11 Haziran 2018 Pazartesi

Mert Cemri / Sainte Pulcherie Fransız Lisesi/ Istanbul


Düşünyaz 5, Final Yazısı

"Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" Immanuel Kant

İnsanoğlu, namı diğer Homo Sapiens, yakın memeli akrabalarından evrilerek kendi türünü diğer hayvanlardan gelişmiş olarak kabul edebileceğimiz zekasıyla ayrımasıyla birlikte, çevresini sorgulamaya başlamıştır. Medeniyet tarihinin başlangıcından beri insan çevresisini anlamaya ve öğrenmeye çalışmıştır. İçinde bulunduğu dünyayı bilebilmesi ya da bilmeye çalışabilmesi ve kendi türünü bilgi anlamında geliştirmeye çalışabilmesi zaten insanı en temelinden medeni kılan ögedir. Ancak içinde bulunduğumuz dünyayı ‘bilmek’ nedir? Çevremizi gerçekten bilebilir miyiz ki? Ve en önemlisi içinde bulunduğumuz gerçeklik, gerçek midir?
Fanus biçiminde bir akvaryumda yüzen bir balığın tanıklık ettiği gerçeklikle bizim tanıklık ettiğimi gerçeklik aynı mıdır? Rasyonalistlerin düşündüğü gibi a priori bilgiden ve çevrenin her birey tarafından eninde sonunda aynı şekilde anlaşılacağından bahsetmek ne kadar mümkündür? Küçük bir çocuğun edindiği dünya izlenimi ile yaşlı bir bilginin edindiği izlenim aynı mıdır ki? Deneyimler insanları geliştiren olduladır. Kant’ın önerdiği gibi, deney ve deneyim olmadan bir bilgiyi tam anlamıyla kavrayamak anlamsız bir durum olacaktır. Bir nesnenin varlığından bahsedebiliriz belki ancak onun var olduğunu tam anlamıyla bilmek için onu uzayzamanda deneyinlememiz gerekir. David Hume’a göre, düşünebildiğimiz saçma ve anlamsız her şeyin kaynağı yine deneydir. Çünkü deneyden bağımsız üretebileceğimiz hiçbir fikir yoktur. Deneyim ve deneyler de subjeler arasında çeşitlilik göstereceğinden ötürü özneldir. O halde karakterlerin tanıklık ettikleri çevreler de öznel çevrelerdir.
Eğer her canlı türünün hatta muhtemelen her ayrı bireyin tanıklık ettiği dünya farklı ise, ortak bir gerçeklikten söz edilebilir mi? Bu anlamda çevre nasıl sorgulanabilir ki? Sorgulansa bile nasıl tutarlı olunur genel bir gerçeklik yok ise? Bu bağlamda aslında genelgeçer bir gerçeklik arayışına girmek anlamsız veb boş bir uğraş olacaktır. Aramamız gereken gerçeklik durağan ve sade bir gerçelkik değil, model bazlı bir gerçeklik olmalıdır. İnsan medeniyetinin yetiştirdiği soruların açıklayabildiği yahut en azından anlamlandırabildiği, sorularla ve eğer bu sorular cevaplandırabilirse bu cevaplarla tutarlı bir gerçeklik.
Genelgeçer bir gerçeklikten söz edilemezse, her bireyde doğuştan varolan ve Sokrates’in insan zekasının çevresine dair gerçekleri aklında doğuştan buluundurduğu önermesinin geçersiz olduğunu görürüz. Çünkü insanların model bazlı gerçeklikleri aynı omayacağından bu gerçeklikleri açıklamak için kullandıkları bilgiler de ortak olamazdır. Bu sebepten ötürü, nedensellik ilkesinin de aslında düşüşünü görürüz. Belirli nedenlerin belirli sonuçlar doğurduğunu söyleyen nedensellik ilkesi, değişen gerçekliklerin getirmiş olduğu ‘neden’ olarak kabul edilebilecek olguların farklı bireylerin farklı algıladıkları gerçekliklerde farklı bir şekilde algılanacak ve yorumlanacaktır. Bu yüzden nedeselliğin öngördüğü gibi aynı nedenler her zaman aynı sonucu doğurmaz.
“Nedensellik ilkesi her olayın bir nedeni olduğunu, Evrendeki olayların birbirlerine birer neden ve eser olarak bağlı olduğunu düşünmemiz ve söylememizin temelinde olan ilkedir. Hume, bu ilkenin bize deney tarafından verilmiş olmadığını ortaya koyar...bundan çıkacak sonuç bütün bilimlerin ve hatta gündelik deneyimlerimizin temelinin pek sağlam olmadığıdır.”( Felsefeye Giriş, Ahmet Arslan) Bu bağlamda, nedensellik ilkesinden türeyen determinzmin de etkisiz kaldığını söylemek mümkündür. Nesnel bir gerçeklikten bahsedilemeyeceği gibi, nesnel yasalarla düzenlenen bir evrenden de bahsedilemez. Dünyayı bilmek konusunda da içinde bulundupumuz dünyadaki ahlak konusuna ve ahlak felsefesindeki insanın iradesinin ya da seçim hakknın olup olmadığı sorusuna epistemolojik anlamda yaklaşaçak olursak da, determinzimin etksiz kılındığı varsayılırsa insan iradesinin yok sayılması yanlış bir düşünce olacaktır. Çünkü genelgeçer bir gerçekliğin ve nesnel doğruların bilinemeyeceği düşünülürse, her insan kendi gerçekliğinde kendi ahlak yasasını ve kendi ahlaki doğrularını, kendi etik anlayışını oluşturur.
Öznel gerçekliğin kişiler üzerindeki etik anlayışındaki farklılıklara yol açtığını vermiş olmakla birlikte, yukarıda Hume’un “Düşünebildiğimiz saçma ve anlamsız her şeyin kaynağı yine deneydir. Çünkü deneyden bağımsız üretebileceğimiz hiçbir fikir yoktur.” düşüncesine dönmek gerekir. Kant, deneylerin düşünceleri şekillendirmesine katılmakla birlikte, deneyüstü idealizminde Hume’un kaçırdığı bir noktaya değinir. Genelgeçer bir gerçeklik anlayışından bahsedielemeyeceği gibi, bu gerçelkiği dikte eden a prioi doğrulardan da bahsedilemez. Ancak a priori önremler mevcuttur. Çünkü herhangi bir olguyu deneyimlemek için, o olguya dair öncül katkıların bulunması gerekir. Yani herhangi bir obje üstünde yargılama yapmadan önce bile bu yargılamayı yapmak için gereken temel konseptlere sahip olması gerekir. Kant’ın kategoriler tablosunda da oluşturduğu aslında budur. Ancak yine de bu a priori kategorileri dolduran deneylerdir ve bu deneyler yzaıda belitidiği üzere öznel gerçeklik sunar. O halde Hume’un ifadesinde deneyden bağımsız üretebileceğimiz fikir yoktur ifadesindeki fikir ifadesi, yargı ifadesiyle yer değiştirmelidir. Çünkü a priori kategorilerin deney ile doldurulup yorumlanması ile oluşan ifadelerdir, yargılar ve varılan sonuçlar.
Eğer kişinin dışında ve kişinin deneyiminden bağımsız olan objeler hakkında yargılamalar yapılamayacak olsaydı, kişinin bilincinden söz etmek de anlamsız olurdu. Kişinin bilinçli olabilmesi ve içinde bulunduğu dünyayı anlaması olguları, ancak onun kendi deneyimleri kendi zihinsel süreciyle birleştirmesiyle mümkün olabilir. Bu da, kişinin kendi gerçekliğini yaratmasıyladır. Genelgeçer ve nesnel bir gerçeklikten ve dolayısıyla böyle bir ahlak anlayışından da bahsedilemez. Bu sebepten ötürü, kişi kendi gerçekliğini yarattıktan sonra da, yukarıda verildiği üzere, kendi etik anlayışını oluşturur. "Dünyayı bilmek isteyen onu kurmak zorundadır, hem de kendi içinde" ifadesinde de bundan söz edilir. Kişinin çevresini gerek bilgi gerek de ahlak felsefesi açısından anlaması ancak kendi model bazlı gerçekliğini yaratarak mümkündür. Kişinin içinde kurduğu bu model bazlı gerçeklikteki model de, kişinin bizzat kendi deneyimleriyle a priori konseptler aracılığyla ulaşmış olduğu yargılar bütünüdür.

Düşünyaz 5, 2. Adım Yazısı

 “Bence korkusuz olmak başka, cesaretli olmak başkadır. Cesaret, ihtiyatlılık, pek az kimsede bulunan şeylerdir; düşüncesizce atılganlık, cüret, ihtiyatsızlıktan gelen korkusuzluk ise, erkekler gibi kadınlarda da, çocuklarla, hayvanlarda da, yani hemen herkeste bulunabilir. Bunun içindir ki insanların çoğu ile birlikte senin de cesaret dediğin işlere ben ancak düşüncesizce atılganlık derim.” Platon, Lakhes
İnsanlık tarihi boyuna, savaş ve mücadele hep birincil öncelikte sorunlar olmuştur. Birincil öncelikteki bu sorunlara karşı da insanların tavır ve tutumları her zaman o insanların toplum içerisindeki rolünü belirlemesinde önemli bir yer tutmasında etkili olmuştur. Bu bağlamda da, insanoğlu bu tarz savaşlara ve çeşitli mücadelelere karşı "korkusuz ve cesur" olmaya çalışmıştır. Ancak cesaret ve korkusuzluk aynı kavramlar mıdır? Korku duymayan herkes cesur mudur yoksa aslında ikisi de bambaşka vasıflar mıdır?
Aslında insanoğlu, namı diğer Homo Sapiens, sinir sistemlerinden ve içgüdüleri kontrol eden hormonlardan oluşan kompleks bir kontrol sisteminden ibarettir. Bu kontrol sisteminde ise, korku oldukça temel bir içgüdü olarak çıkar karşımıza, Çünkü korku aslında, insanın kendisini koruma mekanizmasıdır. Ancak birbirini yargılamayı seven ve kendi türüne karı hiç acıması olmayan insanlık, kimi insanları yukarıda birincil öncelikte diye nitelendirilen zamanlarda bu mekanizmasını bastırmasını sağlamıştır. Ancak korkuyu bastırmak mantıklı bir şey midir? Korkusuz insan ne kadar başarılı olabilir ki? Gerçi, içinde bulunduğumuz sistemin korkularımızı bastırdığını söylendiğinde, aslında bir husustan bahsetmeyi ihmal ettik. O da şudur ki, tarih boyunca bakıldığında, korkunun oldukça kolayca bir biçimde bastırılabileceğidir. Bunun içinse, insanın zihninin uyuşması yeterli olacaktır. Eğer aklını Tanrı fikriye dolduran ve ölümden sonraki yaşam fikriyle uyuşmuş bir insana dini inançları için "korkusuzca" başka birtakım olgularla savaşmasını isterseniz (ki aslında dini savaşların (gaza, haçlı seferleri vs.) temelinde yatan da budur.) bunu seve seve ve hiç çekinmeden yapacaklardır. İkinci dünya savaşında generallerine amfetamin içeren Hitler ve haşhaş alıp suikast yaptığı düşünülen Haşhaşiler pek güzel örnek teşkil edeceklerdir.
Peki ya cesaret nedir? "Korku bir tepkidir, cesaret ise bir karardır." diye cevaplamıştır Winston Churchill bu soruyu. Cesaret insanın kendi kendisine bilinçli bir şekilde yaptığı bir tercihtir. Cesur olmak belirli bir altyapı ve eğitim gerektirir. Çünkü cesaret, insanın çeşitli çatışmalar ve mücadeleler sırasında, normal koşullarda tedirginlik uyandırabilecek ve yapılırken tereddüt edilecek davranışarların, durumun düzeltilmesi pahasına yapılmasına karar verdiren iradedir. Cesaret bir özgüven sorunudur. Ancak eğitimli ve belirli bir bilgi birikimine sahip insanlar gerçek cesaret örneği gösterebilir. Çünkü cesur olma iradesini göstermek, koşulları iyi bir şeklide saptayıp değerlendirmeyi gerektirir.
Protogoras'ın son bölümünde, Protogoras Sokrates'e "Ne yaptığını bilen insan, ne yaptığını bilmeyen insana göre daha az korkar, benzer şekilde, yeni bilgiler kazanan insan o bilgileri kazandıktan sonra daha az korkmuş hisseder." Bu konuda korkusuz ve az korkmuş ifadeleri cesur ifadesiyle yer değiştirmelidir. Çünkü apaçık bir şekilde korkusuzluğun bilgi birikimiyle bir ilgisi yoktur. Kişinin hiç bilmediği konulara karşı korkusuz olması, alışılmadık bir durum değildir aslında. Buna okula ilk defa tereddütsüz bir biçimde giden bir çocuğun durumu verilebilir. Başka bir örnek de ölümden korkmadığını iddia eden insanlar üzerinden verilebilir. Tekrar etmek gerekirse, insanın kendisini savunma mekanizması olan korku duygusu kişinin bildiği veya bilmediği bir gerçeklik üzerinden sentezlenebilir. Kişinin neyden korkup korkmadığını bilmesi konu dışıdır. Örneğin bir asker, bir sonu belirsiz bir savaşa gitmekten sonunda öleceğini bildiği bir savaşa gitmekten korktuğundan daha az korkmaz. Hatta belirtmek gerekir ki, bir durumdan korkmayan insanların hangi durumdan korkmadıklarını bile bilmemesi az rastlanılacak bir durum değildir. "Bunun içindir ki insanların çoğu ile birlikte senin de cesaret dediğin işlere ben ancak düşüncesizce atılganlık derim." şeklinde bir ifadede bulunan Platon'un anlatmak istediği de budur. Cehaletten ya da toplumsal baskıdan dolayı ne yaptığını bilmeyen insanın korku duygusunu bastırması kolaydır. Yukarıda bahsedilen bir çocuğun ilk defa okula "korkusuzca" gitmesinin sebebi de muhtemelen, diğer arkadaşlarının da aynısını yapıyor ve ailesinden sunulan başka bir seçenek olmayan yoldur. Yine yukarıda verilen ölümden korkmayan insanlar örneğinde de, ya kişinin gerçekten yaşamak için bir nedeni kalmamıştır ya da genellikle karşılaşılacağı gibi bir takım dini ve ruhani öğretiler ile manevi dünyaya dair hiçbir somut bilgisi olmadan adeta uyuşturularak maddi dünyadan vazgeçmiştir.
Bir sorun esnasında, tüm koşulları göz önünde bulundurarak ne pahası olursa olsun doğru olanı düşünüleni yapma eylemidir cesaret. Oysa korkusuzluk, bu tarz sorunlar esnasında koşulları göz ardı ederek sorunun yarattığı sıkıntı durumundan kaçma isteğidir. Cesur insanların korkusuz olması bu yüzden bir zorunluluk değildir. Cesur insanlar, her ne kadar bilinçli hata deneyimli de olsa, kişi yaptıklarının sonuçlarından tereddüt edebilir hatta korkabilir. Ancak durumu kontrol altına alıp yine de durumun yarattığı sıkıntıları düzeltmek pahasına hareket ediyorsa bu, onun cesur olmasındandır. Benzer şekilde, korkusuz her insan da cesurdur diye bir zorunluluk da yoktur. Muhtemelen korktuğu durumun bile bilincinde olamayan insanın sergilediği tavırları kesin bir şekilde cesaretle ilişkilendirmek mümkün değildir. Korkusuz insanla ilgili bilinen tek bilgi, onların insanoğlunun en temel içgüdülerinden birinden yoksun olduğudur.
Cesaret kavramından bahsedilmesi için korku bir gerekliliktir. Cesaret, korkuyu tamamen kucaklayıp onunla yüzleşme isteğidir. Korkunun olmadığı bir sorunsalda cesur olunamaz. Yazıda bahsedilenlerden de korkunun insanın kendisini koruması için gerekli bir unsur olduğundan ve korku faktörünü kaldırmanın ancak insanın adeta uyuşturularak kör edilmesinden başka bir şey olmadığı çıkarılır. O halde bilinçli insan, gözlerini kapayarak duygularını, ki bu durumda korku, gizleyerek onlardan kaçan değil; içinde bulunduğu durumu iyice tahkik ederek duygularıyla yüzleşen insandır.
Düşünyaz 5, 1. Adım Yazısı
'Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini.” Manly Palmer Hal
Biyoloji biliminin Homo Sapiens olarak adlandırmayı tercih ettiği insanoğlu en ilkel canlılardan evirildiğinde oldukça büyük bir başarı göstererek beyin gücü ve zekasıyla kendisini diğer memelilerden ve tüm diğer canlılardan ayırabilmiştir. İnsanoğlu, bu zekâsı sayesinde pek çok ilerleme kaydedebilmiş ve kendisinde doğanın efendisi sayma hakkını bulmuştur. Bu ilerlemeler de çeşitli alanlarda gerçekleşmiş olsa da, diğer hayvanlarla insanın arasını açan en büyük fark, insanoğlunun kendisini ve çevresini ‘sorgulamasıdır’ ve bir cevap arayışı içinde olmasıdır- bu cevaplarla oluşturduğu bilgi bütününü sevip devam ettirmesi, felsefe yapmasıdır. Peki ya felsefe yapan insan, diğer hayvan türlerinden gerçekten de farklı mıdır ya da arada abartılması gereken bir fark var mıdır?
İnsanoğlunun yaptığı felsefede, kendi varoluş amacını sorgulaması oldukça önemli bir yer tutar. İnsanlık tarihi boyunca, insan neden var olduğunu merak etmiştir. Çünkü açıktır ki, her şeyin bir sebebi vardır ve en mükemmel canlı insanın da bir varoluş sebebi olmalıdır. Nitekim, "Neden varım?" ve "Nereden geldim?" sorularına tarih boyunca çeşitli yanıtlar üretilmiştir. Bu yanıtların şüphesiz en ilk ve en eski olanı, biz insanları bir tanrının ya da birkaç tanrıların yarattığı ve yaşamımızı da onların isteklerine göre sürdürmemiz gerektiğidir. Bu yanıta en eski dememizin sebebi de, doğası gereği tanrı kavramı, insanı ileriki ve daha derin düşüncelerden kurtarır ve kolay bir çıkış yolu sağlar felsefi problemlere. Çünkü varoluşu tanrıya bağlayan insan, tüm felsefe çeşitlerini tanrıya bağlayabilir ve hep anlamını kavrayamadığı sorunlara basitçe "Çünkü tanrı öyle uygun gördü." ifadesini kullanarak cevap verebilir. İnsanın bir ruhu olduğu anlayışı ise, tanrı anlayışından çok sonra geliştirilmiş bir düşünce biçimi olsa gerek ki, bu sefer ruh kavramı insanın vicdan, ahlak ve erdem gibi duygularını ve düşüncelerini taşıyarak insana sorumluluk yüklenmesine sebep olacaktır. Ruh konusunda, temelleri monoteist tanrı inançlarının temelini atan Sokrates’in ve ondan sonraki Atina filozofları tarafından atılan görüşleri incelemek en doğrusu olacaktır ki bu görüşler özcülük ya da temel esasçılık olarak da adlandırılır.
Özcülüğe göre insanoğlu var olmadan önce bir amaçla doğar ve hayatı boyunca bu amaç uğruna çalışarak geçirmelidir. Bu amaçlar bizim özümüzü oluşturur ve özünü bulan insan başarılı insandır. Oysaki bu görüşün en azından hayatın fizik bilimi gibi bazı alanlarında geçerli olmadığı gerçeği ilerde gösterilecektir ki bunların en ünlüsü, Galileo’nun Pisa kulesi deneyidir. Bu deneyi kısaca anlatmak gerekirse, üstte belirtildiği gibi, Yunan düşünür Aristo’ya göre her maddenin varoluşunun bir amacı vardır ve bu amacı gerçekleştirmeye çalışırlar; ağır maddelerin amacı da sertçe yere düşmek olduğu için ağır ve büyük cisimler yere hafif cisimlerden daha hızlı düşmelidir. Oysa Aristo’dan yaklaşık iki bin yıl sonra Galileo, Pisa Kulesi’nin tepesine çıkarak birinin içi kumla doldurulmuş, birinin içi ise boş olan iki tane aynı boyutta gülleyi aynı yükseklikten yere bırakır ve iki güllenin de aynı anda yere düştüğünü görür- yerçekimi ivmesi sabittir, cisimler aynı hızda yere düşer ve en önemlisi, Aristo ve onun özcü sistemi yanlıştır!
O halde eğer insanların bir özü yoksa, insanlar neden vardır? İnsanların yaşamda amacı nedir ve bu hayatta nasıl anlamlı bir şekilde devam ederler? Bu soruya verilen en tatminkâr cevaplardan birisi, 20. Yüzyıl filozofları tarafından geliştirilen ‘varoluşçuluk’ görüşüdür. Varoluşçuluk der ki, yaşamımızda birlikte doğduğumuz ya da kutsal bir şekilde bize verilen bir amacımız ya da özümüz yoktur. Biz, kendi yaşamımızın anlamını kendimiz seçeriz. Varoluşçuluğun besin kaynaklarından olan Jean Paul Sartre ‘Akıl Çağı’ adlı kitabında der ki: “Eğer özgürlüğümü kendi egemenliğim altına almazsam yaşamamın anlamı yoktur.”.
Peki ya, Büyük Tasarım adlı kitabında "Felsefe artık öldü, bilim ihtiyaçlarımızı karşılayacak düzeye geldi ve felsefenin gereksiz spekülasyonlarına gerek yok." diyen Stephen Hawking ne kadar yanılmış olabilir? Doğadaki tüm canlıların amacı, bir şeklide kendilerine ve kendi türlerine maksimum katkıda bulunarak türlerinin devamlılığını sağlamaya çalışmak değil midir? Bu uğraşı da ancak doğru bilgiyi arama yönetimleriyle sağlanması gerekmez mi? O halde, insanın bir özünün olup olmadığından bağımsız olarak, doğru bilgi yöntemine sağdık kalarak kendi türüne ve kendisine katkıda bulunmayı amaç haline getirmesi, en doğrusu olacaktır, en azından pragmatist açıdan. Ne de olsa, insan kendisini doyurabildiği, daha iyisini bulabildiği ve yaşam seviyesini daha üst düzeylere çıkarabildiği müddetçe, anlamı var mıdır insanın özünün olduğunun? Tarih boyunca da en doğru ve en yararlı bilgi daima bilimsel bilgi olmuştur. Bilimsel bilgi, felsefi bilgiden ayrılarak deneyle desteklenebilir ve bilgi birikimiyle daima insanları ileri taşır. Bu anlamda, eğer kendi türümüzü en ileriye taşınması gerektiğini "doğru varoluş sebebi" olarak kabul ettiysek, Stephen Hawking'in dediği gibi, sorularımıza da bilimle cevap vermemiz en doğrusu olmayacak mıdır?
"Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini" demiştir Manly Palmer Hal. Mikroskop insana kendinden küçük bir evren göstermiştir, bu da zaten başta belirtildiği üzere kendinsin diğer canlılardan üstün gören insan için, bir destek niteliğinde olmuştur. Oysa Charles Darwin, evrim teorisini açıkladığı not defterinde şunları da eklemiştir "İnsan öyle cüretkâr ve kibirli bir canlıdır ki, kendisini bir tanrının dokunuşuna layık görür." İnsan fark etmez, aslında kendisinin de mikroskopta gördüklerinden oluştuğunu. Tıpkı varoluş sorusuna en ilkel olarak belirtildiği yanıt olan tanrı cevabını verdiği gibi, kendi kibrinde gözleri körleşmiş insan farkına varmaz aslında kendisinin sıradan bir canlı olduğunun. Hal'ın sözünün ilk kısmın aksine de insan mikroskopa bakınca dahi kendisinin sıradanlığını görmelidir çünkü görmüş olduğu tüm hücreler kendisini diğer canlılarla aynı kılanlardır. Her ne kadar da pek çok günümüz insanı hayvanlardan ayrı bir canlı olarak görmeyi tercih etse de insanın diğer hayvan türlerinden hiçbir farkı yoktur. Hatta gelişmiş zekasını saymazsanız, pek çok hayvan türünden de fiziksel yetenek olarak eksiktir insanoğlu.
Alıntının ikinci kısmı ise yazıda şu ana kadar bahsedilenleri destekler niteliktedir. Teleskop bize üzerine yaşadığımız "Dünya’nın aslında sayısız galaksilerden biri olan Samanyolu Galaksisindeki pek çok yıldızdan biri olan Güneş'in çevresinde dolanmakta olan sekiz gezegenden bir tanesi olduğunu bize göstermiştir. Dünya, özel bir gezenegn değildir. Dünya üzerinde yaşayan milyonlarca canlı türünden biri olan namı diğer Homo Sapiens de, özel bir canlı değildir. Bu bağlamda, insanın gerekli ya da önemli bir canlı olduğu yargısı da oldukça anlamsız olacaktır. Çünkü insan en yakın biyolojik atasından evirilmeden önce de vardı evren, insanlığın soyu tükendiğinde de var olmaya devam edecektir insan.
O halde Sartre'ın dediği gibi, herkes kendi amacını seçmesinin ya da Aristo'nun dediği gibi amacımızla doğmasının bir açıklaması var mıdır birbirinden bu derece farksız insanların doğaya hükümdarlık kurmasına ya da insanoğlunun kendi kendisini anlamsızca katletmesine? Eğer bizim var olmamıza bir cevap olarak yarattığımız tanrı anlayışı, farklı insan topluluklarının kendi "doğru tanrıları" uğruna savaşarak ölmelerine ve insan ırkının kendi kendisini katletmesine sebep oluyorsa ne anlamı vardır tanrı anlayışının? Oysa insan yaşama amacını bilimle uğraşmak olarak seçer ve kendi türünün devamlılığı ve kitlesel gelişimi için uğraşırsa, hangi sorun kalır ki medeniyet yolunun önünde duracak? Yeter ki, "Mikroskop insana önemini gösterdi, teleskop da önemsizliğini." diyebilelim. Teleskopun gösterdiği gibi kibrimiz kabarmadan ve mikroskopun gösterdiği gibi kendi türümüzün yetenekleri ile maksimum faydayı elde etme amacı ile ilerleyebilelim.
zanmıştır.

Hiç yorum yok: