29 Haziran 2019 Cumartesi

Melisa Tozun / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi / İstanbul / Düşünyaz 6 Türkiye 10.su



Düşünyaz 6 Final Yazısı



"İnsanları edilgen ve itaatkar kılmanın en zekice yolu, kabul edilebilir düşüncenin alanını olabildiğince sınırlamak, ama o alan içinde 'canlı' tartışmaların yapılmasını sağlamak, hatta insanları o alan içinde kalmak koşuluyla daha 'muhalif' ve 'eleştirel' olmaya cesaretlendirmektir. Bu tutum, insanlara düşünce özgürlüğünün var olduğu hissini verirken tartışmalara sistemin koyduğu sınırları dayatır." Noam Chomsky

Geçmişten günümüze kadar insanları bir araya getirip aynı yerde toplayıp kontrolü sağlamak için birçok farklı yönteme başvuruldu. İnsanlığa birçok ''-cilik ve -izm'' denettirildi. Bunlar kitlelerin ya barışına ya da savaşına sebep oldu. ''İnsan, insanın kurdudur.'' diyor insanın doğa durumunda kötü ve vahşi bir varlık olduğunu söyleyen Hobbes. Ötekini kendi yaşamına bir tehdit olarak gören insanın, bu durumu fark edip ötekine egemen olma isteğini özetliyor sanki. Chomsky'nin dediğine bakıldığında akıllara ''İnsan neden itaatkarlaştırılmaya çalışıldığını göremesin?'' sorusu gelebilir. Bu noktada, dünyaya gözlerimizi açtığımızda bizlerle olan din ve ahlak kavramlarını düşünebiliriz. İnsanlık tarihi boyunca bu kavramlar hep kitleleri yönetmek için kullanılmıştır. Bu yüzdendir Marx'ın ''Din halkın afyonudur.'' demesi. Ağrı kesici olarak kullanılan afyon eğer gerektiğinden fazla kullanılırsa uyuşturucu etkisi gösterir. Bunu fark eden kapital düzenin çarklarının başındakiler insanlara bu uyuşturucuyu fazlaca vermeye başladı. ''Laik devletlerin şeffaf tutumlu siyasetçileri'' her işi ''Allah'' adını ağızlarından düşürmeden yapar oldu. Din bireysel bir deneyim, bir amaç değil; başkalarını tatmin aracı, bir araç oldu. İnsanlara dinle ahlakı aynı şey gibi gösterip kendi dinlerini kurarak kutsallaştılar. Önce yaratıcıya secde edip boyun eğmeyi öğrettiler daha sonra secde etmeye alışmış bedenlerin peygamberi oldular. ‘’İktidar öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar.’' diyor Foucault bu peygamberlere başkaldırırcasına. Aslında tek özgürlüğümüz olan seçim yapmaktan bu denli uzaklaşıyor oluşumuzu gören ve bunu bir ütopik yaşam şeklinde algılamamızı sağlayan fakat bizi bir distopyanın içine sürükleyen Reich’in bahsettiği büyük küçük adamların dünyasında yaşıyor oluşumuzun sebebi eylemsizliği ve göz yummayı masumlaştıran, boyun eğmeye alışmış bedenleri olan kişilerdir. O halde Goya’nın bahsettiği aklın uykusu çoktan canavarlarını yarattı mı? Canavarlar kutsallaşmış olabilir mi? Zaman algımızı yitirdiğimiz AVM’lerin yeni agoralarımız olduğu, bizleri belirli bir standarda göre değerlendiren ‘’sosyal’’ medyanın vazgeçilmezimiz haline geldiği, ürünün emekten ve üreten işçiden belirli bir –Marx’a göre- ‘’sus payı’’ karşılığında daha değerli olduğu, ‘’kandırılan’’ yöneticilerin gece bekçileriyle dolan bir dünyada yaşıyor ve buna ses çıkarmıyorken canavarlar aslında bizim sessizliğimizde hayat buluyor olabilir mi? ‘’Kendimizi yaratabileceğimiz şeylerle değil yaratmaktan sakınabileceğimiz şeylerle tanımlıyoruz: biz kendi kendimizin inkarıyız.’’ diyor Todd May bir kişinin milyonlar adına konuşmasına ses çıkarmayan günümüz insanına çağrı yaparcasına. ‘’Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir.’’ diye ekliyor Foucault. Locke'a göre boş bir levha gibi dünyaya gelen insanın, en büyük sancısı varoluş savaşıdır. Eğer varoluş bir sancıysa birkaç yıl yaşayacak olan insan neden mağarasında kalıp gölge oyununu izlemek yerine ışığın gözlerini acıtmasını ve beraberinde gelen seçiyor olmanın, özgür olmanın verdiği kaygı ve bulantıyı tercih etmeli? Rutinlerle manipüle edilmiş zihinleri tıpkı Prometheus gibi ritme sızarak aydırmayan insan ahlaksızdır. Yozlaşmış günümüz dünyasında ''ahlak eşittir din'' algısıyla beraber ahlaksızlık meşrulaştırılıyor. Bulunduğu kaba göre şekillenen ahlaklarımız gece gibi kendimize karşı işlediğimiz suçları örtüyor. Bir insanın tecavüze uğrayıp öldürülmesini geçmiş cinsel yaşantısını, kullandığı alkolü, dışarıda bulunduğu saati sebep gösterip meşrulaştırabiliyor ve ‘’ahlaklı’’ yaşamımıza devam edebiliyoruz. İçerisinde bulunulan alacakaranlıkta Minerva’nın Baykuşunun kanatlarını kırmaya çalışan kişi ve yandaşları masum mudur? Yoksa sadece ''kandırılmış'' mıdır? Sartre'a göre belirlenmiş bir doğaya sahip olmayan, seçimleriyle kendisini oluşturan insanın bir şeyi yapmak gibi yapmamanın da bir tercih olduğunu fark etmesi gerekiyor aksi halde küçük beyinli, fakir ruhlu insanlar olarak ölmeye de göz yumacaklar. Ama unutulmamalı ki sakat bilinçler çürük bir meyve gibi hem kendilerine hem de etrafındakilere zarar verme potansiyeline sahiptir. Kişinin kalabalıklar içersinde yalnızlaşmaya itildiği günümüz düzeninde çıkarmak üzere, gerçek yüzlerimize taktığımız sahte maskeler zamanla gerçek maske sahte yüze dönüşüyor. ‘’Maske takana kadar kimse beni umursamadı.’’ diye bir söz geçiyor Batman filminde. Seçimlerimizi ve tercihlerimizi belirleyen popüler kültürün tek tip insan yaratmaktaki ısrarcılığını çok güzel ifade ediyor. ‘’Bir maskeyi uzun süre takarsan ardındaki seni unutursun.’’ repliği ise V for Vandetta filminin, insanların nasıl kimlik bunalımına itildiğini, nasıl benliklerinden uzaklaştıklarını çarpıcı bir şekilde ifadesi. ‘’Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada kimse yok demektir.’’ diyen Foucault bu noktada hatırlanmalı. Kendini varoluş savaşının içerisinde bulan insanın bu kadar dış etkenle beraber Descartesçı bir tutumla yaşamında bir kere tüm bilgilerini kuşkuya koyup bilgi kulesini bir kere yıkmasında fayda var. Varlığını bu kadar tehdit eden unsur olan insan ontolojik güven problemiyle birlikte nefes alamadığı için epistemolojik bilgi alanlarını genişletti. Zaten Aristo'nun dediği gibi ''bilmek isteyen'' insanın bu yaptığı pek tuhaf değil. İnsanın bilme ihtiyacı olduğunu bilen otorite mercileri bu ihtiyacı kendilerine tehlike oluşturmadan gidermek için insanı tüketmeye iten reklamlarla dolu televizyonlardaki pembe dizilere, modadaki son ''trend''lere, sosyal medyadaki en popüler akıma yönlendirdi. Bilme ihtiyacı bu şekilde sürekli kendini yenileyen popüler kültürle karşılanan insan Chomsky'nin dediği gibi bu alan içerisinde ''özgür''dür. Sosyal medyadaki her gün bir başkası yaşanan tartışmaların ne kadar muhalif olduğu önemli değildir. Bu sınırlar içerisinde ''özgür'' olan birey aslında secde eden bireydir. Sınırlarını kabul etmeyen ve boyun eğmeyi reddeden kişi sürüden atılır. ‘’Dışarıda bırakılmak içeri kapatılmakla aynı şeydir.’’ diyor Foucault bu ceza yöntemini anlamamıza yardımcı olur gibi. Peki sürüden atılan kişi mutlak bir mağlubiyete mi mahkumdur? Yoksa galibiyetini kayayı her gün dağın tepesine umutla taşıyarak başkaldıran Sisifos gibi yaptığı eylemin sonucuna katlanmayı seçerek kazanabilir mi? Bu kadar şeyle karşı karşıya gelen insan bunların arasında varoluş savaşını unutmamalıdır. Bunlarla karşı karşıya gelirken ötekinin bakışında hapsolmadan, din, aile, toplum gibi kişiyi uçurumun kenarında güvende tutan zincirlerden kopup uçurumdan atlayarak, Nietzsche’nin dediği gibi kendini alt ederek varoluşunu sağlayabilir mi? Arşivci kafası dosyalama yöntemiyle filozofları düşünerek felsefe yapanları filozoflarla düşünmeye yönlendiren bir sistem isteyen, alışılagelmiş şeylerle yetinmeyip gelişimi kovalayan kişiler; Marek Skrobecki'nin Danny Boy adlı kısa filmindeki gibi kafasız yığınının içerisinde karmaşadan güç alarak ‘’ilerleyen’’ başı kesik kişilerin irrasyonel körlükleriyle oluşturdukları akılsız, hoşgörüsüz, sığ bir toplumda yaşadıkça ''düşüncenin öldürücü yükü''nden kurtulmak için kendi icadıyla başını kesmeye devam edecek. ‘’Zihin, parkta yiyecek arayan bir sincap gibi dönüp durur.’’ diyor Varoluşçular Kahvesi kitabında Sarah Bakewell. Sürekli olarak bir çalışma içerisinde olan zihnin neyle meşgul olduğu ve kim tarafından meşgul edildiği önemlidir. Başkalarının seçimlerini yaşadığımız bir düzende Kafka'nın Samsa'sı gibi kendimiz için bir şeyler yapmayı bırakırız. ‘’Yazıklar olsun kurtarıcı bekleyenlere!’' diyor Bertolt Brecht. İnsanları rakamlardan ibaret gören bu düzen içerisinde bize atanmış x haneli kodu kabul edip bize verilen kafeste kurtarıcı beklemek yerine bir çocuk gibi her şeyi yeniden keşfetmeye başlamalıyız. ‘’Felsefe kişilerin yaşamı merak etmesinden doğar. Yaşamı en çok merak eden çocuklardır.’’ diyor Aristo. O halde herkes beyaz yakalarından kurtulsun ve bir çocuk olsun. Henüz varolmadan yok olmak istemiyorsak Chomsky'nin uyarısını göz önünde bulundurup ağrıyan boyunlarımızı kadırmamız gerekiyor. ‘’Eğer bir şey değişmezse dağılır.’’ diyor Zizek. Tek sahip olduğumuz şey olan özgürlüğümüz doğrultusunda kendi sınırlarımızı kendimiz çizerek Kant’ın dediği gibi kendi dünyamızın kurucusu olmalıyız. Aksi takdirde kendimize karşı işleyebileceğimiz en büyük günahı işlemiş oluruz.



Düşünyaz 6 İkinci Adım Yazısı

"Bu dünyada bir arada yaşamak özünde şu anlama gelir: Şeylerden oluşan bir dünya, çevresinde oturmakta olanlar tarafından müşterek olarak sahiplenilmekte olan bir masa gibidir, arada olan her şey gibi bu dünya da insanları hem birbirlerine bağlar hem de ayırır." Hannah Arendt (İnsanlık Durumu)
Asırlardır öyle veya böyle varlığını sürdüren varlıklarız biz insanlar. Bu süreçte hepimiz farklı savaşlar verdik varolabilmek adına. Normal şartlar altında mükemmel bir düzen kurmuş olmamız ve bu düzen sayesinde mutlu mesut yaşıyor olmamız gerekir. Peki neden böyle olmadı? İşte burada işin içine kullandığım ''insan'' ve ''mükemmel'' kavramları giriyor. Mükemmel mutlaktır, gelişmez ve değişmez çünkü zaten sonsuzluğa erişmiştir fakat insan sürekli değişir. Bundandır mükemmel düzene ulaşamamış olmamız. Geçmişe baktığımızda mükemmel yani ütopik bir düzen adına birçok farklı girişimde bulunulmuştur. Sosyalizm, kapitalizm, anarşizm, komünizm gibi bir sürü farklı ekonomik sistem ve ideolojiler altında toplanmayı denemiştir insanlar. Şimdi ise güzelce işleyen kapitalizm altında toplandık. Peki gerçekten bu düzen altında toplandık mı yoksa ayrıldık mı? Hepimiz peluş hayvanlara, bol bol amerikan rüyası içeren dizilere, sosyal medyaya ''insanlık'' bulmak ve bir şeylerde içimizi ısıtmak umuduyla koşmuyor muyuz? Kapitalin bizi soktuğu kalıbın içerisinde bizi araç haline getiren telefonlarımızdan başkalarına bakıp ekrana çift tıklamayı sevgi, yediğimiz yemeğin fotoğrafını paylaşmayı paylaşım, yüzümüzde hiçbir kas kıpırdamadan ekrana bıraktığımız sonu gülücüklü ve kalpli yorumları samimiyet olarak görüp yolda birbirimize tebessüm etmeyi unutmuşken ütopik olarak adlandırdığım sorunsuz dünya düzenine ulaşmayı beklemek ne kadar mantıklı? ''Kapitalist toplumda insanların bir yaşamı değil ancak bir alınyazısı vardır.'' diyor Sartre günümüz dünyasına ayna olurcasına. Hepimiz dini, ahlakı, ailemizi, okulumuzu ve bunun gibi şeyleri bahane ederek bir şeyleri kabullenmiyor muyuz? Bunları bahane edip kendimize yabancılaşmamıza ses etmez olduk. Işıktan korkup duvardaki gölgelere ve zincirlerimize sarılıyoruz utanmaz bir şekilde. Kendimize ettiğimiz bu ihanetin hesabını kim verecek peki? Kabul ediyorum, saçma bir soruydu. Şükranlarımızı sunduğumuz kapital sistem hesap soracak bilince sahip olan birileri olmasını engellemek için her şeyi yaparken ortada böyle bir sorun olacağını düşünmüyorum. Slavoj Zizek ''Zor olan kaderi parçalamaktır.'' diyor kitabında. İster Sartre gibi ''alınyazısı'' deyin ister Zizek gibi ''kader''... Bir şeyleri kabulleniyoruz ve bunu ahlaki değerlerimize ters düşmeyecek kılıflara sokuyoruz. Ötekinin sebep olduğumuz acısına göz yumuyoruz önceki gün katıldığımız Afrika'daki çocuklar için düzenlenen yardım yemeğindeki fotoğraflarımızı paylaşırken. Hepimiz hayvanları çok seviyoruz evimizden kediyi köpeği eksik etmiyor fakat x markasının makyaj ürünlerini almayı ihmal etmiyoruz. Hepimiz fakire yardım etmek istiyoruz ama en güzel takılar bizim olsun istiyoruz. Belki de iyi niyetiniz de tercihleriniz gibi başkalarının izin verdiği kadardır. Giydiğiniz kıyafetleri, sürdüğünüz kokuları, yediğiniz yemekleri bile popüler kültür belirliyorken ne kadar benlikten söz edilebilir? Hannah Arendt'in bahsettiği masada oturanlar masayı sahiplenebiliyorken masayı yapan ya da masanın etrafında olan ayaktakiler ne yapmalı? ''Kimse fakir insanların yaşadığı yerde yüksek sesi umursamaz.'' diyor Zizek. Ahlakımız bu kadar göreceli ve çifte standart dolu bir şekilde bize verilmişken ne kadar benlikten söz edilebilir? Ekranlarda cinsellik, homoseksüellik görünce ortalığı ayağa kaldıran fakat tecavüz, cinayet, bireysel silahlanma gibi şeyleri normalleştirecek kadar yozlaşmış bir ahlaka sahipken cidden ahlaktan ve benlikten söz edebilir miyiz? Kuklanın hareketlerinin sözde asaletiyle kör olup durumun ciddiyetini önemsemeden sadece seyirci olabildiğimiz gösteriyi alkışlamaya devam ettikçe çıplak kalıp kendimizle yüzleşmenin yaşattığı dehşetle beraber attığımız her adımda yanarak çocukluğa erişmeyi başaramamaya devam edecek ve bunda bir sorun görmeyeceğiz. Kalıpların içine sıkışmış bir vaziyette yaşamımıza devam ediyoruz fakat sadece bize sunulan bir hayatı yaşadığımızı fark etmeden özgür olduğumuza inanıyoruz. ''Hür olmadıkları halde, kendilerini hür sananlar kadar hiç kimse esir olamaz.'' diyor Goethe özgürlükler ülkesi bile olan 21. yüzyıl dünyasına bakıp gülercesine. Hepimizin eşit olduğuyla ilgili saçmalıklar haykırıyoruz. Eşit olan kölelerdir. Özgürlük varsa kimse eşit değildir. Eşitlik değil ''eşit haklar'' verilmiş dolayısıyla eşit olmaktan uzaklaşmış ve onları eşitlikten uzaklaştıran yönleri törpülenmemiş bireyler varsa özgürlükten söz edilebilir. Bir bilinç başka bir bilinçten geçmedikçe bilinç haline gelemiyor Sartre'ın dediğine göre. O halde ötekine ihtiyaç duyan bir bireyken sınıflara ayrılmış toplum düzeni içerisinde burjuvanın işçi sınıfına sözde yardımları ve yaratmaya çalıştığı eşitlik destekçisi imajdan sıyrılıp ötekine ulaşmak mümkün mü? İnsanın kendisine bile ötekileştiği de göz önünde bulundurulursa imkansızı istemeye çok da uzak değil. ''İnsan, insanın kurdudur.'' diyor Hobbes. Toplum sözleşmesiyle bencilliğinin yerine adaleti, içgüdünün yerine aklı getirmiş ''uygarlaşmış insan''ın değiştirmeyi denediği fakat kendisinin de kurdu haline geldiği modern dünyaya bir tokat atıyor sanki. Reich'in küçük adamlarının zincirleri olan büyük küçük adamlara adeta tapması günümüzde de devam eden ironik bir durumdur. Ebelik yapmaya çalışan Sokrates ve benzeri aydınlar, Kafka'nın Joseph K'sı gibi varolmak adına başkalarından izin bekleyen insanlar sadece kitaplarda kalmadıkça öldürülmeye devam edecek. At sineklerini ezmeye devam ettikçe insanlar birbirlerine bağımlı fakat birbirlerinden habersiz bir şekilde yaşamaya devam edecek. Toplumsal güvenlik veya terör adı altında çocuklar parmaklıklar ardına atılıyorsa burada akla iktidar uğruna çocuklarını yiyen satürn gelmelidir. Nietzsche'nin gözünde suçlu olmamalı neyse o olabilmeli insan. Yenilen çocuklar, öldürülen at sinekleri, gül fidanı olmaya zorlanan meşe palamutları olmadığında insanlar birlikte yaşıyor sayılabilir. O zamana kadar birbirimizden bihaber bir şekilde zincirlerimiz bizi nereye sürüklerse hep birlikte oraya gitmeye devam edecek ve özgür olduğumuz yanılgısıyla yaşayacağız.



 Düşünyaz 6, Birinci Adım Yazısı

"Modern insan, dışarısı tarafından sağır edildiği için dinginliği ister."Gilles Deleuze


Günümüzde dünya üzerinde milyarlarca insan var. Sokaklar dolup taşıyor. Sürekli bir yere koşuşturan, kafası eğik ve telaşlı insanlar var. Herkes birbirine yabancı ve tahammülsüz. En önemlisi de kendine yabancı. Peki sosyal bir varlık olan insanın günümüz haline sebep olan neden ne? Kapital sistem mi? Belki de. Düzenin içerisindeki çarklardan birinin değersiz ve yeri doldurulabilir bir dişlisi gibi insanı insan kavramından oldukça uzak bir kalıbın içerisine sıkıştıran bu sistem bunun bir nedeni olabilir. '' Hayatı kaybetmekten daha kötü bir şey vardır: Hayatın anlamını kaybetmek.'' diyen Fromm bu durumu güzel bir şekilde özetliyor sanki. Kendi oluşturduğu bir hayatı yaşamayan aksine bir başkasının ona hazırlayıp sunduğu bir hayatı yaşayan birey hayatın anlamını daha elde edemeden kaybetmiş olur. Sanırım Sartre günümüz dünyasında yaşasaydı pek hoşnut kalmazdı. Zira o ''İnsan kendini tasarlayan bir varlıktır.'' diyor. İnsanın insan olduğunu fark etmesini engelleyen, bizleri şekillendiren, seçim derdinden kurtaran bu sistem çok zekice kurulmuştur zira insanın sorumluluktan kaçmasına ve hazır olan şeylerden faydalanmasına odaklıdır. En büyük sorunlardan birisi değil midir seçim yapmak? Her zaman kaçarız tercihlerden, bunun sebebi belki her seçimin bir kaybediş olması belki de kolaya kaçma isteğidir. ''Biz onları yaşam hakkında düşünmek ve özgürce seçim yapmak zahmetinden kurtaracağız.'' diyor Dostoyevski bir kitabında. Herkesin hoşuna gitmez mi seçim yapmak zorunda olmadığı bir hayat. Düşünsenize ne giyeceğiniz, nerede okuyacağınız, mesleğiniz, maaşınız, eviniz hepsi hazır. Size sadece o hayatı yaşamak düşüyor. Zaten bu bahsettiklerim şu anda olan şeyler. Herkesin ailesi çocuğunu hangi okula göndereceğine, hangi markalardan kıyafetler alacağına, doktor ya da mühendis gibi hatrı sayılır ve iyi maaşlı bir meslek seçimine, ona bırakacağı eve kadar her şeyi daha birey dünyaya gelmeden düşünüyor. Birey dünyaya geldiğinde de buna göre yetiştiriliyor. Peki bu birey ne kadar kendisi? Olduğu kişi hakkında gerçekten ''Ben buyum.'' diyebilir mi? O gerçekten kendisi midir yoksa ailesinin ve toplumun bir tasarısı mı? Burada bahsettiğim birey varsayımsal bir birey değil bizleriz. Bu gerçek bu kadar cesur bir şekilde dile getirildiğinde tokat etkisi yaratıyor. Kaçımız ailenin ve toplumun etiketlerinden, ahlaktan, dinden ve değerlerden sıyrılıp kendimizi oluşturduk? Bunları yapmak insanı tamamen bilinmezliğe itecektir çünkü bunlar kendimizi güvence altına almamızı sağlar. Bunlardan sıyrılmak ise bizleri uzaya sürükler ve biz uzayda hiçbir yere tutunmadan süzülürüz. Ayaklarımız yere değmez ve tedirgin oluruz. Bu süzülme durumu kişinin kendisini oluşturabilmesi ve benlik kazanması için gereklidir. Bu süreç tamamlandıktan sonra kişi farkındalık elde eder. Mağaradan dışarıya adım atar ve bilinç kazanır. Düşünün bir uykudan uyanıyorsunuz ve etrafınızda milyarlarca insan kafalarına geçirilmiş bir gözlükten başkalarının yazdığı bir senaryoyu izliyor ve bu onların hayatı. Acı verici bir durum olur. Bu yüzden ''Bilinçlilik ne kadar çoksa umutsuzluk da o kadar yoğundur.'' diyen Kierkegaard'a katılırcasına ''Acı çekmek bilinçliliğin tek kaynağıdır.'' diyor Dostoyevski. Çarkın değersiz bir dişlisi olarak yaşıyor ve bunda bir sorun görmüyoruz çünkü sistem bunu normalleştiriyor. Günümüz agorası haline gelen AVM'ler mesela... Herkes sözde sosyalleşmek için oraya gidiyor. Bir AVM'ye girdiğinizde ya mağazalarda koşuşturan ya mağaza vitrini gezen ve o vitrinlerle ilgili konuşup bunu sohbet sayan ya da acıkıp ''bizi çağıran ateşe'' doğru gidip yemek yiyen insanlar görürsünüz. Karın tokluğuna çalışılan işteki mesai saatleri dışında arta kalan vakit bu şekilde harcanır ve bu sosyalleşmektir. Kişinin çarkın başındakiler için çalışırken yine çarkın başındakiler için harcadığı yerlerdir. Bütün sistem bizi Marx'ın dediği gibi yabancılaşmaya itiyor. Durum buyken kendine bile yabancı olan kişinin bir başkasına yabancılaşması pek de ekstrem bir durum değil. Çünkü zaten değersizleştirilen ve yabancılaştırılan kişi ötekinin bakışından kaçar oluyor. Ötekiyle gelişen ve ötekine muhtaç olan insanın sosyal bir varlık olarak yaşaması çarkın başındakini yok olma tehlikesiyle baş başa bırakıyor. Bu yüzdendir artık meydanların olmaması, agoraların yerine AVM'lerin geçmesi. Yapısı gereği sosyal ve gelişmiş hayvanlar olan insanları alıp bir mağarada tutmak ve objeyi sujeden daha değerli kılmak çarkın başındaki, yerini koruyabilsin diyedir. Bu yüzden modern insan ''dinginlik'' diye bir mağaraya ve yabancılaşmaya bırakılır. Kafka'nın Joseph K.'si gibi hayatımızı oluşturmak ve varolma savaşı için başkalarından izin almayı ya da onay almayı beklersek son nefesimizi verirken elimizde sadece keşkeler olur. Bu kadar büyük bir suçu işlemek göze alınabiliyorsa sorun yoktur. Fakat birisinin böyle bir suçu işlemeyi göze alması pek de akla sığmıyor. Modern insanın istediği dinginlik sadece bir sanıdır. Zira varoluşuna aykırı olan bireysellik dinginlik değildir. Modern insan ötekiyle beraber dinginliği bulmayı hatırlamalı ve çarkın değersiz bir dişlisi değil de çarkın başındakini yok edebilecek potansiyele sahip bir varlık olduğunu görmelidir. Meşe palamudu olmadığı halde bu dayatmayı gerçeklik olarak kabul etmemeli gül fidanı olduğunu fark etmeli ve gül fidanı olarak yaşamayı seçmelidir. Bu dediklerimden yola çıkarak estetik bir biçimde ona yaptırılan hareketleri yapan bir kukla olmak mı yoksa ayaklarımız yere basmadan süzülerek, kaybolarak ve tüm çıplaklığımızla yeniden varolmak mı? Unutmayın ki Sokrates gününün demokrasi oyununa sağır kalmayı değil bir at sineği olarak ölmeyi seçti. Dinlerin ortak inancına göre sırf özgürlük için düşmeyi göze alan Adem ve Havva eyleme geçti. Bu durumda bizlerin eylemsizliği seçmemiz ironik değil mi? Bu iki sorunun cevabını her insanın kendi yolculuğunda bulması gerekir. Herkes değersiz bir dişli değil de at sineği olmayı seçebilir. Dinginlik ise ancak kişinin gül fidanı ya da at sineği olmayı seçip ötekine de bunu göstermesiyle elde edilebilir. Kısacası yalnızlaştırılıp sarılmaya itildiğimiz peluş ayılara sarılmak değil ötekine sarılmak dinginlik sağlar.

Hiç yorum yok: