırsa da bahsi geçen akli saltanatın hükmünü bugün dahi sürdürdüğü görülebilir. Evet, eski insanlık değiliz artık, bariz bir şekilde kendi sorgulayışımıza, belki de ideolojik kıpırdanışlarımıza bel bağlamış bulunmaktayız. Fakat teslimiyetin gerçekleştiği bu ortak aklın insan varoluşu (varoluş aktif bir süreç olarak ele alınırsa) ile ilişkili olarak bir serzenişe yol açıp açmadığı konusu kendi kılgısallığı bakımından biraz daha tefekkür gerektiriyor. ( Tümcenin konu ve inceleniş bakımından içerdiği çelişki göz ardı edilmek zorundadır, aksi halinde varılan çıkmazlar bu yazının amacı bakımından hiç de doyurucu değildir.)

Düşünsel içerikli eylemler basit olarak bir yargıda bulunma sayesinde gerçekleşir. Kendi içerisinde dönüşümlü olan ve yargının kendisi üstüne olan bu yazı gibi düşünsel içerikler dahi bir yargı temelinde dallanıp budaklanma şansı bulunur. Yargı, belki de idealist bir yaklaşım olsa dahi öznenin nesne ile ayrımının kesinleşmesidir (Bkz. Kozmoloji ve Kozmogoni/ Şiir ve Tragedya Kuramı) Basit olduğu halde de kapsamlılık içeren “Ben benim” önermesi de bu ayrımın bir katmanını içerir. (“Ben”, kendisini kendisi olmayanların karşısına koyar) Kısacası her yargı öznenin hem kendi varlığını hem de nesnenin varlığının tekilliğini kavrar, başlangıç olarak kendisine ilişkin en asgari düzeydeki varoluşsal kanıtlamayı ortaya koyar. Daha ileri bir seviyede irdelenirse görülecektir ki her yargı aslında kendi öznesinin bilinç düzeyinde aktif olmasını veya kendi varlığının ayırdında olmasını gerektirir. (Panteist tanrı formülü dahi yargının bu koşullarına tabi olmak zorundadır, mantıksal olarak her şeyi kapsayan bir özne kendiliği içinde bir bengi dönüş yaratamaz.) Yargıda bulunmak düşünen varlığı pasif ve akışın içinde olmaktan alıkoyar, yaşayışın temellerini atan bu ayrılık çoğu zaman bizi doğal hiyerarşide marjinal kılar.

Yine de insan aklının ortak değerini anlamak adına temel yargıdan biraz daha uzaklaşmak ve felsefi/bilimsel düşüncenin tohumlarının en tasasızca savrulduğu yere ve zamana, Antik Çağ Yunanistan’a gitmemiz gerekiyor. Bu dönemlerde kahramanlar ve sayısız efsanenin yanı sıra Sokrates gibi at sinekleri de antik Yunan kültüründe türemeye başlamıştır.  Platon’un diyaloglarında baş gösteren yüceltmeyi bir yana bırakırsak yine de filozofların üstün insanlar olduklarını söyleyebiliriz. O zamanlarda daha çok bilir-kişiler olarak bilinseler de toplumsal ahlak ve mutlu yaşama dair sundukları yargılar onları bizzat yaşamın her zerresiyle bir araya getiriyordu. Bir bakıma, onlar aktif katılımın tam olarak içindeydiler. Zaten daha sonraki çağlarda Yunan filozoflarının ve bilim insanlarının çoğu ülkede örnek alınmasının sebebi bu olarak gösterilebilir; düşünen insanlar değerli insanlardı. Theseus dahi üstün zekası sayesinde Yunan kültüründe ve mitologyasında kendine önemli bir yer edinebilmiştir.  Tartışılmaz derecede sığ bir gerekçelendirme olsa da akli üstünlüğe dair düşüncelerin menşeisinin bu dönemden geldiği düşünülebilir.

İnsan aklının eylemden kendini daha çok ayırdığı veya pasif düşüncenin en çok kök saldığı dönemlerden biri de Romantik Dönem olmuştur. Cesetler ve deli krallar arasında gizlenen Hamlet gibi düşünen insanın asilliği bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu asilliğin en saf hali Anarşinin Maskesi gibi sanat eserlerinde karşımıza çıkar (Komünist Manifesto Başkaldırısı bu asalet kuruntusuna pek de yakın değildir).

Kendisine yetkin düşüncenin tarihçesine kısa bir göz attıktan sonra ona dair sorgulamalara başlamak iyi olur.

Öncelikle eylemden bağımsız taht kuran kutsal düşüncenin kötü kudretini anlamak adına 21. Yüzyıl insanlarının en büyük sıkıntılarını anlamak gerekir. Bu zavallı varlıkların en büyük ( hayatta kalma mücadelesi vermeyenler) dertleri çoğu zaman kendilerine katacak bir ayrıcalık veya tekillik bulmaktır. Önceki paragraflarda yargıya dair cümlelere bakılınca bu dertler anlamsız gözükebilir, fakat unutulmamalıdır ki herkesin Pollux olduğu bir dünyada kimse Castor olmak istemez. Hele ki eylemeye dair başarıların veya farklılıkların, fiziksel avantaj/dezavantajların hiçbir hükmünün geçmediği bir dünyada; doğal marjinalliğin kendi içinde hiçbir anlam ifade etmediği bir dünyada insan aklının kendi öz farkındalığına son verme ihtiyacı açıkça görülebilir. Alastair Reynolds’un “Zima Mavisi” öyküsündeki gibi basit hazlara yönelen bilinçten yoksun makinelere dönüşmek her ne kadar önceki durumla çelişkili gözükse de 21. Yüzyılda gayet revaşta olan bir istektir. Tekrardan unutulmamalıdır, burada insanoğlunu ızdıraba sürükleyen şey bir sürü içinde olma durumu değildir, o sürünün içinde bulunurken elde edilen bilinçtir.

Seneca’nın “Yaşamın Kısalığı Üstüne”’de bahsini ettiği gibi felsefi düşünme de bu soyutlanışa karşı yardımcı olmaz, sonuçta (bkz. Theoria-Praksis) bu tür düşünceler de yaşama dair eylemenin dışında kalan bir düşünmeye dahildir.  Yaşama bir eylem olarak bilinçsizleşmenin yanında olmadığı sürece gerçek bir özgürlüğe erişmek pek de mümkün olmaz. Yaşayışı mücadele ile birleştiremediğimiz sürece kuramlarımız ve ideolojilerimiz içinde atomize olmaktan kaçamayız.

Konuya dair başka bir bakış açısı da yüzyıllar çürüten üstün düşünmemizin sonunda elde ettiğimiz bütün fikirlerin toz olmasından türetilebilir. Albert Camus’nun dediği gibi, “Modern zihin tam bir kargaşa içinde. Bilgi, ne dünyanın ne de zekamızın dayanak bulamayacağı bir noktaya uzanmıştır.”. Yani ne ahlaki değerlerimiz ne de politik kuramlarımız insana veya yaşama süreç içerisinde yaklaşmıştır, hepsi yaratılışlarının mihenk taşı olan yaşamı yutarak ve sistematik olarak kendi içinde evrilmiştir. Yaşama eylemi evrene kıyasla küçülen gençliği olmadan tam olarak düşünülemez, fakat yakın dönemlerde eski ideolojiler sindirilince geriye sadece kürsüler kalıyor. Tozlu kürsülerde sürdürmeye çalıştığımız yücelik öznenin tam anlamıyla olmasa da acı dolu bir yitirilişinin sembolü haline geliyor.  

Bir çıkarım olarak da düşünmemizin kuru olduğu gerçeğini uzun süredir aranan bir tevazuyla kabul ederek yaşamanın aktif bir eylem olmak zorunda olmadığını anlamak zorundayız. Bu ağzından salya akıtan koyunlar olmak anlamına gelmiyor, yaşama eyleminin lehine veya aleyhine işleyen mekanizmaların arasında gezinmek anlamına geliyor. Ahlak gibi üst mertebeden kurumuş haykırışları bir yana bırakıp üst düzey yargıdan vazgeçebilmektir buradaki asıl konu. Bunların hepsi bir çeşit idealizmden veya anlamamızın tam olarak mümkün olmadığı sistemlerden etkilenerek ortaya çıkan ilham patlamalarıdır, fakat zararsız olmaktan çok uzaktırlar çünkü eğri bir kumaşla bütün bir kainatı ölçmeyi denemektedirler.

Kısaca tertiplemek gerekirse, düşünsel olarak yargı insanın doğa ve hayvanlar hiyerarşisinde özel bir yere sahip olmasını sahip olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca bu yargıya atfedilen değer daha da kuvvetlenmiştir ve bu ortak akıl kendi kendini köreltmeye başlamıştır. Kendi kendini tüketen bu aklı yenilemek veya yaşama uyarlamak adına insanlık olarak eylemden bağımsız kök salan düşün gücünü prangalar vurarak yavaşlatmaktır. Kendi mükemmelliğine baka baka yok oluşa ilerleyen Nergis gibi kendi karşıtlığımıza öykünmektense her daim duru bir cehaleti tercih edebiliriz.


Hiç yorum yok: