11 Haziran 2018 Pazartesi

Gülce Bilgin / ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Lisesi/Ankara/ DüşünYaz 5 Türkiye 4.sü



Düşünyaz 5, Final Yazısı
"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

Flamma Fumo Est Proxima

''İsteme, ilkelere göre eylemde bulunma yetisidir.'' der Kant. 'Akıl' kaynaklı olan istenç kavramı, insana mahsus olup insanoğlunun ilk çağlardan beri yaptığı tüm üretimlere ve yaratımlara ışık tutar. İnsan, isteyen, daha doğrusu 'isteyebilen' bir varlık olarak kozmostaki tüm canlılardan ayrılan bir yere sahip olur bu sayede. Bunun sonucunda doğanın saf ve el değmemiş halini alıp bir 'dünya' yaratma yeteneği kazanır. Lakin insan, yaratımlarını 'iradeyle' ya da Fernando Savater'in tanımıyla 'karar verebilip karar verdiğinin bilincinde olmak' anlamındaki 'özgürlük' kavramı ile var eder. Çünkü Hume'un da dediği gibi ''Özgürlük istençle başlar''. İsteyebilen insan, bilinçlenip ayaklanarak var edebileceği bir dünyayı sorgulamaya başlar. Sonlu insanın sonsuz aklıyla içine düştüğü bomboş bir dünya nasıl kurulabilir ki?

Dünyanın ne olduğu ve nasıl kurulabileceği konusunda Heidegger'in fikirlerine göz attığımızda 'earth' ve 'world' adındaki iki kavrama rastlarız. Earth, insanın dokunmadığı, yontulmamış, kendi varlığıyla bulunan cılız dünyadır. World ise insanın akıl ve yaratıcılık güdüsü ile iç betimlemelerini somutlaştırarak yarattığı gerçek ve güzel olan dünyadır. İşte bunun sonucunda Heidegger'in tabiriyle insan 'dünyayı dünyalar'. Bu eylem ancak insana tabiidir çünkü özgür olan insandır.

''Sapare Aude!'' diyen Kant, kendi aklıyla düşünebilen insanın sorumluluklarını, düzeni, ve ahlaksal olanı kavrayabileceğini belirtmiş, aklıyla ahlak yasalarını kavrayan insanlığın evrensel bir birlikteliğe adım atabileceğine değinmiştir. Bu bilince sahip bir varlık elbet dünyayı da bilmek(kurmak) isteyecektir. Fakat gerçek dünyaya bir göz attığımızda bilmek isteyen birçoğunun elinden kurma yetisinin alındığını(çalındığını) görürüz. Çünkü unuttuğumuz bir nokta vardır: İnsan Vahşidir.

Hikayenin en başına dönelim. Peter Watson, 'Fikirler Tarihi' isimli kitabında ilk insanların yaşadığı Serengeti Ovası'nda yaptığı incelemeler sonucu ilkel insanın sadece hayvan leşi yiyerek beslendiği çıkarımına ulaşır. Daha en başından vahşi doğada bu denli aktif olan bir canlı grubunun 'id'lerinin baskın olması bu noktada kaçınılmaz olacaktır. Topluluk olarak yaşayışı benimsedikten sonra da insanlık Hobbes'un tabiriye 'doğal durum'da yine vahşi, saldırgan, savaşa yatkın ve temel dürtülerini doyurma odaklı olacaktır. Böyle bir kaosun içinde bilinmek istenen dünyayı kurmak sonsuz bir bataklığa sürüklenmeye benzeyecektir. Birlikte yaşayıp kendini var etmek isteyen insanlığın da bu durumda aklına 'devlet' fikri gelecektir...

Buraya kadar her şey normal. İnsanlık bir yerde ortak noktada buluştu. Devleti, düzeni kurdu(kurduğunu sandı). Peki sonra ne oldu da devlet Leviathan'a dönüştü? Nasıl oldu da dünyayı bilip kendini gerçekleştirme yolunda nehirde kürek çeken insanlık bir uçurumun ucuna geldi?

İnsan, güç istencini bastıramayınca çıkar odaklı ezici toplumlar oluştu. Marx, devletin kökeninde yatan faktörün sınıf mücadelesi olduğunu belirtir. Tarihsel süreci incelediğimizde birçok toplumda bu durumun örneklerine rastlayabiliriz. Faşizanlık ve benzeri unsurlar sebebiyle meydana gelen totaliter rejimler amaçları mantık çerçevesinde irdelemeksizin araçlara odaklandığı, Horkheimer'ın tabiriyle 'öznel akıl'ı hakim kıldığı için kişisel çıkarlar toplumun üstünde tutulmaya başlanmış, 'özgürlük' tümüyle yok sayılmıştır. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin baş yardımcılarının ''ırkçılık,milliyetçilik ve emperyalizm'' olduğundan bahseder. Kavramları teker teker incelediğimizde birçok örneğe rastlayabiliriz.

Irkçılık ve Milliyetçilik, kindar birlikteliklerini katliamlarla taçlandırmışlardır. Irkından, renginden, dininden dolayı insanlar gaz odalarına, toplama kamplarına hapsedilmiş; 1994 yılında dış güçlerin kışkırtmaları sonucu Rwanda'daki Hutular ve Tutsiler arasında etnosantrik bir savaş başlamış, ezici gruplar sırf kökenleri sebebiyle komşularını dahi insansızlaştırmıştır.

Emperyalizm, insanı dahi 'şeyleştirmiş', kapitalist düzen kişilere 'sen ekonomik sermayenle varsın' düşüncesini empoze etmiş, doğa anayı dahi satılığa çıkarıp insanın değerini 'Tüketiyorum Öyleyse Varım'a indirgemiştir. Postmodern düzende ekonomik sınıflar arası tabakalaşma aşırı barizleşmiş, bunun sonucunda Olin Wright'ın tabiriyle sınıflar arası 'cam tavanlar' oluşmuştur. Alt sınıf üst sınıfın ayakları altındaki camı görebilmiş, ama oraya geçmeye çalıştığı an kafasını vurup ezici gerçekliğin içine düşmüştür. Kapitalizmin hünerleri bunlarla da sınırlı kalmamıştır, sermaye oluşturup gelirine gelir katmak isteyen ekonomik otoriteler kültürü dahi sömürmüşlerdir. Adorno'nun tabiriyle kültürel varlıklar kar dürtüsüyle standartize mallara dönüştürülmüş, köylünün çay toplarken zorlanmamak için giydiği şalvar bile bir moda ikonu haline getirilmiştir.

Baskıcı otoritelerin aktiviteleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. İktidar bir kere dünya kurmayı yasaklayınca kendi evrenini yaratarak tüm sistemi ele geçirmiştir. Durum sonuçta Foucault'un dediği gibi ''İktidar her yerdedir''e varmıştır. Devlet ideolojik aygıtlarıyla manipülasyon ve beyin yıkama tekniklerini layıkıyla uygulamış, Jeremy Bentham'ın 'panoptikon' olarak tabir ettiği gözetleme sistemini modern dünyaya adapte ederek evlerimize, iş yerlerimize, özel hayatlarımıza bir kamera kadar uzakta olmuştur. Ek olarak gerçeğimizi ele geçirmekle yetinmeyip medyaya, televizyona, sinemaya da dalarak Baudrillard'ın tabiriyle gerçekliği kendi ideolojisinin kalıbına oturttuğu bir hiper gerçeklikle yeniden sunmuştur iktidar. ''Çağımızdaki temel hastalığın adı: gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi denilen şeydir.'' der Baudrillard. Kitleleri bu denli yapay bir kurmacanın içine atan tekil sistemler sonuçta distopyaları gerçek kılmıştır. Peki eksik olan şey nedir? Dünyayı bilmek isteyenlerin elinde alınan özgürlük ve onu kurma yetisi nasıl geri verilebilir?

Bozuk sistemde eksik olan şey: Adalettir. Hak edene hakkı verilirse, adalet dağıtıcı ve düzeltici rolünü üstlenip bilgi ve erdem kaynaklı olursa ve evrensel ahlaka dayandırılırsa insan kendini gerçekleştirme yolunda refaha erişebilecektir. Dünyayı bilmek isterken halihazırda kurulmuş olup onu doğuştan 'ezik' olarak nitelendiren bir dünyada insan, Kant'ın ''İnsan kendi kendinden ne yapar?'' sorusuna yanıt bulamayacaktır.

Oysaki insan akıllıdır. Earth'ü yontup World'ü var edebilecek kadar, dünyayı dünyalayacak kadar akıllıdır. İstencini aktif kılabildiği sürece; yani 'özgür', 'hür' ve 'adil' olduğu sürece dünyayı başlatacak o ateşi yakabilecektir. ''Akıl'' ateştir, hareketi başlatır. Çıkacak dumanın rengini yani insanın kurduğu dünyayı belirleyecek olan şey ise ''özgürlük''tür...

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

“Bence korkusuz olmak başka, cesaretli olmak başkadır. Cesaret, ihtiyatlılık, pek az kimsede bulunan şeylerdir; düşüncesizce atılganlık, cüret, ihtiyatsızlıktan gelen korkusuzluk ise, erkekler gibi kadınlarda da, çocuklarla, hayvanlarda da, yani hemen herkeste bulunabilir. Bunun içindir ki insanların çoğu ile birlikte senin de cesaret dediğin işlere ben ancak düşüncesizce atılganlık derim.” Platon, Lakhes

Dimidium Facti Qui Coepit Habet
İnsanı insan yapan şey nedir? Şüphesiz ki insanın akli bir varlık olması bu soruya verilebilecek öncelikli yanıttır. Her şeyin en başında, insanın da tıpkı hayvanlar gibi yalnızca hayatını ikame ettirmek için gerekli olan avlanma ve barınak bulma gibi yetilerini kullandığı dönemde, Hobbes'un tabiriyle "doğal durum"da, korkusuzluğun hem insan hem de hayvan için ortak olduğunu görürüz. Burada "korkusuzluk" olarak tanımlayabileceğimiz kavram ihtiyaç uğruna aşırı olarak nitelendirebileceğimiz davranışlarda bulunmaktır. İnsanın ilkel durumda vahşi ve saldırgan bir hayvan olduğunu düşünecek olursak, bu durumda salt biçimde bulunduğunu söyleyebileceğimiz korkusuzluk kavramı, akli olmak zorunda olmamakla beraber çoğu zaman düşünmeden, içgüdüsel olarak yapılan davranışların kaynağıdır. İşte bu noktadan sonra insanın aklını kullanmaya başlaması ile, yani doğayı yontmaya başlayıp yeni bir düzene geçişi sağlaması ile cesaretin tohumları atılır. En basitinden ateşi bulmak belki de insanın devrim niteliğindeki ilk adımıdır. Çiğ et tüketmeyi bırakmak, tarımla uğraşmak, yerleşik hayata geçmek ve dolayısıyla da toplumsallaşmak insanlığın gösterdiği ilk cesaret örneğidir. Çünkü "cesaret", W. Lippmann'ın da dediği gibi "bütün korkulara rağmen bilinmeyene adım atmaktır".

İnsanın toplumsallaşması, kurumsallaşması, örgütlenmesi, şehirler kurması yani hayvanlarla paylaştığı birçok ortak noktasını ortadan kaldırması, onu kendi aklıyla düşünme cesaretini gösteren bir varlık haline getirmiştir. Fakat bu durum hep böyle devam edememiştir. İnsanın aklını kullanabilme yetisi beraberinde toplumsallaşmanın getirdiği olumsuzlukları doğurmuştur. Tarım toplumuna geçiş ile Marx'ın tabiriyle "artı ürün"ün ortaya çıkması, ticaretin başlaması ve dolayısıyla da insanın belirli otoriteler tarafından köleleştirilmeye başlaması insanın aklını kullanma yetisinin elinden alınmasına sebep olmuş, dolayısıyla da cesaret kavramının anlamını yitirmeye başlamasına yol açmıştır. Bu durumun örneklerini tarihsel süreçte siyasal ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde gözlemleyebiliriz.

"Cesaret" kavramının yeri siyasal anlamda çoğu zaman korkusuzlukla doldurulmaya çalışılmıştır. Fakat aradaki apaçık fark şudur ki cesur olan devrim yapar; korkusuz yalnızca konuşur. Sartre'ın dediği gibi özgürlüğe mahkum olan insan aklını kullandığı sürece tarihte birçok devrim gerçekleştirmiştir. Cesur insanlar Fransız Devrimini yapmış, Orta Çağ'da kilisenin baskısına karşı ayaklanmıştır. Korkusuzlar ise karşıt fikirleri susturmak adına cesurların canlarına kıymayı yeğlemiştir. Cesurları susturmanın yolları tükendikçe korkusuzlar teknolojinin gelişmesi ile birlikte birçok yeni yola başvurmuştur. Althusser'in tabiriyle Devletin (Korkusuzların) Baskı Aygıtları cesurları şiddetle susturmuş, Devletin İdeolojik Aygıtları ise medya ve basınla insanların beynini yıkamış, Baudrillard'ın "simülasyon" olarak tabir ettiği hiper gerçeklikle oluşturulan yapay dünyalar insanların gerçekliği unutmasına yol açmış, akıl köreltilmiş, dolayısıyla da "cesaret"in ışığı sönmeye başlamıştır. Öznel aklın hakim kılınmaya çalışıldığı yeni düzende teknoloji dünyaya egemen oldukça ekonomik otoriteler de insanın düşünme yetisini köreltmeye devam etmiştir.

Postmodern düzenin en saygın ve yüksek mertebeli üyesi Kapitalizm, insanı araçlaştırarak ona kendini özel hissettiriyormuş gibi gösterirken herkes adına söz sahibi olmuştur. Moda olanı, yani insanı "elit", "saygın", "özel" gibi statülere ulaştıranı tek elden düzenleyen kapitalist sistem doğaya dahi fiyat biçmiştir. Örneğin bungee jumping gibi bir ekstrem sporu moda yapan kapitalizm, doğanın sahipsiz dağlarına set çekip cebini doldurmuştur. Bu sporu yapan kişiye bir "cesaret madalyası" takıldığından herkesçe alkışlanılan şahıs aslında korkusuzluktan öteye gitmediğinin farkında değildir çünkü sistem onun zihnine çoktan uzaktan kumandalı bir kontrol cihazı takmıştır.

Teknolojinin bu denli egemen olduğu ve insanı kendine göre standartize edebildiği bir düzende bilim de es geçilmemelidir. Yine eskiye döndüğümüzde, bilimsel gelişimlerin filizlendiği dönemlerde cesurca yapılan keşif örnekleri türemeye başlamıştır. Lakin korkusuz sıfatlı korkak otoriteler bu cesur bilim insanlarını da baskılamayı bilmiştir. Örneğin bilinmeze adım atıp Dünya adına büyük keşifler gerçekleştiren "cesur" Galilei, onu vahşice idam edebilecek "korkusuz" otoriteler tarafından cezalandırılma evresine getirilmiştir. Buradaki asıl sorun "teknoloji varsa bilim de vardır" demenin doğru olmamasından kaynaklıdır. Günümüzde de birçok alanda araştırma geliştirme çalışmaları yürütülmekte fakat uygulamaya geçirilenler çok sınırlı kalmaktadır. Çünkü cesur olmak için insanın bir ufku olması gereklidir. Ufku olan insan da zihnini korkusuzların baskılarından arındıran, aklını kullanan insandır. Örneğin günümüzde Elon Musk'ın bir iş adamı olarak başlayıp uzay bilimlerine yönelik şirket kurması, Mars'a araç gönderebilecek teknolojik donanımın geliştirilmesine olanak sağlaması aslında aklın kullanıldığı sürece her şeyin mümkün olduğunu göstermektedir.

Öyleyse diyebiliriz ki toplumsallığın "korkusuzlukla" suistimali her ne kadar cesareti sınırlamaya çalışsa da, kendi aklı ile düşünme cesaretini gösteren, yani Horatius'un "Dimidium facti qui coepit habet" sözünü uygulayan insan var olduğu sürece cesaret de var olacaktır. Sorgulayan, araştıran, bilinmeze yolculuğa çıkmaktan korkmayan "cesur" insan her zaman korkusuz ile savaşacaktır. İnsan yalnızca cesur olmalıdır. Aristoteles'in de dediği gibi:
"Ne korkak ne de aşırı atılgan olmak, bunun yerine sadece cesur olmak"...

Düşünyaz 5, 1.adım Yazısı

“Bir kişinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir." Zygmunt Bauman
Özgürlük, hangi niteliklere bağlı olarak tanımını bulabilir? Özgürlük, tekilden uzakta çoğula yakın bir kavramsa beraberinde ahlaksal nitelikler de mi taşımalıdır?

'İyi' ve 'kötü' arasından iradeli bir şekilde seçim yapabilme yetisi olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük kavramı, birden fazla kişinin varlığına ihtiyaç duyar. Çünkü 'iyi' ve 'kötü', ahlaksal bir tanımlama sonucu oluşan kavramlardır ve ahlaksal olan, 'genellikle toplum tarafından geçerli sayılan norm ve davranışlar bütünü' olarak karşımıza çıkar. Bu durumda iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, kısacası hayattaki ve toplumdaki tüm kabulleri ahlaksal paradigmalar doğrultusunda uygulamaya geçiririz. 'Yaşamı insanca kılan şey, onu insan varlıkları arasında geçirmektir' der Fernando Savater. Bu durumu özgürlük bağlamında incelediğimizde, özgürlüğe tanım getiren ahlak kavramının insan topluluklarına ihtiyaç duymasından dolayı gerçekten de 'insanca yaşam' olmadan özgürlük kavramının oluşamayacağını görürüz.

Özgürlük kavramının ancak insanca yaşam ile var olabileceği sonucuna varsak da, konuya yaklaşabileceğimiz bir açı daha vardır. O da:
Her kavramın karşıtıyla var olduğudur.

Toplumsal yaşam özgürlük kavramını ortaya çıkarmış olsa da, Nazım Hikmet'in dediği gibi "Her özgürlüğün içinde bir tutsaklık vardır". Çünkü toplum ve devlet gibi kavramlar ortaya çıktıkça; otoriteler, kurumlar ve halklar arasında iyi-kötü çatışması yaşanmaya başlamıştır. Normalde, ahlaktaki amacın menfaat gütmeden, Kant'ın tabiriyle niyetten ibaret olması gerekirken; tarihsel süreçten günümüze uzanan zaman tünelinde niyet amacından sapmıştır. Normal şartlarda sadece ahlakın iyiliğe ve niyete bağlı bir gerekliliği olduğundan patronuna 'günaydın' demesi gereken çalışan, bugüne gelindiğinde zam veya prim talebiyle, yani çıkara ve faydacılığa bağlı bir hareketle patronuna selam vermektedir. Bu durum Horkheimer'ın tabiriyle amacı araçlaştırmaktır. Bu masum örnekten yola çıkıldığında durum çok vahim görünmese de, tarihsel süreçte bu araçlaştırmalar ciddi yıkımlara yol açmıştır.

'İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur' diyen Rousseau'nun haklılığını, toplumsal tabakalaşmanın başladığı yerde, yani Marx'ın tabiriyle 'Artı Ürün'ün ortaya çıktığı dönemde görmeye başlarız. Buğday gibi depolanması kolay ve dayanıklılığı güçlü olan ürünler, topluluklarda fazlalık yaratmaya başladığında ticaretin tohumları atılmıştır. Maddiyatın doğuşu, beraberinde insanı da bir 'mal' haline getirince her şey alınıp satılabilir hal almıştır. Köle-efendi diyalektiği bu şekilde doğunca kişi, toplumdaki rolünü göğüsleyerek 'birey' konumuna düşmüştür fakat bu birey, özgürlükten yoksun mekanik bir nesneden başka bir şey değildir. Özgürlüğün ilk sömürüsü bu şekilde başlarken, ilerleyen dönemlerde ahlak da sömürülmeye başlanmıştır.

Orta Çağ'da, Kilisenin iktidar konumuna gelmesi ve otoritenin Tanrı kavramına bağlanmasıyla halkın ahlaksal tanımları saptırılmış, dinleri olduğu için ahlakı reddeden kitleler ortaya çıkmış, ahlaksal olanı ve özgürlüğü elinde tutan kiliseye karşın hangi normlara uyacağını bilemeyen bir halk alacakaranlığa düşmüştür.

Modernizm dönemine gelindiğinde ise, ahlak ve özgürlük sömürüsü hız kesmeden eylemlerine devam etmiştir. Totaliter rejimler insanları dillerine, dinlerine, renklerine ve ırklarına göre kategorize ederek özgürlük kavramına bambaşka boyutlar getirmiştir. Arendt'in tabiriyle Totalitarizm'in baş yardımcıları olan 'Irkçılık,Milliyetçilik ve Emperyalizm' insanları gaz odalarına hapsetmiş, günde bir dolardan az ücrete çalıştırdığı işçilerin teriyle mâl ettiği ürünleri yüzlerce katı fiyatlara satıp ceplerini doldurmuş, kısacası ahlak ve özgürlük soykırımını layıkıyla yerine getirmiştir.

İnsanca yaşamın ve özgürlüğün katli yine bunlarla sınırlı kalmamıştır. Postmodern çağda herkese 'sen özelsin' diyen Kapilalist düzen, insanların eline ayriyeten bir 'nasıl özel olurum?' kataloğu koymuş, özel olmayanı dışlayarak herkesin özele maddiyatla sahip olmasını sağlamış, 'özel' olan 'herkes' de sıradanlaştığının farkına varmamıştır. Herkesi bulutların üstünde lüks bir yaşama davet eden kapitalizm, tabiat ananın ücretsiz dağlarına bile fiyat biçerek insanlığın olanı kendine mâl etmiştir. Ek olarak Postmodernizm 'Kültür Endüstrisi' kavramını ortaya çıkarmış, Adorno'nun tabiriyle "Kültürel varlıkları kâr dürtüsüyle standartize mallara dönüştürmüştür". Bir köylünün soğuktan korunmak için en kolay yoldan eliyle diktiği şalvarları fabrikasyon bir ürüne çevirerek yılın modası yapmıştır. Bu durumda insanlar ne yiyeceğini, ne içeceğini ve ne giyeceğini dahi seçemez duruma getirilmiş ve bu düzen renk seçebilme yetisini insanların ellerinde bırakarak ufak bir özgürlük simülasyonu yaratmıştır.

Sonuçta, özgürlük ahlaksal temelli olduğundan bir kitlenin varlığına dayanarak oluşmuştur fakat kitleler kavramı deştikçe yine insanca yaşamın bir parçası haline dönüşen tutsaklık kavramı filizlenmiştir. Maddiyat insanları sınıflara bölmüş, iktidarlar dini ve kültürü sömürmüş, kitlelerin varlığı olmadan adından dahi bahsedemeyeceğimiz özgürlük yine de kitledeki tekilin oyuncağı olmuştur. En sonunda durum Chuck Palahniuk'un dediği gibi "Ancak kaybedeceğin bir şey yoksa özgürsündür"e varmıştır...

Hiç yorum yok: