Final Yazısı
“Evcil” kelimesi, türlerin uygarlığın çatısı altına geldiğini, ya da getirildiğini ima ediyor, ki aslında bu doğru; ancak bu ev-imsi mecaz, bizim gibi onların da bir şekilde doğadan ayrıldıklarını düşündürüyor; sanki doğa, sadece dışarıda olan bir şeymiş gibi.
Arzunun Botaniği, Michael Pollan
RÖLATİF UYGARLIKLARDA DOĞAL VE İÇSEL EVCİLLEŞME ÇABASI
Uygarlık insanın kendi kaosunun çığlıklarından kaçmak için kullandığı öznel bir yalıtım sistemidir. Yüzyıllardır değişip gelişen insanoğlu kendi agresyonunu dizginlemek adına uygarlık başlığı altında bir “devlet” sistemine sığınır. Uygarlığın karşılığı Latince civitas kelimesi olup hukuk sistemi ve yönetim anlayışını içeren “devlet” ve insan topluluğu anlamına gelen “cives” kelimelerini kapsar. Bu bağlamda uygarlık insanın kendi doğasından korkmasıyla bu kavramlarının korumasına ihtiyaç duymasının bir göstergesidir. Buna karşın tam bir uygarlık kavramı konusunda tartışmalar sürerken bir de uygarlık ile özdeşleştirdiğimiz “evcil” kavramı karşımıza çıkar. Bu da insanın kendi değişimine doğal dünyasını da katmasıyla gerçekleşir. Bunun aksine, evcillik hem hayvanı hem insanı kapsar fakat evcillik kavramı ile amaçlanan oldukça ürkütücü ve beşeri bir ütopyadır. Fakat Pollan’ın sözünde de anlaşılacağı üzere “uygarlık” ve “evcillik” kavramlarının getirdiği sığınak bizim kendimize söylediğimiz yalanların bir oyunu olarak görülebilir. Bu durumda Pollan’a göre “evcillik” maskesi bizim içimizde olanı ancak kandırabilir. Bu argüman da yeni bir tartışmaya yol açar: Evcillik ile sağlanan uygarlık düzeni bizi insan doğasına aykırı bir ütopya sahnesine mi çağırıyor yoksa doğanın asıl amacı olan düzene bizi daha çok yaklaştırıp o evcillik hissini içselleştirmemiz mi sebep oluyor?
Bu tartışma içerisinde uygarlık ve medeniyet kavramı üzerine yapılan yorumlar ikiye ayrılır: Uygarlık ve evcillik doğal olandır ve uygarlık sadece bir fenotiptir. Örneğin Willian Golding’in “Sineklerin Tanrısı” kitabında doğal bir uygarlığın oluşumunu ve insana verdiği zararı görürüz. Bu romanın baş kahramanları henüz “evcilleştirilmemiş” çocuklardır. Onlar, modern insanın aksine, uygarlık nosyonundan habersiz, yetişkinlerin olmadığı bir adada yaşam mücadelesi içinde zamanla kendi uygarlıklarını kurarlar. Bu durum insanlık tarihinin ilkel uygarlıklarında da görülen bir liderin varlığı ile kendini var eder. Öncelikle doğrudan demokrasi ile seçilen bu lider zamanla otoriter seçimler gibi davranır ve sonuçta anarşi ile birlikte doğal olarak gelişen bu uygarlık insani içgüdülere yenilip bir kaos halini alır. Bu romanda görülen uygarlık, insan doğasının empresyonizmidir ve uygarlığın insanın doğası ve içinde var olduğunu göstererek içsel olduğunu savunurken mutlak uygarlığın mümkün olamayacağını ve bir noktada içgüdülerimize yenik düşeceğimizi savunur. Bu durumda “evcillik” içseldir ama sonludur. Burada çocukların kendi uygarlıklarını kurması uygarlığın içsel bir süreç olması ile açıklanır. Pallon'un sözü ile benzer olan durum ise çocukların yeniden bir kaosa dahil olmaları ve uygarlığın etkilerinin dışsallığıdır. Bu dışsallık sebebiyle çocukların dığası bozulmamıştır.
Platon’un “Devlet” kitabındaki diyaloglardan anlayacağımız üzere Sokrates ise mutlak bir medeniyetin kabiliyetli bir otorite oluşturacak kral filozoflardan oluştuğunu düşünür. Bu durum dönemde Atina’da uygulanan doğrudan demokrasiye bir tepki olarak karar mekanizmasını sıradan insanlardan alarak tam bir “evcillik” haline gelineceğini ifade eder. Platon’da benzer olarak insanın kendi arzularından sıyrılması durumunda uyum içerisinde yaşamayı başaracağını ve “uygarlık” kavramı içinde var olabileceğini savunur. Burada uygarlık içsellik baskısından sıyrılmış bir haldedir ve bir dış mekanizma olarak var olacağı söylenir. Bu durumda “Sineklerin Tanrısı” kitabı ile bir zıtlık görülür çünkü uygarlık insanın içinde olmayan fakat mutlak bir hale bürünebilen bir sistem olarak yansıtılmıştır. Sokrates ve Platon’un açıklamalarına göre uygarlık ne doğal ne de değildir çünkü uygarlığın insanın içine ve kendi doğasına hitap edecek durumda değil fakat doğal bir seçilimle oluşacağı gösterilir. Örneğin, küçük uygar yapılanmalardan oluşan feodal sistemlerde Sokrates’in tasvirindeki gibi kabiliyetli bir kral mevcuttur. Bu kral doğal bir korunma ihtiyacı üzerine başa geçer ve insanı uygarlığın bir parçası olmaktansa “evcilleştirilen” taraf olarak gösterir çünkü burada uygarlık kaynağı yalnızca krallardır. Bu evcilleşme doğrultusunda da insanın doğasından tamamıyla ayrıldığı söylenemez çünkü yönetilmek ve itaat etmek yıllardır devam eden ve insanın gereksinim duyduğu bir süreç olmakla birlikte yalnızca bir dış etkidir. Bu sebeple, insanın içindeki anarşist yapı bastırılmış durumdadır yani insanın özünde bulunan doğası yok edilememiştir çünkü Pollan’ın da belirttiği üzere doğal olan yalnızca dışta değil, içtedir ve buradaki beşeri başkalaşım insan doğallığını bozmaz.
Freud ise uygarlığın mümkün olmadığını insan içindeki agresyonun gücüne değinerek açıklar. Psikanalitik değerlendirmelerinde Freud’un insanın egoizme benzer olarak egoist ve kötücül, hedonizme benzer olarak hazzı bir yapıda olduğunu gösterir. Bu güçlü duygular ise Sokrates ve Platon’un savunduklarının aksine uygarlık adı altında tamamen bastırılamaz. Bastırılması ise tamamen doğa dışı olmakla birlikte uygarlıktan çıkan bir kaosa sebep olur. Bu bakımdan “Sineklerin Tanrısı” kitabındaki doğal uygarlığın yıkımı uygarlığın aslında doğallıktan uzak olduğunun kanıtıdır çünkü buradaki kaos insanın agresyonunun dışa vurumu ile açıklanır. Benzer bir örnek ise “Trumann Show” filminde hayatını istenen ütopyada yani ideal bir uygarlıkta geçiren Trumann’ın aslında bir televizyon programında olması ve bunu fark etmesidir. Trumann Show’da Freud’un bastırılamayacağı söylenen agresyonun tamamen bastırıldığı bir dünya tasarımı söz konusudur. İronik olan ise bu dünyanın kendisinin insanın başkasını kontrol edebilme ve bunu izleyebilme hazzını tetikleyen agresyonundan kaynaklanmasıdır. Bir süre Freud’un düşüncesinin aksine ideal bir uygarlıkta, tamamen evcilleştirilmiş bir sistemde yaşayan Trumann Neitzsce’nin sürü insanına benzetilebilir fakat sürü insanı olmak insanın doğasında yoktur. Bu sebeple filme Trumann’ın baş kaldıran insan ve üst insan olmasına sebep olan, sorgulama ve kendi değerlerini keşfetme sürecine dahil oluruz. Bu nedenle, filmde, Freud’un düşüncesinin bir yansımasını görürüz ve bu düşünce Pollan’ın savundukları ile de örtüşür: İnsanın doğası her zaman içindedir ve uygarlık dışsal süreciyle bu içselliği yönetemez.
Bu konuda uygarlığa dair üç yaklaşım biçiminin de insan yapısını kapsamlı bir şekilde ele aldığı söylenemez çünkü Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluk akımı ile insanın kaygıları ve düşünsel süreci tam anlamıyla ele alınamamıştır. Varoluşçuluk akımı Varoluşun özden önce geldiğini ve insanın kendisini kendisinin yaratması gerektiğini savunur. Bu bakımdan insan devamlı bir içsel süreç içerisindedir. İnsanın içinde saf bir agresyon veya uyumun varlığı bir koşullama ve yönlendirmenin var olduğu “evcilleştirme” kavramı ile ifade edilemez çünkü herkes kendi varoluşunu kendisi yaratmaya çalışır. Bu şekilde Varoluşçu bir bakış açısından, “Trumann Show” filminde Trumann‘ın içindeki agresyonun çıkmadığı fakat kendi resmini çizecek fırçayı başka bir yönde kullanarak kendi varoluşunu yarattığı söylenebilir. Bu sebeple uygarlığın doğal olup olmadığı veya evcilleştirme kavramının insanı doğadan bağımsızlaştırdığı düşüncesinin anlamsız olduğu kanaatine varılmalıdır çünkü insan kendi varoluşunu yapılandırırken uygarlığını kendisi kurar ve uygarlık aynı ahlak gibi rölatiftir. Bu bakış açısıyla benlikten ve bilinç dışındaki “ben”den kaçmak için kullandığımız uygarlık “ben”in kendisidir ve Pollan’ın sözünü destekler şekilde doğaldır ve bunun sebebi uygarlığın doğada olmasından öte insanın doğasından kaynaklanmasıdır.
Sonuç olarak, evcilleştirme kavramı kökenindeki “ev” kelimesinden bağımsız, kişisel bir süreç olarak ele alınmalıdır. Burada ev kelimesi insanın doğasıdır ve “evcilleşme” doğadan ayıran bir eylem gibi görülse de aslında bir doğallaştırmadan ibarettir. Newton’un hareket kanunlarından termodinamikteki kaosa, evrenin her yerinde bir düzen arayışı vardır. İnsan da etrafındaki maddeler gibi bu analojik arayışın içinde kendini bulmaya çalışmaktadır. Uygarlık günümüzde algılandığı üzere insanın varlığını yok sayan otoriter bir rejim altında kendisini var edemez. Uygarlık ve toplum içerisinde bir arada yaşama durumu kişisel bir uygarlık arayışından kaynaklanır ve insan doğasına uygun ve bağlı kalarak kendisini evcilleştirirse bir düzene dahil olabilir. Burada edebiyat ve felsefe yoluyla savunulan uygarlık kavramı Pollan'ın görüşü ile benzerlik göstermektedir ve insan "varoluşuna" dair gerekli inceleme yapılmamıştır. Pollan'ın uygarlığın içsel olmadığı eleştirisine karşın savunulması gereken durum bireysel uygarlıklardır çünkü uygarlığın içselleştirilmesi ve doğal bir şekilde insanın içinde kendini var etmesi ancak bu şekilde mümkündür. Bu yaklaşımla ele alınmayan uygarlık insanın içsel evcilleşme çabasına katkıda bulunamaz çünkü bireysellikten uzaktır.

2. Adım Yazısı
“Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar”
Umberto Eco
BİLGİNİN İRADEYİ KISITLAYICI AMACINA EPİSTEMOLOJİK VE AHLAKİ BİR BAKIŞ
Otodeterminist bir bakış açısıyla Immanuel Kant, insanın ahlaki kuralları kendi iradesi ile belirlediğine dair argümanlarda bulunmuştur. Kant’ın düşüncesine göre, bu irade insanın kısıtlayıcı faktörlerin altında kalmaksızın sonucunu kabul ederek özgürleşmesi mümkündür. Kant’tan önce Spinoza da bu düşünceye benzer olarak gerçek bilginin bireyin ortalama bir insanın limitlerinden kurtulması için önemli bir ortam açar. Hem ahlak felsefesini de beraberinde getiren bu tartışma felsefenin temel problemlerinden biri olan bilginin değeri tartışması altında incelenebilir. Bu bağlamda İtalyan düşünür Umberto Eco “Öyleyse neden bilmek istersiniz? Çünkü öğrenmek sadece ne yapmamız gerektiğini ya da ne yapabileceğimizi bilmekten ibaret değildir, aynı zamanda ne yapabildiğimizi ve belki de onu yapmamamız gerektiğini bilmemizi de kapsar” yorumunu yapmıştır. Burada Eco bilginin salt farkındalıktan öte, bizi irademiz ile alacağımız kararlarda yönlendirecek bir aygıt olarak ifade etmiştir. Nesillerdir kendi ahlaki kuralları çerçevesinde düzenlerini kurmuş toplumlarda bilginin ahlaki ve davranışsal açıdan işlevi ve değeri yadsınamaz. Buna karşın, insanın bilmesinin ve bilme arzusunun gerekçesi yapabileceklerimiz ve yapmamamız gerekenlerin dışında kalır. Bunun irdelenmesi ancak bilginin saf hali ve bizden 200000-300000 yıl önce yaşamış, bilişsel düzeyi günümüz insanının yalın hali olarak değerlendirilebilecek insan toplumlarından modern arayışlara bir inceleme ile mümkündür ve bu açıdan incelenecektir.
İlk İnsanın Bilgi Arayışı
Afrika’da varlığını sürdüren ilk insan türleri beslenme alışkanlıkları ve yaşam şartları sebebiyle modern insandan daha küçük bir beynine sahipti. Buna rağmen, birincil hedefi modern insanın da taşıdığı varoluş ve yaşam mücadelesi çerçevesinde gelişti. John Locke’un empirist düşüncesi ile benzer olarak dönemde bilgiye deneyim yolu ile yalnızca hayatta kalmak adına bir bilgi arayışına girdiğini, ne yapabileceği bilgisine ulaşırken ne ahlaki açıdan yetisine rağmen ne yapmaması gerektiği hakkında bir arayışta bulunmadığı gözlemlenmiştir. İnsanın zihinsel gelişiminden önce benimsediği bu davranış günümüz insanının daha yalın hali olup zihinsel ve duygusal farkındalıklar tarafından bastırılsa da duyusal yolla bilgiye ulaşmanın temel gerekçesi olarak bencil bir varoluş çabası altında kalmıştır.
Antik Yunanistan’da Bilgi Arayışı
Thales’in Arkhe problemi ile başlayan bilgi arayışı medeniyetler ve yaşam şartlarının iyileşmesi ile farklı bir hal almıştır. Burada felsefe yalnızca bir uğraş değil, bir ihtiyaç olarak düşünülmüştür. Bu ihtiyaç mitolojik yetersizlikten sonra evreni anlamlandırma gayretinin bir göstergesidir. Antik Yunanistan’da, başta Thales olmak üzere çoğu filozof matematik gibi evrenin varlığını açıklayan bilim alanlarının temellerini atmıştır. Örneğin, Platon’a göre en güzel ve gerçek olan dünya idealar dünyasıdır. Bahsi geçen matematik bilgisi ise insan hayatını şekillendirmek amacının dışında fenomenlerden oluşan duyusal ve sahte dünyayı idealar dünyasından haberdar eden bir yöntem olarak kullanılmıştır. Matematiksel bilgi günümüz toplumlarında hukuk yoluyla belirlenen ahlaki uzlaşmaları düzene koyan ve dolaylı yoldan da olsa bu bağlamda bize yetilerimizden bağımsız olarak yapmamamız gereken eylemlere karşı yaptırımları rasyonel bir şekilde uygulayabilmek için kullanılsa da dönemde filozof ve matematikçilerin sahip olduğu basit bir anlamlandırma arayışına dahildir. Örneğin, ceza hesaplamalarında kullanılan matematik bilgisi ahlaki açıdan değerlidir fakat insanın matematiksel bilgiye ulaşmaktaki amacı hiçbir zaman bireye yasaklar koyarak güvenliği sağlamak olamamıştır çünkü amaç güvenlik olsa bile bilgi kişisel çıkarlar dışında aranmamıştır.
Kalabalıklaşan Toplumlarda Bilginin Getirdiği Yasaklar
Kalabalıkta kaosu önlemek için düzenlenen her yasa önceden tehliike ve ölüme sebep olmuş, deneyimler ve gelişen insan zihninin elverdiği sorgulamalar ile bilgi doğrultusunda insanın sosyal varoluşu dahilinde kaçınması gereken eylemleri belirlemiştir. Ahlak felsefesi kapsamında Kant’ın ödev ahlakında da görüldüğü gibi insanlara uygun ödevlerin belirlemeye çalışıldığı bu düzeni kurmak bilgi yoluyla mümkün olsa da insanın bilgiyi edinmedeki temel amacının ahlaki nedenlere dayanması mümkün değildir. Bunu değerlendirirken, evrensel ahlaki kuralların var olamayacağını savunan egoist düşünce doğrultusunda Thomas Hobbes’un belirttiği gibi insanın ben sevgisi unutulmamalıdır. Bu durum toplumlaşmadan önceki insanın bireysel varoluş isteğinin hukuk toplumlarında da devam ettiğini gösterir. Eğer Eco’nun da belirttiği gibi insan ahlaki bir çıkarımlarda bulunmak amacı ile bilgi ediniyor olunsaydı. Bu bilgiler doğrultusunda yasalar oluşturmak zor olmazdı. İnsanın yalın doğasında bulunan güvende olma isteğinin yine doğuştan gelen egoist içgüdülerine bağlı olması yasaların başkaları için değil, bireyin kendisi için oluştuğunu gösterir. Hukuki kuralların varlığı Eco’nun savunduğu gibi bilgiyi düzen alanında değerli kılsa da insanın yapmaması gerekenlerden çok kendisine yapılmamasını istediklerinden kaçınmak adına bir tedbir olarak nitelendirdiğini ve insanın egoist doğasında aksinin zor olduğunu gösterir.
Modern Toplumlarda Bilgi Arayışı
Modern sistemlerde bilgi kavramı felsefi bilgi, bilimsel bilgi gibi pek çok başlık altında incelenmiş ve bu başlıklar amaçlarına göre ayrılmıştır. Bu durumda bilgi çeşitliliğine sahip insanın ne yapmaması gerektiğini öğrenmesine karşın ahlaki sorunların devam etmesi insanın bilgide ahlaki bir motivasyona sahip olmadığına işarete eder. Modern dönemde Jean Paul Sartre öncülüğünde egzistansiyalizm ve beraberinde gelen akımlar ile kişinin bireyselliği, bireysel bir uğraş ile kendisini geliştirme kaygısı ve sorunlarından sıyrılması hedeflenmiştir. Uzun süre toplumsal yaşamdan sonra bireyselliğe tekrar önem verilmiştir. Bu bireyselliğin fazlaca bir ben hayranlığına dönüşmesi ise insan doğasında yine bastırılmış bir şekilde bulunan narsisizmdir. Bu durum insanın ilk dönemlerinden beri kenisini en iyi kabul ederek yeni bilgiye karşı bir direnç göstermesine sebep olmuştur. Narsisist doğaya sahip insanlar, modern toplumlarda dahi entelektüel görünmek, çevrelerindeki insanların beğenilerini kazanmak amacıyla ahlaki davranışlarda bulunma gayreti edinmesine sebep olmuştur. Bazı narsisistler her şeyde en iyi olduklarını iddia edebilmek adına içlerindeki agresyondan kaçar ve ahlaki davranışlara yönlendirici bilgiyi iradeleri ile doğru kararlar alabilmek adına edindiklerine kendilerini inandırırlar. Günümüze kadar, materyalizmden egzistansiyalizme, varoluşsal kaygıları farklı ontolojik yaklaşımlar benimsense de ilk insanın hayatta kalma arzusu ile günümüz insanının sosyal hayatta parlama arzuları aynı doğrultudadır.
Sonuç
İncelendiğinde, insan toplumlarının bilgiye ulaşırken aradıkları çıkar şekil değiştirse de özünü korumuştur ve benzer arayışlar gözlemlenmiştir. Modern toplumlarda bile insanın yapısı Kant’ın ödev ahlakı içinde bahsettiği niyet beklentisini karşılayamamaktadır. İnsan kendi iradesi ile ahlaki ve toplumsal açıdan uygun olmayan davranışlarda bilgiden yalnızca “göstermelik” bir şekilde yararlanır. Öyle ki, narsisist yapısı yapmaması gereken eylemlerde kendisi zarar görmek pahasına kendi fikrine güvenme eğilimindedir. Bu eğilim onun bilgilerini yalnızca yapabileceklerine ve yapması gerekenlere dair bir farkındalık olarak kalır. Birey hiçbir bilgiyi kendi yetileri dışında iradesini kısıtlayacak unsur olarak kabul etmez çünkü insan yapılmaması gerekene dair bilgiyi yalnızca kendi çıkarları için kullanma eğilimindedir.
1. Adım Yazısı
“Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” J. S. Mill
TOPLUMSAL VE BİREYSEL DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
Özgürlük Üzerine adlı eserinde çoğunlukla tiranlığa karşı bireysel görüşlerin önemini savunan John Stuart Mill, ekonomik bir sitem olarak liberalizmi savunması ile bilinir. Günümüzde serbest piyasa ekonomisinin temellerini atan bu yaklaşım, ekonomide devlet baskısından bağımsız, özgür girişimciler hedefler. Özgürlük üzerine eserinden alınan “Bir kişi hariç bütün insanlık aynı fikirde olsaydı bile, ne o çoğunluğun bir kişiyi, ne de (yeterli gücü olsa) o bir kişinin çoğunluğu susturmaya hakkı olmazdı.” Sözü de Mill’in Özgürlük Üzerine yazdığı eserden alınmış olup liberal ekonomi modeli için elzem olan özgürlükçü düşünmeyi vurgulayan bir sözdür. John Stuart Mill’in bu yaklaşımı ne toplumun tek bir mualife, ne de güç sahibi bir mualifin topluma tek bir düşünceyi dayatma hakkına sahip olduğunu ifade eder. Bu bakış açısı modern toplumsal yapılaşmayı oluşturan özgürlükçü bir niteliğe sahip olduğu için pek çok toplum tarafından resmi olarak kabul edilmektedir. Buna karşın, bu argümana karşı pek çok filozofun bulunduğu ve dünyada çoğunlukla üstü kapalı olsa dahi toplumsal bir uzlaşmayı zorunlu kılan otoriter sistemlerin bulunduğu unutulmamalıdır. Fakat, Walter Lippmann’in de önerdiği özere “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir.” Bu sebeple, çeşitli sebeplerle, halkın bireyleri baskıladığı veya tek bir kişinin topluma tekil düşünceleri empoze etmeye çalıştığı durumlar sürdürülebilir yapılanmayı önleyerek toplumsal gelişime engel olacaktır.
Öncelikle, özgür düşünme hakkında Mill’in düşüncesini yorumlamak için misenformasyon ve dezenformasyon kavramlarını bilmek önemlidir. Misenformasyon Mill’in sözünde gördüğümüz fikir kavramı ile ilişkilendirilebilmekle birlikte bilinçsiz bir şekilde yanlış bilgilerin yayılmasına karşılık gelir. Dezenformasyon ise yanlış bilginin manipülatif kaygılarla ve bilinçlice yayılmasına sebep olur. Platon’un Devlet adlı kitabında eleştirdiği kamuoyu anlayışı da bu iki kavram göz önünde bulundurularak gözlemlenebilir. Burada kamuoyu dezenformasyon yoluyla manipüle edilebilen ve bu arka plan ile misenformasyona sebep olarak toplumun farkında olmadan tek bir düşünce altında birleşmesine sebep olacak bir kitle olarak algılanabilir. Bu durumun da bireylerin düşücelerini paylaşmalarına izin verilmesinden kaynaklandığı bir karşı argüman olarak savunulabilir. Bundan farklı olarak, Mill’in anlayışında zeaten dezenformasyona yer yoktur çünkü dezenformasyon bireyin ya da toplumların fikirlerinden kaynaklanmamakla beraber ayrıca aşılanmış doğruluklardan oluşur. Bu, zaten Mill tarafından da savunulan özgür düşünme sürecine dahil değildir. Bu sebeple, savunulan özgür düşünmenin yol açabileceği sorunlardan biri misenformasyon olabilir. Fakat misenformasyonun kötü yanları özgür düşünme ile elde edilecek düşünen toplumda görülen gelişmelerin arkasında kalacaktır. Bunun önemli bir sebebi misenformasyonun insanlığın gelişirken doğru yola ulaşmasında katı sağlamasıdır. Örneğin, teoride Platonun ideaların varlığı hakkında öne sürdüğü düşüncesi ile Aristoteles’in düalist tartışması aynı anda hakikati temsil edemez. Bu sebeple bunlardan en az birinin misenformasyona sebep olduğu söylenebilir. Bu durumda da toplum tarafından belirlenen tek bir düşünceye uyulması için bu düşüncelerden sadece biri var olmalı ve diğerinin yayılması önlenmelidir. İnsan toplumlarını düşünmeye iten bu tartışmanın kalıplaşmış bir şekilde son bulması da insanlığın ontolojik sorgulamalarını sona erdirerek tek bir düşüncenin hayatta kalmasına sebep olacaktır. Buradan yola çıkarak, tek bir insan veya toplum anlayışından yola çıkan düşüncelerin bizim için büyük tehlikelere yol açacağı söylenebilir.
Özgürlük bağlamında Mill’in görüşü İngiliz-Rus asıllı filozof Isaiah Berlin’in yorumladığı “negatif özgürlük” kavramı ile de ilişkilendirilebilir. Berlin’e göre pozitif özgürlük kişinin kendi özgür olma yetisini temsil ederken negatif özgürlük, özgürlük yolunda dış engellerin yokluğunu ifade eder. Mill’in ifadesinde de, benzer olarak, özgür düşünmede toplum ve bireyin karşısındaki dış etmenlerden kurtulmaktan bahsedilmiştir. Her ne kadar özgürlükçü bir yaklaşım izlense de, Berlin’in negatif özgürlük kavramı sınırsızlığı açısından olumsuz olarak görülmektedir. Bunun temel sebebi sınırsızlığın verdiği konforun insanın doğasında yer alan kötüye kullanma dürtüsü ile baş başa bırakılmasıdır. Mill’in de bu durumu engelleyecek bir ayrım olarak fikirlerin yalnızca beyanından bahsetmiş ve tam bir negatif özgürlük düşüncesine kapılmamıştır. Tam bir özgürlük halinin fiili sonuçlarının toplumda kaosa sebep olacağı açıktır. Bu sebeple toplumların ve bireylerin fikirleri doğrultusunda yol almaları hayat düzenini olumsuz yönde etkileyecektir çünkü toplumda ayrımcılık gibi bölücü fikirlerin birey ve toplum tarafından benimsenmesi yıkıma sebep olacaktır. Örneğin, belirli bir dini veya ırkı kötüleyen fikirler toplumun bir bölümünün hayatını zararlı bir şekilde etkileyecektir. Bu noktada özgürlük kısıtlanmalıdır fakat vazgeçilmesi savunulamaz. Kant’ın da tartıştığı üzere özgürlüğün ölçüsü belirlendiği halde Mill’in özgür düşünce anlayışı uygulanabilir olacaktır. Bu sayede tehlikkeli ve ölçüsüz olan özgürlüğün oluşturacağı tehditler önlenebilir ve bu durum Mill'in düşüncesinin geçerli olduğunu gösterir.
Bahsedilen filozoflar ve düşünceler başta olmak üzere özgür düşünme fikri pek çok kişi tarafından eleştirilmiş ve uygulanılabilirlik açısından değerlendirilmiştir. Sonuç olarak özgür düşünme kavramı, Mill’in sözünde yer aldığı üzere, toplumsal ve bireysel düşünmeyi teşvik etmesi bakımından oldukça değerlidir. Bu analyışın doğru uygulaması beraberinde gelmesi beklenen misenformasyon ve kargaşa gibi sorunları önleyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder