22 Ocak 2011 Cumartesi

“Normallik” ve “Delilik” Ekseninde “Öteki” Problemi


Konuşmama Peter Finch’in “Network” adlı 1976 yapımı sinema filminde canlandırdığı “Howard Beale” karakterinin kısa bir konuşmasını alıntılayarak başlamak istiyorum:

“Her şeyin kötüye gittiğini söylememe gerek yok. Zaten biliyoruz… Sanki her yerde herkes çıldırmış gibi, o yüzden artık dışarı da çıkmıyoruz. Evimizde oturuyoruz ve yaşadığımız dünya yavaşça küçülüyor… Ama ben sizi rahat bırakmayacağım! Kızmanızı istiyorum! Protesto etmenizi istiyorum! İsyan etmenizi istiyorum!

Şöyle demelisiniz: Ben bir insanım, lanet olsun! Hayatımın bir değeri var!”

Evet. İnsanın gerek kendisiyle gerekse toplumla olan ilişkilerinin birçok merhalesinde çok önemli boyutlarda insanlık istismarı olduğunu düşündüğümden bu değeri temel alarak bakmak istiyorum konuya. Dünyanın bugün içinde bulunduğu hal gün gibi ortada. Şiddet, mücadele, ayrımcılık vs. gibi birçok sorunsal hala mevcudiyetini korumakta ve daha uzun yıllar da koruyacağa benziyor. Tüm bunların farkında olan bizler, bu farkındalığın yaratmış olduğu girişimcilikle kendimize çeşitli mücadele alanları oluşturuyoruz. İdeolojilerimiz, ideallerimiz, ülkülerimiz, bunlardan sadece birkaçı. Fakat çoğu zaman basit bir gerçeği gözden kaçırdığımızı düşünüyorum. O da sorunun kaynağı konusundaki tavrımızda yatıyor. Öyle görüyorum ki sorun, kurumlarda, kuruluşlarda veya hiçbir şekilde kendimizden ayrı olarak nitelendirebileceğimiz dışsal bir oluşumda değil. Sorun biziz. O, içimizde. Nereye bakarsak bakalım, insandaki bölünmüşlük, içsel olarak parçalanmışlık, her noktada belli ediyor kendini. Ve bu bölünme, parçalanma mutlak bir çatışmayı da beraberinde getiriyor. Bu aşamadan itibaren hayatlarımızı adadığımız ve bu dünyayı kökten değiştireceğine inandığımız ideolojilerimiz bile her ne kadar muhalif bir tutum sergilese de bu yapıyı içten içe destekleyip besleyen malzemelerden başka bir şey olmuyorlar.

Peki, bölünmüşlükle, parçalanmışlıkla ne kastediyorum? Gelin bunu biraz açalım. “Normalliğin Deliliği” adlı kitabında Arno Gruen, insanlarda kendilik gelişiminde çok önemli bir rol oynadığını düşündüğü sorumluluğun, iki yönde geliştiğini ifade ediyor. Bu doğrultuda kişide oluşmakta olan kendilik ya özgür ve açık olarak kendi sorumluluğu içerisinde şekilleniyor ya da kendisini diğerlerinin şekillendirici etkisine bırakarak edilgence bir tutum sergiliyor ve böylece gerçek sorumluluğun yükümlülüklerinden kaçmış oluyor. Bu süreçte bilinçten atılan sorumluluktan kaçış, yabancı bir iradeye tâbi olarak özerklikten vazgeçme dahilinde asli bir iktidar oyununu devreye sokuyor. Kendini bağımlı kılmak, böylece tâbi oluşun öcü haline geliyor. Kitapta bunu çeşitli süreçlerle açıklayan Arno Gruen, tüm iktidar deneyimleri gibi bu durumun da ailede başladığını söylüyor. Yani çocuk, ilk olarak ailenin değer yargılarını devralıyor. (İçselleştirme) İkinci olarak bu devralmadan kaynaklanan bir nefret filizleniyor. Bu da kendi ihtiyaçlarıyla, kendi duygularıyla ayakta duramayacağını anlamaya başlayan çocuğun yavaş yavaş kendi içerisindeki her şeyden nefret etmesi anlamına geliyor. Yani “kendilik nefreti.” Üçüncü olarak da bu kendilik nefreti, giderek derinleşen bir tâbi oluş eğilimi gelişmesine neden oluyor. Böylece ortaya çıkan kısır döngüyle, tâbi oluş ve kendini küçük görme karşılıklı etkileşime giriyor. Ancak özellikle kendini küçük görmenin yarattığı katlanılamazlık, bastırma ve reddetme ışığında bütün bu sürecin bilinçdışında kaldığını gösteriyor bize. Böylece de kişi farkında olarak veya olmayarak iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalıyor ve kendisini ezen iktidardan pay alabilme uğruna kendisini daha fazla tâbi kılıyor.

Aslında ağır bir ikilem yaratan bu durum karşısında insanın bir şey yapmadan kendilik nefreti duyguları içinde yaşayamayacağını belirten Arno Gruen, kendilik nefretiyle yüzleşen kişinin de kendi kendisine ihanet edişinin acısıyla karşı karşıya geleceğini belirtmeden geçmiyor. Bu da kendilik nefretinin yadsınma aşamasını bir kez daha gözler önüne seriyor.

Buranın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü insanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek iktidarla işbirliği yapma arasındaki gerilim giderek daha çelişik bir hal alıyor ve böylece insan zihnindeki en temel ve belki de ilk yarılmayı oluşturuyor. Bunun yalnızca bir bastırma veya reddetme olarak algılanmaması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bu

kökten bir bölünme. Hatta öylesine köklü ki bütün bir yaşamın esası haline geliyor. Yani söz konusu yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji tarafından da desteklenir. Tabi bu noktadan itibaren itaat etmek iyi olmak, iyi olmak da sorumluluk sahibi olmak gibi anlamlara gelebiliyor.

Arno Gruen’in analiz edici fikirleriyle ortaya koyduğu bu süreçler bana öyle geliyor ki aslında Lacan’ın temelde “ben” kapsamında ele aldığı birçok süreçle benzerlik gösteriyor. Çünkü Lacan’ın psikanaliz kuramındaki çeşitli saptamalar da bu durumu fazlasıyla açıklıyor.

“Ayna Evresi” ile daha önce hiçbir şekilde “öteki” fikrine sahip olmayan, kendisini annesinin bir parçası, dolayısıyla doğanın bir uzvu olarak gören ve böylece “Gerçek” evreninde bulunan, fakat hayatının bir döneminde bir an gelip kendisini boy aynasında görerek yavaş yavaş “Gerçek” evreninden kopan, dışsal itkilerle de kendi “ben”liğini aynadaki görüntüsüne yani imgesine bağlayarak bu karşılaşma temelinde Lacan’ın “imgesel” adını verdiği evreye adımını atan çocuğun, dayatılan “ben”in yanılsamasıyla “öteki” haline gelmesi ve bu ötekilik üzerinden de yine Lacan’ın deyimiyle “simgesel” evreye giriş yapması söz konusudur. Aslında burada problematik olarak ele alınan “öteki”, “ben” olmayan, “ben” ise “öteki” olmayan karşıtlığından farklı bir anlam taşıyor. Çünkü burada tamamıyla “ben”in “öteki” haline gelişi kastediliyor. Dolayısıyla kendi ötekisi haline gelerek “simgesel”de “ben” olarak ifade edilen bir yanılsamanın varlığından bahsediyorum. Bu aşamadan itibaren de kimliklerimizin, konumlarımızın, hatta bizim için anlam ifade eden birçok şeyin bir yanılsamadan ibaret olup olamayacağı fikrinin tartışılabilir olduğunu söylemek uygundur diye düşünüyorum.

Gerek kendinden vazgeçişin bir ifadesi olarak “kendilik nefreti” gerekse yanılsama üzerine temellenmiş “ben” fikirleri ışığında konuyu yavaş yavaş “normallik” aşamasına getirmek istiyorum. Anlatmaya çalıştığım bölünme süreçleri ve bu temeldeki yanılsamalar, aslında genel olarak çağımız “sağlıklı” hatta “modern” insanının içinde bulunduğu ruh durumunu ifşa eder nitelikte şeyler. Yani tüm bu süreçleri ne kadar iyi sindirebiliyorsak, bu bölük pörçük yapıya ne kadar iyi uyum sağlayabiliyorsak o kadar “normal” oluyoruz. (Bu noktada kendilikten feragat normalliğin bir ölçütü oluyor.) Şöyle açıklıyor Arno Gruen bunu:

“normal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi”

Ve bu “normallik” doğal olarak bir “deli” ya da bir “anormal” yaratıyor. Kitapta şizofrenler üzerinde yapmış olduğu araştırmalardan yola çıkarak değerlendirme yapan Arno Gruen, yaratılan bu “deli”lerin davranışlarının kökeninde aslında bizim çoğu zaman gözden kaçırdığımız çok önemli noktaların olduğunu söylüyor. Hatta sayfa 25’te şöyle diyor:

“…şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünyasında kalmaya çalışır… Tümüyle gerçeğin üzerinde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi iç yaşamlarından kopmuş olmalarıdır… bu nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir.”

Aslında bir şekilde uyum sağlayamayanlara yönelik hastalık olarak yapıştırılan yaftalar, toplumun çok daha derinlerinde var olan “normallik” denilen o çok tehlikeli esas hastalığın da üstünü örtüyor. Böylece “normal” insanımız da sanki her şey gerçekten normalmiş gibi yaşamına devam edebiliyor.

İşte bu “normallik” ve ondan doğan “delilik” tanımlamaları bizi yavaş yavaş öteki temelinde ötekileştirmeye doğru götürüyor ve bu şekilde de problematik olarak ele alınacak birçok kavramı (şiddet, ayrımcılık, ırkçılık, nefret…) aydınlatma açısından bize yarar sağlıyor. Her türden şiddete, ayrımcılığa uğrayan, örneğin yıllardır İsrail’in dünyaya kan kusturan Siyonist faaliyetleri karşısında bir Filistinli’nin, ulus-devlet yapıları içerisinde bir azınlığın, hayatın gerçeklerini sadece karşı cinsel bakış açısıyla tanımlayan, bu bakış açısıyla belirli yaşam normları ortaya koyup bunun dışında kalan her türlü yaklaşımı reddeden ve böylece faşist doğasını ortaya koyan heteroseksist zihniyet içerisinde bir homoseksüelin, toplumsal cinsiyetin dayatmalarını kaldıramayan bir kadının veya bir erkeğin… maruz kaldıkları bu ötekileştirme bize insandaki empatinin yitimini, kendisiyle var olamamanın yarattığı sıkıntıları açıkça gösteriyor.

Yavaş yavaş toparlamak gerekirse, öyle görüyorum ki bunlar genel olarak dayatılan yanılsama “benlik”ler içerisinde öteki haline gelişimizin ve bu temelde de kendiliğimizden vazgeçişimizin yarattığı utancın bir sonucu olarak değerlendirilebilir.

Bu aşamadan itibaren de içimizde her an uyanmaya hazır olarak bakışımızda gizlenen faşizm ve bu bakışın ötekine değdiği an onda oluşturduğu yalnızlık ışığında “normallik”, “delilik” ve “öteki” gibi birçok kavramın tekrar tekrar düşünülmesi gerektiği kanaatinde olduğumu belirterek konuşmama son vermek istiyorum.

Gökhan Yağcı / Urla Anadolu Lisesi / (Takev oturumları konuşma metni)

14 Ocak 2011 Cuma

Yeni Dünyaya Post Geldiniz !


Aynılaştırılmış Post-Konformist/Post-İtaatkar Bireylerin Trajedisi


Topuklu ayakkabıların göz alıcı başarısının nedeninden, yıllık kedi ve köpek maması giderinin tüm dünyanın sağlık ve yiyecek hizmetleri için harcanması gereken miktardan yedi milyar dolar fazla olmasının mantığına kadar hepsini anlamak için sizinle insanlık tarihinin kekremsi masalı üzerine konuşmak istiyorum.
Başta insan yalnızdı ve nasıl var olabileceğini düşündü. Kendi var oluşunu hatırlamadığından, bunu kendisinin başlatmış olamayacağı fikrine vardı. Bu karanlık dönemi aydınlatacak bir otorite yarattı ve adına “Tanrı” dedi. Rahat bir nefes alarak gökyüzünden yeryüzüne döndü ve üretmeye devam etti. Kimisi buğday üretti, kimisi bizon devirdi ama çeşitlilik tüm hızıyla üredi ve takas başladı. Gel gelelim on sepet buğday altmış dörtte elli iki bizona denk gelince, bizonu paylaştıramayan adam, günümüzde ağaç israfından başka bir şey olmayan bir sistem kurdu ve elden ele geçen madenlere “para” adını verdi. Kapitalizm ruhunun doğuşu, tam da bu tarihe rastladı(!). “Daha fazla daha fazla” diyenlerin bulunduğu yerkürede doymak bilmeyen bu ağızları emziren köleler hep olacaktı.
Geleneksel toplumun üzerine tıkır tıkır çalışan koca bir duvar saati gibi oturan modernizm, yeni köleler yarattı. Ama bu köleler, ellerinde orakları ve ince tunikleriyle kar kış demeden çalıştırılan köylülere benzemiyorlardı. Bu modern ordunun haftada bir defa et yiyebilmesi ya da soğuktan koruyacak bir mont alabilmesi -ya da en azından nefes alabilmesi için- günde yirmi altı saat çalışması gerekiyordu. Kaç saat çalıştığına bakmak için elini cebine atıp bir saat çıkarmak bile düzeni bozacağından baygın düşesiye kadar çalışıyordu çağdaş kölemiz. Çünkü düzen, bu kusursuz saatin en önemli parçası, zembereğiydi.
Teknoloji devrimiyle beraber insanlaşmış makineler ve makineleşmiş insanlar boy göstermeye başladı. İnsan gücüne gerek duymadan kat kat daha az zamanda üretilen malların maliyeti düşünce, “Bu kadar malı nerede satacağım?” diye kara kara düşünenlerin Birinci Dünya Savaşı başladı. Ardından patlak veren İkinci Dünya Savaşı Aydınlanma'nın hoşgörü, eşitlik, özgürlük gibi değerlerini sarsınca (hem de bu tüm bu savaşların nedeni teknolojiyi ve bilimi koşturan Aydınlanma'nın kendisini bitirmesi(Aydınlanma'nın Diyalektiği)) hayalkırıklığına uğramış küskün bireyler tüm üst-anlatıları ve değerleri reddederek postmodernizmin yepyeni evine konuk edildiler. Modernizmin dışarıda yankılanan acı dolu çığlıklarından yeterince bıktırılmış olan modern ötesi birey, mutlu gerçeklikler peşine düşürülünce evin televizyonu aniden açıldı. Karartılmış odadaki tek ışık kaynağı olan televizyon, savaşlardan, iklim değişikliklerinden, açlıklardan, hatta anayasa değişikliklerinden bahsetmek yerine heyecan dolu yarışma programlarını, aşk fırtınasında benliği unutturacak pembe dizileri, “reality show”lar ve nicelerini göstermeye başladı. Sütten ağzı yanan postmodern birey yoğurdu doğal olarak yemeyeceğinden evin dışındaki soğuk gerçeklikle uzlaşmak yerine hipergerçekliğin sıcak kucağına oturtuldu.
İşte size hipergerçeklik ve metalaşmanın gündelik yaşamdan bir örneği: TV'nin gösterdiği filmlerde kırmızı dudaklı, uzun topuklularıyla kedi gibi yürüyen kadınlar arzulanıyordu ve son model arabası olan erkek bir de “deneyince pişman olmayacağınız” tıraş losyonundan kullanınca kariyerinde zirveye yükseliyor ve okul çıkışı hamburger yiyip eve döndükten sonra büyük salonlarında oyun konsoluna dalmış çocuklarını izleyebileceği kırmızı dudaklı bir eşi oluyordu(Popüler kültür kadını bir zevk aletine dönüştürdü, edilgen kıldı, alınıp satılabilen bir meta haline getirdi). Böylece imgeler, gerçekliğin önüne çoktan geçmiş bulunuyordu. İnsanlar, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için mallar ya da hizmetler değil, reklamları, ruhsal açıdan tatmin olacakları hayatları satın alıyorlardı. “Bir iletişim ağı şu saniyede en yakın arkadaşınızın neyle meşgul olduğunu söyleyecek olsa, neden onu kullanmayasınız?” “Saçlarınızı fönleyince daha çekici göründüğünüzün henüz farkına varmadınız mı?”,”Şu markayı giymeden spor yapmış sayılmazsınız bile!”,”O marka çamaşır makinesi hayatınızın yüzde yirmisinden tasarruf yapar!”... Tüm bu hengameye dalan insan, bu “zevkleri” satın almak için çalıştığı sürenin hayatının üç-dört katı olduğunun farkına varamayacak kadar mutluydu. “Özgürlük bu,” diyerek mutluluktan ağlıyordu postmodern insan, “Sonunda!”

Odanın içinde son kreasyon takıları ve giyecekleri, boyalı yüzleri ve kaslı vücutlarıyla birbirinin tıpatıp aynısı olan fakat karanlıkta pek de gözükmeyen bireyler oturuyordu. Şimdi en büyük dert en parlak şeyi almak ve daha çok parlamaktı. Kimliklerini çoktan kaybetmiş ve kendilerini üzerilerinde taşıdıklarıyla tanıtan/değerlendiren bireyler,, en iyi olmak için yine kapitalistin elini eteğini öpüyordu ve kapitalist de daha fazla veriyordu, eğer yeterince satış olmazsa en parıltılı reklamları oynatıyordu. Özgürlüğe aç bireylerden nasıl bir uyum ve itaat toplumu yarattığını ellerini ovuştura ovuştura izliyordu.

Takım elbiselerini çekip yüzlerini kendi elleriyle zımparalamış insanların bulunduğu fotoğraf karesinde, kendimizi hala bulabiliyor olduğumuz dileğiyle...

Ece Çavuş