"Toplumdan
mutlak olarak kopmuş birey her zaman bir yanılsamaydı. Bağımsızlık, özgürlük tutkusu,
halden anlamak ve adalet duygusu gibi en beğendiğimiz insani özellikler
bireysel olduğu kadar toplumsal özelliklerdir. Gelişmiş birey, gelişmiş bir
toplumun ürünüdür. Bireyin kurtuluşu, toplumdan kurtuluş değil, toplumun
atomlaşmadan kurtuluşudur – doruk noktasına kollektifleşme ve kitle kültürü
dönemlerinde çıkabilen bir atomlaşma."
Max Horkheimer , Akıl Tutulması, Metis Yay. S.150
TEŞEKKÜR
EDERİM
Daha beş yaşındaydım. Kendi çocuk aklımca hayal dünyamı yaratmıştım. Orada para
yoktu, nasıl olabilirdi ki. Bir çocuk, daha sınıfsal farklılıkları özümsememiş,
parayı sadece bir kağıt parçası görür. Ben de işte, "Teşekkür
ederim." tümcesinin para yerine geçtiği bir dünya yaratmıştım. Sonra
büyüdüm, önce bunun yazılı olmasına karar verdim, sonra ne kadar teşekkür
alırsa bir insan, o kadar teşekkür verebilmeli, dedim. Yavaş yavaş, gözlerimin
önünde paraya dönüştü. Ondan beridir ütopyaları sevmem pek. Bana en masum
hayalin nasıl kirletilebildiğini hatırlatırlar.
Ütopya nedir, umuttur. Daha iyisine olan özlemdir. Sosyalist bir düzenekte,
eşitliği benimsemiş toplumlar, bireyselliğe, özgürlüğe özlem duyarlar. Liberal
bir düzenekte, "serbest piyasa ekonomisinin" hüküm sürdüğü ekonomik
bir sistem eşitliğe özlem duyar. Her şekilde, sistem, yeterli değildir. Bu
yüzden ütopyaya ihtiyaç duyarız.
Benim beş yaşında oluşturduğum, o ilkel ütopya, suratıma tebessüm koymaktan çok
daha fazlasını yapmıştı. O dönüşümün sebebini şu anda bakınca gayet net bir
şekilde anlıyorum: Ben başka bir dünya bilmedim. Her gün acı haberlerle
donatılmış, karamsar dünyanın realist çocuklarıyız biz. O ütopya, kim bilir,
belki bir gün, farklı bir uzamda, ulaşılabilir. "Belki" biz
yıldızların sanayi dumanının ardına saklandığı bir dünyaya gelmeseydik, kim
bilir nice umutlarımız olurdu.
Ama biz "buradayız". "Şu andayız". Hayale gerek yok. Ne
demiş Blaise Pascal, "Hayal gücü güzelliği, adaleti, mutluluğu
yaratır." Ama Pascal, bunu, pek de olumlu bir biçimde söylememiş.
Neticede, bizler bu tinsel mefhumlara özlem duyarak, idealizm ve hayal
kırıklığıyla örülü bir hayata mahkum oluruz.
"Burada". “Burada olmak”, Oruç Aruoba’ya göre çok önemli bir bilinç
akışının göstergesidir. “Buradayım,” diyen bir kişi sadece kendi uzamını değil,
bir başka, aynı uzamda bulunan birisine sesleniyor demektir. Sadece kendisi
hakkında değil, bir başkası hakkında da uzamsal yargı bildiriyor demektir. O
iki özne aynı yerde beraber “var olmaktadırlar.” İmgelerle açıklık getirmek
gerekirse, “insanlar buradadır,” demek hem kendimin hem de “insanların” aynı
gizemli uzamı paylaştığını söylemekle aynıdır. Ancak "orada olan",
benim olmadığım yerde olan kişidir. Benden uzamsal olarak farklı yerde olandır.
“Burayı” incelerken uzamsal bağlamda değil, toplulukların genel olarak
benimsedikleri ideoloji olarak irdeleyeceğim. “Orası” da kimi düşünürlerin
ütopyası, buradan farklı olan olacaktır. Mesela Thomas More'un
"Utopia" kitabı bizim için "orasıdır". Sosyalist
ütopyaların maruz kaldığı en büyük eleştiri, "aynılaşmadır". Bireyin
ve insanın önemini kaybetmesidir.
Michel Foucault'nın “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok
demektir.” sözündeki “orada” kelimesinden Foucault, dilbilimsel olarak
incelendiğinde kendisini “orada olmayan” olarak tanımladığını, yani herkesin
birbiriyle aynı olduğu yerde olmadığını belirttiğini anlarız. Ve yine bu söz
aslında birazcık da bu ütopyalara bir eleştiridir. Ancak aynı zamanda
"buraya" da bir eleştiridir.
"The Third Wave" kitabıyla, "Forbes" gibi dünyaca ünlü bir
ekonomi dergisinden ayrılır, kapitalizm eleştirisi yapmaya başlar. (Sizce de
modern bir Siddharta efsanesi değil midir?) Tarihi üçe ayırır: avcı-toplayıcı
toplum, Sanayi Devrimi toplumu ve sanayi sonrası toplumdur.
Sanayi Devrimi toplum, hızlıca vuran teknolojik gelişmeyle, yeni üstünkörü bir
sistem benimsemiş, kapitalizmin tarihsel olarak bakıldığında, başlangıcını
oluşturmuştur. Merkantalizmden geçişe ön ayak olan, teknolojidir, seri üretim
olanağıdır. Zaten eşitsizlik kokan bir toplum aslında liberalizmin vaat ettiği
özgürlüğe sahip olamaz. Kemikleşmiş bir sınıflaşma dünyaya hakimdir. Bu yüzden
her ne kadar kapitalizmin gerekleri yerine getirilse de, liberalizm, tam
anlamıyla başarılamamıştır. Haklar, özgürlük gibi insancıl mefhumların altını
doldurduğu liberalizm, lekelenmiş, şimdiki “ütopya” türü yazarları tarafından suçlu
tutulmuştur, zira “serbest piyasa ekonomisi” onun eseridir. (Oysa ne büyük bir
umuttu, liberalizm. Çiftçiye, zanaatkara. “Ütopya” idi onlar için. Soylulara
yetişebilmek için şanstı. Çocuklarına biraz daha yemek verebilmek için şanstı.
Eşit olmak için şanstı.) Ancak fırsat özgürlüğünden bahsedilebilinmesi için
herkesin aynı noktadan başlaması gerekirdi.
“İnsan pazarlık yapan hayvandır,” demiş Adam Smith. İnsanın doğasına dair
sosyalizmden çok daha gerçekçi bir bakış açısı sergilemiş, onların çıkarlarına
sahip çıkacağını bilerek, ve kollektivizmi de reddetmeyerek, bu ortak çıkarın
herkese fayda sağlayacağına kanaat getirmiştir.
Liberalizm, sadece bireye verdiği değerden yola çıkarak, Mary Wollstonecraft’ın
“Kadın Haklarının Savunulması” isimli eseriyle dünyada sansasyon yaratmıştır.
Bu sansasyon bile aslında kendi başına insanalrın daha hazır olmadığının
göstergesidir. Onlar, büyük düşünürler bile, daha “öteki” ile eşit olmaya hazır
değildir. O yüzden, liberalizm baştan lanetlenmiştir, devlet fırsat özgürlüğünü
herkese açamamış/açmamış (devleti oluşturan da toplum değil midir aslında),
eskinin çiftçisini, zanatkarını proletarya yapmış, bazı şanslı olan tüccarlar
ise kendilerini kurtarmıştır. Bu insanlar iş gücüne olan ihtiyacı kapamak için
kullanılmış, gelişen teknolojideki hamsterlara dönmüşlerdir.
Kapitalizmin, liberalizme ters düşmesi ilk olarak seri üretimle başlar. İnsan
“birey” değil, adeta paslanmış robot olmuşlardır. Bir renk işçi kıyafetleri ve
tek tip evleriyle ne özgürlükleri vardır, ne farklılıkları, bir “zincirleri”
vardır ama ondan kurtulmaya bile cesaret edemezler. “Kendileri” için değil, üst
sınıf için varlardır –ki bu da aslında başlı başına liberalizme tekmedir.
Liberalizm, her ütopyanın düştüğü duruma düşmüştür, yozlaşmış, yanlış anlaşılmıştır.
Bu dönemde herkes aynıdır, ama eşit değildir. Beyaz yakalılar, beyaz giyse bile
onlar da nihayetinde “yakalılardır” (boyunbağı diye boşuna söylenmemiş)-
kapitalizmin önlerine serdiği boş metalarla gözleri boyanmış, fark
etmemişlerdir, sadece.
Sanayi sonrası dönem daha renklidir. Ama mor renk moda olunca, her birimiz
morun peşinden koşarız. “Vizon”, “mint yeşili” herkes tarafından takıp
takıştırılınca bizler de aynı yolu izleriz. Aslında yaptığımız her şey “özel”
olduğumuzu kabul ettirmektir (belki bu sayede yaşamamızı anlamlandırmak
isteriz). Herkes gibi olarak, özel olmak, egomuz sağolsun, diyelim. Eğer
herkesin istediği, olmaya çalıştığı gibi olursak, özenilirsek, başarıya
ulaşırız diye düşünürüz. Bu da başlı başına insanın kendini metalaştırmasıdır.
Sıfır beden olarak kabul görmek, bir yandan da özel olmak, “bulunamaz hint
kumaşı” olmak isteriz.
Hatta o kadar ki, sosyalizmi bile “marjinalleşme” çabası uğruna kullanırız
–sonuçta pragmatik çocuklarız biz. Frankfurt Okulu araya girip sosyalizmi
kurtarmak, özüne döndürmek ister. Sosyalizmin, kollektif dokusunu yeniden
örerek, insanları bir araya getirmeye çalışır. İroniktir, artık sosyalist
olanlar yanlarına bir işçi otursa burun kıvırır, bir sonraki kitabıyla
ünlenmeye çalışır. İdeoloji, kendini tüketmiş, oturduğu yerde tozlanmıştır,
kimilerine göre artık rafa kaldırılma zamanı gelmiştir.
Yani bizler farklı olma sanrısı içinde kendini metalaştıran, her şeyi bu uğurda
bir araç olarak gören tek tip robotlarız. “Burada” kimse yok. Çünkü hepimiz,
rüyalarımızın içinde kaybolmuşuz. Özel olmayı düşleyenlerin rüyalarında
kaybolmuş ruhlar kol gezer.
“Vahşi kapitalizmi” biraz olsun ehlileştiren –her ideoloji gibi bir süre sonra
metalaşmış- Varoluşçuluk, insana iplerini geri verir. Ve der ki, bu ipler artık
sende. Sen bir bireysin, diğer bireylere yardım et. “Varoluşçuluk,
insancıllıktır,” der Sartre, bu yüzden der. Aslında Varoluşçuluk, “Kollektivist
Anarşizm” gibi taban tabana zıt iki görüşü bağdaştırmıştır. Aristoteles de
böyle öğretmemiş miydi? Orta yol, en doğru yoldur.
“Kollektivist Anarşizm”, bireyin emeğine sosyalizmden daha saygılı,
kapitalizmden daha az vahşidir. Devlet yoktur. Otorite yoktur. Sadece
yardımlaşma vardır. Hegel’in ve Heraklitos’un “tez+antitez= sentez” dediği,
biraz “orta yolculuğu” andıran teorisinin yürüyen kanıtıdır Kolektivist
Anarşizm. Hegel tarihi sınıflandırırken üçe ayırır, her ideoloji için tarih ilk
bir tarafı fanatik bir biçimde savunur, sonra diğerini aynı derecede fanatik
bir biçimde, sonunda da bunları birleştirir. Sonuçta tarih tepkiden doğar.
Belki de, eğer sosyalizmin ve liberalizmin başarıldığı kanaatine varırsak,
tarihin son vaktinin liberalizmin ve sosyalizmin harmanlanarak oluşturduğu,
“Kollektivist Anarşizmin” bir sonraki adım olduğunu iddaa edebiliriz. Eğer ki,
sizce de iki ideolojinin de tam anlamıyla başarılamadığını düşünüyorsanız:
Belki de bu da Nietzsche’nin çemberinin bir parçasıdır, sonunda her ideoloji
kağıtta olduğu gibi başarılacak ve herbiri birinden iyi sonuç verecektir.
Üstinsan oluşacak, kendini yönetmeyi başaracaktır, anarşizm de zaten kendini
yönetebilmeyi başlangıç noktası alır. Bu da tarihin son noktası olduğunu
göstermez mi?
John Nash’ın “Oyun Kuramı” (The Game Theory) ona Nobel kazandırmaktan daha
büyük bir işlev gördü, kollektif toplumun işe yarayabileceğini gösterdi. Toplum
için iyi olan benim için de iyidir, toplumun refahı yükseldiğinde benimki de
yükselir. Bu hem içinde kollektivizm olan tüm ideolojilere destek olurken,
aslında yine pragmatik bakış açısıyla, “bireyselliği”, insanın kendi için
düşünmesini ön plana çıkardı. Yine de insan özünde iyidir, demekten daha somut
ve gerçekçi bir başlangıç noktasıydı.
Stefan Zweig’in intihar mektubu niteliğindeki kitabı “Satranç”, “çünkü bir
insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur, işte
böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi,
dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan maketini kurarlar.” sözü ile dikkat
çeker. Totaliteryen rejimin ötekiyi yarattığı dünyada, herkes birbirinden
kopmuş, kollektivizme karşı gelmiştir. Ötekiyi yarattıklarında şiddeti
yaratırlar. Zihinlerinde gerçekten bağımsız, kendi görüşlerini yücelten,
şiddetle bezeli bir dünya kurarlar. Onlar “burada” değillerdir, hatta “orada”
bile değillerdir. Uzamlarını kaybetmiş, sonsuzlukta uçuyorlardır. Günümüz
insanı da bu tehlikeyle karşı karşıyadır. Zira onlar da kendi dünyalarını
kurmuşlardır, güçlü oldukları dünyalarını.
Karınca gibi, anında ezilebilecek ufak, sadece iktidara hizmet eden
–sorgulamayan insan, devletin ideolojik bir aygıtı olmaktan öteye geçemez-
nesne haline gelir. Güçsüzleşir, içi boş bir kavrama dönüşürüz. Hayvanlar,
liderlerini seçerlerken fiziksel kuvvete bakarlar. Günümüzde insanlar için güç,
saydamdır. Banka hesabındaki görünmez bir rakamdır. Bu şekilde mi karar veilmeli
lider? Zengin olan mı en iyi yönetir? Belki de bunu onaylamamızın en büyük
sebebi parayı güç için yeteri kadar meşru bir araç olarak görmememiz. Nasıl
görebiliriz ki, zaten, bu kadar soyut bir varlık, ahlaksızlık ve adaletsizlikle
elde edilebilen bir güce nasıl saygı duyabiliriz? Zaten otoritenin varlığına
savaşlarla ihtiyaç duyduk, diğer her sürüyle dolaşan canlı gibi. Ancak, kendini
koruma veya saldırma gibi ilkel düşüncelerin yeri olmamalı bizde zaten.
“Bilinçli” bir varlığız, keşke bilincimizi eğitebilmeyi de öğrensek, öğrenmeyi
sevsek.
Aslında kendi dünyamızı yaratmadan önce kendimizi, dünyamızı tanısak... Cemal
Süreya’nın “her şeyin fazlası zarar derler/fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
dizeleriyle özetlediği Cansever, “Başkalarının aklıyla yaşayanlar kendi
kalplerine yabancılaşır,” demiştir. Bizler, hizmet ettiğimiz “güçlünün” bize
seçtiği yaşantıyı yaşar, “amor fati” mottosuyla boyun eğeriz. Biz kendi
aklımızı oluşturacak kadar çok yaşamadık, nefes aldığımız zaman diliminden
değil bahsettiğim, deneyimlemek.
“Dilimin sınırları, dünyamın sınırları.” Wittgenstein kadar dile önem vermesem
de toplumların kültürünün canlı bir aynası olan dilleri öğrenerek dünyamızı
genişletebilmeliyiz. “İnsanı” tanımayan filozof olamaz, felsefe insan için var
ise, filozof, her çeşit insanı bilmeli, tanımalı ve önem vermelidir. “Aslında
öteki, öteki olmasa iyi insan,” demeden ötekiyle arasındaki bariyeri
kaldırmalıdır. Ancak o şekilde kollektif bir toplumdan söz edilebilir.
Burada belki de biraz sanat da devreye giriyor. Sanat nedir? Vicdandır. Hegel,
sanatı bu yönüyle alkışlamış, önemsemiş, insanları bu yüzden sanata teşvik
etmiştir. Ancak günümüzde, modern sanat, insanları ayrıştırmak için kullanılan
bir meta haline gelmiş, belki de Baudrillard’ın insana atfettiği “simülasyon”
tezinin gerektirmesi olarak da işlevini yitirmiştir. Dünya, büyük bir
televizyon ve bizler sadece izliyoruz, sanatı bile izliyoruz. Bu yüzden sanatın
özüne dönmesine, bizi içten sarsmasına ihtiyacımız var. Yumurta içten kırılır.
Yine bir kapitalizm eleştirisi dediniz belki de. Olsun, felsefe bu yüzden yok
mu? Ütopya bu yüzden yok mu? Şimdiyi topa tutmak için. Bir sürü siyasi ideoloji
yukarıda tartışıldı, belki hiçbiri cevap değildir. Olsun, insan değiştiği
sürece var. Zaten yukarıda da ütopyanın aslında eleştiri olduğunu söylemiştik.
Ütopya, süreçtir, sonuç değil. İktidar, ütopya olamaz. Çünkü her ideoloji biraz
eksiktir, havada kalır. Önemli olan değişimdir. Savaşmaktır. Birlikte
savaşmaktır. Birlikte olsak aslında, belki savaşmamıza bile gerek kalmayacaktır.
Bırakın, aynılıklarımız bizi birbirimize yapıştırsın, farklılıklarımız
dünyamızı geliştirsin. Hiçbir yere "orası" demezsek, her yer
"burası" olur. Bizim dünyamız olsun. Tek amacım, bu yazıyı okuduktan
sonra, bir daha "Susturun çocukları, ağlamasınlar. Televizyonu
duyamıyorum," dememeniz.