11 Haziran 2018 Pazartesi

Bahadır Çatal / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi/Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 1.si





Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Doğa gizlenmeyi sever" Herakleitos

Herakleitos'un ilgili sözde ne kast ettiğini anlamak için, öncelikle onun 'Doğa' ya da 'Physis' kavramını anlayış biçimini incelemeliyiz. Herakleitos'ta sabit ve durağan bir doğa anlayışı yoktur. Tam tersine varlık sürekli bir akış, bir oluş içindedir. Bu durumda -Herakleitos'un, Kratylos gibi bazı ardıllarının düştüğü hataya düşülerek- Herakleitos'un sanki aranabilir ve insan aklıyla anlaşılabilir bir Doğanın var olmadığına inandığı düşünülebilir. Oysa ki Herakleitos, elimizdeki fragmanlarından anladığımız kadarıyla, düşüncesini hiç bir zaman bu türden bir septisizme vardırmamıştır. Ona göre Doğa sürekli bir değişim içinde olsa dahi, bu değişim rastgele ve tutarsız bir değişim değildir. Doğanın değişimi tamamen Logos tarafından belirlenir. Yani bütün varlığın tabii olduğu evrensel ilke(ler) mevcuttur. Herakleitos'taki değişim kurallı bir değişimdir. Doğayı devindiren Logos, insanda da tecelli ettiğinden, Doğa bilinebilirdir.

Sözü daha iyi anlamak için, Nietzsche'nin ''Putların Alacakaranlığı'' eserinde yaptığı bir tespit üzerinden devam edebiliriz. Nietzsche, İlkçağ filozoflarının hep duyuların şahitliğini reddettiğini çünkü duyuların hep dünyayı değişken ve belirsiz gösterdiğini söyler; ancak Herakleitos apayrı bir istisna teşkil etmiştir. O, tam tersine, duyular nesneleri sanki kalıcı ve birlik sahibi olarak gösterdiği için duyuların şahitliğini reddetmiştir. Gerçekten de Herakleitos her ne kadar varlığın bizden uzakta ve aşkın olduğu şeklinde bir idealist eğilime sahip değilse de, Doğanın anlaşılması için duyulara başvurmayı yeterli görmemiştir. Duyular bize Doğanın aslını teslim etmez. Tam da bu düşünceyle Herakleitos bahsettiğimiz fragmanı yazmıştır: ''Doğa gizlenmeyi sever''.

Bu noktada Herakleitos'un düşüncesi bakımından hakikate, varlığın aslına nasıl ulaşılacağını soruşturabiliriz.

Öncelikle, filozofun içinde bulunduğu tarihsel ve kişisel koşulları göz önüne alalım. Herakleitos, kendi döneminin sayılı soylularından biriydi. Yeterince zengin ve mutlu bir yaşama sahipti. Onun zamanında Yunan dünyası çetin bir siyasi kargaşa ve belirsizlik içerisindeydi (İlgili durumun, ondaki ''sürekli değişim'' fikrine etkide bulunduğu iddiası da, spekülatif bir iddia olsa dahi değerlendirmeye alınabilir). Aynı zamanda Herakleitos'ta yoğun bir elitizm gözlemliyoruz. Ona göre yığın bütünüyle anlayışsızdır, Logos'un bilgisine ulaşamaz. Herakleitos'un içinde bulunduğu toplumda ve kültürde eleştirmediği bir şey neredeyse yok gibidir. Fragmanlarında özellikle döneminin siyasetçilerine, Pisagor ve Ksenophanes'e, çeşitli dinsel inanışlara, yığına ya da sürüye sürekli olarak eleştiriler getirmiştir. Buna rağmen önemli siyaset adamlarından saygı gören Herakleitos'a bir keresinde Pers kralı Darius'tan önemli bir yöneticilik görevi teklif edilmiştir, ancak Herakleitos sürünün alçak olduğuna dair görüşleri sebebiyle bu teklifi geri çevirmiştir. Onun hep toplumdan uzak, çoğunlukla bireysel bir yaşam sürdüğünü görüyoruz. Beğendiği ve takdir ettiği nadir insanlardan olan, yönetimde söz sahibi bir dostu, cahil yığın tarafından ülke dışına sürüldüğü zaman Herakleitos'un halka dair görüşleri daha da keskinleşmiştir. Hatta Herakleitos halka dair bu görüşlerinden dolayı, fragmanlarını oldukça karanlık bir dille yazmıştır. Onun fragmanları kelime oyunlarıyla ve kapalı, açıklanmaya muhtaç ifadelerle doludur. Bu sayede ancak fragmanları ciddi bir şekilde inceleyen ve üzerine iyice düşünen kimseler, orada açıklanan sırlara ulaşabilecektir.

Tüm bu biyografik ve tarihsel bilgilerden sonra, şimdi Heraklitos'ta bilgelik meselesine geçebiliriz. Herakleitos'a göre hakikatin bilgisine yığın ulaşamadığına göre, ancak bu yola baş koymuş bilgeler hakikate ulaşabilir. Fragmanlarda ''altın'' kelimesini, hakikati ifade eden bir sembol olarak kullandığını da göz önüne alarak, şu iki fragmanı inceleyelim: ''Eşekler samanı altına tercih eder.'', ''Altın arayanlar çok fazla toprak kazarlar ve çok az bulurlar.'' İlk fragmanda eşek ile kast edilen elbette aklını işletmeyen yığındır. Onlar altın, yani hakikat yerine samanı tercih ederler çünkü akıllarını kullanmaya yanaşmadıkları için neyin gerçekten değerli olup neyin olmadığını da bilemezler. İkinci fragmanda ise hakikati arama ve bulma işinin ne kadar meşakkatli olduğu vurgulanmıştır. Ancak, dikkat edileceği üzere Herakleitos altının hiç bulunamayacağını söylememiştir.

O halde altını (yani hakikati) kim, nasıl bulabilir? Bir başka fragman üzerinden ilerleyelim: ''Ares'in katlettiklerini hem tanrılar hem insanlar onurlandırır.'' Herakleitos burada bir kelime oyunu yapmıştır. ''Ares'' kelimesi ''arete'' yani erdem kelimesiyle aynı kökten gelir. ''Ares'in katlettikleri'' ifadesi ise savaşta cesurca savaşıp ölen askerlerin Ares tarafından kutsandığını belirten bir tür deyimdir. Aslında Herakleitos'un bu fragmanda kast ettiği, hakikatin yolunda erdem ve dürüstlükle ilerleyen, hatta bu yolda cesurca savaşan kişilerin eninde sonuna gerçeğe ulaşacağıdır. İlgili hakikat yolculuğunda ise bedensel hazlardan ve tutkulardan mümkün olduğunca arınmak gerekir. Bir başka fragmanda şöyle diyor Herakleitos: ''Ruhları nemlendiren haz ve ölümdür. Biz onların ölümünü yaşarız, onlar bizim ölümümüzü yaşar.'' Herakleitos insan ruhunun, tüm evrenin temelini oluşturan, aynı zamanda Logos'u da ifade eden ''Ateş''ten pay aldığını, dolayısıyla da sıcak olduğunu düşünüyordu. Bu bakımdan ruhun nemlenmesi ya da soğuması, onun Logos'tan uzaklaşmasını ifade etmektedir. Fragmanda Herakleitos, hazlara itimat edildikçe ruhun (yani Logos'un ve hakikatin) söneceğini, ruha ve akla yoğunlaştıkça da hazların söneceğini anlatmaktadır bizlere. O halde Herakleitos'ta ''gizlenmeyi seven Doğa''nın ortaya çıkarılması ve anlaşılması, ancak hazların esiri olmayıp aklın yolunda olmakla ve tüm istenci gerçeklik araştırmasına yöneltmekle mümkündür. Logos'un sesine kulak verirsek, Logos da bizim hakkımızı verecektir. Böylece gizlenen Doğa kendini bilgeye açar.

Herakleitos üzerinde yeterince durduğumuza göre, onun bu sözünde ifade edilen düşüncenin felsefe tarihindeki bazı izdüşümlerine göz atmakta fayda var. İlk olarak Platon'da gerçek varlık düşüncesine değinelim. Herakleitos'un düşüncelerinden de bir hayli etkilenen Platon, aynı onun gibi gerçekliğin duyulardan bütünüyle saklandığını söylemiştir. Elea okulu Herakleitos'un ortaya attığı probleme, varlığın gerçekte mutlak bir birlik olduğu ve duyuların nesneleri çokluk içinde gösterdiği şeklinde bir çözüm bulmuşken, Platon bir nevi Herakleitos ve Elea okulu düşüncelerinin sentezini yapmıştır. Platon'a göre içinde bulunduğumuz fiziksel dünyada gerçeklikten pay vardır (Herakleitos), ancak yine de asıl varlık değişmez ve sabittir (Elea). Bu sabit ve hakiki varlık alanına da Platon idealar alemi demiştir. Aslında Platon 'Physis'i -ki 'fizik' kelimesi de buradan, yani 'Physis'e '+ik' eki getirilerek ''doğaya ilişkin'' anlamında kullanılacak şekilde türetilmiştir- yani Doğayı duyulara hitap eden fiziksel dünyayla özdeşleştirdiğinden, Platon'a göre ''gizlenmeyi seven'' hakiki varlık 'Physis' değildir. Dolayısıyla onun kelimeyi kullandığı anlamıyla, Herakleitos'un bahsettiğimiz fragmanına bütünüyle katılmayacağını söyleyebiliriz. Ancak 'Physis' kelimesini Herakleitos'un kullandığı anlamıyla, yani gerçekliğin bütünü anlamıyla okuduğumuzda bu iki filozofun aynı paydada birleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Doğanın ya da varlığın bize hazır bir şekilde verilmediği, aksine onu anlamak için onun üstündeki giz perdesini kaldırmak gerektiği düşüncesi bağlamında Kant'ın adını da zikretmeliyiz. Kant'a göre varlığın anlaşılması için öncelikle aklın neyi bilebileceği ve aklın mahiyeti üzerine bir araştırmaya girişilmelidir. Yani öncelikle bir nevi aklın 'anatomisi' çıkarılmalıdır. Bu yapıldığında zaten görülecektir ki, ne akıl varolanı aracısız kavrayabilecek yetenektedir, ne de duyular fiziksel dünyayı doğrudan bize sağlayabilecek yeterliliğe sahiptir. Doğanın bilgisine sahip olmak için duyum, aklın kategorilerinden geçerek bize ulaşmaktadır. Yani akıl bir nevi filtre görevi görmektedir. Varlığın aslına, yani numen dünyasına ulaşmak ise asla mümkün değildir. İnsan ancak kategoriler aracılığıyla muhatap olabileceği fenomenler dünyası ile sınırlıdır. Bu yüzden Kant'a göre tam olarak ''Doğa gizlenmeyi sever'' yani hakiki varlık gizlidir ve hep gizli kalacaktır.

Son olarak, ''Doğa gizlenmeyi sever'' sözüne ciddi bir muhalif arayacaksak, felsefe tarihinde bu düşünceye karşıt bir tutumu Berkeley'de görebiliriz. Berkeley, bütün felsefi sisteminde, kendini adeta 'Doğanın insana kendini doğrudan açmadığı' düşüncesine karşıt bir pozisyonda konumlandırmıştır. Berkeley'e göre ''Var olmak, algılanmaktır.'' yani zaten duyulara hitap etmeyen, kendini açmayan herhangi bir şey var değildir, dolayısıyla ''Doğa''ya yani gerçeklik alanına dahil de değildir. Doğa gizlenmeyi sevmez, gizlenseydi zaten Doğa olmazdı. Bu şekilde Berkeley idealist kuramını oluşturmuş ve nesnelerin özünün algılanmak olduğunu, madde denen şeyin de aynı şekilde yalnızca bir duyu verisi olduğunu iddia etmiştir. Berkeley'e göre varlık ya da Doğa, Tanrının insanların ruhuna ilettiği bir duyumlar toplamından ibarettir. Sonuç olarak da Doğa her zaman için algılanabilirdir. Her tekil bireyin her şeyi algılaması beklenemezse bile, sonuçta var olan her şey gizden uzaktır ve herkes tarafından algılanmaya müsaittir.

''Doğa gizlenmeyi sever.'' sözüyle ifade edilen düşünce, yazıda da gösterdiğimiz gibi, İlkçağ'dan modern dönemlere kadar ciddi bir şekilde pek çok önemli filozof tarafından tartışılmıştır.

Dipnot:
Yazıda alıntılanan fragmanlar için kaynakça: http://felsefedefteri-hegesias.blogspot.com/2010/05/fragmanlar-herakleitos.html

Fragmanların çevirisi Cengiz Çakmak tarafından hazırlanmıştır. Ayrıca alıntıladığım fragmanlar için Cengiz Çakmak'ın Alfa veya Kabalcı yayınlarından çıkmış Fragmanlar çevirisine bakılabilir. 

DüşünYaz 5, 2. Adım yazısı

“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.” Michel de Montaigne, Denemeler, İkinci Kitap
Montaigne'in bu sözünü iki kısma bölerek değerlendirebiliriz: İnsanların hepsinin birbirinden farklı, bambaşka olan küçük parçalardan oluştuğunu söyleyen ilk kısım, ve bu anlayış üzerinden temellenen, benliğimizin aslında başkalarından hiç de farklı olmadığını savunan, bir tür hümanizm öğretisi geliştiren ikinci kısım. İlk kısım ontolojik bir sav ileri sürerken, ikinci kısımda Montaigne ahlaki bir yargıya varmaya çalışmaktadır.
Montaigne, kendisine asıl ününü kazandıran denemelerinde, ontoloji gibi insan yaşamını doğrudan ilgilendirmeyen bir alandan ziyade insanın günlük hallerine, duygu ve alışkanlıklarına, bir takım ahlaki tutum ve öğütlere değinmiştir. Varlığı açıklamayı kendisine amaç edinen bir felsefe sistemi kurmak gibi bir çabası asla olmamış Montaigne'in, bu durumda bir varlık filozofu olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. Montaigne'in fikirlerine genel bir kuşkuculuk hakimdir; o zaten varlığın özünün bilinemeyeceğini, insan aklının bu tür zorlu ve soyut konularda hüküm veremeyeceğini iddia ettiğinden, varlık ve metafizik üzerine fazla yoğunlaşmamış olması tabiidir.
O halde, ilk kısmının ontolojik bir sav ortaya koyduğunu söylediğimiz Montaigne'in bu sözünü nasıl değerlendireceğiz? Bu noktada sözün ilk kısmının daha çok ikinci kısma hazırlık amacıyla oluşturulduğu söylenebilir.
Montaigne'den önce felsefedeki varlık öğretilerine baktığımız zaman, ''küçük parçalar''dan bahseden öğretinin her şeyden önce Antik Yunan atomculuğu olduğunu düşünmeliyiz. Gerçekten de Montaigne, denemelerini atomcu öğretiyi ortaya atan ilk düşünürden, Demokritos'tan ve de atomculuğun Roma'daki en önemli temsilcilerinden biri olan Lucreitus'tan alıntılarla doldurmuştur. Yani Montaigne'in kendisinden önceki bir çok düşünce ve filozofla meşgul olması bir kenara, atomcu düşünce ile yoğun bir etkileşim içinde bulunduğunu ve onun bu sözündeki düşüncelerine de atomculuğun kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Ancak yine de onun ''bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden...'' şeklinde devam eden düşüncesinin atomcu bir düşünce olduğu söylenemez. Çünkü Demokritos'a göre bütün varolanlar aynı atomlardan oluşurlar ve varolanların tüm farklılıkları da bu atomların dizilişleri tarafından belirlenir. Montaigne'in söylediği ise bu düşüncenin tam tersine parçaların çok farklı olduğudur.
İşte tam da burada, bu zıt düşüncenin Montaigne'in kuşkuculuğu ile olan bağlantısını kurabiliriz. Demokritos'un bahsettiğimiz savı, aynı zamanda katı birer determinizmin ve de materyalizmin kabulünü gerektiriyordu. Oysa Montaigne, mutlu bir yaşamın hiç bir fikre sıkı sıkıya bağlanmamayı şart koştuğunu söylemiştir. O halde, her şeyin belirli ve net olduğunu söyleyen determinist dünya görüşü de Montaigne tarafından kolaylıkla elenecektir.
Montaigne'in bu düşünceleriyle belki atomculuk tamı tamına örtüşmemektedir, ancak felsefe tarihinde bu düşüncelerle örtüşen bir öğreti varsa, belki de bu ünvanı en çok Leibniz'in monadlar öğretisi hak eder. Leibniz, aynı atomcular gibi varlığın sonsuz küçük parçacıktan oluştuğunu söyler. Ancak Leibniz'de önemli bir farklılık vardır: bu parçacıkların her biri farklı ve özeldir. Hiç bir monad bir diğerinin aynısı değildir, her varlık sonsuz tane birbirinden farklı monadın bileşimidir. Leibniz bu monadların biricik olduğunu öylesine vurgular ki, her bir monadın birer töz olduğunu söyler. ''Bu yüzden, kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.'' Çünkü ''kendimiz'' olarak tanımladığımız şey her neyse, sonsuz farklı tözü içinde barındırdığından kendi içinde sonsuzca farklılaşır. Öyle ki bu farklılaşma, ''kendimiz''in dışındaki şeylerle olan farklılaşmadan daha az değildir.
Montaigne'in öne sürdüğü düşüncelerle bağlantı kurulabilecek bir diğer sistem ise, Spinoza'nın öğretisidir. Ancak Spinoza varlığın birbirinden farklı küçük parçalardan değil, tek ve ortak bir tözden müteşekkil olduğunu söylemiştir. Buna göre, her bir varolan tek bir tözün (Tanrı'nın) farklı tarz alışlarıdır yalnızca, özünde tüm varolanlar bizzat Tanrıdır. Yine de Spinoza'nın bu karşıt öğretisi, ilginç bir şekilde Montaigne'in sözündeki ikinci önermeyi doğrular niteliktedir: ''Kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.'' Her bir varlık aynı tözden çıkma olduklarına göre, Spinoza'ya göre zorunlu olarak bir şeyin kendisiyle arasındaki farklılık, başkasıyla arasındaki farklılığa eştir.
Sözünün ikinci kısmında Montaigne, bireyin öteki ile arasındaki mesafeyi kapatmaktadır. Kendimiz kendimizle nasıl anlaşabiliyorsak, kendimiz kendimizle nasıl zaten aynıysak (A=A mantık yasası uyarınca), dışımızdaki insanlarla da aynı şekilde anlaşabilir ve bütünleşebiliriz. Bu düşünceleri yine Montaigne'in bir başka sözüyle açıklamak daha iyi olur belki de: ''Bir insanda insanlığın bütün halleri vardır.'' Yani; ''insan, insanı, insanda tanır.'' Bu düşünceleri uyarınca Montaigne, ilgili sözüyle hümanizm felsefesini güçlü bir şekilde ifade etmiştir. Sokrates'in ''kendini bil!'' düsturu doğrultusunda, insanın kendini bilmesi, başkalarıyla etkileşiminden bağımsız değildir. Montaigne'in tüm insanları aynı çatı altında toplayan görüşü sonucunda, insanın kendini bilmesi de yine başkalarıyla mümkün olabilir. İşte tam da bu temelde insana üstün bir değer atfeden hümanist felsefe ortaya çıkar. Rönesans hümanizminin önemli temsilcilerinden Montaigne, kendinden sonraki kuşaklarda bu düşünceleriyle yoğun bir etki göstermiştir.

DüşünYaz 5, 1. Adım yazısı

"Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler. Uygulanan her bilgi çift yönlüdür; olumlu ya da olumsuz, yaşatici yahut öldürücü olabilir; her bilgi bu karşıtlığı barindirabilir. Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir. " Uluğ Nutku

Uluğ Nutku bu sözünde, ''Bilme ve sorumluluk arasında nasıl bir ilişki vardır? Bilginin hayatla ilişkisi nasıldır ve ikisi birbirini ne derecede şekillendirir? Pratik ve teori arasındaki bağlantı nasıl kurulmalıdır?'' gibi problemlere temas etmiş ve bu bağlamda; bilmenin sorumluluğu beraberinde getirdiğini, bilginin hayata uygulanma aşamasında teori ve pratiğin birbiriyle belli bir uzlaşım içinde olması gerektiğini söylemiştir.
İlk olarak, Nutku'nun bahsettiği bilgi, ''hayatı etkileyen bilgi''dir. Yani insan edimleriyle doğrudan alakalı olan bilgi. Bu nitelikteki bir bilginin, genel anlamıyla metafizik, aşkınsal ya da insani tecrübeyi hesaba katmayan nitelikteki bir bilgi olmaması gerekmektedir. Dolayısıyla, Nutku'nun bu ifadesindeki bilgiyi yaşama dair olan bilgi şeklinde sınıflandırabiliriz. Haliyle bizim de yazı boyunca işleyeceğimiz bilgi, insanın eylemlerini belirleyen veya etkileyen bilgi olacaktır.
Nutku, ''Önemli olan, insanın olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi değil, sonucu önceden kestirebilmesidir." derken insanın düşünme süreci boyunca, düşüncelerin yaşama uygulanabilirliğini irdelemek gerektiğini ve pratik yaşamı da hesaba katması gerektiğini vurguluyor. Tarih boyunca aşkın hakikatlerle meşgul olmuş, evreni ve varlığı tüm çıplaklığıyla anlama isteğiyle hareket etmiş bir çok filozof gelip geçmiştir. Bu filozofların yanında, insanı, ahlakı ve yaşamın kendisini düşünce ve felsefenin merkezine alma çağrısında bulunan filozoflar da olmuştur. İlk gruba Descartes, Hegel, Platon gibi bir sistem kurmaya çalışan filozoflar örnek verilebilirler. Uluğ Nutku'nun düşüncelerinin daha yakın durduğu İkinci gruba ise Sokrates, Nietzsche ve varoluşçu filozoflar örnek verilebilirler. Özellikle bu ikinci gruptan, Uluğ Nutku'nun da fazlasıyla etkilendiği Nietzsche ilgili konudaki düşünceleriyle dikkat çeker. Nietzsche'nin düşüncesini, felsefenin yaşamla ilişkisi açısından incelemek bu durumda bizi aydınlatabilir.
Nietzsche'nin felsefesi, en başta bir hayat felsefesidir. Yaşamdan, burada olandan, insani olandan uzaklaşan her şey ona göre değerini yitirmektedir. Metafizik felsefe geleneğini de yine hayat tecrübesini dikkate almama yönünden eleştirmiştir. ''Öte dünya'' fikri onu hep rahatsız etmiştir. Öte dünya ile kast ettiği sadece ahiret inancı değildir, aynı zamanda duyumsanan ve algılanan dünyadan uzak kalan her şeydir. Örneğin, Kant'ın ''Kendinde şey''i (Ding an Sich) bile bu eleştiriden nasibini almıştır.
Bu noktada, insanı merkeze almayıp ''Öte dünya''yı temeline alan bir felsefe, zorunlu olarak teorik ve aşkınsal bilgiyi her şeyin belirleyicisi olarak tayin etmiş, dolayısıyla insanı ve yaşamı da bu öte dünyaya göre düzenlemiş olur. Yani pratik, teoriye tabii olmak durumundadır. Teori pratikten önce gelir. Böyle bir paradigmanın içerisinde, insanın, bilginin ortaya çıkaracağı sonucu ''önceden kestirebilmesi'' mümkün olmaz. Bunun yerine Uluğ Nutku'nun ifadesiyle, insanın ''olumsuz sonuç karşısında aklının başına gelmesi'' önemli hale gelir.
İnsan yaşamını dikkate alan bir felsefe yapma biçimiyse, sonuçların olumlu veya olumsuz olmasıyla ilgili ihmalkar davranmaz. Düşüncenin seyrini sürekli yaşamla kıyaslar, yaşamın gerçekliğinin ve tecrübenin sürekli olarak düşünceyi denetlemesine ve şekillendirmesine izin verir. Böylece teorinin gidişatı ve bunun pratik yansıması, önceden kestirilebilir.
Uluğ Nutku'nun henüz değinmediğimiz bir başka ifadesi ise: ''Hayatı etkileyen bilgiler, kazanildiklari andan itibaren sorumluluk yüklerler.'' Bilme ve eyleme arasındaki bağlantıyı ilk kez kuran filozof Sokrates olmuştu. Sokrates'in akıl=erdem denklemiyle anlattığı şey, aslen doğruyu bilmenin doğruyu yapmakla aynı şey olduğuydu. Yani doğruyu bilen insan, aynı zamanda doğruyu yapmakla da yükümlü olmuş olur. Bildiğine göre eylemeyen insan, büyük bir tezatlık içindedir.
Peki bir insan neden bildiğine göre eylemez? İnsan her zaman ''iyi'' olarak gördüğü şeye yönelir. Bilmenin yüklediğini yerine getirmediğine göre, insan bildiğine uymamayı daha ''iyi'' olarak görüyordur. İşte tam da burada, uygulanan bilginin olumlu veya olumsuz olmasına değinebiliriz. Uygulanacak bilginin asıl iyi olarak görülmemesi, düşünmenin sonucu önceden kestirememesi dolayısıyla ortaya çıkan bir problemdir. Burada, yeryüzünde, yaşamda neler olup bittiğini önemsemeyen bir felsefe yapma tarzı, bilginin yaşama uygulanışını da önemsemeyecek ve ortaya çıkan sonucun iyi mi yoksa kötü mü olacağıyla ilgilenmeyecektir. Bu ise hayata ihanet etmektir.
Ancak burada üstünde durulması gereken bir başka nokta ise, bildiğine göre eylememe özgürlüğünün de insan için her zaman var olduğudur. Özgür olan insan aynı zamanda sorumludur. Bilgi arttıkça bilinç, farkındalık ve dolayısıyla özgürlük de artar. Özgürlük arttıkça insan daha yetkin bir eyleme alanına sahip olur. Bu da beraberinde sorumluluğu getirir. Sartre'a göre insan tamamen özgürdür hatta ''Özgür olmaya mahkumdur.'' Ancak iş sınırsız özgürlükle bitmez. Sartre'ın düşüncesinde aynı zamanda bir insan, değerlerini yaratma ve diğer her şeyi sırtında taşıma sorumluluğuna sahip olan bir Tanrıdır adeta. Yani bilebilen, özgürlüğe sahip olabilen tek varlık olan insan, bunun karşılığında sorumludur.
İnsan felsefesi üzerine de yoğunlaşmış bir felsefeci olarak Uluğ Nutku, bu sözüyle; hayat, bilgi, sorumluluk ve teori-pratik diyalektiği gibi kavramlar arasındaki bağlılığa işaret etmiştir. Bu yazıda onun özellikle yaşam ve düşünce arasındaki birliğe dikkat çekmesi üzerinde durduk. Özetle, yaşam tecrübesini ve insanın bilmesiyle beraber pratik hayatta üstlendiği sorumlulukları hesaba katmayan herhangi bir düşünce sistemi, insana ve yaşama dair çarpık bir anlayışın doğmasına sebebiyet vermektedir.

Hiç yorum yok: