11 Kasım 2007 Pazar

Varoluş Üstüne Bir Deneme

İçimde, kendime olan muhalefetin bittiği gün, mükemmel olduğum gündür. Yani öldüğüm gün. Needle

Doğada hiçbir şey, yoktan var, vardan yok olmaz.
Bir zamanda, bir şey hiçlikten sıyrılmak zorundadır.

Evrenin kendisiyle çeliştiğini gösteren iki tümce, belki de kural. Birinci tümcenin doğruluğu biyolojik olarak kanıtlanmıştır, ikincisi de zaten bir insanın felsefe namına söyleyebileceği en kesin tümcelerden biridir. Öyleyse, bu hiçbir şekilde var olmayan yok, nasıl olup da bir zamanda bir şekilde hem de hiçlikten sıyrılıyor?

Bu noktada önümüze ilk olarak kurtarıcı bir alternatif çıkabiliyor. Bu da aslında hiçbir şeyin yoktan var olmadığı. Yani bizim yaratılmış değil, tek bir “bir”in parçaları olduğumuz. Ne kadar mantıklı gözükse de, (en azından yaratılma, ana madde gibi saçmalıklar çıkıyor aradan) hiçlikten sıyrılmaya hala bir çözüm bulabilmiş değiliz. Bu noktada, tek bir şey geliyor elimizden, hiçliği reddetmek. Yani hiçliğin, insanın kafasında oluşturduğu bir ütopya olduğunu, gerçekte hiç var olmadığını ve olmasının da mümkün olmadığını savunmak. Sonuç olarak elimizde, hepimizin içinden çıktığı ve ebediyen varlığını sürdüren ve sürdürecek olan bir “bir” var. Ne kadar masada güzel dursa da, benim içim almıyor bu teoriyi.

Bir ikinci olarak, hiçliği reddetmek yerine ebedi hiçliği savunabiliriz. Var olan veya olmayan hiçbir şeyden emin olamadığımıza göre onları koca bir hiçlik olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Hiçbir şeyin var olmadığını düşünmek kimi zaman budalaca hissettirse de akla daha yatkın gözüküyor, eğer tek bir noktayı atlarsak. Descartes’ın dediği gibi “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Var olan tek bir şeyden eminiz ve maalesef ondan şüphe duyamıyoruz. Onu da “bir” olarak adlandırılabilir belki. Ebedi hiçlik de bu noktada bozuluyor maalesef, tekrar “bir zamanda, bir şey hiçlikten sıyrılmak zorunda” ya dönüyoruz. Belki de tek bir “bir”den eminiz ama onun büyüklüğünü, zamanını ve nerden çıktığını bilmiyoruz. Bu teoriyi daha çok içim alıyor ama maalesef yanlış olduğunu biliyorum.

Son olarak tek bir şey kalıyor geriye, her şeyi reddetmek. Yani insana verilen mantıkla, yapımındaki mantığın aynı düzlem üzerinde olmadığını, hatta herhangi bir noktada kesişmediklerini düşünmek. Bu belki de, çürütülemeyecek tek tez. İçinden çıktığımız “bir”in aslında hiçbir neden-sonuç ilişkisi aramayan, enerji barındırmayan, zamansız bir kavram olduğunu ve bu mantıkta işlediğini, bizim bunu anlayabilmemizin imkânsız olduğunu var oluşu insan mantığına sığdırmaya çalışmanın manasızlığını savunmak. Şu aralar içim en çok bunu alıyor. Biliyorum, tembelim.
Cansu Hepçağlayan

10 Kasım 2007 Cumartesi

Avrupa'nın İki Yüzü

Avrupa’ya tarihsel bir yaklaşımla yönelmediğimizde, onu anlama ve değerlendirme konusunda şaşkınlıklara ve yanılgılara düşmek de kaçınılmazdır. Bu nedenle güncel politik akıntıların köpükleri ve sisleri arasında Avrupa gerçeğini gözden kaçırmamak tarihsel bir sorumluluktur.
Avrupa denildiğinde, onun yalnızca belli bir yönü ya da belli bir boyutu düşünülmekte (bunlar da görünüşte Avrupa’nın güzel-iyi denilebilecek yönleridir) ama diğer yönleri ve özellikleri göz ardı edilmektedir. Elbette Avrupa, kendisini onun gözleriyle/gözlükleriyle görmemizi istemekte ve Avrupa-merkezciliğin belirlenimlerinden çıkamayanlar da bu tuzağa kolayca düşebilmektedirler.
Birkaç kavrama dayanarak Avrupa’nın ne olup ne olmadığını anlamaya çalışmak yerinde olur. Avrupa denildiğinde, aydınlanma, demokrasi ve insan hakları, birlik ve bütünlük gibi kavramlar örgüsüyle karşılaşmakta ve Avrupa’yı bu kavramlarla özdeşleştirme yanılgısına düşmekteyiz. Avrupa gerçekten bu kavramlar ve bunların ifade ettiği değerlerden mi oluşmaktadır?
Avrupa, yalnızca aydınlanma demek değildir. Avrupa’nın karanlık bir yüzü ve dönemleri de olmuştur. Felsefe ve bilim ışığında Hristiyanlığın karanlığını dağıtan Avrupa, laiklik ve dünyevileşme sürecinde sosyal-kültürel değişimler geçirmiş olsa da, dinin egemenliği ve etkisi yaşama ve düşünme biçiminde sürmektedir. Dikkat edilirse, Avrupa’nın sınırları Hristiyanlığın renginde çizilmek istenmektedir. Görünüşteki çok-kültürlülük söylemlerine karşın, dinsel ayrım çizgileri ve karşıtlıklar her geçen gün belirginleşmekte ve derinleştirilmektedir. Aklı başında ve aydınlanmacı bir akılla konuşanların sesi ise kısılmakta, yeterince duyulmamaktadır. Avrupa’yı aydınlanma ile bir tutmak doğru olmadığı gibi, akılla, akılsallıkla özdeşleştirmek de doğru değildir. Aklın her insanda, her toplumda ve kültürde farklı biçimlerde kendini göstermesi söz konusudur. Elbette Doğuda da Batıda da aklı inancın buyruğuna ve güdümüne verme girişimleri her zaman olmaktadır. Ancak aklı ve akılcılığı yalnızca Avrupa kültürüne ait bir unsur olarak görmemek gerekir.
Avrupa, yalnızca demokrasi ve insan hakları da değildir. Bir yüzüyle demokrat ve insancıl görünen Avrupa’nın diğer yüzü hiç de böyle değildir. Sömürgecilik, faşizm, Yahudi soykırımı ve daha nice Batılı olmayan insan topluluklarının barbarca yok edilişi Avrupa’nın kanlı elleriyle gerçekleştirilmedi mi? Avrupa, bir kültür olarak diğer kültürler arasında bir kültür tipidir. Ama kendini bütün kültürlerin en üstünü, en yükseği olarak görmesi gerçeklerle bağdaşmaz. Avrupa’nın bir yüzü kültürdür, uygarlıktır. İnsanlık tarihinde Avrupa kültürünün başarıları, ürünleri yadsınamaz, yok sayılamaz. Bu anlamda Avrupa kültürünün başarıları-kazanımları artık bütün insanlığa ait sayılabilir. Ancak Avrupa’nın öteki yüzü barbarlıktır. Bugün uygar yüzünün saklayamayacağı barbarlıklar, yeryüzünü kan ve ateşe boğmakta, geleceğe yönelik kaygı ve acıları büyütmektedir.
Avrupa, birlik ve bütünlük de değildir. Geçtiğimiz yüzyıllarda kendi içinde yaptığı savaş ve çatışmalardan kurtulmak ve dünya üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için, bir birliği ve bütünleşmeyi gerçekleştirmeye uğraşan Avrupa’nın diğer yüzü parçalanma ve dağınıklıktır. Söz konusu birliğe tüm Avrupa ülkeleri katılmadığı gibi, katılmış olanların da bu birliğe bağlılıklarının sürüp sürmeyeceği belirsizdir. Avrupa kendini inşa sürecindedir. Ancak bu kültürel-siyasi-ekonomik yapının tasarlandığı şekliyle gerçekleştirilmesi çok zor görünmektedir. Avrupa kendi ütopyasını kurmaya çalışırken, bizi kurulacak bu yapının içinde görmek istememektedir. Bunun pek çok işareti ve açıklaması ortadadır. Ancak tüm olumsuz göstergelere ve işaretlere karşı, Avrupa’yı, gideceğimiz tek rota, tek liman olarak görenler, Avrupa’ya bütünsel bakamayanlar ya da Avrupa’lı akılla düşünüp konuşanlardır.
Avrupa derken, hangi Avrupa’dan söz ettiğimizi bilmek durumundayız. Hangi çağdaki Avrupa, hangi yüzü Avrupa’nın? Yoksa tek başına Avrupa kavramı bir kurgudur, bir tasarıdır. Tarihsel bir kültür olarak Avrupa, bugün kendi çıkmazlarına çözüm üretmeye çabalarken, bize düşen kendi kültürel olanaklarımız doğrultusunda kendi gerçekliğimizi değerlendirmek ve yeniden yapılandırmak değil midir? Elbette bu yapının oluşturulmasında Avrupa kültürünün taşlarına (unsurlarına) yer verebiliriz. Ama biz Avrupa’lı değiliz, olmamalıyız. Asyalı ya da Doğulu olmayı da önermiyorum. Önerim, kendi tarihsel-kültürel gerçekliğimizi herhangi bir başka kültürü model alarak çarpıtmamak, kendi kültür yaratıcılığımızı gerçekleştirebilmektir. Anadolu toprakları böyle bir kültür yaratıcılığında gereksinim duyduğumuz imkanlara fazlasıyla sahip değil midir?

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay
Çukurova Üniversitesi
Not: Aratos dergisinin Mayıs-Haziran 2007 sayısında yayınlanmıştır.

5 Kasım 2007 Pazartesi

Avrupa'da Dolaşan Yeni Bir Umacı: Yaradılış Teoremi

“Aldatmaya ve aldanmaya en elverişli şeyler bilmediğimiz şeylerdir. Bir defa, görülmedik şeylere insan nedense kolay inanır; sonra da, üzerlerinde konuşmaya, düşünmeye alışık olmadığımız için, bunlara kolay kolay karşı da koyamayız. Bu yüzden insan en az bildiği şeye en çok inanır. “* AKPM’nin (Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi) ‘Eğitimde Yaradılışçığın Tehlikeleri’ adlı kararını ve ardından gelen tartışmaları okuyunca, Montaigne’nin yukardaki sözlerini anımsadım. Doğrusu bu kararı, Montaigne’nin en yalın haliyle ifade etmeye çalıştığı ‘bilgi ve inanç’ kavramları üzerinde düşünerek anlamak kolay; fakat, bu sözlerin neredeyse 500 yıl önce söylendiği topraklarda bu kararı almaya yol açan korkuyu anlamak zordu.

Önce kararı ‘bilgi ve inanç’ kavramlarını çözümlemeye çalışarak anlamayı deneyelim. Aslında, kararda da belirtildiği gibi ortada uzlaşmaz gibi görünen bir çelişki yoktur. Söz konusu olan, birbirinin dışında kalması gereken iki alanın, birbirine karışması, karıştırılmak istenmesi, giderek birinin öbürünü yok etme isteğidir. Bu iki alana biraz yakından bakarak birbirlerinden ayrılan yanları kolayca görebiliriz: “Doğaları gereği bilmek isteyen insanların” (Aristoteles) bu istekleri uğruna, hem kendileri hem de doğayla giriştikleri karmaşık bir savaşımın sonucudur bilgi. Bilmek isteyen insan, hayret eder, gözler, arar, sorgular ve bilir. Bilgi bu anlamda insana özgü, insanın elde ettiği ve insana ait olan bir değerdir. Bilmediklerimiz, aslında, henüz bilmediklerimizdir, hiçbir zaman bilemeyeceklerimiz değildirler. Bilim, hiçbir zaman bilemeyeceğimiz metafizik sorunlarla ilgilenmez, bu nedenle, bu soruların yanıtının başka alanlarda aranması gerekir. Örneğin Tanrının varlığı veya yokluğu bilme alanımızda olan bir şey değildir. Tanrı bir bilgi konusu değildir; ama canlıların nasıl oluştuğu konusu, bu konuda şu anki bilgilerimiz yetersiz de olsa, hiçbir şey bilmiyor da olsak, bir bilgi konusudur. Nuray Mert, varoluşla ilgili soruları kastederek “Bu alanda fikir yürütülür, hiçbir şey ispat edilemez, doğrulanıp çürütülemez” derken bu alanda yapılan ve yapılmakta olan sayısız çalışmaya haksızlık etmektedir. Çünkü nasıl var olduğumuzu henüz tam olarak açıklayamıyor olmamız hiçbir zaman açıklayamayacağımız anlamına gelmez.

İnanç ise, biz bilme alanından çıktıktan sonra başlar. İnandığımız şeyler, bilgimizin en az olduğu, bilmeye en az gereksinim duyduğumuz alandadır. İnancın bir sistem olarak karşımıza çıktığı dinler, bize, evren, var oluş, yaşam vb konularda açıklamalar sunar, bu açıklamalar bize hazır olarak sunulurlar, bizim elde ettiğimiz bir bilgi değildir. Din bizden, bu açıklamaları kabul ederek iman etmemizi ister. İnanan kişiye, inanması için sahip olduğu inanç yeterlidir. Tanrıya, onun gücüne, evreni yarattığına inanmak için kanıta gereksinimi yoktur.

“Var oluşumuzla ilgili yaradılış teorisi var, bir de evrim teorisi var bunların ikisi de teori, bu nedenle ikisini de birlikte verelim öğrenciye” diye düşünmek çok büyük bir yanılgıdır, çünkü burada iki farklı alan söz konusudur ve bu alanların rakip olarak karşı karşıya getirilmesi bile bir çok probleme, saçma sapan tartışmalara yol açar. İnsan bir yanıyla, kendisini ve yaşamı bilmeye çalışan olgusal bir varlık, bir yanıyla da değerleri olan bir varlıktır. Bunlar, insanın birbirleriyle yarışmaması gereken iki alanıdır. Evrenin Tanrı tarafından yaratıldığı veya akıllı tasarımın ürünü olduğu dinsel bir bilgidir. Çocuğa ailesi veya okulu tarafından dinsel bilgi verilirken, yaradılışın teoreminin ilk olarak verilmesi son derece doğaldır. Dinsel bilgi inanmaya dayalı olduğundan, kabul edilebilirliği de inanma düzeyine bağlıdır. Eğer fizik, biyoloji gibi fen bilimleri derslerinde yaradılıştan söz edilirse, yapılan şey bilim olmaktan çıkar. Süte su katarsanız, sütün de tadı bozulur, suyun da. İdeal olan sütü ve suyu birbirine karıştırmadan kendi tatlarında almaktır. Montaigne’le birlikte söylersek “Bildiğim şeye inanmam, inandığım şeyi ise bilemem” Bilgi ve inanç kavramlarına bu perspektiften yaklaşıldığında, AKPM kararlarında belirtilen düşüncelerde her hangi bir terslik yoktur.

Benim AKPM kararında asıl dikkatimi çeken nokta, karar metninin içeriğine damgasını vuran korku oldu. Kararda, “Amerikalılara özgü bir fenomen” olarak tanımlanan yaradılışçı düşüncenin Avrupa’ya “sızmasından” söz edilerek şöyle deniliyor: “Doğa, evrim, başlangıcımız ve evrendeki yerimize dair yerleşik bilgilere meydan okur nitelikteki düşünce modlarının büyümesine tanıklık etmekteyiz.” Bu satırlardaki korkuyu duyuyor musunuz bilmem; ama bana çok tanıdık geldi. Yıkılacağından korkulan “yerleşik bilgiler” aynı şekilde kendinden önceki yüzlerce yıllık “yerleşik bilgiler”in yerini almamışlar mıydı? Modern düşünce, bilimin son yüzyıldaki akıl almaz başarılarına rağmen bu korkuyu duyuyorsa, aslında ortada durup düşünülecek bir durum var demektir. Nuray Mert’in konudan uzaklaşmak pahasına öfkeli yazılar (Radikal 9-16/10/07) yazmasına neden olan şeyin de bu durum olduğunu düşünüyorum.

İnsanın bilme serüveninin doruğu bilimdir. Bilimsel düşünce ise temeli A. Comte tarafından atılan pozitivizmdir. Pozitivist düşünceye göre, doğada olup biten olayları anlamak için gerekli açıklamayı yine doğada aramalıyız, çünkü başka her türlü açıklama (teolojik ve metafizik açıklamalar) ilkel ve geçersizdir, terk edilmelidir. Başka bir deyişle, olgular sadece ve sadece yine olgularla açıklanmalıdır. Bu düşünsel temelden hareket eden bilim ve bilimsel düşünce, gerçekten de çok hızlı bir gelişme göstermiş; “yerleşik bilgilere meydan okuyarak” evren, doğa ve insan yaşamı hakkındaki bilgilerimizin olağanüstü bir şekilde çoğalmasını sağlamıştır. Bilimin sonuçları, teknoloji sayesinde insan yaşamında köklü değişikliklere yol açmış ve kitlelerin gözünde büyük bir otorite haline gelmiştir. Böylece zirveye oturan bilimsel düşünce, bir süre sonra kendisi dışında bütün bilgi alanlarını yok saymak, her şeyi bilebilirim kibrine kapılmak ve adeta yeni bir din haline gelmekle suçlanmıştır. (Paul Feyerabend)

“Bilmek için bilmek arı düşüncesinden uzaklaşarak ,giderek, teknoloji için ve onun istekleri doğrultusunda bilmek görevini üslenen bilim, günümüz insanı için aynı zamanda bir tehdit konusu olmuştur. Bilimsel gelişmelerin geleceği söz konusu olduğunda, iyimser olmak çoğu insan için zordur. Bunun nedeni, baş döndürücü bir hızla gelişme gösteren bilimin kimi olumsuz sonuçları ve her şeye rağmen insanlığın çok basit sorunlarının hala çözülmemiş olmasıdır. Kapitalizmin daha çok tüketim, daha çok kar amacına hizmette sınır tanımayan teknolojik gelişmeler insanlığın yaşadığı ve yaşayabileceği en büyük felaketlerin de nedeni olmaya adaydır. Bu kontrolsüz gelişim sonucu ortaya çıkan insanlık tablosu kitlelerin gözünde bilimin saygınlığının kaybolmasına neden olmuştur. ‘Her türlü sorunu çözerim, her şeyi yaparım’, giderek, ‘karlı olan sorunları çözerim, satılabilecek her şeyi yaparım’a dönüşmüştür.
Bana göre üzerinde tartışılması gereken asıl konu, bilimsel düşüncenin, bütün dünyanın adeta tozunu attırdıktan sonra, doğduğu topraklarda, yaradılış düşüncesi karşısında duyduğu bu korku ve panik olmalıdır.
İnsanlığın bilimi felsefe ve etikle zamanında terbiye etmekte geç kalmış olmasının sonucu mu bu yoksa?
*Monteigne / Denemeler /çev: Sabahattin Eyüboğlu / Cem Yay./ 1982
ymb

18 Ekim 2007 Perşembe

Anayasa, Zorunlu Din Dersi, Yeni Anayasa

82 Anayasasının, belli çevrelere göre, 12 Eylül cuntası liderine bütün günahlarından arınıp, belki de cennet kapılarını aralayacak olan ‘ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu din dersi uygulamasıyla’ ilgili maddesi, yol açtığı sorunlar ve AB’nin talepleri ve son olarak da yeni ve sivil bir anayasa tartışmaları nedeniyle gündemde. İlk söylemler daha çok bu dersin kaldırılacağı yolundaydı, fakat zamanla ortaya çıkan tablo, bunun hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Esasen zaman içinde kimi değişikliklere uğramış olmakla birlikte, anti-demokratik ruhunu 25 yıldır korumayı başaran bu anayasayı, parıltılı sözlerle sivilleştirmek üzere yola çıkanların işlerinin de zor olduğunu düşünüyorum. Bu zorluğun nedenleri üzerinde durmayı başka bir yazıya bırakıp yıllardır işin içinde olan bir eğitimci olarak din dersinin şu anki durumu ile ilgili görüşlerimi dile getirmek istiyorum.
Öncelikle şimdiki uygulamanın nasıl olduğu konusunda bilgilerimizi tazeleyelim. 1982 Anayasasına göre ilk ve orta öğretim kurumlarında din dersi zorunludur. Bu zorunluluk ilköğretimin birinci kademesinde 4. sınıfta başlar 5. sınıfta devam eder. Bu yıllarda, ilkokuldaki sınıf öğretmeni din dersini de verir. (Milli Eğitim 4. ve 5. sınıflarda bu dersleri branş öğretmeninin verebilmesi için hazırlık yapmaktadır, bu amaçla yeni din dersi öğretmeni aldığını açıklamıştır.) İlköğretimin ikinci kademesi olan 6, 7, ve 8. sınıflarda zorunlu din dersi branş öğretmenleriyle devam etmektedir. Zorunlu temel eğitimi almış olan çocuk eğer liseye devam ederse, zorunlu din dersleri de devam eder. 9, 10, 11 ve 12. sınıfta. (liseler dört yıla çıkınca din dersi de otomatikman bir yıl daha artmış oldu). Toplam 9 yıl.
Şimdi önce bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Milli eğitimde benim bildiğim kadarıyla 9 yıl boyunca aynı adla okutulan matematikten başka bir ders yoktur. Burada bir sorun vardır; anayasal bir zorunluluk olsa bile, bir dersin belli bir içeriği ve başı sonu olmalıdır. Eğer söylendiği gibi bu ders ‘bir dini’ öğretmek yerine genel olarak “Din Kültürü” vermeyi amaçlıyorsa 9 yıl bunun için çok fazladır. Yok, eğer bu dersin amacı İslam dinini öğretmek ise o zaman da zorunlu olmaması gerekir.
Din ve dinsel düşüncenin insanlık kültürü üzerinde son derece etkili bir toplumsal olgu olduğu düşünülecek olursa, din kültürü hakkında bilgilerin verildiği bir dersin anayasada yazan bir zorunluluk olması gerekmez, Milli Eğitim bunu bir kültür dersi olarak koyar ve bütün öğrencilerin almasını sağlayabilir. Fakat bu dersin hangi yaş grubuna ne kadar süreyle verileceği belli olmalıdır. Örneğin, Milli Eğitim, felsefe dersini, 4 yıllık lise müfredatında 3. sınıfa haftada 2 saat olarak koymuştur, bu ders bütün liselerde verilen zorunlu bir kültür dersidir. Din Kültürü dersi de, felsefe dersi örneğinde olduğu gibi belli bir veya iki yıl için (bunu eğitimciler tartışabilir) verilen bir ders olabilir, olmalıdır.
Söylenenlerin tersine şu anda uygulandığı gibi İslam dinini öğretmeyi amaçlayan bir ders ise isteyen veliler için seçmeli dersler arasında yer almalıdır. Bunun tartışılacak bir yanı olmamalıdır. Veli “din dersi almak istemiyorum” diye mi dilekçe versin yoksa “istiyorum” diye mi dilekçe versin tartışması da saçma ve gereksizdir. Zaten Milli Eğitimin şu anda uygulanan seçmeli ders yönetmeliğine göre, her yıl için o seviyeye uygun seçmeli derslerin listesi öğrenciye sunulur, öğrenci, velisinin de onayıyla bu dersler içinden kaç tanesini seçebilme şansı varsa o kadarını seçer. Bu seçmeli derslerin listesi her seviye için zaten vardır. Bunların arasına “Din Bilgisi” dersi eklenecektir, bu kadar.
Anayasa tartışmaları sırasında Ak Parti içinde “Aman anayasadaki zorunlu din dersini ellemeyelim, o bir “Din Kültürü” dersi bütün dinler hakkında tarafsız bilgi veriyor, biz kendi dinimizi öğretecek bir seçmeli ders koyalım” şeklinde bir görüşün destek bulmaya başladığını okuyoruz. (Radikal, 23.09.2007) Ak Parti çevrelerinin, 82 Anayasasının bu “cennetlik” maddesini bozmaya pek ellerinin varmadığı anlaşılıyor. Ortaya atılıp yavaş yavaş dillendirilen bu öneri, var olan durumu demokratikleştirmek bir yana, din dersinin fiilen iki katına çıkması gibi bir sonuç doğuracak gibi görünmektedir. Yıllardır, belli bir dinin dersi olmadığı, bütün dinleri öğrettiği hatta aslında bir dinler tarihi olduğu söylenerek, 9 yıl boyunca okutulan zorunlu “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi, yanına kardeş bir seçmeli din dersi gelince, birden bire aslına mı dönecek doğrusu bilemiyorum.
23 Eylül 2007 tarihli Radikal’deki köşesinden İsmet Berkan da bu tartışmalara katılıyor. Parlamentodaki sandalye dağılımını söz konusu ederek, bu ortamda var olan uygulamanın korunmasını bile bir başarı olarak gören Berkan’ın İmam Hatip sorununu çözmek için de önerileri var. “Eğer modern devlet, vatandaşlarının taleplerine duyarlık gösteren devletse, Türkiye'de varlığını inkâr edemeyeceğimiz bir talep var: Öğrencilerin dinlerini ve dinlerinin uygulamasını okullarda öğrenmesi talebi.” diyor Berkan. Bu noktada hemen şunu söylemek isterim; evet böyle bir talep vardır fakat belirsiz bir taleptir bu. Yani vatandaş, din ve din uygulamalarının ne kadarının okullarda öğretilmesini talep etmektedir? Din ne kadar sürede öğrenilir? Vatandaşın istediği eğitimin derinliği ne kadardır? Modern devletimiz vatandaşını bu konuda nasıl tatmin edecektir? Siz din eğitimini bir yıllık bir eğitimle de verebilirsiniz, 10 yıllık yoğun bir programla da. Öncelikle bu tanımlamaların yapılması durumunda, yazının devamında sorulan “çocukların din eğitimini nasıl alacağı sorusuna” cevap vermek kolaylaşacaktır.
İsmet Berkan, ayrıca normal okullardaki eğitim öğretimi aksatmadan, okul sonrasında, velilerin talepleri doğrultusunda din eğitimi verilmesi halinde, imam hatip liseleriyle ilgili sorununun da çözüleceğini düşünüyor. Bunu açalım biraz, diyelim öğrenci normal derslerini tamamlayacak, okul kapandıktan sonra veya akşamleyin, ne zaman bina boşalırsa, bu sefer din eğitimi için yeniden okula dönecek. Bu düşünce, bana pedagojik olarak pek sağlıklı görünmedi, öte yandan, çocuklarını imam hatip lisesine gönderen velilerin normal okullarla ilgili olumsuz düşüncelerini (okulların karma olması vb) değiştirmelerine neden olacak bir içeriği de yoktur.
Anayasa tartışmaları gerçekten de bazı sorunların çözümü için önemli fırsatlar sağlayabilir, üstelik en zor problemler bazen çözümü en basit olanlar olabiliyor.
ymb

24 Eylül 2007 Pazartesi

Yine Okullar Açılıyor

Claude Levi-Strauss, “Hüzünlü Dönenceler” adlı yapıtında, kendisini felsefe öğretmenliğini bırakıp, etnograf olmaya yönelten nedenleri sıralarken şöyle der: “Bununla birlikte, beni felsefeden uzaklaştıran ve bir kurtarıcı olarak etnografyaya sarılmama yol açan bu erken tepkinin daha kişisel başka nedenlerinin varlığını da düşünebiliyorum. Mont de Marsan Lisesinde bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan da ders planımı geliştirdiğim mutlu bir yıl geçirip sonra Leon’a tayin olunca, daha ders yılının başında, hayatımın geri kalan kısmında hep aynı şeyleri tekrarlayacağımın farkına vardım. Oysa benim düşünce yapımın herhalde sakatlık sayılabilecek bir özelliği vardır; aynı konu üzerinde iki defa dikkatimi yoğunlaştıramam.”* Bu sözler, Levi-Strauss’un kişisel nedenlerini bir yana bırakırsak, benim, okulların açılmakta olduğu bu günlerde, bütün öğretmenlerin yaşadığı sorunlardan biri üzerinde düşünmeme neden oldu: Tekdüzelik.
Sorunun ilk bakışta görünen yanlarını şöyle ifade etmek mümkün: Eğer siz bir dersin öğretmeniyseniz, diyelim ki branşınız lise fizik dersi öğretmenliği olsun, Milli Eğitim fizik konularını sizden önce seviyelere göre belirlemiştir ve sizden bu konuları sırasıyla öğrencilere öğretmeniz beklenir. Yıldan yıla da sizin anlatmanız gereken fizik konuları değişmeyeceğine göre, Levi-Strauss gibi söylersek, hayatınızın geri kalanını geçireceğiniz bir tekrarın içine girdiniz demektir. Işığın optik aynalar üzerinde kırılma yasaları veya yerçekimi yasaları değişmediği sürece, bu tekrarlardan kurtulmak için pek yapacak bir şey yok görünüyor ve bu durum da yeterince sıkıcı.
Milli Eğitim, okullar açılmadan önce, her yıl öğretmenin vereceği dersiyle ilgili olarak, bir yıllık plan yapmasını zorunlu tutar. Bu planın amacı o yıl okutulacak konuları yıl boyunca okutulacak ders saatlerine göre planlamak, hangi derste ne gibi araç gerecin kullanılacağın dersin nasıl verileceğini kararlaştırmaktır. Yani öğretmen, daha okul açılmadan örneğin mart ayının ikinci haftasında hangi konuyu nasıl işleyeceğini planlamış olmalıdır. Fakat dersler ve konular her yıl kaçınılmaz olarak aynı şekilde tekrar ettiğinden, öğretmenler bir önceki yılın planlarının tarihlerini değiştirerek, tatiller ve sömestr zamanı, özel gün ve haftalarda küçük oynamalar yaparak yıllık planlarını tamamlarlar. (Önceki yılın planı da bir önceki yılın planının revize edilmişidir, bu böyle geriye doğru, ne kadar olduğu bilinmeden, kahraman bir öğretmene kadar gider) Yıllık plana bir formalite olarak bakıyor ve bu durumu önemsemiyor olabilirsiniz fakat her yıl tekrarlanan bu “formalite” de sıkıcı sonuçta.
Memur sendikalarının yasallaşma süreci tamamlanınca, öğretmenlerin sıkıcı yaşam döngüsüne nur topu gibi yeni bir halka daha eklendi. Her yaz memur sendikaları ile hükümet arasında toplu görüşmeler yapılır (genellikle KESK katılmaz). Yaz boyunca teklifler verilir, teklifler alınır. Televizyonlarda sürekli olarak sendika başkanları (onlar da hep aynı kişiler), ve hükümet temsilcileri boy gösterirler, ortalıkta rakamlar uçuşur. Sonuçta uzlaşma sağlanamaz ve uzlaştırma kuruluna gidilir (insanın, bu uzlaştırılma kuruluna en baştan gidilse ya, diyesi geliyor). Tam da burada komik ötesi bir durum gerçekleşir. Örneğin hükümetin son teklifi %3, sendikanın da %4 olsun. Bu noktada kalındı ve uzlaştırma kuruluna gidildi diyelim, normal olarak %3, %4 veya arada bir şey beklersiniz, ama kuruldan çıkan karar şaka gibidir: %2. Her yaz bu tekrarlanır oldu. Çok sıkıcı.
Kendimi bildim bileli, bütün hükümetler tarafından en çok önemsendiği söylenen, üzerinde en çok konuşulan, en çok vaatte bulunulan ve her tür ileriye dönük adım için çözülmesi zorunlu bir ön koşul olarak kabul edilen, fakat sorunlarının çözülmesi giderek zorlaşan ve sanıyorum çok da ihmal edilen bir alandır eğitim alanı. Öğretmenlik yapanlar çok iyi bilirler, hele bir okul açılmaya görsün pazartesi, cuma derken karne günü gelip çatar. Bu baş döndürücü hızla yıllar geçtikçe öğretmen kendini sonsuz bir tekrarın içinde bulur. Sistemin çarkları çok eski ve büyüktür üstelik öğretmenden kimsenin büyük beklentileri yoktur. İşte bulunduğumuz düzlem budur.
Levi-Strauss’un söylediklerinin karşısında şunu demek mümkün mü acaba: “Neden her yıl aynı şeyleri yapmak zorunda olalım ki, aynı kalan ne var? Ders konuları mı? Aynı kalıp kalmadıkları tartışılabilir. Aynı olsa bile, çocuklar aynı mı? Bizim dersimizi verdiğimiz dünya aynı dünya mı? 11 Eylül öncesi bir felsefe, tarih dersi, 11 Eylül sonrasında nasıl aynı kalabilir ki? Ya biz? Biz aynı mıyız?
Bak işte bu yıl yeni bir yıl. Bu yıl uygulayacağım program hakkında uzun uzun kafa yordum, birçok yeni bölüm ekledim, ayrıca yeni teknikler öğrendim onları uygulayacağım ve doğrusu nasıl sonuçlar alacağım konusunda çok heyecanlıyım.” Bu yaklaşım çok idealist görünebilir, fakat bu sıkıcı tekdüzeliği bir şekilde kırmak zorundayız diye düşünüyorum.
Evet, yıllar biz ne yaparsak yapalım geçer ama nasıl geçtiği biraz bizim elimizde değil midir? İlk bakışta dersler her yıl aynı gibi görünmektedir fakat biraz düşünelim, aslında doğa bilimlerinde belki biraz yavaş hissediliyor olabilir ama bütün bilimler sürekli bir devinim içindedirler. Sosyal bilimler alanında ise sürekli bir yenilenme söz konusudur. Tarih, coğrafya, sosyoloji, felsefe derslerini her yıl tepeden tırnağa gözden geçirmek zorunludur. Dünyada olup biten güncel gelişmeleri dikkate almadan bu derslerin verilmesi düşünülemez. Öte yandan, bana öyle geliyor ki ders konularından çok bu konuların nasıl verildiği önemlidir. Özellikle bilgisayar teknolojisinin kullanımı konusunda hepimizin kendisini geliştirmesi gerekir. Çalıştığı okulunda bilgisayar sınıfı olan, öğretmenler odasında bilgisayar bulunan ve internet bağlantısı olan bir okulda çalışan bir öğretmenin “ben bilgisayardan anlamam” deme lüksü yoktur, olanakların görece çok daha iyi olduğu şehirlerde çalışan öğretmenlerin bu tür bir lüksü hiç yoktur; çünkü bir öğretmenin kullanabileceği düzeyde bilgisayar öğrenmesi çok zor değildir. Üstelik Milli Eğitim yaygın bir şekilde bilgisayar kursları vermekte, eğitim CD’leri dağıtmaktadır. Maalesef bazı yeniliklere karşı, bu yenilikleri coşkuyla karşılaması gereken öğretmenler, direnç göstermektedirler. Olanakların çoğu zaman sınırlı olması durumu, bazen yeniliklere direnme konusunda çelik bir zırh görevi görmekte ve bu zırhın arkasına sık sık saklanılmaktadır.
Sonuç olarak bana göre, yaşadığımız tekdüzelik biraz da bizlerin her yıl aynı kalıp kalmadığına bağlıdır. Bir yılda kendimize ne kattık? Yeni neler düşündük? Neler öğrendik? Neye ilgi duymaya başladık? Bu ilgimiz için ne yaptık? Bu sorulara verebileceğimiz yanıtımız varsa, bizim için sorun yok demektir, ama eğer mesleğimiz sıkıcı bir gün sayma eylemine dönüşmüşse, sadece öğretmenliğimiz değil, bizim için, yaşamın kendisi tümüyle sıkıcılaşmıştır. Tatil günlerinin hesabını yaparak, yorgun başlanılan bir yıldan nasıl bir coşku beklenebilir ki? Bu coşku aslında o çok beklediğimiz, tatillerimizde de yoktur aslında.
Okullar açılıyor. Eğer kendimiz için bir şeyler yapmış olarak başlıyorsak bu yıla, bunu ilk fark eden öğrencilerimiz olacaktır. Eğer her şey eskisi gibiyse, dükkanı kapattığımız gibi açıyorsak, ilk günden çalışma takvimini önümüze koyarak tatil günlerini kırmızı kalemle işaretleyebiliriz.
Yine okullar açılıyor. Yeni olması dileğiyle…
*Hüzünlü Dönenceler, Claude Levi-Strauss, Çev. Ömer Bozkurt, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 1994, İstanbul
ymb

31 Ağustos 2007 Cuma

Geçmiş Zaman Hakkında

Google arama motoruna feLsefe yazdım sadece..ne biLeyim bu kadar uzakLara götüreceğini beni ben her şeyi arkamda bu kadar blrakmlşken... di'Li geçmiş zaman hepsi, keşke öyLe oLmasaydl ama... keşke bi nebze de oLsa yanlbaşlmda oLabiLseydi her şey... feLsefe, sezin, izmir... büyüdük sanlrlm hocam, büyümüşLüğün ukaLaLlğlna kaplLlp, o benciLLikLe bezendik beLki... hayat bağLadl, biz çözdük, biz çözdükçe o sardl, biz sardlkça o çözdü, ne yapacağlmlzl biLemedik en sonunda ve blrakıverdik, en koLaylnl seçtik, pes ettik... içimde aclnlLasl bi çocuk var artlk, aclLarlna aLlşmlş... ne kaLem tutar artlk eLim, ne kitap okur oLdum... geLişigüzeL çaLlşlyorum, para kazanma derdiyLe, sorana iiyim diyorum... sorana yaLn söyLüyorum... bi başlma bu antaLyaya slğamlyorum... boL boL günah çlkartlyorum, afaroz ediLmişken her şeyden, kendimi çlkaraLl cok oLmuşken en güzeL hayaLLerimden... ne büyük kaylptlr ki, hayata ii yönünden hiç bakamaylp, sadece gündeLik yaşlyorum... sürekLi çatlşlyorum kendimLe, oLmayan, bana slğamayan çewremLe, aiLemLe, işmLe... bazen sarlLlyorum bir tek öLüme, günde 8-9 saat öLüyorum, nefes biLe aLmlyorum sanlrlm... eminim siz tanlştlrlrken bizi feLsefeyLe hiç böyLe düşümemiştiniz, bunLar deiLdi bizim geLeceğimiz... annem de böyLe oLsun istememişti... hepinize bi özür borçLuyum sanlrlm... size, anneme, 3 yaşlnda ama beni tanlmayan kardeşime... yuvarLanmaya devam yine çimLerin üstünde, sadece hayaLimde, en sewdikLerimLe...
LeyLa Kara

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Özgürlüğün Sorgulanışı


İnsanın(benim, senin vs...) aklını oldukça zorlayan soru(n)lardan biridir özgürlük. Ne zaman ve nasıl anlaşılacağını ise ona vereceğimiz anlam belirleyecektir. Özgürlüğü belirlediğimiz zaman kendimizin özgür olup olmadığını da anlamış oluruz. Sartre'ın dediği gibi " başkaları cehennem"se eğer, kendimizi gerçekleştirmek için o başkalarını da bilmeli ve kendimizi öyle oluşturmalıyız. Kendimizi oluşturmak için başkalarını veya toplum yaşamını iyice irdelemiş olmamız gerekir. Çünkü "ben" varsa "sen"den dolayı oluşmuş bir ben var demektir. Ama bu noktada özgür olabilmek veya sayılabilmek için senle beni aynı olarak düşünmenin gereksiz olduğuna inanıyorum. Sen “seni yaratırsın ben “ben”i. Ve ben kendimi aştığım zaman değil tam olarak kendim olduğum zaman özgür olurum. Kendi yaptıklarımın ve hatta düşündüklerimin sorumluluklarıyla özgür oluyorum ya da olamıyorum. Kendimi aştığım noktanın farkında olmak da kendimi bulmanın bir ölçüsü sayılabilir.
Benim aklımı kurcalayan bir başka sorun ise; Tanrı bilgisine ulaşmakla özgürlüğün nasıl bir alakası olduğuydu; ancak artık bu sorun için kafamda bazı cevaplar bulmuş durumdayım. Çünkü Tanrı fikri benim kafamda oluşturmuş olduğum düşüncelerimden en özgür olanıdır. Eğer bu Tanrı fikri tamamen benim kimseden etkilenmeden oluşturduğum bir düşünceyse ve bu düşünceyi kimseye anlatmak zorunluluğum yoksa ve hatta anlatacak kelimelerim dahi yoksa bu Tanrı fikri benim özgürlüğümle birdir(aynıdır.).
Dil, özgürlüğü engeller mi engellemez mi? Dilin özgürlükle alakası olmadığını düşünüyorum, çünkü dil bir araç, belki yönlendirici ama iyi bir araç. Herşeyi anlatmak için yeterli olmadığı kesin ama özgürlüğümü düşünürken bile bu kavramı kullanmam kendimi açmam(anlatabilmem) için kaçınılmaz bir araç. Kavramların belirlenmişliği benim kendimi belirlememi etkilemiyor ya da engellemiyor çünkü benim belirlenimim dıştan etkilenen ama içte oluşan bir özgürlüktür. Bu yüzden roller, statüler veya belirlenmişliklerin hepsi varolmalı ki ben “ben”i yaratabileyim. Ben “ben”i yaratmak için bunların hepsine ihtiyaç duyarım ama onlarsızlığımla var olurum ya da tam tersi onlarla var olurum. Çünkü bu varoluşuma göre değişebilecek bir durumdur. Kendimi bunlarla da yaratabilirim bunların karşısında da. Çocuğuma su vererek özgür olabileceğim gibi kendimi gerçekleştirip ona su vermemekle de olabilirim. Bunu belirleyen toplumun belirleyicileri değil benim kendim için belirlediklerim olmalıdır. Özgürlüğün nerede başlayıp nerede bittiğini bulmak o kadar zor ki, işte insana iç sıkıntısını veren de budur. Kendini belirlemenin büyük yükü insan denen kendini yaratabilme gücüne sahip olduğunu düşünebilen tek yaratığa çok ağır gelmektedir. Eğer insan kendini gerçekleştirme gücüne sahip bir varlıksa bu iç sıkıntısının anlamı nedir o zaman? Çünkü tam olarak özgür olamamak ve insanı toplumsal kılan bir yaratım problemiyle karşı karşıyadır insan. Bu da tam insanın özgürlük sorununun hem çözümüdür hem de çıkış noktasıdır.
İnsan tüm toplumsal kıyafetlerinden soyunduğu zaman, kendini düşündüğünde gerçek bir iç aydınlığını yakalar(eğer kendi çıplaklığını görebilirse, ya da buna dayanabilirse). Bunu yakalamak, insana müthiş bir içgüven verir çünkü bu sayede kendi içini net olarak görebilmekte ve herşeyiyle kabul etmektir. Bu, aynı zamanda toplumu tanımak ve onlarla birlikte kendin olabilmektir.
İnsan bir kaostur. Kendi benliğini tam olarak çözmekten aciz olduğu halde tüm doğayı ve insanlığı egemenliği altına almaya çalışmaktadır. Buna sanırım bir “yansıtma” denebilir. İnsan kendini gerçekleştirmek yerine kendine başka uğraşlar bulmakta ve kurulu oyun içinde rahatça hareket etmektedir. Kurulu benlik olarak da bakabileceğimiz bu yaşam biçimi insanı kendini oluşturma eziyetinden uzaklaştıracak ve rahatmış gibi yaşamasını sağlayacaktır. Kaosu aşmak ve kendini öz olarak ortaya koymak maddesel hiç birşey sağlamazken ruhen insanı tam olarak bir huzura, aydınlanmaya götürebilir ve işte tam da bu noktadadır ki insan artık birşey istememe seviyesine erişecektir, çünkü hayata dair en önemli isteği kendini gerçekleştirebilmekti. Ancak bunun tam tersi de yaşanabilir kendini gerçekleştirme bir acı olabilir ve toplumsallığı ile uyuşmayacak bir “ben” oluşturan kimse bunun ağırlığı altında ezilebilir yani kendi benini taşıyamayabilir.
Kişinin kendi özgürlüğünün keşfi yalnızlığıdır. Çünkü sen hiçbir zaman ben olamazsın. Sen kendi “ben”insin ben de kendi “ben”im. Ve hiçbir zaman birbirimizi tam olarak anlayamayacağız çünkü toplumsallık sadece bir oyundur birbirimizi anlayamadığımızı örtbas etmek için oluşturulmuştur. Kendi “ben”imizi keşfetmemizin bize yapacağı hasarı engellemesi için oluşturulmuş bir sistem.
Kendi özgürlüğünün peşindeki insanlar için diğer insanlar sadece bir araçtırlar, kendini gerçekleştirdikten sonra belki onları bir amaç olarak görebilecektir insan.
Simays

31 Temmuz 2007 Salı

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev


Siz zavallı ve acınacak insanlar, siz sağduyudan yoksun halklar, siz mutsuzluklarında direngen, eriçlerinde kör gözlü uluslar, kazançlarınıza el konulmasına, ata yadigarı evlerinizin soyulmasına göz göre göre boyun eğersiniz! Sanki bunların hiçbiri sizin değilmiş gibi yaşarsınız. Mallarınızın, ailelerinizin, yaşamınızın sadece yarısının size bırakılmasını büyük bir bahtiyarlık sayarsınız. Ama bu zararın hepsinin, bu felaketlerin, nihayet bu yıkımın nedeni sayısız düşmanlarınız değildir, fakat hiç kuşkusuz tek bir düşmandır, kendi ellerinizle yarattığınız, uğruna göz kırpmadan savaşa gittiğiniz, onuru adına kendi yaşamınızı her an tehlikeye attığınız düşman. Aslında, bu efendinin iki gözü, iki eli, bir gövdesi var, ve aranızdaki en önemsz kişiden fazlası da yok. Sizden üstün yanına gelince: sizi mehvetmesi için ona kendi ellerinizle teslim ettiğiniz olanaklar! Aranızdan biri olmasaydı, sizi gözetleyen hafiyeleri nereden bulabilirdi? Sizinkileri ödünç almamış olsa, size vurmak için bunca eli nasıl olurdu? Kentlerinizi çiğnediği ayaklar da sizin ayaklarınız değil mi? Üzerinizdeki nüfuzu sizden kaynaklanmıyor mu? Sizi soyan hırsıza yataklık etmeseydi, sizi öldüren katile suç ortağı olmasaydı, size ihanet etmeseydi, size böyle sıkıntı vermeye nasıl cesaret edebilirdi? Tarlalarınızı o soysun diye ekiyorsunuz; evlerinizi o çalsın diye döşüyorsunuz; kızlarınızı onun şehvet arzularını yerine getirsin diye yetiştiriyorunuz; oğullarınızı ona asker olsunlar diye, onları ölüme sürsün diye, açgözlülüğüne hizmet etsinler diye, onun intikamlarının cellatları olsunlar diye besliyorsunuz... o daha güçlensin diye, o daha katı olsun diye, ve tasmanızı daha kısa tutsun diye güçsüzleşiyorsunuz.
Hizmet etmemeye karar verin, özgürleşeceksiniz.
EİTENNE DE LA BOETİE(1530-1363)

21 Temmuz 2007 Cumartesi

İçen Adam

İçen Adam
Sana, Gemici, kızaktaki teknenin çıplak kaburgaları
dibine çöreklenip, yonga kokusu, tuz kokusu,
denize bakarak içmek yaraşırdı kalamarla, balıkla,
Oysa şimdi önünde birkaç zeytin tanesi, bir kara somun,
rakının çıldırtan bulutu avucunda,
komşunun kerpiç duvarına karşı düşün baba düşün.
Domatesti, biberdi bütün bu çalı çırpıyı yolmalı,
gaz döküp yakmalı bu damı. Bak, bir martı çok yüksekte
kanat çırparak gidiyor, bak, gidiyor
özlemi sinek gibi yakanı bırakmayan denizlere.
Oktay Rifat
Elifli/Ada Yay.

20 Temmuz 2007 Cuma

Acı Çekmek Yanlış Anlamadır


Hayal kurabilmek gerekiyor felsefe yapabilmek için. Her zaman bir arayış içinde olmak Genelin gerçeklerden kaçma olarak nitelediği hayal kurma, felsefenin gerçeğe ulaşmak için yaptığı eylemdir. İnsanın kendini arayışı ve geleceğini de merak edişidir.
Soru sorabilmek, Olabilen, olasılığı olan ve olmayan da her oluşuma yine de cesaretle oluşabilir diyebilmektir felsefe. Her şey olabilir iste her an her şey. (bilim kurgu ile de kesişir)
Felsefenin kaçındığı ile kurgunun en önemli düşmanı dogmalardır.
Bilinçtir felsefe, bilinçlenme ve farkındalık sürecidir. Akıp giden şeylerin farkında olmaktır. İnsana “Uyan!” demektir.
İnsanı kendi kendini yapan, kurgulayan varlık olarak, tüm yapıp etmelerinden sorumlu tutan ve “insan özgürlüğe mahkûmdur.” Diyen Sartre, hepimizi işimize gelen kadercilik tehlikesine karşı uyarır.
Elbette bu sonsuz özgürlük, yoğun anksiyete (kaygı) ile birlikte hiçlik duygusuna sürükleyebilir kişiyi. “Hiçlik duygusu çağın patolojisidir.”diyor Jung
İnsan korkusundan kaçabilmek için sığınaklar aramış bulmuş daha da olmadı yaratmış. Totemler, mitler, tanrılar iken sığınılan bugün bilgi ve tecrübe ile kendine güveni gelmiş, hatta bu güven duygusunu abartıp böbürlenmeye bile başlamıştır. Bilim ve teknolojide o henüz farkında olmasa da bugünkü sığınağıdır.
Masalların sadece çocuklara özgü metinler olduğunu düşünen günümüz aydını iflah olmaz dogmatizminin temellerini buradan alır.
Önemli olan; erk ve bunu kimin kullandığıdır. Nereye kadar sen kendini kuruyorsun? Manipüle edilmiş bir yaşamın kurbanı mısın? Kurban mısın? Ve sen kimleri manipüle ediyorsun?
Tanrı’yı oynamak ne kadar zevkli değil mi? üzerimde oynananlardan da ve oynamalarına izin verdiklerimden de onu suçlu bulmak ne kolay?
Filozofların çoğu felsefeye şüphe etmekle başladı. Kimi bunu “yargıyı askıya al-epokhe” diyen phyrron kadar abarttı. Kimi de “cogito ergo sum” Düşünüyorum o halde varım diyen Descartes gibi temellendirdi.
Descartes’in şüphe ediyorum ve şüphe edemeyeceğim tek şey, şüphe etmekte olduğumdur, yargısı pek çok zaman tutunulabilecek bir dayanak oluşturmuştur. Şu yaşamakta olduğum şeylerin bir rüya olmadığını kim kanıtlayabilir? Rüyada iken rüya da olduğunu kim bilebilir, bilse de emin olabilir? Diyerek algılarıyla birlikte bilincinden de kuşkulanmıştır.
21.yy insanı Descartes’in Rasyonalizmini abartmış ve Horkheimer’ın “akıl tutulması”na düşmüştür. İktidar istenci ‘nin insanı getirdiği nokta yanılsamalar evreni olmuştur. Konuşarak gerçeklerden uzaklaşma, varsayımı gittikçe kendini doğruluyor.
Artık gerçekten neye ihtiyacımız var? Ve ne istiyoruz? Bilmiyoruz.
Yaşamı bir simülasyon olarak görmekte kadercilikle aynı tehlikeli sonuca götürüyor kişiyi ve toplumu; Eylemsizlik… Ve Nihilizm…
Çoğu kez de nihilist nevroz; zorlantılı, abartılı kendini var kılma eylemleriyle bireylerin halkların dramını yaratıyor. Atık beyinli, vampir yürekli korkak sosyopatlar birbirlerinin dışkısını süpürüp, sümüğünü ve salyasını yalıyorlar.
Umut her ne kadar mavi göklerin altında homurdanan bataklık ise de (Nietzsche)
Acı çekmek bir yanlış anlamadır. (ursula k.leguin)
Bazen…
2001 pınar nurhan

Felsefe Utanmazdır

Gerçeği kurgulamak,
Düş kurabilme cesareti göstermek,
Anlamsız yaşamıma anlam katma çabam
Ürkekliğim, yalnızlık ve yalıtılmışlığım
Yalnızlığımın verdiği direnme gücüyle
Karşı koyabilmem

Başkaldırmak, öfkeni tam da nesnesine
Haykırmak utanmadan.
Felsefe utanmaz,
Uslanmaz ve utanmaz.

Eyleminle söylediğini desteklemek,
Sözlerinin ve eylemlerinin hesabını
Verebilmek,
Asılmayı ya da zehirlenmeyi göze almak.

Felsefe,
Direnmeyi öğrenmek,
Kötünün kötülüğünü yaşatmasına
Kötüye susmayarak son verebilmek

Felsefe yapan acılı
Zira
Başkaldırının ağırlığıyla yorarken,
Kabullenmenin suçluluğuna götürmekte kişiyi

Felsefe;
Başkaldırmak
Salt ve yalın olarak
—keşke-

narkız

17 Temmuz 2007 Salı

Felsefesiz de olunabilir mi?

Tabii ki olunabilir. Kaçımız felsefeyle yaşıyoruz hayatımızı, bizim gibi ekmeğini felsefeden çıkaranlar dışında tabii. Felsefeden uzak durmak istesek de başaramayız artık, kanımıza girmiş bi kere. Kim istemez rahat bir hayatı, el-ayak uzatıp da dertsiz, huzurlu bir gün geçirmeyi ve gelecek diğer günlerin aynı dertsizlikle geleceğini bilmeyi. Ufak tefek günlük dertlerle günü geçiştirmeyi. Ama biz bilmeyiz böyle günleri. Kafamızın içi arap saçı gibi olmuş bi kere. Dünyanın bir ucuna gidip dönsek de artık düzelmez bir hal aldığımızı biliriz. Ama gel gelelim bundan da müthiş bir haz duyarız nedense....Diğer insanlardan ayırıp kendimizi kendi azınlğımızla mutlu bir cumhuriyet kurma hevesleri içinde yaşarız hep.
Felsefesiz olunmaz mı? Olunur tabii. Tıpkı müziksiz olunabileceği gibi olunur ama, ya da resimsiz ya da sinemasız ya da tiyatrosuz ya da susuz ya da yemeksiz olunabileceği gibi. Olunur olunmasına da tadı kaçar yaşamın. Acaba bugün ne yesek diye sormak gibidir, kafamı meşgul edecek neler var acaba bugün düşüncesi.
Felsefesiz olunmaz mı? Olunur elbet. Ölüm nasıl bişey acaba sorusunu sormadan da yaşanabileceği gibi. Ya da doğruyu kim belirliyor, benim doğrularım neye yarıyor bu hayatta acaba sorularını sormadan da yaşanabileceği gibi.
“Bulutsuzluk özlemi” koymuşlar gruplarının adını. Ben de “felsefesizlik özlemi” koyardım belki adımızı. Koyu bulutlardan bunalmışlığımızı anlatırdı, aydınlığı aradığımızı ve özlediğimizi anlatırdı. Ama yapamadım, “felsefesizlik özlemi” koyamadım adımızı, çünkü hep bir özlem içinde olduk ama bu felsefesizliğin değil adını tam olarak koyamadığımız bişeylerin özlemi oldu ve bunları adlandırmaya çalışmak da felsefenin kendisini getirdi karşımıza.
Aşksız yaşamaya benzer felsefesiz yaşam. Bir müziği dinlerken, kemanın neler anlattığını bilemeden dinlemeye benzer, şarkının sözlerinden bir anlam çıkaramamaya, filmi izlerken nerden bahsettiklerini bir türlü anlamlandıramamaya benzer. İşte öyle bişey olur felsefesiz yaşam. Ama olmaz mı olur, yaşanmaz mı yaşanır. Yaşadığını dahi düşünememeye benzer. Eh artık o kadar yaşamayı kabul edersen yaşanabilir tabii ki.
Başını hep olur şeklinde sallayarak yaşamaktır felsefesiz yaşamak. Noktalama işaretlerinin nasıl ortaya çıktığını, bir işe yarayıp yaramadıklarını sorgulamadan yaşamaktır, noktalamalar olmadan da yaşanabileceğini düşünemeden yaşamaktır felsefesiz yaşam. Yaşanmaz mı yaşanır tabii, hep noktalama işaretleriyle yaşamaktır felsefesiz yaşam. Hayatındaki boya kalemlerini nerde nasıl kullanabileceğini bilmeden yaşamaktır. Belki de bazı renkleri hiç kullanmadan kapatmaktır “yaşam boyama kitabını”. İlle de her rengi kullanmalı mı, ille de her rengi istediğin yerde kullanmak mı yaşam? Yooo hiç de değil, sadece başkalarının sunduğu renklerle de yaşanabilir. Neden olmasın. Ama ben yapamazdım, biz yapamazdık, bizim cumhuriyette öyle değil işler, renkleri birbirine karıştırarak kimsenin daha önce görmediği renkleri bulmak var bizim burda, kimsenin farkedemediği yerleri kimsenin bilmediği renklerele boyamak var. Ama istemeyen boyamaz. Felsefesiz de olur, neden olmasın?
Sokrates’i bilmeden yaşayamaz mı insan? Yaşar tabii, kaçımız biliyoruz ki, ama yaşıyoruz işte, bal gibi hem de. Ama biz Sokrates’in “kendini bil”ini ilke edinmişiz, bileceğiz kendimizi işte. Var mı itirazı olan, ölüm geldiği anda bilmeye ramak kalacak kendimizi ve Sokrates’e teşekkürlerimizi sunacağız hafifçe gülümseyerek. Eee sonra ne olacak? Sonuç hep aynıysa bilenler bilmeyenlerden farklı olmayacaksa neden bu arayış? Ha işte orda ben de duruyorum ama uzun sürmüyor bu duraklama, kendimi böyle daha çok seviyorum ve sanırım işin püf noktası burda. “Kendime verdiğim değeri nasıl artırabilirim”de. Ben felsefesiz artıramam değerimi ve bu tamamen benimle ilgili, gerisi benim için önemli değil.
Herkes nasıl isterse öyle tamamlasın çemberini, ben felsefeyle doldurmak istiyorum dairemi. Ölürken anlamlı olmalıyım kendi içimde, çünkü ölürken yalnız olacağımı biliyorum, herkesin çil yavrusu gibi dağılıp da sen seninle kaldığın zamanki değerin en önemli olacak. Her gün ölüme biraz daha yaklaştığım şu ömrümde kendime alışmalıyım elimden geldiğince.Yoksa felsefesiz de olunmaz mı? Olunur tabii ki canım, kim demiş...
Simays

“FELSEFE 2002” TÜSİAD’TAN LİSE FELSEFE DERS KİTABI

Bilindiği gibi (TÜSİAD)Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği “Coğrafya 2002”, “Tarih 2002” adlı kitapların ardından son olarak “Felsefe 2002” adlı kitabı yayımladı. Derneğin bugünlerde gerçekleştirdiği tanıtım toplantıları sayesinde, yayınlanan bu kitapların içerikleri, amaçları ve getirdiği yenilikler hakkında bilgi alma fırsatı bulduk. Ayrıca kitapların yeni yılla birlikte piyasaya çıkacağı haberi de verildi. Biz bu yazımızda, büyük bir heyecanla elimize alıp okuyup, incelediğimiz felsefe kitabı hakkında pratiğin içinde olan bir lise felsefe öğretmeni olarak düşüncelerimizi yazmayı uygun bulduk.
Öncelikle kimi çevrelerde görülen, kitabı yayınlayan kuruluşla ilgili bir önyargıyı peşinen reddettiğimizi belirtelim. Bize göre eğer bir iş yapılmışsa, ortada bir ürün varsa bu işi kimin yaptığından çok nasıl yapıldığı önemlidir ve yapılması gereken de ortaya çıkan ürünün değerlendirilmesi olmalıdır.
Liselerde şu anda, herbirine ayrı ayrı saygı duyduğumuz çoğu üniversite hocası olan yazarların kitapları okutulmaktadır. Kitap sayısı çoktur, fakat bu çokluk, televizyondaki kanal sayısının çokluğu gibi, bir çeşitlilik, zenginlik getirmemektedir. Kuşkusuz bunda MEB programının, Talim Terbiyenin sınırlandırmalarının payı büyüktür. Felsefe ders kitaplarının ortak özellikleri , neredeyse hiçbir konuyu dışarıda bırakmamacasına hepsine yer vermeye çalışmalarıdır. Böyle olunca da felsefe dersi konuları, ezberci bir eğitim anlayışına uygun olarak, neredeyse maddeler halinde işlenmiştir: ‘İrade özgürdür diyenler, demeyenler. Diyenlerin kanıtları, demeyenlerin kanıtları.’ ‘Evrensel bir ahlak yasası vardır diyenler, demeyenler. diyenlerin öznel bir temelden hareket edenleri, etmeyenleri...’ vb…
Peki bir felsefe ders kitabından ne bekliyoruz? Tabi ki öncelikle felsefe yapmasını, okuyucusunu düşünmeye, sormaya, sorgulamaya, söylemeye yöneltebilmesini, bilgiyi hazır olarak vermek yerine, felsefeyle ve felsefi düşüncelerle tanışmanın hazzını vermesini. Felsefi sorunlara belli başlı düşünce akımlarının ve filozofların yaklaşımlarının öğretilmesi kuşkusuz önemlidir, ancak bize göre, felsefi sorunların kendisinin, bizler için de üzerine kafa yorulacak sorunlar olarak verilmesi daha da önemlidir.
Farklı Bir Seçenek
“Felsefe 2002” yi elimize alıp (oldukça ağır) Raphael’in “Atina Okulu” adlı tablosundan Platon ve Aristoteles detayının basıldığı kapağını çevirdiğimizde, yayın kurulunda çok değerli üniversite hocalarımızın adlarını görüyoruz. Kitap iki bölüm olarak hazırlanmış, kitabın kapsamının çoğunu oluşturan 1. Bölüm, Andre Verges ve Denis Huisman’ın “Cours de Philosophie” adlı kitabının bazı bölümlerinin, Prof. Dr. Ahmet Arslan tarafından Fransızcadan yapılmış çevirisinden oluşuyor.. Konu başlıklarına bakıldığında, Milli Eğitim Onaylı ders kitaplarıyla aynı başlıkları taşıdığını görüyoruz. Kitabın birinci bölümünde başlıklar aynı ama içerik çok farklı. “Felsefe 2002” nin sözünü ettiğimiz bu çeviri bölümlerinde, MEB onaylı kitaplar gibi problem yaklaşımı benimsenmiş ancak okumaya başladığımızda ele alınan konuda okuyucuyu bir kavram ve bilgi bombardımanına tutmadığını görüyoruz. Bir felsefe ders kitabı metninden çok bir felsefe metni tadında. Yani okuyucuyla birlikte düşünülüyor, okuyucuyla birlikte değişik düşünceler arasında geziniliyor, okuyucuyla birlikte felsefe yapılıyor. Demek istediğimizi karşılaştırmalı olarak somutlaştıralım.
Epistemoloji (Bilgi Kuramı) adlı üniteyi ele alalım: MEB onaylı bir ders kitabında (hemen hemen hepsinde) Epistemolojinin önce konusu verilir, temel kavramların tanımları yapılır, daha sonra epistemolojinin temel problemleri sıralanır ve son olarak da bu temel problemlere çeşitli düşünce akımları ve filozofların yaklaşımları verilir. Sadece bu ünitede doğa filozofları, sofistler, septikler, dogmatizm, rasyonalizm, panlojizm, empirizm, naif empirizm, sensationalisme, kritisizm, pozitivizm, analitik felsefe, pragmatizm, entüizyonizm ve fenomenolojiden söz edilir. Belki inanamayacaksınız ama tam otuzaltı filozofun adı geçer. Evet bütün bunlar sadece bir ünitede kitabın yirmibir sayfalık bir bölümünde yer alır.
“Felsefe 2002” kitabından aynı konuyu okumaya başladığımızda ise nefis bir metin ve nefis bir çeviriyle karşılaşıyoruz önce. Felsefenin tadını duyumsamaktan aldığımız keyifle okuyoruz metni. Yazar ele aldığı konu üzerinde öncelikle bilgi vermiyor, ele aldığı konu üzerinde düşünüyor, felsefe yapıyor. Bu metinde de filozofların adları geçiyor, çeşitli kavramlardan sözediliyor. Ama arka arkaya görüşler sıralanmıyor. Yazarın ele aldığı belli bir problemdir ve ortaya konan filozof görüşleri sadece ele alınan problemle ilgilidir. Biz metinle birlikte problem üzerine düşünürken bu filozof görüşleri adeta bize farklı pencereleri işaret ederler. Epistemolojinin en temel problemlerinden olan “Doğruluk fikri” ni tartışıyor yazar önce. “Doğruluk apaçıklık mıdır? Doğru gerçeğin kopyası mıdır? Doğru fikir başarılı fikir midir? Doğru, nedir” Daha sonra “Doğrunun varlığı konusundaki şüpheci görüşler” ele alınıyor. Ve bölüm yine bu konudaki farklı görüşlerden sözedilerek bitiriliyor.
Her bölümün sonunda “Ana fikirler” başlığıyla bir özet, “Yorumlama metni” başlığıyla bir felsefe metni verilip, (bazı bölümlerde bu metin uzun uzun yorumlanıyor) “Tartışma konuları” başlığıyla ise üzerinde tartışılabilecek düşünce öbekleri veriliyor. Ayrıca her bölüm sonunda, bölüm konularıyla ilgili olarak bakıp düşündürmeyi hedefleyen fotoğraflı sayfalar var.
Görsellik açısından “Felsefe 2002” nin özel bir yanı olduğunu söyleyemeyiz bu konuda yine TÜSİAD’ın yayınladığı “Tarih 2002” ve “Coğrafya 2002” kitapları çok başarılı. Sanırım özgün metne bağlı kalındığından görsellikle ilgili pek birşey yapılamamış. Her bölüm sonunda yer alan tartışma sorularının da, metnin güzelliği yanında biraz özensiz olduğunu, varolan ders kitaplarına benzediğini söyleyebilirim. Ayrıca, her bölüm için bir “kavramlar sözlüğü” düşünülebilirdi. Bence okuyucu kitlesi olarak düşünülen lise öğrencilerinin kitabı okumalarını çok kolaylaştırıcı bir etken olan “kavramlar sözlüğü” olmaması önemli bir eksiklik.
“Felsefe 2002”nin 2. Bölümü ise “Osmanlı ve Türk Felsefe Geleneği” başlığını taşıyor ve bizim akademisyenlerce yazılmış. Bir ortaöğretim felsefe dersi için tamamen yeni olan ve çok değerli yazarlar tarafından yazılan bu bölüm, “İslam Felsefe Geleneği”nin yanısıra, “Modernliğe Geçiş Dönemi”, Cumhuriyet Dönemi”, “Düşünce Akımları”, “Sivil Toplum Hareketleri” gibi başlıklar taşıyor. “Türkiye’de eğitim gören bir gencin kendi kültürünün önemli unsurlarını oluşturan” konuların ele alındığı bu 2.Bölüm, felsefe dersi içine sıkıştırılmak yerine ayrı bir dersin konusu olarak düşünülebilir. Çünkü lise son sınıfta haftada iki saat olarak verilen bu derse bu kadar konuyu sığdırmak olanaksız. Bu konular nasıl bir derste ne zaman verilmeli-verilebilir konusu üzerinde düşünülmesi gerekir.
Şimdi bu kapsamlı felsefe kitabıyla karşı karşıyayken, şu anki varolan duruma bir de öğrenciler açısından bakalım.
Felsefe yapma etkinliğinin ne olduğunu, felsefenin nasıl bir bilgi etkinliği olduğunu, hangi sorunları ele alıp üzerinde düşündüğünü öğrencilere kavratmak, felsefeyi sevdirmek ve onlara her konuda düşünebilme, olup bitenleri sorgulayabilme, soru sorabilme, hoşgörülü olabilme, eleştirel ve akılcı bakabilme gibi özellikler kazandırabilmeyi amaçlayan felsefe dersi için şu gerçeğin altını çizmeliyiz: Felsefe dersi almaya başlayan lise son sınıf öğrencisi bu derste duyduklarını ilk kez (belki de son kez) duymaktadır. Ve sadece bu derste duymaktadır.
Lise son sınıf öğrencisinin temel sorunu üniversite sınavıdır. Ve bu yılda alınan derslerinin değerini ÖSS de kaç soru çıkacağı belirler. Felsefe dersi sırasında siz kendinizce önemli gördüğünüz hangi felsefi problemi ele alırsanız alın, (ya da hangi ders kitabını okutursanız okutun) öğrenci gizlice ders kitabının arasında test çözmeye çalışmaktadır.
Tabi bu durum aynı zamanda felsefe öğretmenini etkilemektedir. Hepsini değil tabi... Yaptığı işi sevmeyen, aslında herhangi bir derse de girse aynı şeyleri yapacak olan, önceleri durumdan biraz yakınmış sonra yakınmayı bile bırakmış, memurlaşmış, büyük bir kesim felsefe öğretmenini etkilememektedir. Ancak, felsefe düşüncesinin tadını bilen, bu tadı hep duyumsayan ve öğrencilerinin de bu tattan yoksun kalmasını içine sindiremeyen felsefe öğretmeni mutsuzdur. Mutsuzluğunu gidermek için de çeşitli yollar arar. Aslında herşeye rağmen her okulda az da olsa felsefe yapılabilecek, üç beş öğrenci bulmak olanaksız değildir. Özellikle son yıllarda hem özel okullarda hem de devlet liselerinde yaygınlaşmaya başlayan felsefe kulüpleri, ya da felsefe kolları bu “mutsuz felsefe” öğretmenleri için önemli bir mutluluk kaynağıdır. Bu öğretmenler, felsefenin kızamık gibi ancak kızamıklı bir hastadan bulaşacağını bilirler, ve kızamığı yaymak için de “Felsefe 2002” adlı kitabı sevinçle karşılayıp en iyi şekilde değerlendireceklerdir diye düşünüyorum.
Şimdi “Felsefe 2002” ile ilgili bazı sıkıcı sorular ve yanıtları:
Bu kitabı liselerde çalışan felsefe öğretmenleri okur mu? Hayır.
Onda biri okur mu? Hayır.
Lise son sınıf öğrencileri okur mu? Hayır.
Diyelim ki okudular, birşey anlarlar mı? Hayır.
Bu kitap liselerde ders kitabı olarak okutulur mu? Hayır.
Peki bu kitap bu nedenlerle eleştirilebilir mi? Hayır.
ymb

Liseli Gençlere Felsefe İle Tanışmanın Verebileceği Sıkıntılar Üzerine Bir Erken Uyarı Yazısı

Felsefeyle tanışmamın daha ilk gününde başladı iç sıkıntım. Henüz nedir, neyin nesidir, kaç soruluk ÖSS değeri vardır anlamaya çalışıyordum ki başladı felsefenin soruları. Bir daha da çıkamadık içinden, her soruyla yeni sorular doğdu. Sıkıntım ise büyüdükçe büyüyor.
Nedir felsefe diyorsun? E doğal olarak insan önce ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor tabi. (Felsefenin ne olduğu sorusu felsefenin belki de en önemli ve en zor problemidir.) Şu aldığınız yanıta bakın. Felsefe bu herhalde: her türlü soruya ustaca yanıt vermeme sanatı. ( Felsefe yanıtlar vermektense sorular sormaya daha çok değer verir) İşte kendi ağzından siz de duydunuz. Felsefe bol bol soru sorar ve soru sorar. Ne itiraf. Benim de sıkıntımın kaynağı bu zaten. Karşılaştığınız durumu düşünebiliyor musunuz? Birisiyle tanışıyorsunuz: Ben Ahmet, ya siz? Benim kim olduğum benim en önemli sorunumdur. Ha ha ha…
Sıkı durun geliyor. (Şu gördüğüm, karşımda duran ağaç acaba gerçekte bana göründüğü gibi midir? Duyularım beni aldatıyor olamaz mı?) Bak şimdi, soruya bak, insanı gözünden kulağından kuşkuya düşürüyor, gözün görüyor ama sen, felsefe yapıyorsun ya, yine de soracaksın. Kardeşim gözüne güvenmiyorsan git dokun, kafa at, üstüne çık da kurtul şu sorudan. (Bilgi elde edilebilir mi? Bilgilerimizin doğruluğunu nasıl sınayabiliriz?) Ee ediyoruz ya işte... yani bilim söylüyor, herkes söylüyor, şimdi bundan kuşkuya düşmenin ne alemi var bu ÖSS telaşında. (Matematik nasıl bir bilimdir, doğa bilimlerinin yöntemi nedir?) Nasılsa nasıldır, şimdi biz matematikten fenden testleri çatır çatır çözüyor muyuz, çözüyoruz, o zaman…Bu soruların üstünde kafa yormanın bana ne yararı olacak.(İnsanın bilme isteği yarar düşüncesiyle açıklanabilir mi?)
Düşünün şimdi, amaçlarınız var.(Kim koydu o amaçları, gerçekten senin amaçların mı onlar?) Karıştırma şimdi, kim koyduysa koydu, amacımız var. Amaçsız mı yaşayalım yani? Bunları gerçekleştirmek için çalışıyorsunuz. (Sorgulamadan mı?) Yaşamı durup sorgulamakmış! Şimdi durmanın ne anlamı var? Hele herkes deli gibi koştururken, sorgulamanın ne anlamı var? Güzel güzel yaşıyoruz işte. Uyuyoruz, uyanıyoruz, ders çalışıyoruz, test çözüyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Yeniden uyuyup, yeniden uyanıyoruz…(Bunu en iyi sosyal bölümün kedisi yapmıyor mu?) Sanki biz düşünmüyoruz, kafa yormuyoruz. (Düşünüyor musun?) Düşünüyorum tabi. Düşünüyoruz. Her konuda, her kanalda, zaplayana kadar, bir an durup düşünüyoruz, konuşuyoruz, konuşuyoruz. Ayrıca her konuda durup düşünmeye zaman harcarsak…. (Zaman nedir?)
Yani işin gücün olmayacak oturup felsefe yapacaksın. Sıkıntını artırıp sağa sola bulaştıracaksın. Bunlar boş şeyler, aslında üstünde düşünecek fazla bir şey de yok. İnsanlık bir yandan uzaya yerleşim planları yapıyor, öte yandan yakında kopyalarımız dolaşacak ortalıkta. (Ama bir yandan da yeni sorunlar çıkmıyor mu?) Çıkıyor ama, onların da çözümü var, bulunacaktır. Bilim teknoloji bu kadar ilerledi. Her şey ortada artık. Her şeyi biliyoruz. (Her şeyi biliyor muyuz?) Biliyoruz tabi. Bilmediklerimizi de öğreniriz, her şey elimizin altında, bilgisayar var, internet var, televizyon var.
Yalnız bu felsefe dersinin sınavı nasıl olacak, nasıl sorular sorulur bu dersten? (Sorular senin için bu kadar önemli mi?)
ymb

Kumgüzeli


En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...
Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay... Öyleyse bu bir nasihat... çünkü güzelsin...
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle... hâlâ güzelsin...
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar... Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı "effendi"sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler... Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe... orada güzelsin...
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil... Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...
Kes kulakları, geçir bir sicime... Ama kaybetme... Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü... Islanarak... Ama güzeller...
Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...
Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin...
Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin...
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...
Teleskopla bulamadım... Mikroskopla bulacağım... Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet... Gözenekler, sivilceler... Onlarla çok güzelsin...
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi... Kazık ve pazarlık... Ama son kumarım sensin... Sen, güzelsin...
Sen, güzelsin... Kuraldışı... Bastıbacak... Minicik... Ama sen, güzelsin...
Kapımın eşiği, gözümün bakışı, son ruhsal tatil, duruşum, bozuluşumsun... Pazarlık etmem... Markette yoksun... Reklamın yok! Gerçekten... Güzelsin...
Kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... İhanet... Ama sen, güzelsin...
Ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun...
Cazgırlık etmem... Gönlünde yokum... Aşkımız, yok! Gerçekten... Güzeldin...
Ulus Baker
http://www.korotonomedya.net/

Yeni Zeka Türleri


Türk zeka
Ne iş olsa yapar, her işten anlar. İşbitiricidir. İlkeleri yoktur. “Ama” demeyi sever. Olur olmaz yasa ve yasak koyar sonra da bunları özenle deler. Her tür yoruma ve duruma açıktır. Çok kolay uyum sağlar. Çabuk unutur, balık hafızalıdır. Eşyaları, nesneleri çok amaçlı olarak kullanır. Tornavidayla kulak karıştırır, araba egzozuyla mangal yakar. En kötü durumda bile mutlaka avunabileceği daha beter bir durum bulur ve şükreder. Korkusuzdur. Radyasyonlu çay içer, fay hattında salıncak kurar, bombalı paketi alıp çöpe atar. Ona hiçbir şey olmaz. Nükleer bir savaşta muhtemelen ayakta kalacaktır. Ezik ve duygusaldır. Çabuk incinir. Acıklı filmleri sever. Dostu yoktur, düşmanı çoktur. Boş zamanlarında iş makinalarını seyretmeyi sever. Boş zamanı çoktur.
Kadın zeka
Yuva kurmayı, yuvayı eşyayla doldurmayı, eşyaları kolalı örtülerle örtmeyi çok sever. Algı alanı çok geniştir, dünyanın felaketini veren bir haberi izlerken bile sunucunun saç boyası veya kravatı hakkında görüş bildirebilir. Temel mutluluk kaynağı satın almaktır.Ucuz olduğunu düşündüğü her şeyi aldığından aslında çok pahalı alışveriş yapar. Canı sıkıldığında rejim yapar veya kuaföre gider. Gözünden hiçbir şey kaçmaz. Bir bakışta insanın içini okur. Erkeği için tehlikeli gördüğü kadınları hemen anlar ve hızla ortamdan uzaklaştırıp bertaraf eder. Nerede? Ne zaman? Kim? Kiminle? (2N 2K) bilir. Konuşmayı çok sever. Hatta sürekli konuşur. Bu yüzden gizlisi saklısı yoktur.Yine de erkekler tarafından anlaşılmadığını düşünür.
Erkek zeka
En çok pazertesi sabahları konuşur. Sözcük dağarcığı, futbol, otomobil , para ve kadınlarla ilgili olarak çok zengindir. Kendi cinsiyle biraraya geldiğinde bu konularda saatlerce konuşabilir. Kadınların karşısında ise genellikle susar ve daha çok iç konuşmalar yapar. Cinselliğini karşı cinse, kendi cinsine hatta her türlü nesneye karşı küfür olarak kullanır. Gururludur. Duvar diplerine işemeyi sever.
Seksüel zeka
El, kol, parmak işaretlerini çok kullanır. Hayal dünyası zengindir. Sürekli fantaziler kurar. Fantazilerinde insanlar genellikle yatar vaziyettedir.Yatıp kalkmadığı kimse yoktur. En umutsuz durumlardan iş çıkarmayı başarır. Bakışlarıyla çok şey anlatır ve yapar. Bulunduğu toplulukta karşı cinsi mıknatıs gibi çeker. Konu veya durum ne olursa olsun cinsel içerikli sonuçlar çıkarır. Espritüeldir. Namık Kemal’li fıkraları çok sever.
Memur zeka
En çok yaptığı hareket başını öne, arkaya, sağa ve sola sallamaktır. Maaş alabilmek için bu hareketi gerekli görür. Hareketin yönü karşısındaki kişiye göre değişir. Kağıtlarla içli dışlıdır. Yapıp ettiği her şey kağıt üzerindedir. Adeta kağıt üzerinde yaşar bu yüzden fotokopi makinasını çok sever. Bu kişilerin genellikle evlerinde de bir evrak çantaları vardır ve bu çantada kağıt biriktirirler. İşini bilir ve her zaman sağlama alır. Hep aynı şeyleri yapmaktan zevk alır. Değişmekten büyük bir korku duyar.
Dinci zeka
Kuş, çiçek, böcek, şelale görüntülerini izlemeyi sever. Hem öbür tarafta hem de bu tarafta yeri sağlamdır. Bu dünya nimetlerinden asgari düzeyde yararlanmasını bilir. Öbür dünya ise bütün yasakların kalktığı, adeta herşeyin serbest olduğu bir yerdir onun için. Yukarıyla güçlü bağlantıları olduğundan ilerde kimin ne olacağını bilir...Cennete giriş onun vizesine bağlıdır. Etrafında olup biten herşeyi yukarıyla bağlantılandırmada üstüne yoktur. Her tür doğa olayını, bilimsel gelişmeyi çok kolay açıklayabilir. Onu hiçbir şey kolay kolay şaşırtmaz. Kokulara karşı çok duyarlıdır. Nur yüzlüdür. Gümüş yüzük takar. Cinsel fantezileri çok gelişmiştir..
Politik zeka
En sevdiği eşya koltuktur.Geleceği görür ve adımlarını ona göre atar. Strateji uzmanıdır. Köprülerden geçerken vahşi hayvanlarla akrabalık ilişkilerine girmekten çekinmez. Dilini konuşmak dışında da başarıyla kullanır. Nerede, ne zaman, ne söylemek gerektiğini; kime, nasıl davranılacağını çok iyi bilir. Son derece esnektir.Yüzünü ve vücudunu her türlü şekle sokabilir. Amaçları doğrultusunda her yolu kullanmaktan çekinmez. Sonuç ne olursa olsun o hep kazanır.
Avantacı zeka
Bütün insanların kendisine hizmet için var olduklarını düşünür. Her düğünde damattır. Toplu yemekleri, kokteylleri kaçırmaz. Sınır duygusu pek gelişmemiştir. Eğer bedavaysa çatlayana kadar yer yutar. Etrafında sürekli kendi yükünü taşıtacak birilerini arar ve genellikle de bulur. Reddedildiğinde ise feryadı basıp zeytinyağı gibi üste çıkmayı başarır.. Yapışkandır. Bir kez yapıştı mı da, kene gibi, ancak kazınarak sökülebilir.
ymb

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Mutluluk


Mutluluğun resmini yapmak işin başı mıydı yoksa sonu mu be Abidin? Ne anlamı olacaktı bu resmi çizdiğinde? Eğer ben o resme her baktığımda kendi hüznümü , yalnızlığımı ve yaşamın çaresiz sürekliliğini düşünecekseydim, senden bunu istemenin ne anlamı vardı? Neden Abidin’e bu ağır yükü yükledik ki biz?
Mutluluk bir resimde dondurulacak bişey değil ki.... Mutluluk bir gel-gittir. Hatta gel-gitin ta kendisidir aslında. Yani mecazsız söylüyorum, gel-git(med-cezir) olayı ne kadar mutlu görünüyor, içinde değişimi taşımasında, yolun tam ortasında herşeye sırtını dönebilmesinde bile bu mutluluğu görmek mümkün, sanki yaşam onun için bir oyun, geliyor ve gidiyor. Bunu hiçkimseye sormadan ve danışmadan yapabiliyor.
-Sayın kayık(çı) birazdan suları çekiyoruz haberiniz olsun. Demiyor.
Mutluluk işte bu değişimin kendisi olmaktan başka bişey değildir herhalde.Çünkü mutluluk hep işin başındadır, o yüzden ne kadar başında olursak herşeyin o kadar mutluluğunda da oluruz. Değil mi Abidin?
Eğer işin sonundaysa mutluluk, bu da yeni başlangıçlar geliyor diyedir.
Yaşamsal bahaneler, yaşamanın bahaneleri bizi hep gizli alternatiflerin arayıcısı yapar. Yaşam içindeki bahaneleri keşfetmenin heyecanı, acısı ve tutkusu sardığında insanı oturup saatleri sayamaz artık. İyi bahaneler bulmalıyım, yaşama katılmak için. İyi bahaneler bulmalıyım yaşamı tüketebilmek için ve iyi bahaneler bulmalıyım yaşamı anlamlandırabilmek için.
Gerçek mutluluk belki bu anlamdadır be Abidin? İşte ben burdan çıktım yola, sen nerdesin bilmiyorum. Anlamlandırarak kendime bir bahane bulmak istediğimde, karşımda kendimi buldum. “DASEIN” dediğinde Heidegger, birden bire tadına vardım “ben” olmanın.Ben neymişim?dedim. Neymişim gerçekten? Beni belirleyen şeyler ne ve benim belirlediklerim neler(var mı ki böyle şeyler?).
Senin resminde kendimi göremedim Abidin.Çünkü senin resminde sen varsın. Ben kendi resmimdeyim.Mutlu muyum? E boşver be Abidin? Takmışız mutluluğa, mutluluk da diğer yaşam parçalarından farklı bişey değil ki. Yani o da varla yok arasında bişey.
Heiddeger “ “beni” tamamlamak, otantik bir beni yaşamak, oluşturmak ancak ölünce olur, o zaman da ben “ben”in bilincini yaşayamam.” Demişti ya işte o gün varmıştım ben de “ben”in imkansızlığının bilincine.Ama hep o “beni” yakalamaya çalışmanın o anlaşılmaz, kimi zaman anlamsız, kimi zaman da daha anlamlısının olamayacağı düşüncesinin verdiği haz yaşamı anlamlı kıldı ki bunun bilincine varmak için yaşadım sanırım. Ya da başka bişey için yaşadım ama bununla örttüm gerçek nedenimi. Bilemiyorum, zaten bilmiş olsaydım şu anda ölüyor olurdum. Yaşama katlanmamın sebeplerinden biri bu işte. Birinin çıkıp bana, kendi “ben”inin resmini yapabilir misin? Demesini bekliyorum ben.
Abidine sorulan soru, onun yaşam kaynağı oldu. Ben de yaşam kaynağımın resmini yapmak istiyorum Abidin, buna ne dersin?
Simays

9 Mayıs 2007 Çarşamba

b a ş l a r k e n


Lise ve felsefe,
Liseli gençler ve felsefe.
Bu kavramlar arasında anlamlı bir eşleşme olabilir mi?
Felsefenin bir lise dersi olmasının ötesine geçmeye çalışarak yanıtlamaya çalışıyoruz bu soruyu.
Biz İzmir merkezli bir grup felsefe öğretmeni, lise öğrencileriyle, onların azıcık bir bölümüyle felsefe yapmaya çalışıyoruz.
Bunu başardığımızda mutlu oluyoruz. Ege Felsefe Platformu işte biz bir avuç felsefe öğretmeninin oluşturduğu bir çalışma arkadaşlığı.
Oturup konuşuyoruz ne yapalım diye. Yapıyoruz da sonra. Yaklaşık 8 yıldır liselerarası felsefe etkinlikleri düzenliyoruz.
Bu sayfalar bizim için yeni bir paylaşım ortamı olacak diye umuyoruz.
Liseli gençleri, felsefe öğretmenlerini yazmaya davet ediyoruz.
Bekliyoruz. Bakalım ne olacak...
ymb